Zaman zaman, toplumun geri kalmasının veya ilerleyememesinin yegâne müsebbibi olarak, ileri gelen, temayüz etmiş şahsiyetleri veya yöneticileri görürüz. Ve insaf çizgisini aşan tenkitlerde, suçlamalarda bulunuruz.
Acaba bu âdil bir karar mıdır? Yoksa suçluluk psikolojisinin dürtüsüyle ortaya çıkmış, egoistçe ve aldatıcı bir isnat mıdır? Nefis, hata ve kusurlardaki payını hesaba katar mı?
Gelelim ecnebîlerin, özellikle Avrupalıların ilimde, teknolojide başdöndürücü bir hızla ilerlemelerinin; Müslümanların hâlâ ortaçağ şartlarında bocalamalarının sebeplerine. Bunun birçok psiko-sosyal sebebleri var. Hastalık teşhis edilmezse, tedavi de imkânsızlaşır. Bediüzzaman, Müslümanların psikolojisini ve İslâm âleminin sosyal hayatını gözlemleyerek temel altı hastalık teşhis eder. Biz da bunları fert veya cemaat olarak kendimize uyarlayabiliriz. Şöyle ki:
(1) Ümitsizlik, (2) doğruluğun/dürüstlüğün sosyal/siyasî hayatta ölmesi; (3) düşmanlığa duyulan sevgi; (4) Müslümanları birbirine bağlayan nûranî bağları bilmemek; (5) çeşit çeşit bulaşıcı hastalıklar gibi yayılan istibdat/baskı, diktatörlük; (6) bütün gayreti şahsî menfaatine yöneltmek.1 Bu maddeleri açmaya çalışmadan önce belirtelim:
Eğer bireyler, bu hastalıklarla malûl iseler, fertlerin birleşmesinden hâsıl olan toplum/cemaat de elbette aynı illete giriftar olacaktır.
- Hayat, inişli-çıkışlıdır. Dolayısıyla olumsuz durumlarla sık sık karşılaşırız. Bu bizi ümitsizliğe sevk eder. Oysa, mücadele tarlasına ekilen ümit tohumlarıyla yeşeririz. Ümidini kaybeden, tarlayı da, tohumu da, ekecek gücü de bulamaz.
Aslında ümit, sonsuz Kudret sahibine duyulan derin güvendir. Bu, aynı zamanda iman derecesinin, o da eldeki güç/kuvvet, enerjinin göstergesidir. Ümitsizlik, bir anlamda, sonsuz Rahmet Sahibini zımnî, yani dolaylı olarak acz ve fakr ile itham etmek demektir! Kim rahmeti itham ederse, rahmetten mahrum kalır.
- Doğruluk/dürüstlük, hayatın gerçekliğidir ve ta kendisidir. İslâmiyetin aslı doğruluktur. Doğruluk/dürüstlük sadece esnaf/tüccar, politikacı değil; toplumun her katmanında geçerli olması gereken en birinci haslettir. Dürüstlük, aynı zamanda çifte standartsız bir hayat sürdürmektir.
Dürüstsüzlük itimatsızlığı, itimatsızlık da yardımlaşma, dayanışma ve işbirliği ruhunu öldürür. O da, ferdi, aileyi ve toplumu… Doğruluk, hem fert, hem de topluma sadece manevî değil, maddî yönden kazandırır.
- Düşmanlık, olumsuz bir duygudur ve negatif enerji yayar. Akrabasına, komşularına, vatandaşlarına, dindaşlarına düşmanlık besleyen onlara negatif enerji pompalar. Dolayısıyla, enerji dönüşümü kanunu gereğince, geriye döner kendisini vurur!
Düşmanlık yalnızca şiddetle ortaya çıkmaz. Komşusunun, akrabasının zengin olmasını, onların çocuklarının üniversiteyi kazanmalarını istememek de kıskançlıktan beslenen düşmanlıktır.
Düşman üreten, onlardan korunmak ve yok etmek için çabalar. Enerjisini buna harcayan, olumlu işlere güç yetirebilir mi?
- Müslümanları (daha küçük dairede cemaat fertlerini) biribirine bağlayan nurânî bağlar, başta Rabbimiz, dinimiz, peygamberimiz, kıblemiz vesaire gibi yüzlerce birlik bağları var. Bunları nazara almayan, o birlikten doğacak güçten de mahrum olur.
- İstibdatın/baskının fikrî, ilmî, siyasî, askerî, ailevî gibi çeşitleri vardır. Ve bulaşıcı bir hastalıktır. Zira, düşünmeyi, keşfetmeyi, ilerlemeyi engeller. Hatta, Mûtezile, Cebriye, Mürcie, Mücessime gibi dalâlet fırkalarını İslâmiyetten intâc eden mesâil-i dîniyedeki ilmî istibdattır.2 Yani, meselelere öylesine yaklaşmışlar ki, başka bir kapı, bir yolun bulanmayacağı kanaatini uyandırmışlardır. Onlar da başka çıkış yolları bularak, İslâmiyetin ana yolundan ayrılmışlar.
Bediüzzaman, “Yüzlerce hikmetinden birisi şudur; denizden bir katre misâl; gerisini sen çıkar; bir kısmını ben tâbir edeceğim, gerisini sizin zekânıza havale ediyorum!” ifadeleriyle ilmî istibdatın zincirlerini kırmıştır.
- Bütün gayret ve çalışmayı şahsî menfaati için kullanmaya gelince: İnsalık tarihi, bilhassa cahiliye devri ve ortaçağ Avrupa derebeyliği bunun çarpıcı örnekleriyle dolu. Bu anlayış, sırf kendisi için çalışmayı, gayreti gerektirdiğinden, servet bir takım ellerde toplanır; toplum fakir ve geri kalır.
Fakirlerin gözü servet sahiplerinde olur. Servet ehli de onu korumak için çabalar… Aslında sırf kendisi için çalışan, toplum içinde yaşadığından ne aklen, ne vicdanen rahat eder.
Himmetini başkasına ve toplumuna hasredenler, hem kendilerine, hem topluma kazandırır. İşte Asr-ı Saadet (insanlık için kimi malının yarısını, kimisi tamamını fedâ ediyordu) ve Müslümanların İslâmiyete sarıldıklarında ortaya koydukları müreffeh ve medenî toplumlar...
Evet, geri kalmamızın sebebi bunlar değil mi? Öyle ise, suçu şuna buna atmak zulüm; teferruâtı tartışmak zaman kaybı değil mi?
Dipnotlar: 1- Tarihçe-i Hayat, s. 79.;
2- Münâzarât, s. 32.
22.10.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|