|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Gerilemenin sebepleri... |
|
Zaman zaman, toplumun geri kalmasının veya ilerleyememesinin yegâne müsebbibi olarak, ileri gelen, temayüz etmiş şahsiyetleri veya yöneticileri görürüz. Ve insaf çizgisini aşan tenkitlerde, suçlamalarda bulunuruz.
Acaba bu âdil bir karar mıdır? Yoksa suçluluk psikolojisinin dürtüsüyle ortaya çıkmış, egoistçe ve aldatıcı bir isnat mıdır? Nefis, hata ve kusurlardaki payını hesaba katar mı?
Gelelim ecnebîlerin, özellikle Avrupalıların ilimde, teknolojide başdöndürücü bir hızla ilerlemelerinin; Müslümanların hâlâ ortaçağ şartlarında bocalamalarının sebeplerine. Bunun birçok psiko-sosyal sebebleri var. Hastalık teşhis edilmezse, tedavi de imkânsızlaşır. Bediüzzaman, Müslümanların psikolojisini ve İslâm âleminin sosyal hayatını gözlemleyerek temel altı hastalık teşhis eder. Biz da bunları fert veya cemaat olarak kendimize uyarlayabiliriz. Şöyle ki:
(1) Ümitsizlik, (2) doğruluğun/dürüstlüğün sosyal/siyasî hayatta ölmesi; (3) düşmanlığa duyulan sevgi; (4) Müslümanları birbirine bağlayan nûranî bağları bilmemek; (5) çeşit çeşit bulaşıcı hastalıklar gibi yayılan istibdat/baskı, diktatörlük; (6) bütün gayreti şahsî menfaatine yöneltmek.1 Bu maddeleri açmaya çalışmadan önce belirtelim:
Eğer bireyler, bu hastalıklarla malûl iseler, fertlerin birleşmesinden hâsıl olan toplum/cemaat de elbette aynı illete giriftar olacaktır.
- Hayat, inişli-çıkışlıdır. Dolayısıyla olumsuz durumlarla sık sık karşılaşırız. Bu bizi ümitsizliğe sevk eder. Oysa, mücadele tarlasına ekilen ümit tohumlarıyla yeşeririz. Ümidini kaybeden, tarlayı da, tohumu da, ekecek gücü de bulamaz.
Aslında ümit, sonsuz Kudret sahibine duyulan derin güvendir. Bu, aynı zamanda iman derecesinin, o da eldeki güç/kuvvet, enerjinin göstergesidir. Ümitsizlik, bir anlamda, sonsuz Rahmet Sahibini zımnî, yani dolaylı olarak acz ve fakr ile itham etmek demektir! Kim rahmeti itham ederse, rahmetten mahrum kalır.
- Doğruluk/dürüstlük, hayatın gerçekliğidir ve ta kendisidir. İslâmiyetin aslı doğruluktur. Doğruluk/dürüstlük sadece esnaf/tüccar, politikacı değil; toplumun her katmanında geçerli olması gereken en birinci haslettir. Dürüstlük, aynı zamanda çifte standartsız bir hayat sürdürmektir.
Dürüstsüzlük itimatsızlığı, itimatsızlık da yardımlaşma, dayanışma ve işbirliği ruhunu öldürür. O da, ferdi, aileyi ve toplumu… Doğruluk, hem fert, hem de topluma sadece manevî değil, maddî yönden kazandırır.
- Düşmanlık, olumsuz bir duygudur ve negatif enerji yayar. Akrabasına, komşularına, vatandaşlarına, dindaşlarına düşmanlık besleyen onlara negatif enerji pompalar. Dolayısıyla, enerji dönüşümü kanunu gereğince, geriye döner kendisini vurur!
Düşmanlık yalnızca şiddetle ortaya çıkmaz. Komşusunun, akrabasının zengin olmasını, onların çocuklarının üniversiteyi kazanmalarını istememek de kıskançlıktan beslenen düşmanlıktır.
Düşman üreten, onlardan korunmak ve yok etmek için çabalar. Enerjisini buna harcayan, olumlu işlere güç yetirebilir mi?
- Müslümanları (daha küçük dairede cemaat fertlerini) biribirine bağlayan nurânî bağlar, başta Rabbimiz, dinimiz, peygamberimiz, kıblemiz vesaire gibi yüzlerce birlik bağları var. Bunları nazara almayan, o birlikten doğacak güçten de mahrum olur.
- İstibdatın/baskının fikrî, ilmî, siyasî, askerî, ailevî gibi çeşitleri vardır. Ve bulaşıcı bir hastalıktır. Zira, düşünmeyi, keşfetmeyi, ilerlemeyi engeller. Hatta, Mûtezile, Cebriye, Mürcie, Mücessime gibi dalâlet fırkalarını İslâmiyetten intâc eden mesâil-i dîniyedeki ilmî istibdattır.2 Yani, meselelere öylesine yaklaşmışlar ki, başka bir kapı, bir yolun bulanmayacağı kanaatini uyandırmışlardır. Onlar da başka çıkış yolları bularak, İslâmiyetin ana yolundan ayrılmışlar.
Bediüzzaman, “Yüzlerce hikmetinden birisi şudur; denizden bir katre misâl; gerisini sen çıkar; bir kısmını ben tâbir edeceğim, gerisini sizin zekânıza havale ediyorum!” ifadeleriyle ilmî istibdatın zincirlerini kırmıştır.
- Bütün gayret ve çalışmayı şahsî menfaati için kullanmaya gelince: İnsalık tarihi, bilhassa cahiliye devri ve ortaçağ Avrupa derebeyliği bunun çarpıcı örnekleriyle dolu. Bu anlayış, sırf kendisi için çalışmayı, gayreti gerektirdiğinden, servet bir takım ellerde toplanır; toplum fakir ve geri kalır.
Fakirlerin gözü servet sahiplerinde olur. Servet ehli de onu korumak için çabalar… Aslında sırf kendisi için çalışan, toplum içinde yaşadığından ne aklen, ne vicdanen rahat eder.
Himmetini başkasına ve toplumuna hasredenler, hem kendilerine, hem topluma kazandırır. İşte Asr-ı Saadet (insanlık için kimi malının yarısını, kimisi tamamını fedâ ediyordu) ve Müslümanların İslâmiyete sarıldıklarında ortaya koydukları müreffeh ve medenî toplumlar...
Evet, geri kalmamızın sebebi bunlar değil mi? Öyle ise, suçu şuna buna atmak zulüm; teferruâtı tartışmak zaman kaybı değil mi?
Dipnotlar: 1- Tarihçe-i Hayat, s. 79.;
2- Münâzarât, s. 32.
22.10.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İlmi yayma gayreti |
|
Maddeten ve manen kalkınmış; barış, sevgi, saygı, dostluk, yardımlaşma, dayanışma içinde tekvücut olmuş bir toplum düşünün. İşte İslâm böyle bir toplumu tesis ediyor.
Bunun altyapısını ise ilim teşkil eder. Tâ ki bütün güzelliklerin, mükemmelliklerin kaynağı olan ilim köşe bucak dört bir yana yayılmış; okumayı, öğrenmeyi, dinlemeyi seven ve öğrendiklerini hayata geçiren böyle bir toplum ortaya çıkmış olsun.
İşte Peygamberimizin (a.s.m.) üzerinde en çok durduğu hususlardan biri buydu: İlmi yaygınlaştırmak. Veda Haccında asırlara ışık tutacak esaslara dikkat çektikten sonra, söylediklerini, “Burada bulunanlar bulunmayanlara anlatsın”1 buyurmuştu. Anlatılmalıydı. Hem bu hakikatler herkese ulaşmalı, bu güzelliklerden yediden yetmişe her kesim istifade etmeliydi.
Başka bir zaman bunu şöyle de teşvik ediyordu Allah Resûlü (a.s.m.): “Benden birşey işitip de onu bütünüyle ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Kendisine tebliğ yapılan niceleri vardır ki, ilk işitip anlatandan daha iyi anlar.”2 Ve yine kendisinden bir âyet de olsa öğrenilenin mutlaka tebliğ edilmesini3 emrediyordu.
Resûlullahı (a.s.m.) her konuda örnek alan sahabenin nazarında bütün bunlar uyulması, hiç mi hiç ihmal edilmemesi gereken emirlerdi. Onun için de öğrendiklerini içlerine hapsetmiyor, aşk ve şevkle duyurma gayreti içine giriyorlardı.
