Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Zamanın, Ramazan farkı



Tik... Tak..

Tik...Tak...

Zamanın akışını hatırlatır bu sesler.

Tıkır tıkır işleyerek zamanın geçişini seslendiren saatin, muntazam bir şekilde işleyen çarklarından çıkan bu muttarit tik-takların her biri, bir başka ânın ifadesidir.

An da, kendince başlangıcı ve bitişi olan bir zaman dilimidir. Tik veya tak deyince hem başlar, hem biter. Anlar birbiri ardınca biteviye geçer ve zaman akar gider.

Aslında o anları tek sesle de ifade etmek mümkündür. Ama her an kendi içinde bir bütünlük arz ettiği ve diğerlerinden farklı olduğu için ikinci ses bu farkı ihsas eder.

Her zaman dilimi gibi anın da bir süresi vardır. An, geçmişle gelecek arasında varlığı idrak edilen en kısa zaman dilimidir. Anın önü nisyan, sonu ise meçhuldür.

“Bir sese benziyor,

Arkanız hep zifir.

Bir sese benziyor,

Önünüz tüm kabir.”

Şairin, zamanı anlatırken bu mısralarla da ifade ettiği gibi herhangi bir anın varlığı, iki uzun karanlık arasında bir anda yanıp sönen küçük bir yıldız pırıltısını andırır.

Yanması ile sönmesi birdir.

Ama o kısa anın içinde koca bir ömür gizlidir.

Dışarıdan bakıldığı veya yaşanıp geçildiği takdirde, yıldızlar gibi küçük görünür anlar da. Mahiyetleri bilinip içlerine girildiği ve değerlendirilmek istendiği zaman ise yıldızlar kadar büyük ve geniş oldukları görülür.

Her an; apayrı bir âlem, bambaşka bir dünyadır.

Anların diğer varlıklar gibi kendilerine has kimlikleri, kişilikleri, sesleri, şekilleri, biçimleri, renkleri, âhenkleri, özellikleri, güzellikleri ve benzer hususiyetleri vardır.

Anlar da kullanılışlarına göre değerli değersiz, faydalı zararlı, iyi kötü, doğru yanlış, güzel çirkin, büyük küçük, uzun kısa gibi sıfatlar taşırlar ve onlara göre de farklı hâller alırlar.

Ama anlara bu farklı sıfatları veren yegâne varlık insandır.

***

Aslında bir bakıma insan da bir andır.

Hatta, ömrü ezelle ebed arasında geçen zamanla mukayese edilir, cismi mükevvenâtla birlikte değerlendirilirse ömrünün bir an, cisminin bir habbe kadar bile olmadığı anlaşılır.

Onun için insan ömrünü en iyi anlatan zaman ifadesi andır.

İnsanın maddî varlığını nazara veren kelime de habbe.

Aynen anlar gibi insanlar da yaşadıkları şartlara, taşıdıkları hâllere göre değerlendirilirler. İnsanlar, anlardan müteşekkil zaman dilimlerinde iyi şeyler yaşar, güzel hâller taşırlarsa iyi ve güzel addedilirler.

Ömrünün mühim bir kısmını teşkil eden gençlik yıllarında nefsine, hissine, hevesine kapılıp kötülüklerle, çirkinliklerle meşgul olan insanlar, yaşadıkları anları da ruhları gibi kirletirlerse kötü, çirkin sıfatlarla anılırlar.

Yalnız kendileri o sıfatlarla anılmakla kalmazlar, geldiğinde tertemiz olan anları da lekeler, kirletir, haleldâr ederler ve benzerlerinden farklı addedilmelerine sebep olurlar.

Anlar gibi, anların birbirini takip etmesinden meydana gelen saliselerin, saniyelerin, dakikaların, saatlerin, vakitlerin, günlerin, haftaların, ayların, mevsimlerin, yılların ve asırların da işleyişleri aynıdır.

Fakat taşıdıkları sıfatlar farklıdır.

O zamanları yaşayan insanların hayat hâllerine ve vuku bulan hadiselerin zihinlerde bıraktığı tesirlere göre farklı sıfatlarla anılırlar, onlarla hatırlanırlar, tarihe de o sıfatlarla geçerler.

Bazen olur, bir anda öyle bir hadise vuku bulur ve fertler, cemiyetler, milletler öyle hâllerle hâllenirler ki; anlar, çağlar kadar uzun hissedilir. Bazen de yaşayan insanlar veya meydana gelen hadiseler itibariyle çağlar zamanın akışı içinde bir an kadar yer almaz.

Anların da, anlardan müteşekkil zamanların da farkı, yaşanışındadır.

Bu nazarla bakıldığında, her anı yıllara bedel farklı zamanlar da vardır.

Tıpkı Ramazanlar gibi.

***

Ramazan bir zaman birimidir.

Yılın on iki ayından herhangi biri.

İnanmayanların nazarında Ramazanlar da diğer vakitler gibi sıradan bir zamandır. Anların muttarit ‘tik, tak’lar hâlinde devam eden sesleri ile gelirler, yaşanırlar ve geçerler.

İnananların nezdinde ise hiçbir zamana değişilmez.

Haddizatında fiilî işleyiş itibariyle inananlar açısından da pek bir farkı yoktur. Belki insan bünyesinin Ramazan şartlarına intibak etme safhasında saniyeler, dakikalar olmasa bile saatlerin geçişinin hissedilmesi, vakitlerin takip edilmesi, günlerin sayılması zahirî bir fark olarak değerlendirilebilir.

Ramazan ayının en bariz farkı, sonunun bayram olmasıdır.

Lâkin bütün bunlar, ona izafe edilen kudsî mânâlar bilindiği, şartlarına uyulduğu, icapları yerine getirildiği ve âdâbına, erkânına riayet edildiği takdirde tecellî eder.

Zira, Ramazanın da farkı yaşanmasındadır.

“Karagöz seyri değil, gözyaşı dökme ayı,

‘Bilinmez’i bilirler, bilseler ağlamayı...”

Ramazanı ‘Bu Ay’da böyle tarif eder Necip Fazıl.

Gerçekten de her insan farklı bir nazarla bakar Ramazana. Beklentileri, telâkkileri ona göre şekillenir; hâlleri, hareketleri, tavırları, davranışları o farkı izhar eder.

Çocuksu tecessüsler taşıyan bazı insanlar, Ramazanın zahirî taraflarına dikkat ederler ve geçici heveslerinin tesiriyle basit eğlencelerle vakit geçirerek hislerinin tatmini nisbetinde mutlu olurlar.

