Maddeten ve manen kalkınmış; barış, sevgi, saygı, dostluk, yardımlaşma, dayanışma içinde tekvücut olmuş bir toplum düşünün. İşte İslâm böyle bir toplumu tesis ediyor.
Bunun altyapısını ise ilim teşkil eder. Tâ ki bütün güzelliklerin, mükemmelliklerin kaynağı olan ilim köşe bucak dört bir yana yayılmış; okumayı, öğrenmeyi, dinlemeyi seven ve öğrendiklerini hayata geçiren böyle bir toplum ortaya çıkmış olsun.
İşte Peygamberimizin (a.s.m.) üzerinde en çok durduğu hususlardan biri buydu: İlmi yaygınlaştırmak. Veda Haccında asırlara ışık tutacak esaslara dikkat çektikten sonra, söylediklerini, “Burada bulunanlar bulunmayanlara anlatsın”1 buyurmuştu. Anlatılmalıydı. Hem bu hakikatler herkese ulaşmalı, bu güzelliklerden yediden yetmişe her kesim istifade etmeliydi.
Başka bir zaman bunu şöyle de teşvik ediyordu Allah Resûlü (a.s.m.): “Benden birşey işitip de onu bütünüyle ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Kendisine tebliğ yapılan niceleri vardır ki, ilk işitip anlatandan daha iyi anlar.”2 Ve yine kendisinden bir âyet de olsa öğrenilenin mutlaka tebliğ edilmesini3 emrediyordu.
Resûlullahı (a.s.m.) her konuda örnek alan sahabenin nazarında bütün bunlar uyulması, hiç mi hiç ihmal edilmemesi gereken emirlerdi. Onun için de öğrendiklerini içlerine hapsetmiyor, aşk ve şevkle duyurma gayreti içine giriyorlardı.
Ebû Hureyre, “Eğer Allahu Teâlâ’nın kitabında şu iki âyet olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim” der. Bu iki âyet şu meâldeydi: “Biz kitapta insanlara iyice açıkladıktan sonra, indirmiş olduğumuz açık delilleri ve doğru yolu gizleyenlere gelince; Onlar Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı kimselerdir; lânet edebileceklerin hepsi onlara lânet eder.”4
“Hatırla o zaman ki, Allah, kendilerine kitap verilenlerden, “Onu insanlara açıkça bildireceksiniz ve gizlemeyeceksiniz” diye söz almıştı. Onlar ise bu sözü arkalarına atıp onu az bir menfaatle değiştiler. Ne kötü şeydir o satın aldıkları!”5
Öte yandan Ebû Hureyre kime ilimden biri mesele sorulup da gizlerse Kıyamet gününde ağzına ateşten bir gem vurulacağını da6 vurguluyordu.
Ebû Zer de (r.a.) bıçakla kesileceğini bilse bile Resûlullahtan (a.s.m.) duyduklarını mutlaka anlatacağını söylemekteydi.
Bu öğüt ve emirler çerçevesinde Resûlullah (a.s.m.) anlatıp da duyurulmayan, aktarılmayan hiçbir hakikat kalmamıştı. Bu hayat verici hakikatlerin dünyayı yeşertmesi için başka nasıl davranılabilirdi? İ’lâ-yı Kelimetullahın da gereğiydi bu.
Demek tebliğ bir mü’minin vazgeçemeyeceği özellikleri içerisinde. İyiliği emredip kötülükten sakındırma da farz bir görev değil mi?
Dipnotlar: 1. Buharî, İlim: 10; Müslim, Hacc: 446.; 2. İbni Mace, Mukaddime: 18.; 3. Buharî, Enbiya: 50; Tirmizî, İlim: 13.; 4. Bakara Sûresi: 159.; 5. Âl-i İmran Sûresi: 187.; 6. Ebû Davud, İlim: 9; Tirmizî, İlim: 2.
22.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|