Ebû Hureyre, “Eğer Allahu Teâlâ’nın kitabında şu iki âyet olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim” der. Bu iki âyet şu meâldeydi: “Biz kitapta insanlara iyice açıkladıktan sonra, indirmiş olduğumuz açık delilleri ve doğru yolu gizleyenlere gelince; Onlar Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı kimselerdir; lânet edebileceklerin hepsi onlara lânet eder.”4
“Hatırla o zaman ki, Allah, kendilerine kitap verilenlerden, “Onu insanlara açıkça bildireceksiniz ve gizlemeyeceksiniz” diye söz almıştı. Onlar ise bu sözü arkalarına atıp onu az bir menfaatle değiştiler. Ne kötü şeydir o satın aldıkları!”5
Öte yandan Ebû Hureyre kime ilimden biri mesele sorulup da gizlerse Kıyamet gününde ağzına ateşten bir gem vurulacağını da6 vurguluyordu.
Ebû Zer de (r.a.) bıçakla kesileceğini bilse bile Resûlullahtan (a.s.m.) duyduklarını mutlaka anlatacağını söylemekteydi.
Bu öğüt ve emirler çerçevesinde Resûlullah (a.s.m.) anlatıp da duyurulmayan, aktarılmayan hiçbir hakikat kalmamıştı. Bu hayat verici hakikatlerin dünyayı yeşertmesi için başka nasıl davranılabilirdi? İ’lâ-yı Kelimetullahın da gereğiydi bu.
Demek tebliğ bir mü’minin vazgeçemeyeceği özellikleri içerisinde. İyiliği emredip kötülükten sakındırma da farz bir görev değil mi?
Dipnotlar: 1. Buharî, İlim: 10; Müslim, Hacc: 446.; 2. İbni Mace, Mukaddime: 18.; 3. Buharî, Enbiya: 50; Tirmizî, İlim: 13.; 4. Bakara Sûresi: 159.; 5. Âl-i İmran Sûresi: 187.; 6. Ebû Davud, İlim: 9; Tirmizî, İlim: 2.
22.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Yeni bir dönem |
|
Bu satırları, neticesi şu an sizlerin mâlumu olan referandumdan bir gün önce yazıyoruz.
Dolayısıyla, kesin sonuçları bilmemize imkân yok.
Hatta, referanduma katılım oranının ne şekilde olacağına dair şimdiden herhangi bir tahminde bulunmayı dahi göze alamıyoruz.
Ancak, bütün bu bilinmeyenlere rağmen, yine de neticeden hasıl olacak çok önemli bazı durumları ve gelişmeleri rahatlıkla ifade edebiliriz. Şöyle ki:
1) Katılım oranı ne olursa olsun, "evet" oylarının "hayır"lardan fazla olacağı kuvvetle muhtemeldi. Hatta, bunu kat'iyyet derecesinde ifade etmek bile mümkün.
2) Yakın tarihte defalarca iradesi örselenen ve zaman zaman ümitsizliğe, karamsarlığa sürüklenen bu milletin, kendine olan özgüveni tazelenecek ve iradesinin bundan böyle daha hür, daha serbest olacağına inanacaktır.
3) Milletimizin demokrasiye olan güveni, inancı, sadâkatı daha da ziyadeleşecektir. Zira, Meclis'in ve Meclis iradesinin üstünde vehmedilen üst tabakadaki kimi şahıs ve kurumların dahi çözemediği bir meselenin, sonunda kendisine müracaat edilerek çözümlendiğini görmüş olacak.
4) Artık reyinin ve iradesinin daha kıymetli olduğunu gören halk, yönetime daha fazla katılacak, gelişmelerle daha yakından alâkadar olma arzu ve ihtiyacını hissedecektir. Şimdiye kadar dillendirilen "Zaten biz ne yaparsak yapalım, değişen birşey yok. Devletlüler bizi dinlemiyor ki..." türünden sözler, artık tarihe karışacak ve bundan böyle artık "Hâkimiyet milletin" olacak.
* * *
Evet, rejimin ve sistemin temel özelliklerine dair, tarihimizde ilk defa olarak hür iradenin önüne getirilmiş olan bu referandum ile, inanıyoruz ki hâkimiyet millette olduğu ve öyle olması gerektiği hususu, artık tescil edilmiş olacak.
Bu da, son yüz yıllık meşrûtiyet, cumhuriyet ve demokrasi tarihimizde yepyeni bir dönemin başlangıç safhasını bizlere müjdelemiş olacak.
Evet, son derece dikkate şâyân bir geçiş sürecini yaşıyoruz.
Başka zaman ve başka ülkelerde, böylesi bir sürecin çok gürültülü, sıkıntılı, hatta yer yer çok kanlı ve çok telefatlı yaşandığını da biliyoruz. Ama, Rabbimize nihayetsiz şükürler olsun, fevkalâde mühim olan bu süreci, bizler sessiz–sâdasız, kansız ve kinsiz bir şekilde atlatmaya çalışıyoruz.
Her ne kadar tezkeredir, sınırötesi harekâttır, şudur budur gibi bazı gerginliker olmuş olsa bile, yine de "içe dönük" mahiyette çok fazla bir sıkıntı yaşanmadı.
"Çok fazla"dan kastımız, meselenin mahiyetine kıyasla yaşadıklarımız fazla pahalıya düşmediğini nazara vermektir.
İşte bakın, dost ve kardeş ülke Pakistan'da neler yaşanıyor, neler... Tüyler ürpertici bir durum.
Demokrasiye olan tahammülsüzlük sebebiyle, orada kendi vatandaşını, yahut dindaşını katliâm etmeyi dahi göze alanlar var.
Şüphesiz, bizde de benzer vahşetleri sergilemek isteyen vicdansızlar vardır. Fakat, artık onları kuvveti azaldı, sesleri kısıldı.
Demokrasiyi benimseme, hazmetme noktasına, Türkiye, Pakistan ve diğer İslâm ülkelerine nazaran çok daha ileri bir noktada bulunuyor.
Temenni ederiz ki, referandum sonucu bir adım daha kaydettiğimiz demokrasi erdemliliği, dost, komşu ve kardeş durumundaki diğer ülkelere ve milletlere de sirayet etsin.
GÜNÜN TARİHİ 22 Ekim 1937
Dersim Kànunu ve infazlar
Elazığ'da "Dersim Kànunu" çerçevesinde yapılan yargılanmalar sonucu, "isyanın elebaşılarından" diye isimlendirilen Seyid Rıza ile birlikte 58 kişinin en ağır şekilde cezalandırılması istendi.
Son duruşma, 15 Kasım 1937 günü yapıldı. İnfazlar da aynı gün içinde gerçekleştirildi. Seyid Rıza ile birlikte 7 kişi Elazığ Buğday Meydanında idam edildi. İdam edilenlerden biri de oğlu Seyid Hüseyin'dir.
O tarihte emniyet müdürü olan İhsan Sabri Çağlayangil'in hatıralarına göre, Seyid Rıza kendisinin, hele de oğlunun idam edileceğine asla kanaat getirmiyordu. İdam sehpalarını görünce, durumun ciddiyetini anladı ve son isteğini şöylece ifade etti: "Bir adet saatim ve 40 lira param var. Bunları oğlum Hüseyin'e verin."
Aynı hatıralarda yer aldığına göre, Seyid Rıza idam darağacına doğru giderken de haykıra haykıra şunları söylemiş: "Biz evlâd–ı Kerbela'yıh. Bîgünah, bîhatıyh. Ayıptır, zulümdür, cinayettir!" (Anılarım, s. 51–52)
Özel mahkeme, idam edileceklerin sayını 11 şeklinde açıklıyor. Ancak, "yaş haddinden" 4 kişi muaf tutuluyor ve müebbed hapis cezasına çarptırılıyor.
Ne var ki, 80'ine merdiven dayamış olan Seyid Rıza için farklı bir muamele yapılıyor ve nihaî karardan evvel yaşı 54'de indiriliyor. Aynı şekilde, 17 yaşlarında olan oğlu Hüseyin'in yaşı da 21'e çıkartılarak birlikte idam ediliyor.
18 Kasım 1937 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan haber ve yorumlar, "Dersim hadisesinin tamamen kapandığı ve tarihin ummanına geçtiği" kaydediliyor.
Gerek Başbakan İsmet Paşanın ve gerekse gazetenin başyazarı Yunus Nadi'nin görüş ve düşünceleri kamuoyuna bu şekilde yansıtılırken, 1935'te dört yıla mahsus olarak çıkarılan "Dersim Kànunu" süresinin de uzatılacağı belirtiliyordu.