Kimi maddî eksikliklerini giderme, zarûrî ihtiyaçlarını temin etme, her zaman yiyip içemediği gıdalardan nasiplenme ve bulabildiği kadarıyla bir şeyler biriktirme gayesi güder.

Hepsi genellikle Ramazandan beklediğini bulur.

Bazıları, bu ayı imkânlarını muhtaç olanlarla paylaşma, sofralarını dostlarının yanı sıra tanımadığı insanlara da açma, fakir fukaranın ihtiyacını görme, öksüzleri, yetimleri sevindirme mevsimi olarak telâkki ederler.

Bunları yapmaktaki samimiyetleri, insanlardan ziyade Allah’ın sevgisini kazanma maksadı taşımaları, yardımları karşılığında kimseden minnet, saygı, sevgi beklememeleri, onları da muratlarına erdirir.

Hem Allah’tan, hem de Allah adına kulundan isteme ve verme mevsimidir Ramazan. Bu zamanda kimi ister, kimi verir. İsteyen de, veren de kazanır. Ama asıl, ihtiyacı olduğu hâlde istememek ve muhtaç olanı bulup istetmeden vermek makbuldür.

En kazançlı olanlarsa, ‘Sağ elinin verdiğini sol eli görmeyenlerdir.’

Lâkin, ‘Ağlamasını bilenlerin’ maksatları hepsinden farklıdır.

Onlar, bilinenlerin ötelerine nazar ederler. Gördüklerinden geçerler, bildiklerini aşarlar, masivâ semalarını terk ederler ve mâverâ âlemlerine açılmanın yollarını ararlar.

Ağlayarak durularlar göz bebeklerini. Bu uğurda akıttıkları her gözyaşı damlasının ahiret âlemlerinde rahmet deryası olarak karşılarına çıkacağını bildiklerinden ağlarlar.

Ama bunu bilerek, severek, isteyerek ve neticesini bekleyerek yaparlar.

Onlar, Rahmet ayı olan Ramazanı vesile kılarak yalvarıp yakardıkça, melekler Allah’ın Rahmet hazinelerinin kapılarını açarlar ve mağfiret hırkasını giymeye mazhar olanları içeri alırlar.

Hazineden veya hazinedeki değerli mücevherlerden ziyade Hazinedara müştak ve müheyya olanlar, mânevî hazinelere gark oldukları anda onlardan geçerler ve o hazinelerin sahibi ile müşerref olma heyecanına kapılırlar.

Bilinmezin bilindiği, vuslata erildiği an, işte o ândır.

O âna ancak, zamanı kazananlar erişebilir.

***

Ömür muayyendir.

İnsanlar, kendilerine tayin edilen zamanı bir an bile uzatmaya veya kısaltmaya muktedir değillerdir. Bu itibarla zamanı kazanmak, ancak ömür dakikalarını iyi değerlendirmekle mümkündür.

Anları fark etmekten geçer zamanı kazanmanın yolu.

Zahiren bir nefes alıp vermeye bile yetmeyecek kadar kısa olan anların, hakikatte bazı canlılar için bir ömür olduğunu bilenler, anları fark ediyorlar demektir.

Bu idrak seviyesine ulaşan insanlar yaşadıkları her ânı güzel hâllerle, tatlı sözlerle, faydalı işlerle geçirerek onları kazanıp ebedîleştirmenin çarelerini ararlar.

Bunun için Ramazan eşsiz bir fırsattır.

“Şu mübârek şehr-i Ramazan, Leyle-i Kadr’i ihata ettiği için kendisi de ömür içinde bir Leyle-i Kadir’dir ki, muvaffak olanın ömrüne bin ömür katar. Dakikası bir gün, saati iki ay, günü birkaç sene hükmünde bir ömr-ü bâkîdir”

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu sözlerle de ifade ettiği gibi Ramazanda kadri, kıymeti bilinerek yaşanan her an bir öncekinden kuvvet alır, bir sonrakine zemin hazırlar, dayanak olur ve kuvvet verir.

Böyle anlar birleşince ömre ömür katar.

Zamanın Ramazan farkı işte bu hakikattir.

Bu nüansı fark eden mü’minler, anlara yılları sığdırarak ‘bâkî bir ömür’ kazanmak için yaşadıkları zamanın her ânını farklı bir nimet telâkki ederler ve o anları farklı hâle getirmek için herbirinde değişik bir şey söylemeye, farklı bir şey yapmaya gayret ederler.

Meselâ, oruçlu geçen bir günün içinde Besmelenin, Kelime-i Tevhidin, Kelime-i Şahadetin sığdırıldığı anlar veya benzer zikirlerle, hamdlerle, şükürlerle geçen zamanlar, telâffuz edilen harflerin binler katı kadar uzun olacağından herbiri bir ömür sayılabilir.

Bu zikirlerin de birer telâffuz ömrünün olduğu, ancak söylendiği zaman o ömrün bahşedildiği, söylenmeyince başlamadan bittiği nazara alınacak olursa zamanın Ramazan farkı daha iyi anlaşılır.

Geçen her ânın geriye gelmesi mümkün değildir. O anda yapılabilecek hayırlar da başka hiçbir şekilde telâfi edilemeyecektir. Zira ömür muayyen, zaman mahduttur.

Buna mukabil, Ramazanda değerlendirilen her an, yaşanan hayatın en hoş, güzel, bereketli, verimli ve tatlı zamanı olacağı için insan hayatında ebedî hazlar husûle getirecektir.

Tabiî, Arif Nihat’ın da dediği gibi ilerde Ramazansız yılların yaşanacağı bilindiği ve gelen Ramazanın tadı çıkarıldığı takdirde:

“Gelen Ramazanın tadını çıkarınız.

İlerde Ramazansız yıllar yaşayacaksınız.”

16.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Uhrevîleşme fırsatı



Bizi bir Ramazan-ı Şerife daha kavuşturduğu için, Rabbimize ne kadar şükretsek az. Bu şükrü ancak, Ramazan’ın barındırdığı mânâları, geride bıraktıklarımıza göre daha güçlü bir hassasiyetle özümseyip hayatımızda canlı bir şekilde yansıtmak suretiyle eda edebiliriz.

Gerçek şu ki, bir yenisine daha erişme nimet ve lütfuna mazhar kılındığımız her Ramazan, aynı zamanda dünyadaki vaktimizin bir yıl daha kısaldığını gösteren bir haberci niteliğinde.

Nitekim geçen sene Ramazan’da aramızda olan; bu mübarek ayın iftar, teravih ve zekât gibi manevî güzelliklerini paylaştığımız nice bahtiyar insan bu Ramazan’a yetişemedi; terhis belgesini alarak berzah âlemine intikal etti.

