Fedai olabilmek!
“İslâm, bugün öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil, ahiretini dahi feda etmeye hazır olacak!...”
(Şeyhülislâm Mustafa Sabri)
Dünya sanki manevî bir buhrana dalmıştı. Göz gözü görmüyordu adeta... Günahlar kalpleri karartmış, kararan kalpler gözlere sirayet etmişti. Nasıl görebilirdi ki gözler, nur olmayınca, arayan gözler nuru bulamayınca...
“Halbuki nur; yakmadan aydınlatır, kamaştırmadan gösterir, pişirmeden olgunlaştırırdı.”1
19. yüzyılın son yıllarıydı. İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladistone’a kalsa Kur’ân’ı elimizden alacaktı veya Kur’ân’dan bizi soğutacaktı. Zulmetli günlere bir zulmet daha katacaktı... İnsanlık, güneşini arıyordu kısaca... Asırda yaşayanlar Asrın Adamını arıyor, insanlar zamanın sesini duymak istiyorlardı...
Tam bu esnada Şarktan bir ses duyuldu, gönüllerde kıvılcım oluşturan. Zaten her şey bir kıvılcımla başlamıyor muydu?
Her şey “Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş olduğunu bütün dünyaya ispat edeceğim” kıvılcımıyla başlamıştı...
Bu öyle bir kıvılcımdı ki, şarktan garba gidip meydan okumuş, şimalde esarete girip idamla yargılanmış ve cenupta nura dönüşmüştü. Nur bütün aydınlığıyla Kur’ân’ı işaret ediyordu. “Ben Kur’ân okyanusundan gelen bir katreyim” diyordu lisan-ı hâliyle. Anlaşılan Asrın Bedî’si gelmişti. Yani Bediüzzaman gelmişti, zamanın eşsiz güzelliği...
“Karşımda müthiş bir yangın var” deyip, atılmıştı alevler arasına... “Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de” diye seslenerek...
Ateş, nice sürgünler yaşatmıştı, belki 21 kez zehirlenmesine yol açmıştı, kimbilir belki de sayısız işkenceleri işaret ediyordu. Ateş yakıyor, Asrın fedaisi ateşe nur gösteriyordu.
Ateş, bütün haşmetiyle yakmaya çalışıyor, nur bütün kuvvetiyle okşuyordu... Öyle bir okşama ki, “Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim, helâl olsun! Onlara bedduâ bile etmiyorum...” dedirtiyordu. Nur, okşamaya devam ediyordu: “Sonra, ben, cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmânı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun...”
“Tarih öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyük, onlara nispetle küçük kalır.” (A.Ulvi Kurucu)
Sözlükler “Fedaî” lâfzını işaret ediyordu Bediüzzaman’a... Fedaî, fedâ eden demekti. Nice muhabbet fedaileri yetiştirdi bu fedakârlıkla....
Kışın o çetin şartlarında tohumlar ekmişti dünyanın dört bir yanına. “Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçekler açacaklar” diyerek telsiz telgrafla istikbale seslenip, haber vermişti âleme...
Âlem, Nur’a gark oldu Üstadım... Tohumlar çiçek açtı, boy vermeye başladı... Sen kışta gönderildin belki ama biz Cennetâsâ bir baharda geldik. Bugün bir Said değil, binler Said’le geldik huzuruna... Güzel kokularıyla açan çiçekler sana “Sadakte!” deyip selâm duruyorlar, kabul buyur Üstadım!
Dipnotlar:
1- İslâm Yaşar
|