Nitekim, bölgeyi "askerî disiplin" altında tutmayı hedefleyen bu özel kànun, birtakım ilâvelerle tâ 1947 senesine kadar yürürlükte kaldı.
Belirtilen yıllarda, devlet kuvvetleriyle bölgedeki aşiretler arasında çok kanlı çatışmalar yaşandı, hatta iş bazı mıntıkaların uçak filolarınca bombardıman edilmesi noktasına kadar gelip dayandı.
Bu arada belirtmek gerekir ki, bombalama harekâtına katılan pilotlardan biri de, M. Kemal'e son derece yakınlığı ile ün salan ilk kadın pilot Sabiha Gökçen'dir.
Dersim ve çevresinin (Kürt, Alevî, vs.), uzun yıllar kuvvet ve şiddet metoduyla "te'dip ve terbiye" edilmek istenmesi, tam aksine bir sonuç verdi. Hasımların, küskünlerin gayr–ı memnunların sayısını azaltmadı, bilâkis daha da arttırdı.
Bugün bile, hâlâ geçmişteki derin acıların izlerine ve aksi tesirlerine şahit olmaktayız.
22.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kader'den atılan taşlar |
|
Mehmet Bey:
*“Bende bir rahatsızlık var. Ruhsal sıkıntılar yaşıyorum. Mesnevî’de anlatıldığı gibi, kaderden atılan bir musibet taşına maruz kaldığımı düşünüyorum. Doktora da gidiyorum. Geçmiyor. Ne yapayım?”
Öncelikle acil şifalar diliyorum.
Mesnevî’deki o ifadeyi hatırlayalım isterseniz: “Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirmek için çobanın attığı taşlara musâb olan bir koyun, lisan-ı hâliyle, “Biz çobanın emri altındayız! O bizden daha ziyade faydamızı düşünür! Madem onun rızası yoktur; dönelim.” diye kendisi döner, sürü de döner. Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin! Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman; “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.” Söyle ve merci-i hakikîye dön! İmana gel! Mükedder olma! O seni senden daha ziyade düşünür!”1
Siz derdinizi keşfetmiş; şifa kaynağını da bulmuşsunuz! Hemen ifade edelim; dertler olmasaydı, Yüce Allah’ın şefkatli Şafi ismini hissedebilir miydik?
Mü’min, sevinçli gününde şükrettiği ve dertli gününde de sabrettiği ölçüde ikisi de kendisine hayır getirir. Ebû Yahya Suheyb b. Sinan (ra) rivayet etmiştir: Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Mü’minin işine hayret ederim. Zira onun işi tamamen hayırdır! Bu hâl ancak mü’mine mahsustur! Sevinirse şükreder; bu ona hayırdır! Dert gelirse sabreder; bu da ona hayırdır!”2
O halde ne sevinçli günümüzde şımarmak! Ne de dertli günümüzde isyan etmek!
Musibetler, yukarıda da ifade edildiği gibi, Cenâb-ı Hak tarafından atılan birer uyarı taşlarına benzetildiğinde, ilâhî şefkat ve iltifat ciheti anlaşılmış olur. Çünkü insan, sevilirse uyarılır!
Şu halde, kaderden bir uyarı geldiğinde, mü’min; “Biz zaten Allah için varız ve Allah’a döndürüleceğiz!” der. Yani biz Allah’tan geldiğimize ve bu uyarı taşı da Allah tarafından atıldığına göre mes’ele yok! Bize, ders ve ibret almak; “eğer fazla ağır gelse, sabır istemek gerekiyor.”3 Ama her hâl ü kârda, bu taşın içinde bulunan Allah’ın şefkat ve iltifatını hissetmeli ve bilmeliyiz. “Merci-i hakikîye dön; imana gel!” ifadesi bunu anlatır.
Cenâb-ı Hakkın şefkati ve himayesi altında bulunduğunu hisseden mü’min, mükedder olmamalıdır! Yani musibeti kendisine dert edinmemeli; varsa çaresini ve şifasını aramalı; ama şifası bulunsun, bulunmasın; muhakkak sabretmelidir!
“O seni senden daha ziyade düşünür!” nurlu ifadesi ise, bütün dertlerimiz ve kederlerimiz üzerine tatlı bir sünger çeker; bizi öyle müşfik bir kucağa atar ki ne gam kalır, ne keder, ne sıkıntı, ne musîbet! Bizi kuş tüyü kadar hafifletir; âdeta bir Cennet sevinci eker ruhumuza!
Bol, bol Kur’ân okuyalım, Cevşen okuyalım, Tahmidiye okuyalım, Risâle-i Nur okuyalım! Maddî, manevî bütün dertlerimizin şifası bunlardadır. Doktora gitmeyi ve önerdiği tedavi usûlünü uygulamayı ve verdiği ilâçları kullanmayı da ihmal etmeyelim. Siz zaten doktora gittiğinizi söylüyorsunuz; manevî tedavi merkezinden de uzakta değilsiniz!
***
Bayan okuyucumuz:
*“Damat tarafı kızın kız kardeşlerine teklifsiz kendi istekleriyle para veriyormuş; kız tarafı da bu parayı alıp almamakta tereddüt ediyormuş! Bu para alınır mı? Dinen caiz mi?”
İslâm Dininde mehir, evlenecek kızın veya kadının hakkı olarak, damat tarafına Allah’ın (cc) emridir. Cenâb-ı Hak (cc) şöyle buyurur: “Kadınlara mehirlerini cömertçe verin!”4
Mehir, damadın, evlenmek istediği kadına ödemesi gereken bir borçtur ve kadının hakkıdır. Bu hakkın miktarını kadın veya kadının ailesi belirlemekle beraber; evlilik gerçekleştiği takdirde mehirle ilgili tasarruf hakkı tamamen kadına geçmiş olur. Bu hakkı kadının annesi veya babası kullanamayacağı gibi, kadının rızası olmadan kocası da kullanamaz!
Başlık parası ise haramdır. Yani kız babasının veya ailesinin, kızını vermesi karşılığında kendisine belli bir miktar para verilmesini şart koşması, aksi takdirde kızını vermeyeceğini beyan etmesi haram olduğu gibi, bu şekilde alınan para da haramdır.
Ancak damat tarafının, kadının mehirini temin ettikten sonra, kızın babasına veya ailesine, kendi rızalarıyla hediye almalarında bir sakınca yoktur. Tamamen damat tarafının takdirinde olan bir meseledir. Ancak bu yardım veya hediye, başka bir beklentiye bedel olarak veriliyor olmamalıdır.
Dipnotlar: 1- Mesnevî-i Nûriye, S.102, 2-Müslim, 3- Lem’alar, S. 207, 4-Nisâ Sûresi,4/4.
22.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Bir teslimiyet örneği |
|
Şüphesiz biz insanların en büyük yanlışlarından biri, Rabb-i Rahîme teslimiyet içinde olma konusunda yeterli olmamamızdır. Oysa ki, zayıf ve aciz olan biz insanların kurtuluşu, Allah’a karşı teslimiyet içinde olmaktadır. Teslimiyet ile ilgili bir çok örnek İslâm tarihinde bulunduğu gibi, peygamberler tarihinde de ders almamız gereken bir çok teslimiyet örneği bulunmaktadır.
Bu yazıda üzerinde durmak istediğim teslimiyet örneği, Hz. İbrahim’in (as) hanımı ve aynı zamanda da Hz. İsmail’in (as) annesi olan Hacer validemizin akıllara durgunluk veren teslimiyetidir.
Malûmunuz, Allah’ın nebisi Hz. İbrahim’in ilk eşi Sare’dir. Bu hanımından uzun süre çocuğu dünyaya gelmemiştir. Aynı zamanda Hz. İbrahim’in amca kızı olan Sare bu duruma üzüldüğünden, eşini cariyesi Hacer ile evlendirir.
Hz. İbrahim’in Hacer’le evlenmesinden kısa bir süre sonra İsmail dünyaya gelmiştir. Ancak çocuğu olmayan Sare, bir süre sonra bu durumu kıskanır ve Hz. İbrahim’e, Hacer ile oğlunu kendisinden uzaklaştırması için baskı uygular. Bu gelişmeler üzerine, İlâhî hikmet gereği bir melek refakatinde Hz. İbrahim, Hacer ile küçük İsmail’i, kuş uçmaz kervan geçmez bir yer olan Mekke’ye götürür.