Geçen bir yıl içerisinde gazetemizde çıkan vefat haberleri ve taziye ilânları, bunun belgelerinden sadece küçük bir kısmı. Bu vesileyle, berzaha göçmüş olanlarımızı tekrar rahmetle ve bu aydaki hatim ve dualarımızla yad edelim.

Bütün kâinatı kucaklayan bir manevî ziyafet olarak Ramazan’ın güzelliklerinden onlara ulaşanlar, bildiğimiz kadarıyla bu hatim ve dualar.

Bunları ne kadar çok yapar ve zamanımızı bu gibi ulvî meşguliyetlerle ne ölçüde kıymetlendirebilirsek, duaların kabul edildiği saat-i icabeyi yakalama, böylece fâni vakitlerimizi bâkileştirme imkânımız o nisbette artar.

Ki, son dönemlerde yoğun şekilde şikâyetçi olduğumuz dünyevîleşme salgınından kurtulmamız ve bu salgının hayatımızda bıraktığı iz ve tortulardan arınmamız, Ramazan-ı Şerifi bu anlamda en iyi şekilde değerlendirebilmemize bağlı.

Gerçekten de, Ramazan bu noktada bize eşsiz fırsatlar sunuyor.

Oruç, teravih namazı ve zekâtla nefislerimizi yiyip içme, diğer mü’minlerle kaynaşma ve servetimizi ihtiyaç sahipleriyle paylaşma alanlarında özel terbiye seanslarına tâbi tutarken, Kur’ân’la meşguliyetimizi arttırmak suretiyle de Rabbimize daha yakın bir muhatabiyet iradesini yansıtan bir psikolojiye girmiş oluyoruz.

Diyetisyenlerin oruç için, bedeni zararlı madde ve toksinlerden arındırma anlamında yaptıkları “mükemmel bir detoks fırsatı” yorumunu, diğer Ramazan ibadetleri için de kendi alanları açısından tekrarlamak pekâlâ mümkün.

Meselâ zekât da servetimiz için detoks fırsatı. Çünkü malımızı bilhassa bu ortamda içine karışması kuvvetle muhtemel haram ve şüpheli şeylerden, vereceğimiz zekâtla temizleyebiliriz.

Teravih namazlarında ve—gösteriş ve israftan uzak, ölçülü ve dengeli olarak hazırlanmaları kaydıyla—iftar sofralarındaki buluşmalar, çeşitli sebeplerle zedelenen İslâm kardeşliği ve dayanışmasının tekrar ihyasına vesile olabilir.

Kur’ân’la, tefsirleriyle ve bilhassa Risale-i Nur ile meşguliyetin bu ayda daha fazla yoğunlaşması, farklı kollardan dünyalarımıza nüfuz eden menfîliklerden arınıp akıl ve kalblerimizi yeniden aslî hedeflerine yöneltmemizi sağlar.

Bütün bunların bir araya gelmesi ise, son zamanlarda karşı karşıya olduğumuz en büyük tehlike ve musibetlerden biri olan dünyevîleşme hastalığından kurtulmamızın yolunu açar.

2007 Ramazan’ının, dünya hayatımızın da dengeli ve istikametli şekilde devamı için gerekenleri ihmal etmemek kaydıyla güçlü bir “uhrevîleşme” hamlesine vesile olmasını diliyoruz.

16.09.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Tesettürdeki yozlaşma



Üzerinde en çok serd-i kelâm edilen, en çok konuşulan konulardan birisi de, hiç şüphesiz başörtüsü meselesidir. Öyle ki, bu mesele üzerinde bilenler de konuştu, yazdı; bilmeyenler de...

Konunun uzmanı olanlar doğru olanı söylerken; meselenin yabancısı olan, hiç alâkası olmayanlar da bu konuda hüküm vermeye, fetva vermeye kalkıştılar zaman zaman.

Konunun uzmanı sayılan ilim çevreleri, kadınlar için tesettürün Allah’ın kesin bir emri olduğunu, başörtüsünün de tesettürün önemli bir bölümü olduğunu, bunun için başörtüsünün farz olduğunu söylerken, konu ile hiçbir alâkası olmayan, meseleye ideolojik bir gözlükle bakan malûm çevreler de başörtüsünün siyasî bir simge olduğunu ve bu sebeple bunun dinle, inançla bir alâkasının bulunmadığını her fırsatta söylemeye devam ettiler.

Başörtüsünü kabul edenler ile etmeyenler arasında kalan, kesin bir tavır içinde bulunmakta zorluk çeken bazı çevreler de, başörtüsünün kesin bir emir olmanın ötesinde “füruâttan” olduğunu, yani dinin teferruâtından sayıldığını, bunun için bazı şartlar oluştuğunda kadının başını açabileceğini söylediler. Meselâ öğrenci veya memure olan hanımların mecbur kaldıklarında başı açık bir şekilde işlerine devam etmelerinde bir sakıncanın bulunmadığını beyan ettiler.

Görüldüğü gibi böyle her kafadan çeşitli hükümlerin, farklı görüş ve düşüncelerin orta yere getirilmesi, ister istemez bazı tereddütlere, bazı kafa karışıklarına sebebiyet verdi. Bunun bir sonucu olarak konunun muhatabı konumundaki hanımlar, iki arada bir derede kalarak ne yapacaklarını, nasıl bir tercihte bulunacaklarını şaşırmış bir çıkmaza girdiler.

Kafa karışıklığına giren kesimlerden önemli bir kısmı, sudan bahanelerle başörtüsünü hemen çıkarıvererek, kendine göre büyük bir yükten kurtulmuş oldu. Diğer bir kesim de başörtüsünü okuluna veya maaşına fedâ ederek, okulda veya iş yerinde başını açtı, dışarıda ve evinde kapatmayı tercih etti. Takdire şayan bir kesim de, örtüsünden taviz vermeden, okulundan veya işinden feragat ederek zor ve doğru olanı yaptı.

Başörtüsü ve tesettürle alâkalı oluşturulan istifhamlar ve kafa karışıklıkları, yalnız öğrenci ve memurelerle sınırlı kalmayıp, toplumdaki diğer kadınları da etkiledi. Buralarda da bazı yozlaşmalar ve zemin kaymalarına sebebiyet verdi. Bir kesimde eskiden varolan duyarlılıkları ve hassasiyetleri törpüledi. Küçümsenmeyecek sayıdaki bir kesim bayan nezdinde, başörtüsü artık bir “şeâir” ve bir vecîbe olmanın ötesinde, başta duran bir bez parçası olarak algılanmaya başladı.

Artık cadde ve sokaklarda sıkça gözümüze çarpan tesettürlü hanımların hiç de hoş olmayan hâl ve davranışları, uygun olmayan tesettür biçimleri bu meyanda söylediklerimizi teyid ediyor. Bu durumdan üzüntü duymamak mümkün değil.

Baştaki örtü ile beraber kısa kol bluz ve daracık kot pantolon kıyafetli bir bayanın bu tercihine ne diyeceksiniz?

Tesettürlü bir bayanın, kalabalık bir ortamda, bir erkekle, elele kol kola lâubalice hâl ve tavrını ne ile izah edeceksiniz?

Yine tam tesettürlü bazı hanımların, tam da kalabalık içinde gezerek elindeki dondurmasını yalamasına ne diyeceksiniz?

Yine örtülü bir bayanın, düğünlerde seyranlarda erkeklerle beraber kalkıp oynamasını hangi kaba sığdıracaksınız?

Evet bu yöndeki menfî manzaraları daha fazla nazarlara sunmanın bir faydası yok. Başörtüsü gibi ciddî bir vecibede ehl-i din olarak geldiğimiz üzücü yer burası maalesef.

Öyle görünüyor ki bir çok meselede olduğu gibi, başörtüsü noktasında da, bilerek veya bilmeyerek ehl-i dinin verdiği zarar ziyan, muarızların verdiği zararı geçiyor.

Tesettürün önemli bir parçası olan başörtüsünün yanında gerekli vakar ve ciddiyet gösterilmezse, baştaki o örtünün bir bez parçasından öteye değeri olmuyor.

Bunun için bu konuda bir çok İslâm âlimi, kadında iffet ve hayanın örtüden daha önce geldiğini, daha önemli olduğunu söylüyorlar. Kadında örtü ve tesettür iffet, haya ve vakarla beraber olursa maksat hâsıl olur. Yoksa bilerek veya bilmeyerek bu önemli dinî vecibeye zarar verilmiş olur.

16.09.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Kadınlar ve erkeklerdeki değişim…



Geleneksel erkek ve kadın modellerindeki rol paylaşımında küresel bir biçimde değişim yaşanıyor. Roller iç içe geçiyor.

Kadınlar yöneticilik yapıyor; erkekler evde kalıp çocuk bakmayı seçiyor. Erkekler hoş görünmek için kozmetik sektöründen medet umup mücevher, kolye, bilezik takarken, kadınlar boks gibi en sert sporları yapmayı deniyorlar. Erkeklerde “metroseksüellik, überseksüellik” türü yeni kavramlarla açıklanmaya çalışan bu fenomen, kendisini en fazla magazin basınında ortaya koyuyor. Ünlü İtalyan kadın dergisi Dona Moderna’da yayınlanan bir yazıda, erkeklerin yanı sıra kadınların da ciddî bir biçimde değiştiği vurgulanıyor.

Milliyet İK, 19 Ağustos 2007

Kadın ile erkek arasındaki fıtrî rol paylaşımındaki bu değişim rüzgârlarından herkesin az ya da çok etkilendiği bir gerçek. Dinimizde ahir zamanın belirtilerinden sayılan bu hâl, umumî bir felâket olarak farklı dozlarda sadece Batı dünyasını değil, İslâm dünyasını da tehdit eder durumda…

Aslına bakarsanız, erkeklerdeki değişimin sırrını anlamadan, kadınlardaki değişimin sebebini çözmeye çalışmak eksik gibi. Kadına, “Benim neyim eksik, senin yaptığının aynısını ben de yaparım!” dedirten şey, yani zayıf fıtratıyla bir nev'î riyakârlığa mecbur eden sâik, Bediüzzaman Hazretlerinin Hanımlar Rehberi’nde ifade ettiği “zalim erkeklerin tahakkümü” değil mi?

Bu açıdan değerlendirildiğinde “Feminizm bir erkek hareketidir!” tesbiti ne kadar da doğru!

Teknedeki hamur çok su götürmekle beraber, konu “hürriyet-i nisvan”, “feminizm” perdelerine büründürülüp suçu tamamen kadınlara atacak kadar basit değil…

Kadınların değişiminden sorumlu, en başta kendileri olmak üzere, pek çok faktör olsa da, erkeklerin de çok önemli bir payı olduğu göz ardı edilemeyecek kadar açık bir gerçek…

Malûm, “Sebeb olan yapan gibidir…”

Çocuk ve oruç

Orucun pek çok hikmetlerinden bir tanesi de insanı sabır ve tahammül etmeye alıştırması. Her şeyin hızlı, en kısa zamanda çabucak halledilmesinin “geçer akçe” olduğu bu zamanda sabır ve tahammül kavramlarının iç dünyamızda yerleşmesine ne kadar da ihtiyacımız var!

Şüphesiz biz büyüklerin bu hali çocuklarımızı da etkiliyor. Onlar da canlarının çektiği herhangi bir şeyi (ki bizim çocukluğumuzdan çok farklı olan günümüz şartlarında çeşitler çok fazla) “Hemen, şimdi burada olsun” istiyorlar…

Netice itibarıyla “Bu gidişle, çocuklarımızın nefsi, bizimkinden de şımarık olacak” desek hata etmemiş oluruz… Ama Allah’tan ki, bu gidişi durduracak, en etkili eğitim metotlarının başında oruç geliyor.

Ramazan ayında Allah’ın emriyle tutulan her bir oruç “Hemen şimdi istiyorum!” diyen nefsimizin feryatlarını “Hayır, iftar zamanı gelince!” emriyle öyle bir susturuyor ki, sadece büyüklerin değil, çocukların nefisleri de etkileniyor bu tablodan…

Bu sırrı keşfettiğimden beri, küçükhanım ne zaman bir şeyler için huysuzlanmaya başlasa, her zaman başarıyla uyguladığım bir metoddur “Haydi, sen de on dakikacık çocuk orucu tut! Hemen olmaz…”

Büyüklerimizin çocukları oruç tutmaya teşvik için 1-2 saatlik, en fazla yarım günlük oruç tutturup hediyelerle bizi kutlamalarının, orucumuzu güya parayla satın almalarının altında yatan sır da bu değil miydi? Çocuklara orucu sevdirip müjdeleyerek nefret ettirip korkutmamak…

Evet, oruçta özellikle de Ramazan orucunda sabrın ve tahammülün altın anahtarı gizli…

Şifalı mor salkımlar…

Şimdi böğürtlen zamanı! Güney Florida Üniversitesi bilim adamları böğürtlenin yaşlılık kaynaklı hafıza problemlerinin giderilmesinde önemli rol oynadığını tesbit etmişler. Yapılan araştırmalara göre böğürtlen adeta bir gençlik aşısı gibi. Hafızayı dinç tutuyor, yaraları kapatıyor.