Bu sıralarda Mekke, Arabistan sıcaklığı altında kavrulan, suyu olmayan ve etrafta insanların bulunmadığı bir yer durumundadır. Allah, Hacer ile küçük oğlu İsmail’in burada bırakılmasını Hz. İbrahim’e emreder. Zahiren bu durum Hz. İbrahim’e de çok zor gelmektedir. Ancak bütün peygamberler olduğu gibi, Hz. İbrahim de her adımını Allah’ın emrine göre atmakta ve verilen emirleri büyük bir teslimiyetle yerine getirmektedir.
Hz. İbrahim, böylece Allah’ın emrini yerine getirmek için Hacer ile İsmail’i Mekke gibi ıssız ve susuz yerde bırakarak gerisin geri dönmeye hazırlanır. Bu durumun zâhirî vehametini gören Hacer, İbrahim’in (as) peşinden bağırır: “Bizi burada kimsesiz, susuz bir şekilde nasıl bırakıp gideceksin?” diye feryat eder. Hz. İbrahim ise, kendisine verilen emri yerine getirmek adına arkasına bakmadan oradan uzaklaşmak için yürümeye devam eder.
Sonunda Hacer, bu durumun normal olmadığını, durup dururken Hz. İbrahim’in kendilerini bu çöllerde yalnız bırakmayacağını, onun o kadar merhametsiz biri olmadığını düşünerek, arkasından Hz. İbrahim’e “Yoksa bizi burada bu şekilde bırakmayı Rabbin mi emretti?” diye seslenir. Hz. İbrahim bu suâle “Evet, Rabbim emretti” diye cevap verince, Hacer “Öyleyse Rabbim bize yeter, çünkü O bizi burada yüz üstü bırakmaz, bizim ihtiyaçlarımızı karşılar” diye söylenerek, mütevekkilâne bir şekilde durumu kabullenir.
Kitaplardan bu hadiseyi okuyup geçmemek gerekir. O günün, insanların çok az bulunduğu Arabistan Yarımadasının, henüz insanların yerleşmesi için uygun bir yer olmayan Mekke’sini gözümüzün önüne getirmelidir. Sıcaklığın kavurucu bir şekilde olduğu o mekânda bir hanımın küçücük oğluyla tek başına bırakılması ve etrafta işlerine yarayacak bir belirtinin olmaması halini gözümüzün önüne getirelim ve hayalen kendimizi Hacer Validemizin yerine koyalım. Göreceğiz ki, gerçekten çok zor kabullenilebilecek bir manzara karşımızda durmaktadır.
Ancak Hz. İbrahim’in tevekkülü bir peygambere yakışmakta, Hacer validemizin teslimiyeti de tam olarak bir peygamber hanımı karakterini ortaya koymaktadır. Neticede gerçekten Rabb-i Rahîm, Hacer’in teslimiyetinin mükâfatını verecek ve dünya yüzünde emsâli bulunmamış bir su, yani Zemzem suyu o kupkuru yerden bir İlâhî lütuf olarak fışkıracak, Mekke de yeryüzünün en mukaddes mekânı haline gelecektir.
Hacer’in en büyük mükâfatı ise, kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Allah’ın Habibi Hz. Muhammed’in (asm), oğlu İsmail’in neslinden dünyaya teşrif edecek olması olacaktı... İşte büyük insanların Allah’a teslim olma ve tevekkül etme hâli. Rabbim bizlere de böyle teslimiyet ve tevekkül nasip etsin...
22.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Hayırlı olsun |
|
İnsanlık tarihinin en temel problemlerinden birinin toplu hayat ya da toplum hayatı şeklinde yaşamanın kurallarını ideale en yakın şekilde koymak olmalı. Esmanın zenginliği ve mutlaklığı gereği fıtratlara yansıması da çok farklılıklar arz ediyor. Bu sebeple insanlar adedince farklı duygu, düşünce ve davranış özellikleri var. Hazret-i Âdem’den (a.s.) bu yana bütün insanları yan yana koysak tek yumurta ikizleri dahil olmak üzere tamamen birbirinin aynı olan iki insan bulamayız. Bu kadar farklı özellikleri olan milyonlarca farklı irade, istek ve yönelimin ortak bir paylaşma alanında bir arada yaşaması gerçekten çözümü zor bir problem. İnsanlık tarihini kâinat kitabında bir veri olarak kabul edersek fertler ve idare arasında bu isteklerin ve gerekenin farklılığı karşısında ve insanlar adedince iradenin olduğu bir zeminde en insanî ve herkesi en çok memnun eden tarzın demokrasi ve cumhuriyet şeklinde ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Bu vahyin hayatımıza taşıdığı meşveret ve şûrâ kavramları ile kâinat kitabında ortaya konan verilerin birleşme noktası gibidir.
Uzun zamanlar üzerinde yoğunlaşılmış olmasına rağmen hürriyet ve cumhuriyet konusu tam olarak çözülmüş gözükmüyor. Cumhuriyet, cumhurun yönetimde ve kendi geleceğinde söz sahibi olduğu rejimin adıysa, cumhurun başında olanlar, bu topluluğun değer yargılarını yönetime taşımakla ve kamuoyunun genel eğilimlerini idareye yansıtmakla yükümlü olmalıdırlar. Bu noktada idarecinin kendi inançları, inandığı değer yargıları ve zevkleri bir tarafa bırakılmalıdır. Temsil makamında olanlar, temsil konumlarında şahıslarını değil, temsil ettikleri topluluğun değer yargılarını yansıtmalıdırlar. Bu her şeyden önce sağlam bir demokrasi kültürünün gelişebilmesi için elzemdir.
Toplumun genel eğilimlerinin idareye yansıtılması problemine ise seçim formülü bulunmuştur. Bu formülün uygulamada olan şekli beğenilebilir ya da beğenilmeyebilir. Ancak, yine demokratik kurallar çerçevesinde değişimi yolunda gayret gösterilirken yürürlükte olduğu sürece herkesi bağlamalı ve sonuçları saygı ile karşılanmalıdır. Halk ile istişare milletin iradesini anlama gayreti aslında ve özünde İslâmî değerlerin hayata kattığı bir değer olarak kabul edilmelidir. Benliğin katılığından ne ölçüde uzaklaşmış iseniz ilâhî murada ulaşma şansınız daha yakındır. Bu da otoriter tavırlardan ve şahıs ve zümre hakimiyetindense olabildiğince çok sayıda fikrin sonuca etki ettiği meşveret usullerinin ilâhî arzuya uygun harekete daha yakın olma ihtimalini ortaya koyar. Bu sebeple millet ile meşveret ya da millet iradesini en iyi açığa çıkaracak yollar aramak daha sağlıklı olana yaklaştıracaktır.
Milletimizin genel kültür mozaiğini teşkil eden unsurlar içinde manevî ve dinî değerler çok önemli bir yer tutmaktadır. Bayrağımızı teşkil eden kırmızı renk hürriyet, namus, iffet, şeref gibi değerler uğruna akıtılmış kanı sembolize etmektedir. Bu durum söz konusu olduğunda herkesin zihninde çağrışan isimler ise Nene Hatun’lar, Sütçü İmam’lar, yani namusu ve manevî değerleri için hayatını ortaya koyabilmiş insanlardır. Bu insanların genlerini taşıyan bir topluluk elbette ideal bir cumhur mânâsında olacaktır. Bu topluluğun kendi başında bulunacak kişiyi yani cumhurun başını belirlemesi toplum iradesinin idareye yansıması açısından en sağlıklı yol olmalıydı. Dün tecelli eden irade aslında millet vicdanında yansıyan İlâhî irade olarak da algılanmalı. İçinden çıkılamayan problemlerde Âlemlerin Rabbi’nin muradına en yakın sonucu bulmanın en ideal yolu, olabildiğince çok kişi ile istişare etmek olmalıdır. Bu anlamda fıtratı ve genleri sağlam bir millet elbette sağlıklı bir ayine olacaktır.