Yolunuz kırlara düşerse, bilin ki topladığınız her böğürtlen tanesi, Rabb-i Rahîmin hazinelerinden gönderilen tıpkı birer ilâç tableti gibi…

16.09.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kişilik/ şahsiyet/ huy ve karakterimiz nasıl oluşur?



Yer aldığımız cemaatin yapısı ile kişiliğimiz arasında hem fikrî, hem de hissî paralellikler olmalı. Dolayısıyla önce kişiliğimiz, şahsiyetimiz, huy ve karakterimizin oluşması üzerinde durmamız icap eder. Kişilik, şahsiyet nedir; huyumuz/mizacımız nasıl oluşur?

Kişiyi başkalarından ayıran, farklı kılan rûh, duygu, davranış, beden, zihin, düşünce özelliklerinin bütününe kişilik/şahsiyet deniyor. Aynı zamanda, “ferdin başkalarıyla kurduğu ilişkilerdeki tepki ve kendisini gösterme biçimi” ve “kişinin öteki insanlarla ilişkilerinde aldığı tavır, gösterdiği davranış”1 diye de tanımlanır.

Diğer ifâdeyle kişilik; bir insanı başkalarından ayıran özelliklerin tamamını, çevresine uyum sağlamak için geliştirdiği davranış biçimini belirtir ve insanın duygu, tutum ve davranışlarının teşkilâtlanmış, kalıplaşmış, alışkanlık haline gelmiş bütünüdür.2

Her insanın veya kişiliğin “nesnel/ objektif/ hakikî/ afâkî ve öznel/subjektif/enfüsî/indî” yönü var. Dışa yansıyan davranışlarımız objektif cephemizi; aksetmeyen duygu ve düşüncelerimiz de subjektif yönümüzü oluşturur. Meselâ, üzülmemiz, ümit etmemiz objektif; üzüntümüzü ağlama biçiminde, ümidimizi çabalama tarzında ortaya koymamız subjektiftir.

Kişilik; karakter, huy, mizaç ile eş anlamlı olarak kullanılır. Mizâç ve huy; günlük hayatımızda, kişiye has oldukça sınırlı ve belirli hissî tepkiler ile bunların yoğunluğunu ihtivâ eden durumlardır. Sakin, teennî ile hareket etmek veya çabuk kızmak, öfkelenmek; mizâç özellikleridir. Huy ve mizâçlar; kişiliğimizin bir yanını ifâde eder.

Karakter de, kişilikle eş anlamlı ve kişiye has duygu, düşünce, tutum, davranışların bütünüdür. Karakterimizi, şahsî özelliklerle, içinde yaşadığımız âile, toplum ve çevrenin ahlâkî değerleri, yargıları oluşturur. Kişiliğimizi; biyolojik ihtiyaçlar, dürtüler, eğitim, tecrübeler, içinde yaşadığımız toplumun değerleri, inançları ve bize yüklediği roller belirler.

Karakterli olmak; iyi, güzel, doğru yapmak, fedâkârlık ve başkalarını sevmek gibi olumlu hasletlerle bezenmek demektir.

Karaktersizlik ise; kötü huylu, yalancı, egoist, kibirliliktir. Ancak, nisbî/göreceli/izâfî olan iyi-kötü, güzel çirkin toplumdan topluma, bölgeden bölgeye, sınıftan sınıfa değişiklikler arzedebilir.

Diprotlar:

1- Prof. Dr. Özcan Köknel, Kişilik, s. 24.; 2- Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu, Gençlik Çağı, s. 71.

16.09.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Namazın vazgeçilmez bir sünneti: Tesbihat



Yağcı rumuzuyla soran okuyucumuz:

*“Namazdan sonra okunacak tesbihat nedir? Hükmü ve anlamı nedir?”

Namazı gerek cemaatle kılalım, gerekse tek başımıza kılalım fark etmez; namazdan sonra tesbîhat yapmak Sünnet-i Seniyyedir. Tesbîhât cemaatle birlikte yapılabileceği gibi, ferdî olarak da yapılabilir.

Allah’ı zikretmek, noksanlıklardan yüce tutmak ve şükretmek namazın özüdür. Tesbîhâtta otuz üçer defa tekrar edilen “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allâhu ekber” ve “Lâ ilâhe illâllah” mübarek kelimeleri namazın çekirdekleri hükmündedir. Bu kudsî çekirdeklerin namazın içinde de yer alışı, manevî hayatımız için ne büyük önemi bulunduğunu anlatmaya yeter.1 Nitekim Resûlullah (asm) Efendimiz: “Bizim namazımız tesbîh, tekbir ve Kur’ân’ı okumaktan ibarettir; onda dünya kelâmı konuşulmaz!” buyuruyor.2

Bedîüzzaman Hazretleri, namazdan sonra okunması sünnet olan tesbih, tazim, tehlil, zikir ve salâvat ifadelerinin, her türlü şerlerden Allah’a sığınma ve Allah’ın isimlerini zikretme duâlarının “velâyet-i Ahmediyenin evrâdı” olduğunu, yani Hazret-i Peygamberin (asm) yolu ve Sünneti bulunduğunu kaydediyor.3 Kamet ile farz namaz arasında “vesile duâsı” (ezan duâsı) yapmak sünnettir. Vesile duâsı ezandan sonra da, kametten sonra da sünnettir.

Sabah ve akşam namazlarından sonra kabir azabından, şeytan, nefis, dünya ve deccal şerrinden ve fitnesinden, Cehennem azabından ve sair fitne ve kötülüklerden Allah’a sığınmak için okunan “istiâze” duâsı—meselâ “Allâhümme ecirnâ mine’n-nâr...” şeklinde devam eden duâ—sünnettir. Buna ilâveten okunan zikir, salâvat ve duâlar sünnettir. Allah’tan mağfiret ve merhamet istemek; bunu yalnızca nefsimiz için değil, üzerimizde hakkı bulunan hoca ve üstadlarımız için, anne ve babamız için, talebe arkadaşlarımız için ve bütün ehl-i îman için istemek sünnettir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) için milyon kere salât u selâmda bulunmak; âl ve ashabına (ra) selâm ve tebrik göndermek ve bütün bunları yaparken sınırlı sayıları aşmak, sınırsızlık ve sonsuzluk belirten “ağaçların yaprakları kadar, denizlerin dalgaları adedince, yağmurların damlaları sayısınca” ifadeleri ile salât, selâm ve bereket duâmızı çoğaltmak Sünnet-i Seniyye’dendir. Cennete girmeyi istemek Sünnet-i Seniyye’dendir. Ki, tesbihat yapılınca bunlar istenmiş olur.

Şimdi tesbih müjdelerinden bir demet:

* İşte; Peygamber Efendimizin (asm) müjdesiyle, denizköpüğü kadar da olsa, günahların silinip kaldırılmasına vesile olan tesbih cümlesi: “Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Velâ havle velâ kuvvete illâ billâh”4

Bir söyleme zorluğu mu var? Hâlbuki neticesi çok büyük!

* İşte; Peygamber Efendimizin (asm) müjdesiyle, Cennette bir hazine anahtarı: “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh!”5

Söyleyelim. Çok zor bir söz değil! Cennette hazinelerimiz çok olsun! O ebedî hayatta fakir olmayalım. Dünyanın fakirliği çekilir. Ama ebedî hayatın fakirliği insanı yıkar.

* İşte; Hazret-i İbrahim’in (as) ve Peygamber Efendimizin (asm) müjdesiyle, Cennette ağaçlarla dolu dağlara, ovalara, vadilere bir ağaç daha dikmenin yolu: “Sübhânallahi velhamdülillâhi velâ ilâhe illallahü vallâhü ekber.”6

Unutmayalım ve ihmal etmeyelim: Bir tesbih, bir ağaç!

İşte; Peygamber Efendimizin (asm) müjdesiyle, sayısız sevabın yazılmasına, derecenin on kat yükseltilmesine, on günahının silinmesine ve her türlü şerden ve şeytandan korunmana vesile olan cümle: Sabah namazından sonra on defa: “Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerike lehü. Lehü’l-mülkü ve lehû’l-hamdü yuhyî ve yümîtü ve hüve ala külli şey’in kadir.”7

Azımsamayalım. Kolay elde edilen zor bir netice!

İşte; Peygamber Efendimizin (asm) müjdesiyle, dünya dolusu günahlarımızın bağışlanmasına ve bizden öncekilerin yüksek derecelerine ulaşmamıza yarayan tesbih cümleleri: “Her namazın ardından otuz üçer defa Sübhânallah, Elhamdülillâh ve Allahu ekber demek ve hemen sonra: ‘Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerike leh. Lehü’l-Mülkü ve lehü’l-Hamdü ve hüve ala külli şey’in kadir’ demek.”8

Tek bir niyet; az gayret; çok büyük netice! Takdir sizin!

Cenâb-ı Rabb-i Rahîm, üzerimizden feyiz ve bereketini eksik etmesin. Âmin.

Dipnotlar:

1- Bedîüzzaman, Sözler, S.45

2- Nesâî, Kitab’us-Sehiv, 20

3- Kastamonu Lâhikası, S.72-73

4- Tirmizî, Daavât, 58

5- Tirmizî, Daavât, 58

6- Tirmizî, Daavât, 59

7- Tirmizî, Daavât, 63

8- Müslim, Mesâcid, 142

16.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘İhtilâli Sevenler Derneği’ kurun!



Tartışmalara bakılırsa, dernek sayısı konusunda zengin olan Türkiye’de; eksik olan “İhtilâli ve İhtilâlcileri Sevenler Derneği” kurulması gerekecek. Yeni ve sivil bir anayasa hazırlanması konusundaki tartışmalar, bize böyle bir ihtiyacın varlığını hatırlattı.

Birileri, öz be öz ihtilâlciler tarafından hazırlanan ya da hazırlattırılan mevcut anayasayı ‘sivil anayasa’ kabul ederken, birileri de, yakın zamanda yenilenen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ‘yeni bir anayasa’ hazırlama yetkisi olmadığını söyleyebiliyor. Onlara göre, yeni bir anayasayı ancak ‘kurucu meclis’ler yapabilir. Peki, ‘kurucu meclis’ denilen topluluk nasıl bir araya gelebilir? Elbette, herhangi bir ihtilâl sonrası! Nitekim, 1960 ve 1980 ihtilâlleri sonrasında ‘kurucu meclis’ler oluşturulmuş ve ihtilâlcilerin arzularına uygun anayasalar hazırlanmıştır.

‘Kurucu meclis’lerin hazırladıkları anayasalar derde devâ olabilmiş olsaydı, kısa sürede eleştirilip değiştirilmesi gündeme gelir miydi? Üstelik, 1960 ihtilâli sonrası oluşturulan ‘kurucu meclis’in yaptığı anayasa, bir sonraki ihtilâl liderleri tarafından lağvedilmiş ve 1982 anayasası hazırlatılmıştır. Türkiye’nin bugün kurtulmak istediği anayasa işte bu ‘kurucu meclis’in kabul ettiği anayasadır!

“Bu meclis yeni anayasa hazırlayamaz” demek, itiraz edilmeyi bile hak etmiyor. O zaman şunu sormak lâzım: Bu meclis ne yapabilir? Meclis, ‘yasama’ yeri değil mi? Bunu da en iyi hukukçular bilir, ama işin garip olan tarafı bu görüşü dillendiren de ‘ünlü’ bir hukukçu.

İhtilâlleri haklı gören, ihtilâlcilere fikrî destek veren; hemen her meslekten insanlar vardır ve bu da ‘normal’dir. O zaman, böyle düşünenler ara sıra açıklama yapıp milleti şaşırtmak yerine; bir araya gelip bir ‘dernek’ kursunlar. Hatta bir adım daha atıp, ‘parti’ de kurabilirler. Nitekim, Şili’de emekli subay ve astsubaylar, (yanlış anlaşılmasın, ‘Şişli’ değil) parti kurmayı kararlaştırmış. Müstakbel parti, eski diktatör Augusto Pinochet’nin icraatını savunacakmış. Emekli subaylardan Gabriel Fuentes, partilerinin 2008 belediye seçimlerine katılabilmesi için gerekli olan 13 bin imza toplama çalışmalarını da sürdürüyormuş. (Yeni Asya, 7 Eylül 2007)

Şili’deki ‘ihtilâl severler’ parti kuruyorsa, Türkiye’deki ihtilâl severler de en azından ‘dernek’ kurmalı! Dernek ilgi görürse, belki ileride ‘parti’ haline gelip, iktidar da olabilir!

Lütfen, Türkiye ve dünya gerçeklerine aykırı tavırları bırakın. Suları tersine akıtmaya, gündüzü gece yapmaya imkân yoktur. Avrupa Birliği yolunda ilerleyen Türkiye, ihtilâl şartlarında, ihtilâlciler tarafından hazırlanan anayasa ile yönetilmeye mahkûm edilemez.

İnşallah ‘sözde’ değil, ‘özde sivil’ anayasaya kavuşuruz...