Şunu artık anlamamız gerekiyor: farklı düşüncede, farklı kültürel yapılarda, farklı felsefeleri olan insanlar olarak bir arada ve huzur içinde yaşamamızın tek yolu herkesin demokrasiyi samimi olarak yaşatmaya çalışmasıdır. Şahsî değerlerini veya mensubu olduğu grubun değerlerini dayatmak yerine milletin genel iradesine boyun eğmesidir. Bunu neden yapamadığımızı, neden aziz milletimizin hep problemlerle yüz yüze bırakıldığını anlamak mümkün değil. Artık başbakanın kızını yurt dışında okutmak zorunda kaldığı ve insanların kendi öz vatanında hanümansız bir serseri olduğu bir ülke olma utancından kurtulalım. Tesettürlü-tesettürsüz, Alevi-Sünni, Türk-Kürt hep birlikte el ele şu azametli ve bahtsız kıta'nın eski ihtişamını kazanmasına ve bahtının açılmasına çalışalım. Artık ortak bir zeminde ve sadece memleketin meselelerine çözüm bulma arayışı içinde kavgaları bir tarafa bırakmalıyız. Artık memleketimizin bahtının açılması ve eski azametini yakalamasının yollarını aramalıyız.
Bir dönüm noktasındayız. Artık millet iradesi daha güçlenmiş ve cumhuriyet ya da demokrasi adı altında otoriter ve keyfi uygulamaların imkânı çok sınırlanmıştır. Artık milletin efendisinin millete hizmet eden olduğunu anlamak ve uygulamaya geçirmek zamanı gelmiştir. Cumhurun başı bu dönemde cumhurun hizmetinde en önde olan kişi anlamına gelecektir. Bu sağlandığında İlâhî murada uygun hareket eden idareciler daha önde olacak ve bu da memleketimizin ve nihayetinde insanlığın bahtını açacaktır. Yani gelecek günler milletimiz, ümmetimiz ve insanlık için çok hayırlı olacaktır. Hepimize hayırlı olsun.
22.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İstibdadın karakteri ve din -(2) |
|
Mısır cephesine geçecek olursak; burada da reformlar Mehmet Ali Paşa döneminde başlatılmıştır. İkinci Mahmut’u harekete geçiren faktör Fransız İhtilâl-i Kebir’i olmuştur. Mehmet Ali Paşa’yı harekete geçiren de yine aynı rüzgâr ve Napolyon’un Mısır hamlesi ve onun getirdiği reformist rüzgârlar olmuştur. Kısaca buna Batı rüzgârı diyebiliriz. İkinci Mahmut’un reform meyvesini yüz yıl sonra nasıl Mustafa Kemal’le vermişse, Mehmet Ali Paşa reformları da meyvesini Cemal Abdunnasır da vermiştir. İkinci Mahmut gibi din adamlarını kullanarak iktidara gelen Mehmet Ali Paşa ilk icraat olarak Ezher’in özerkliğine son vermiştir. Nasır, Ezheri daha da merkezileştirmiş ve reforme etmiştir. Aslında istibdadın bir kısmı merkezileştirmedir ve bu laik istibdat yıllarında dini kurumlar alabildiğince merkezileştirilmiş ve resmîleştirilmiştir. Hepsi Fransız Devriminin getirdiği çığır üzerinde şekillenmiş ve bu rüzgarın sonucudur.
Ulema-ı su da daima otoriter sistemlerin payandası olmuştur. Hindistan’da S. Ahmet Han İngiliz işgalcilerini ‘ulu’l emr’ olarak kabul etmesine benzer bir şekilde benzer dönemlerin ürünü olan Zekeriya Beyaz da mevcut yönetimleri ‘ulu’l emr’ olarak tavsif etmektedir. Bunun Mısır’a yansımalarından birisi Ezher Şeyhi Tantavi’dir. Başörtüsü yasağında Sarkozy’ye ‘ulu’l emr’ payesi verirken (ne de olsa aynı mantıkça ve mantukça Sarkozy Fransa’daki Müslümanların ulu’l emridir) en modern fetvasında da devlet kademelerine dil uzatan gazetecilerin Kur’ân hükmüyle ve emriyle dayağa çekilmesini ve kendilerine 80 kırbaç vurulmasını uygun bulmuştur. Muhsenat ve namuslu ve arlı evli kadınlarına iftira atanlara mahsus 80 değnek cezasının ileri geri konuşan ve yazan ve cemiyette velveleye neden olan gazetecilere tatbik edilmesini savunmuştur. El’an Mısır bu fetva ile çalkalanmaktadır. Halbuki kendisi Vasit Tefsirinde aksini ispat etmiştir. Ama ‘çevir kazı yanmasın’ fehvasıyla bu defa da bu cezayı gazetecilere uygun görmüştür. Tefsirinde buna dayandırdığı (Nur: 40) âyeti evli ve namuslu kadınlara hamletse de Kadir Gecesinde Mübarek önünde yaptığı konuşmada mefhumunu gazetecilere de teşmil etmiştir! Demek ki ulema-ı su her devirde aynı. Halbuki Muhammed Abdulkuddus alimlere yakışacak husus ‘Hak karşısında susan dilsiz şeytandır’ düsturu gereği işkencelere ve seçimlere hile karıştırılmasına ve düzenbazlıklara dur demek olacağını hatırlatıyor ki, heyhat! Bir Mısır yargısı 7 namuslu ve serdengeçti gazeteci hakkında takibata girişmiş ve bunlara çeşitli dâvâlar açmıştır. Kamu denetimi yapan gazetecilerin hürriyetini savunacağı yerde aksine onlara karşı polisiye tedbirleri savunmaktadır. Mısır basın hürriyeti açısından dünyada sicili bozuk en kötü yedi ülke arasında bulunuyor. Herhalde bu rekor de yetmemiş olacak ki Ezher Şeyhi daha beterinin kırılmasını istemektedir.
Bu baskıcı rejimler baskı yöntemleri ile modernizmin gerçekleşirileceğine inanmaktadırlar. Olabilir, ama meyvesi asla medeniyet olamaz. Olsa olsa bu vahşi ve maddi bir medeniyet olur ki ilk kurbanı insandır. Türkiye’de II. Mahmut ile başlayan reformlar nasıl yüz yıl sonra daha ağır reformlarla meyvasını vermişse Rusya’da da Deli Petro’nun başlattığı reformlar Lenin’le birlikte acı meyvesini vermiştir. Modernizm Romanovlar sülâlesinin sonu olmuştur. Ali Şeriati’nin ‘Öze Dönüş’ kitabında anlattığı gibi, Deli Petro Hollanda’yı ziyareti sırasında disipline şahid olur ve şu karara varır: “Hollandalıların kalkınmasının anahtarı ve en büyük amili disiplin ve zamanı düzenli kullanmalarıdır. Rusya’nın sıkıntısı da düzensizliktir ve Rus halkının göbeğine kadar sarkan sakallarıdır. Öyleyse ve en iyisi mi Rus halkına disiplin getirmek ve bunun aracı da göbeğe kadar sarkan sakalların kesilmesi ve usturadan geçirilmesidir. Ve gerçekten de Deli Petro sakallara ve kılık kıyafete çeki düzen vererek Rusları modernleştirmeye çalışmıştır. Onun açtığı bu çığrı tamamlamak Lenin’e nasip olmuştur. Gerçekten de Ruslar sonunda modernleşmişler ama Japonlar gibi bu Rusların hususiyet ve özelliklerini de alıp götürmesine neden olmamış mıdır? Kimlikleri hecin hale gelmemiş midir?
Deli Petro’nun bir benzeri de Afgan Kralı Emanullah Han’dır. Deli Petro ve İkinci Mahmut ve en önemlisi de Mustafa Kemal’e özenerek Afgan halkını modernize etmek ister. Bunun için Diyobendi Medreselerini kapatmakla işe koyulur, ama bununla iktifa etmez. Fransa’dan fötr şapkalar ve takım elbiseler ithal eder ve berberlere emir verir. Lui Jirga üyelerini toplar ve berbere verilen talimatla hepsinin sakalları usturaya vurulur ve hemen yeni elbiseleri üzerlerine giydirilir ama bu zorlama ters teper ve halkı isyan ederek Emanullah Han’ı indirirler. Çareyi firarda bulur.
Türkiye’ye gelse de yüz bulamaz. Ama onun başlatmış olduğu çığırı Hafızullah Emin ve Muhammed Teraki gibi komünist aydınlanmacılar sürdürür. Bu sefer Fransız damarından değil onun aşı yaptığı Rus damarından. Veya Bolşevik damardan. Emanullah Han Fransa’dan kopya almıştır daha sonraki kuşak ise Deli Petro’nun ülkesinden ve onun açtığı çığırdan yürümüşlerdir. Kısaca yukarıdan inme tedbirlerle ve baskılarla modernizm oluyorsa da saadet ve mutluluk getirmiyor. Medeniyet yakalanamıyor. Medeniyet bir terkiptir. Aksi takdirde, birkaç jilet fabrikası ihtiyaçlara pekâla cevap verebilirdi...
Kemal Karpat gibilerin tezadı şu: Din adına kurulan idareyi müstebid olarak görüyorlar ve aynı zamanda Osmanlı gibi ‘dini’ görülen idareler de onlara göre laik bir idare. Demek ki onlar dolaylı olarak söylediklerini tekzip ediyorlar ve istibdattan sorumlu idareyi dinî değil seküler ve keyfi idare olarak görüyorlar. Ömer Lütfü Barkan gibiler de aynı şekilde Osmanlı’yı laik olarak addetmişlerdi. Osmanlı nakıs bir hilâfet olduğu oranda laik sayılabilir mi? Bu da Selahaddin Eş’in ortaya attığı bir tartışma konusu...
22.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Okuma seferberliği |
|
Gerek âfâkî âlemde, gerekse enfüsî dairede nazarları dağıtan, Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle “beşerin beynini bin parça eden,” böylece insanı yaratılış maksatlarından uzaklaştıran hadiselerin yoğun şekilde ve ard arda yaşandığı bir çağdayız.
Bu durum, hayatlarını sair insanlardan çok farklı bir şuurla ve ebedî hayata endeksli bir duyarlılıkla tanzim gayreti içindeki Kur’ân ve iman hizmetkârlarını dahi etkileyebiliyor.
Hiçbir şey olmasa, hariçten ve kontrol edemediğimiz birçok kanaldan irademiz dışında dünyalarımıza akan menfî mesaj bombardımanı, ister istemez ruhlarımızda iz ve tortular bırakabiliyor.
Ve bu tortular, gerek söz konusu mesajların tahrip kuvvetine, gerekse bizim mukavemet ve bağışıklık gücümüzün zayıflığına göre, şevk ve moral kaybına sebep olabiliyor.
Bu bakımdan, manevî mukavemet ve bağışıklık gücümüzü hep sağlam tutmamız ve bunun için sürekli bir teyakkuz halinde bulunmamız büyük önem taşıyor.
Bunun en önemli şartı, manevî enerji kaynaklarımızla irtibatımızı, Üstadın bir mektubunda kullandığı ifade ile, “müfritane” seviyede muhafaza etmek.
“Müfritane irtibat”tan genelde anlaşılan mânâ, aynı hizmet idealleri için gönül ve fikir birliğiyle beraber çalışan insanların saflarını çok sık tutmaları, arayı açmadan sık sık bir araya gelip görüşmeleri, sohbet ve meşveret etmeleri.
Ancak aynı mânâyı, bu hizmetin temelini oluşturan ve Kur’ân’ın bu çağa dersi niteliğindeki eserlerle ilişkimize de tatbik etmemiz lâzım.
Bizzat müellifinin dahi, yazdıktan sonra yüzlerce kez okuma ihtiyacı duyduğu ve her okuyuşunda yeni mânâlar keşfedip çok istifade ettiğini söylediği Risale-i Nur eserlerini biz de elimizden düşürmemeli, defalarca okuma heyecanını hiç kaybetmemeliyiz.
Gerçek şu ki, yazının başında ifade ettiğimiz sebepler, özellikle son dönemde bu “okuma” aktivitemizi de ciddî şekilde zaafa uğrattı. Birçok alanda bunun sıkıntısını yaşıyoruz.
Onun için, öncelikle yapmamız gerekenlerin başında, kapsamlı ve yoğun bir Risale-i Nur okuma seferberliği başlatmak geliyor.
Bu seferberlikte hem şahsî okumaları teşvik etmeli, hem de daha yoğun ve kapsamlı müşterek okuma programları organize edip bunları yaygınlaştırmalıyız.
***
Geçen hafta “Kur’ân, Sünnet ve Risale-i Nur ışığında Cihad: Kalp ve gönüllerin fethi” isimli kitabını tanıttığımız Mehmet Ali Kaya’nın soyadı, sehven Bulut olarak çıkmış. Yazarımızdan ve okurlarımızdan özür dileyerek bu hatayı düzeltirken, bu vesileyle, adı geçen kitaptaki önemli tesbitlerden birini daha aktaralım:
“Dinin amacı inanmayanın hayatına son vermek ve yaşama hakkını elinden almak değil, bilâkis dünya ve ahiret saadetini temin etmektir. İnsana hayat vermekten daha değerli bir hizmet olamaz. İman hizmetinin değerini ise hiçbir şey tartamaz. Onu ancak Allah’ın mizan terazisi tartar.” (s. 108)
Üstadın “Mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye (hayata yönelik hizmetler) içinde en kıymettar, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılâp etmesi için sa’y etmektir (çalışmaktır)” (Tarihçe-i Hayat, s. 188) ifadelerini hatırlatan bu cümleler, cihad denildiğinde sadece savaşı ve öldürmeyi anlayan zihniyetin ne kadar hatalı olduğunu da gözler önüne seriyor...
22.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Gına getiren ‘resmî tarih’ |
|
Genelde ‘tarih’le, özelde de ‘yakın tarih’le problemli olduğumuz ortada. Problem, yakın ya da uzak ‘tarih’in doğru, objektif bir şekilde insanlara anlatılmamış olmasından kaynaklanıyor. Ecdada söven, onları ‘hain’ ilân eden bir anlayışın, millet nezdinde itibar görmesi zaten beklenemezdi ve neticede bu şekilde düşünenler taraftar bulamadı.
Yakın zamana kadar okul kitaplarında Osmanlı Devletinden bahsedilirken; padişahların eğlence düşkünü olduğu, bazılarının da ‘deli’ olduğu, önüne geleni astığı-kestiği anlatılırdı. Yakın tarihe gelince ise, ‘hata’lar da kahramanlık ve başarı ölçüsü gibi sunulurdu. Bu tavır da millet nezdinde itibar görmedi, ama uzun yıllar ısrarla, inadla bu yanlış sürdürüldü.
“Yalan söyleyen tarih utansın” diyenler de tenkid edildi. Edildi edilmesine, ama gerçeklerin gün yüzüne çıkması yine de engellenemedi. Yerli ve yabancı tarihçiler, işin aslının ‘resmî tarih’ kitaplarında anlatıldığı gibi olmadığını zaman zaman açıkladılar.
Yakınlarda bir roman yazan (Veda/Esir Şehirde Bir Konak) Ayşe Kulin de “Artık yanlış resmi tarihten bana gına geldi” diyenler arasına katılmış.
Kulin’in kitabında sözkonusu ettiği ‘konak’ın sahibi, yazarın büyük büyükbabası olan Son Osmanlı Meclisinin Maliye Nazırı Ahmet Reşat Paşa imiş. Kulin, ‘dede’sinin hayatından yola çıkarak yazdığı romanda resmî tarihe ‘başkaldırmış’ ve Sultan Vahdeddin’in vatan haini olmadığını söylemiş. Artık cumhuriyetin yakın tarihle barışması gerektiğini de anlatan Kulin, “Kesinlikle tarih okumasına tepki gösteriyorum, resmî tarihten bana gına geldi. Açıkça söylemek gerekir ki resmî tarih doğru değil” demiş. (Radikal, Kitap eki, 5 Ekim 2007)
“Kemalistlerin tepkilerinden çekinmiyor musunuz?” sorusuna karşılık Kulin, “İstedikleri kadar kızsınlar. Ben doğruyu görmeye çalışan biriyim. (...) Tüm bu çalışmalarım sonunda Vahdeddin’in vatan haini olmadığını görüyorum” şeklinde konuşmuş.
Aslında “Veda”nın yazarı Ayşe Kulin’in kıyısından köşesinden hatırlattığı gerçekleri millet zaten biliyor. Ne kadar gizlense de, bir şekilde ‘doğru tarih’ öğreniliyor. Fakat, bu doğru bilgiler ders kitaplarına giremiyor, çocuklarımız ‘yalan ve yanlış’ tarih bilgileri öğrenmeye devam ediyor. İlerleyen yaşlarda ‘doğru’ bilgilere ulaşıldığında ise, toptan bir güvensizlik ve ‘aldatılmış’ duygusu öne çıkıyor.
Bir noktaya daha dikkat çekmek gerekir: Kulin’in bugün dile getirdiği gerçekleri yıllar önce dile getiren ve bunun için suçlanan, hatta ‘mahkûm olan yazarlar bile vardır! Peki, onların yapılan haksızlığın bedelini kim ödeyecek?