16.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Eğitimde “nadas” olmaz



Yeni eğitim-öğretim yılının ilk ders zilinin çalmasıyla 15 milyon civarında öğrenci 600 binin üzerinde öğretmen yarın ders başı yapacak. Yeni eğitim yılının ilk dönemi 25 Ocak’ta başlayacak sömestr tatiliyle son bulacak. 12 Şubat’ta başlayacak ikinci dönem ise 13 Haziran’da sona erecek.

Bu bilgelerden sonra klasik bir cümle olarak görülebilir, ama her sene olduğu yeni eğitim-öğretim yılı sorunlarla başlıyor.

Geçen yılki eğitim-öğretim yılının başlaması dolayısıyla gazetelerin ve televizyonların Ankara temsilcileri olarak Bakan Hüseyin Çelik’le birlikte Antalya’ya gitmiş, orada açılışlara katılmıştık. Sayın Çelik, “Bu sene geçen seneden daha iyiyiz. Gelecek sene daha iyi olacak” demişti. Bu gerçekleşti mi acaba, bir bakalım…

Bakan Çelik, geçen yıl “’YÖK kanunu çıkartacağız’ demiştiniz, hâlâ çıkmadı” yönündeki sorulara, “Her sondajdan petrol çıkmaz; ancak petrol arama faaliyetinden vazgeçmeyiz YÖK Kanunu’nu nadasa bıraktık” diyerek cevap vermişti. Nadas hâlâ devam ediyor. Aciliyeti olan bu konu, yeni dönemde öncelikle halledilmesi gerekiyor. Bakan Çelik, önceki gün yaptığı açıklama da, “Yeni anayasa çerçevesinde yüksek öğrenim reformu gerçekleştireceğiz” diyerek, değişikliğin sivil anayasa çalışmalarında yapılacağını söyledi. Yeter ki milletin istediği olsun, yalnız tekrar nadasa bırakılmasın…

* * *

Eğitimdeki bir başka mesele de, meslek liselerine karşı uygulanan katsayı adaletsizliği… Bu konuda hâlâ çözülmeyi bekliyor. Nadasa bırakılamayacak kadar önemli olan bu haksızlığın da bu sene halledilmesi gerekiyor. Hükümet meslek liselerine önem verdiğini, yarın eğitim yılının açılışını bir meslek lisesinde yaparak gösterecek. Ancak bu önem, sadece orada açılış yapmakla bitmemeli, yaklaşık 8-9 yıldır yaşanan bu adaletsizlik bir an önce giderilmelidir. Bu adaletsiz sistemle, ilk 10’a giren bir meslek liseli istediği okula şu anda gidemiyor. Unutulmasın ki, meslek liselerine uygulanan üvey evlât muamelesinin bitmesini herkes bekliyor.

Geçen yıllara nispeten bu sene meslek liselerine rağbet hayli artmış durumda. Hatta bazı okulların kontenjanı çoktan doldu. Seçimden sonra katsayı adaletsizliğinin kalkacağı yönünde bir hava oluşturulduğu için, insanlar okullara tekrar akın etmeye başladı. Bu çerçevede, önceki gün bazı gazete temsilcilerinin de katıldığı toplantıda, Bakan Çelik’e meslek liselerine karşı bu rağbet ve devamında “adaletsizlik” soruldu. Ancak Bakan, bu rağbetin katsayı problemi ortadan kalkacağı beklentisine dayanmadığını, bu teveccühün yaptıkları yönlendirme ile ilgili olduğunu söylüyor. Ancak bizce bunun gerçek sebebi, halkın katsayı adaletsizliğinin sona ereceği ile ilgili ümidinin artmasıdır. Bu apaçık görülüyor. Hükümet bu ümitleri yine kırmamalı, 28 Şubat’tan kalan bu adaletsizliği gidermelidir.

* * *

Bir diğer konuda okullarda yaşanan şiddet olayları… Yapılan araştırmalara göre, ahlâkî düzeyin çok düşük olduğu, şiddetin ve belirsizliğin hüküm sürdüğü kötü okul ortamları ile okul yolunda fiziksel olarak tehdit edici bir yer veya birilerinin olmasının çocukların korkusunu arttırdığı tespit edilmiş. Geçen yıllardaki okullarda yaşanan şiddet olayları milleti çok üzmüştü. Şiddetin önlenmesi için bu yıl daha fazla tedbir alınacağı söyleniyor. Ancak, bu tedbirlerin polisiye olmaktan çok, manevî desteğin sağlanması yönünde olması daha kalıcı olacaktır.

Başka bir konuda öğretmen açığı… Bakan Çelik’e göre öğretmen açığı 25 bin… Sendikalara göre bunun 4-5 katı. Sendikalar bu yıl 50 bin kadrolu öğretmenin derhal atanması gerektiğini dile getiriyor. Bakan, 10 bin sözleşmeli öğretmen atanacağını söylüyor. Herkes başka pencereden baktığı için bir karışıklık gözleniyor.

Bir taraftan öğretmen açığı çok fazla değil deniyor, diğer yandan İstanbul’un göbeğinde 55-60 kişilik sınıflar var. Öğretmen başına düşen ortalama öğrenci sayısı 26 ile AB ülkelerinin çok üzerinde. Hakkâri’de, bir öğretmene 14 öğrenci düşerken, hemen yanı başındaki Şırnak’ta bir öğretmene 39 öğrenci düşüyor. Dengesiz dağılım sebebiyle bazı şehirlerde öğretmen fazlalığı yaşanırken, bazı şehirlerde öğretmen başına 50’ye yakın öğrenci düşüyor. Bu işte bir yanlışlık ve çarpıklık var, ama neresinde?

Yeni eğitim öğretim yılı, bir kısmını burada yazabildiğimiz, böyle sıkıntılı bir ortamda başlıyor. Eğitimde, hataların, yanlışların, eksiklerin giderildiği bir yıl olması temennisiyle, bütün öğrencilerin ve eğitim çalışanlarının yeni eğitim yıllarını tebrik ediyoruz.

Son söz: Unutmamak gerekir ki, eğitimde nadas-yani bekleme-olmaz…

16.09.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Su sorunu”nun sebebi...



Küresel ısınmayla başgösteren kuraklık, yeni bir küresel musîbet. İnsan hayatının kaynağı suyun azalması, dünyayı yeni bir krizin eşiğine itmekte. “Su senaryoları” gittikçe kriz senaryolarına dönüşmekte…

Ormanların tahribi, su kaynaklarının hoyratça israfı ve yağmursuzluk, susuzluğa ve kıtlığa yol açmakta. Yeraltı suları çekilmekte, temiz su kaynakları kurumakta… Susuzluk ve kirli sudan kaynaklanan hastalıklardan çoğu çocuklar olmak üzere her yıl dünyada beş milyon insanın öldüğü bildiriliyor.