Yalan ve yanlış yakın tarih bilgilerinin sadece Sultan Vahdeddin ya da Osmanlı Devletiyle sınırlı olduğu da düşünülmesin. Hür bir tartışma zemini oluştuğunda, asıl gerçekler sökün edecek ve ‘doğru tarih’ bilgileri ders kitaplarına da girecek inşallah. Bugün Kulin ‘yalan/yanlış resmî tarih’den gına duyuyorsa, yarın başkaları aynı tepkiyi ortaya koyacak ve bütün gerçekler ortaya çıkacak. “Yalan/yanlış resmî tarih” yazanların işi zor...
22.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Sivil anayasa ne oldu? |
|
Seçimlerin hemen ardından başlatılan ve ‘sivil anayasa’ olarak bilinen anayasa çalışmasının akıbeti tartışılmaya başladı.
Hükümete sınırötesi operasyon için yetki veren tezkere ve acelecilikle yapılıp sonra düzeltilmesi için uğraşılan referandumla uğraşılırken “yeni anayasa” çalışmaları unutuldu.
Bu görüntünün verilmesine sebep olan en büyük gösterge de Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in Ekonomik Sosyal Konseyi oluşturan sivil toplum örgütlerinin düzenlediği toplantıda, sivil toplum örgütlerinin yeni anayasa çalışmalarının, siyasî çekişmelerin bir aracı haline getirilmemesi uyarısına karşılık, “Madem yöntemde tereddütler var, o zaman top sizde. Bütün sorumluluk sizde, çerçeveyi koyun. Anayasayı siz yapın bizde TBMM’de gerçekleştirelim… Anayasa çalışmalarını şu an beklemeye aldık” demesi oldu.
Zira, düşünce özgürlüğü önündeki engellerden birisi olan TCK’nın 301. maddesi ile ilgili top aylar öncesinden STK’yla atılmıştı ve şu ana kadar da bu madde değiştirilmedi. Bu mesele de böyle olmamalıdır.
* * *
Öte yandan, yeni anayasa çalışmalarına katkıda bulunmak üzere bir araya gelen sivil toplum örgütlerinin başkanları Çiçek’in STK’lara “Gelin bu anayasayı siz yapın” sözlerine tepki gösterirken “Anayasanın parlamento çatısı altında yapılmasını” ıslarla dile getiriyorlar. Türk-İş Genel Başkanı Salih Kılıç, “Bizim taslak hazırlamak gibi bir görevimiz yok. Anayasa değişikliyle ilgili tasarıyı hazırlamak hükümetin görevidir” derken, Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı Bircan Akyıldız, “Anayasayı siz yapın demek doğru değil. Hükümetin de kararlılık göstererek sorumluluktan kaçmaması gerekir” diyor.
Başbakan Erdoğan, yardımcısının aksine “Anayasa çalışmaları ‘rölantiye’ alınmadı” diyor ancak görünürde de bir çalışma gözlenmiyor. Erdoğan, yeni anayasa çalışmalarının 2008 yılı içinde hız kazanacağını ve ilgili tüm toplum kesimlerinin eleştirilerini dikkate alacaklarını da söylüyor. Bu çalışmalar başladığında “dört ayda Meclis’e getirilebileceği” söylenen değişikliğin 2008’e “ötelenmesi” bir nev'î rölantiye alındığının göstergesi değil mi?
“Başta siyasiler olmak üzere sivil toplum örgütlerine götüreceğiz. Sempozyumlar, paneller sürecek. Neticeleri bir havuzda toplayarak, son nihaî teklif haline getireceğiz” diyor Erdoğan… Bu konuda bir yöntem yanlışlığı gözlenmiyor mu?
Şu anda Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki bilim kurulunun hazırlandığı yeni anayasa taslağından başka ortalıkta gözüken bir çalışma yok. AKP’nin anayasa hazırlama heyeti ile bilim kurulunun ortak çalışmasından sonra bir-iki maddesi kamuoyunca tartışıldı. Bu tartışmada “Malezya benzetmesi” veya “mahalle baskısı” gibi kısır bir tartışmanın gölgesinde kaldı. Ortaya bir çalışma konulsa, bu çalışmaya katkı anlamında STK’lardan, diğer partilerden görüş istense, paneller, sempozyumlar bu çalışmanın etrafında yapılsa daha çabuk netice alınır diye düşünüyorum.
* * *
Genelde hükümetlerin icraatları konusunda yaygın bir kanaat vardır. “İktidara gelen hükümet böyle hayatî, önemli konularda ilk 6 ayda ne yaptıysa onunla kalır” diye... 2. AKP hükümeti yaklaşık 3 ayını doldurdu… Bu kanaate göre kalan üç ayda da bu yapılamazsa yeni anayasa başka bir bahara kalabilir. Bunun için bu çalışmaların bir ön önce neticelendirilip Meclis’e getirilmesi gereklidir.
Terörle mücadele elbette çok önemlidir. Terör ortamında demokrasinin gelişmeyeceği de malûmdur. Ancak bu mücadeleler yapılırken yeni anayasa çalışmaları da eş zamanlı olarak ve kararlılıkla götürülmeli ki, Türkiye bu ihtilâl anayasasından bir an önce kurtulsun. Hiçbir gerekçe—belki savaş ve tabiî afetler hariç—sivil bir anayasanın rafa kaldırılmasının mazereti olamaz. Bir de demokrasi ağırdan almakla gerçekleşmez.
22.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Rölanti... |
|
Hakkari’deki patlamalarda on iki Mehmetçiğin şehit olması ve on yedi askerin yanı sıra bir çok sivilin de yaralanması, referandumu gölgede bıraktırdı. Belli ki terörün hedefi, Türkiye’nin gerçek gündemine dönmesini engellemek. Kamuoyunu öfkeye getirip “sınırötesi harekât” tuzağıyla bataklığın içine çekmek...
Bu arada mini anayasa değişikliği referandumu yapıldı; lâkin asıl demokratikleşmeyi sağlayacak “yeni anayasa” çalışmaları rafa kaldırılmış gibi...
Oysa siyasî iktidar, “yeni anayasa”yı büyük bir iddiayla gündeme getirmişti.
Doğrusu bu hususta hükümetin pasif duruşu, bazı istifhamları uyandırıyor. “Son beş yıldır birçok hayırlı işte olduğu gibi, ‘yeni anayasa’ da mı rölantiye mi alınıyor?” sorusunu sorduruyor...
Zira daha baştan demokrasi dışı mahfillerin kontrolündeki mâlûm medyanın mârifetiyle “türban”a odaklandırılan “yeni anayasa”yı hükümetin tezkere tartışmalarıyla âdeta derin bir kuyunun dibine atması, bu intibâı verdiriyor.
Öncelikle parti ve hükümet sözcülerinin taslağın kamuoyuna açıklanacağını ilân etmeleri üzerine Başbakan’ın son demde “böyle bir şey yok” deyip kestirip atması, bunun ilk sinyalini verdi. Keza Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, “Biz anayasa hazırlığını rölantiye aldık” ifâdesi, bunun bir nev'î ikrarı oldu.
En son, TOBB, Türk-İş, Hak-İş, Kamu- Sen, TZOB, TİSK ve TESK’le yaptığı “anayasayı bilgilendirme toplantısı”nda Çiçek, açık açık yeni anayasayı nadasa bıraktıklarını belirtiyor. “Anayasayı hazırlama yöntemimiz yanlış ve eksikse, siz hazırlayın diye” meseleyi sivil toplum kuruluşlarına ihâle ediyor...
Partisinin “seçim beyannâmesi”nde, “hükümet programı”nda verdiği taahhütlere bakmadan...
* * *
Bütün bunlara bir nev'î konjonktürel olarak bakılabilir. Ancak, söz konusu düzenlemelerin “yeni anayasa”da da yer almasına ve hatta bir kısım iktidar partisi mensuplarının da “gereksiz” görmesine rağmen, hükümetin iki yüz trilyon masrafa mal olan “referandum” ısrarı, “yeni anayasa”nın askıya alınacağı endişesine yol açıyor. Bu konudaki irâde zaafını ele veriyor...
Nitekim bu endişeyi bazı iktidar partisi temsilcileri de “her ihtimale karşı” diyerek izhar etmekteler. Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya’nın “referandum ısrarı”nı soran Yavuz Donat’a, “Şu veya bu sebeple yeni anayasa yapılmazsa, hiç olmazsa Çankaya işi sağlama alınsın ve bundan sonra Cumhurbaşkanını halk seçsin” beyânı, bunun göstergesi...
Ankara’daki izlenim şu: İşin sahibi olması gereken iktidar partisi de yeni anayasanın hazırlanmasından endişeli. Bu cihetle daha şimdiden “ya yeni anayasa yapılmazsa...” cümlesi telâffuz ediliyor. Yeniden “geri adımlar”la verilen vaadlerden kaçış işâretleri veriliyor...
Gerçek şu ki, eski bakan ve başbakan yardımcılarından Abdüllatif Şener’in de tesbitiyle, son iki aydır hükümet sanki yok gibi; rutin ve rölantide çalışıyor. Büyük bir oyla yeni seçilmiş yeni bir hükümetten ziyade, yıllardır yıpranmış, şevksiz ve heyecansız bir görüntü veriyor...
Görünen o ki geçen süreçte hükümet önceliklerini tesbit edemedi. Önünü görmez politikalar, anayasa taslağının “türban tartışması”na indirgenip istismarına sebebiyet verdi. Milletin geleceğini ilgilendiren bir anayasaya bigâne kalındı; referandumda âdeta ilgisizliğe itildi.
Önce alelacele gündeme getirerek pakete sokuşturduğu “11. Cumhurbaşkanı” tabirinin sebebiyet verdiği sıkıntıyı aşmaya uğraştı. Ardından âdeta panik havasında son üç aydır bigâne kalmakla riske attığı referandumu apar topar yaptırdı.
Bundandır ki şimdi “Acelesi yok” oyalamasıyla bu kez hükümetin diğer gündemlere dalıp yeni anayasayı erteletme oyununa getirilmesi taktiğinin güdülmesinden endişe ediliyor...
* * *
Şimdi beklenen; siyasî iktidarın referandumu fırsat bilerek “yeni anayasa” çalışmalarına yoğunlaşması. Uzun zamandır girilen gevşeklikten kurtulup demokratikleşme vetiresini hızlandırması.
Başta yargı reformu olmak üzere diğer başlıklarda da demokrasi normlarının yakalanması. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi kararının diğer demokrasi standartlarıyla takviye edilmesi.
Ve bunlara ilâveten üzerinde iki seçim geçtiği halde, Ankara’nın defalarca taahhüt ettiği AB demokrasi standardını hedefleyen yasal düzenlemeleri sağlayacak esasların yeni anayasada yer alması.
Siyasetin demokratikleşmesi için, siyasî parti üyeliğini yargı denetimine alacak, hâkim nezâretinde önseçim ve tercih sistemini getirecek siyasî partiler ve seçim yasalarına zemin hazırlanması...
Bunun için Ankara kurulan komplolara gelmemeli. Hükümet, âcilen rölantiden sıyrılmalı, Yeniden yumurta kapıya gelip dayanmadan ve bir defa daha iş işten geçmeden; demokratikleşme irâdesinde cesur ve kararlı olmalıdır...
Millet bunun için oy verdi...
22.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Tezkerenin düşündürdükleri |
|
Bu satırları okuduğunuzda, referandum sonuçları elinizde olacaktır. 19 yıl aradan sonra beşinci referandumla birlikte, taban demokrasisini ve direkt katılımcı karar sürecini öğreten bir halk oylaması da geride kaldı.
Bir hafta öncesinin tezkere telâşı ve hızlanan uluslararası trafik, Meclisten geçen şekliyle, sınır ötesi harekât yetkisini hükümete verdi.
Eğer komşumuz, sınırdaşımız Irak yerine başka bir ülke olsaydı, normal şartlarda bu karar alınsaydı, bu doğrudan doğruya bir savaş ilânı sayılırdı.
Kararın pratik sonuçları savaş halidir. Öngörülemeyen risklere girip, belki de güvenliğimizi daha da zora sokacak bir çıkışla, güvenliği sağlama operasyonu olacaktır.
İstenen sonucu vereceği kuşkulu olan sınır ötesi operasyon, yani Kuzey Irak bölgesinde terörist avına çıkıp, içerilere girmek, terör kamplarını tahrip etmeye, yok etmeye dönük kısmi harekat gibi görünse de, detaylarını bilemeyeceğimiz birçok zorluğu da beraberinde getirebilir.
Umarız, tezkerenin gereğini yapmaya ihtiyaç duyulmaz. Hükümetin restleri ve “Sınır ötesine geçerim” tehdidi, diplomaside elimizi güçlü tutar da uluslararası ilişkilere dayalı bir zaferle PKK’yı bölgeden çıkarma ve tasfiye sürecine katkı yapar.
Bunun için, özellikle ABD ve Irak hükümetlerinin muhtemel sıkıntıların ve operasyonların ucunun kendilerine dayanacağını hissedecek bir tepkiyle tanışmaları gerekir. Sonuç, diplomasi dilini iyi kullanmamıza ve muhataplarımızın tedirgin olmalarına bağlı.
Türkiye’yi, İran ve Suriye hattında bir eksende tutacak gelişmeler, öncelikle ABD ve Irak’ı tedirgin eder. Sınır ihlalleri ile Kuzey Irak’tan sızan teröristler karşısında, kendi yanlış ve sorumsuz hallerinden dolayı Türkiye’nin burukluğu ve infiali, başta ABD olmak üzere Irak’ın lehine değildir. Bizim için de sıkıntılıdır.
Çünkü Irak batağı, Afganistan trajedisi ortada dururken, Lübnan’a yapılan İsrail saldırısının izleri ortadayken ve Filistin vahşeti İslâm dünyasının bütün nefretini çekmişken, PKK arkasına gizlenmiş bir ABD küstahlığı artık sırıtmaktadır.
Kamuoyunun bunu algılaması, Batılıları çoktan tedirgin etmektedir. Ortadoğu’ya köprü mesabesindeki Türkiye’nin demokratik gücünü sarsacak ve militarizme sürükleyecek bir terör kıskacı, Batının da ciddî anlamda açmazı olur.
Öyleyse, Kuzey Irak’ta Kürt kartı oynamanın hem Araplar, hem de Türkler açısından cazip olmadığı bir vasatta, işgalin bittiği bir süreçte, Kuzey Irak’ın kendini güvende hissetmesi, bulunduğu bölgenin komşularına/hissedarlarına göstereceği itina ve açık tutuma bağlıdır.
Aksi halde, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esat’ın belirttiği gibi Ortadoğu’nun bombası patlar. Kontrolü imkânsız yeni güç kaymaları, dengeleri peydahlanır.
İslâm dünyasının halkları fazlasıyla masum ve mazlûmdur. Siyasî rejimlerinden ve devlet baskısı ile hükümet otoritelerinden fazlasıyla muzdariptirler. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, suiistimaller, kapalı sistem yönetimler, toplumları ve ülke halklarını iç şiddeti yüksek sosyal patlamalara bile götürür.
Burada herkesin frene basması gerekir. Hiçbir şey eskisi gibi olamayacağına göre, uyanan İslâm toplumları ya da sıkışan mazlûm halklar, bunun bedelini kendileri ödediği gibi dayatanlara da ödeteceklerdir.
Temennimiz bunun bir gaz sıkışmasına dönüşmeden normal tahliye sistemi ile kendi içinde siyasî ve sosyal regülasyonunu yaşaması ve demokratik meşrûiyet içinde ülke yönetimlerine ortak olmalarıdır.
O yüzden, Türkiye Ortadoğu’nun barajıdır. Birikimidir. Suyu tutan havzasıdır. Atan ve azalan su şiddetinin, baraj gövdesine baskı yapan sıkışıklığın dolu savağıdır. Tahliye kanalıdır.
Bir model olmaya namzettir. Demokrat, Müslüman, katılımcı, İslâm dünyası ile barışık, diğer yanda AB üyeliğinde ilerleyen kalkınmış bir ülke, dünya sulhu için gerekli.
Buradan hareketle; içerdeki rejim fanatizmine ve insan hakları ihlâllerine bir çeki düzen vermek zorundayız. Birlik macunu demokrasi kimyası ile vatandaşını mutlu etmeyi başarmış bir ülke olabilirsek, dış mihraklar ve Ortadoğu dengeleri değişecektir.
Moral olması gereken Türkiye, iç kanamalarla enerji kaybına uğramamalı. Demokratikleşme sürecini, tehdit algılarını doğru okuyarak ve abartmadan hızlandırmalıdır.
22.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|