Diğer taraftan, “su sorunu”, dünyada her an ateşlenmeye hazır bir fitil gibi. Sanayileşme süreciyle azan hasîs çıkar hesapları uğruna başkalarını düşünmeden dayatılan su kullanım projeleri, başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın kırılma kavşaklarında “su savaşları”na dâvetiye çıkarmakta. Yoktan türetilen “su sorunu”nu bahane eden ifsad şebekeleri, “sudan sebepler”le dünden bugüne ihtilâflarla fitne ateşini alevlendirmekte. Su kaynaklarından, enerji havzaları ve hatlarına kadar yeni küresel ve yerel çatışma alanlarıyla dünya, daha büyük felâketlere sürüklenmekte...

* * *

Öylesine ki üçüncü dünya savaşına su kaynaklarına sahip olma sâikinin sebebiyet vereceği belirtiliyor. İsrail’in muhtaç olduğu Filistin’in su kaynaklarına göz dikmesi bundan. Filistin’i işgal etmekle, Ortadoğu’daki bütün su kaynaklarını elinde tutmak istiyor. Keza Kuzey Afrika’daki komşu ülkeler, Nil’in paylaşımı üzerinde ciddî ihtilâflarla savaşın eşiğine itilmekte.

Türkiye’nin Fırat ve Dicle suları üzerinde Suriye ve Irak’la çatıştırılmak istenmesi, dünyadaki fesad üretim merkezlerinin aynı inanç ve kültürü paylaşan komşu, kardeş ve akraba ülkeler arasında pompaladığı bir fitne olduğu ortada. Ne var ki suyun paylaşımı hiç de âdilâne değil. Oysa, âdilâne bir paylaşımla sözkonusu nehirlerin, çıktıkları ve geçtikleri bütün ülkelere yettiği tarafsız uzmanlarca ifâde edilmekte…

Kavga, yeterince yaratılan suyun azlığından değil, bir baskı ve egemenlik aracı ve hâkimiyet silâhı olarak kullanılmasından… İnsanların ve devletlerin, bu nîmeti hakça paylaşamamasından… Küresel güç, suyu nasıl paylaşacağını düşünmüyor. Sâdece suyu kontrolüne alma projeleri peşinde koşuyor; insanîyeti, hak ve hukuku çiğneyerek…

Netice şu ki, tıpkı küresel ısınmada olduğu gibi, yerküre üzerindeki kuraklık ve susuzluk felâketi de, bencil egemen güç hevesinin eseri. Çıkarından başka hiçbir insanî ve ahlâkî değeri tanımayan maddeci ve menfaatçi zihniyet açgözlülüğünün sonucu… Bunun içindir ki Bediüzzaman, yağmursuzluk, kuraklık ve susuzluğu, diğer dünyevî musîbetlerden daha belirgin bir biçimde yeryüzündeki zulümlere, inanca ve ahlâka isyana, günâhlara, mala haram ve hîle karıştırmanın yaygınlaşmasına bağlar.

Yağmursuzluk ve kuraklık musîbetinin mânevî veçhesinin izâhında, “Hattâ deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zâlimlerden şekvâ ediyorlar ki, ‘onların yüzünden yağmur kesilir, hattâ bizim de nafakamız azalır’ derler” hadis-i şerifini nazara vermesi, bu bakımdan dikkate değer. (Et-Terğib ve’t-Terhib, 1:281, 3:314; Hayatü’l-Hayavânü’l-Kübrâ, 1:381.)

“Evet, bu zamanlarda öyle günâhlar, zulümler oluyor ki, rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, mâsum hayvanlar da azap çekerler” tesbiti, yağmursuzluk, günâh ve zulmün birbiriyle ilintisini gösteriyor…

* * *

Ve bu zamanda, malda ve rızıkta hîlelerle, suîistimâl ve rüşvetle çok haram karıştığı, ekincilerin kendi malına hakkıyla sahip olmadığı, insanların büyük bir kısmının zulümle, haram karıştırmakla ve şükürsüzlükle rahmete istihkakını kaybettiği gerçeği, bu hususta hadisin mânâsını açıkça tezâhür ettirmekte…

Yolsuzluk, rüşvet, faize bulaşma, haram mal ve su-î istimalin, kuraklık ve susuzlukla bereketsizliğe ve musîbetlere zemin hazırladığı gerçeğini su gibi açığa çıkmakta… Bu gerçek, aklı gözüne inmiş en maddeci kafalara bile kendini göstermekte…

Çâre, insanlığın, isyandan, zulümden, günâhtan, haramdan arınması; hatasını anlayıp fıtrata ve inanca dönmesi… Başka da çâresi yok.

16.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Talebesine intisap eden meşayih



Boynuz kulağı geçermiş. Nitekim öyle de olmakta. Bazen talebe makamındakiler şeyhlerine şeyh olabilmekteler. Fark atmaktadırlar. Ama yine de ikisi birbirinin velinimetidir. Bu kemâlâtın kaynağı müridin istidadı ile zamanın ve mekânın yani toprağın keremidir. Onların bereketi olmasa mahsul de olmaz. ‘Zamanın lutfu keremi’ derken elbette şunu kastediyoruz . Bağ veya bahçe ancak sulak ve verimli arazide ve topraklarda fışkırıır, kemâlâtını izhar eder. Meyve vermeye durur. Aksi takdirde, bağın asaleti kuru bir toprakta keramet gösteremez. Keramet asaletle birlikte zeminin hahişkâr ve verimkâr olmasındandır. Bazen utanmak toprağa düşer. Aynen Necip Fazıl Kısakürek’in şu dizelerinde söylendiği ve ifade edildiği gibi:

Tohum saç, bitmezse toprak utansın!

Hedefe varmayan mızrak utansın!

Sâdat-ı Nakşibendiyye silsilesini temsil eden Gümüşhanevi Dergâhının Postnişi Ahmet Ziyaüddin Gümüşhanevi’nin manevî ahvali aynen Şeyh Abdulbaki (Bakibillah) ile İmam Rabbani ilişkisi gibidir. Farklı yönleri olmakla birlikte bir cihetle birbirlerine benzerler. Bu ilişkide şeyh mürid, mürid ise şeyh olmuştur. Veya hocası talebesine intisap etmiştir. Bu ilişki türü de göstermektedir ki; gerçekten de hakperestlikten ve samimiyetten başka bir sermayesi olmayan sâdat gerçekten de sâdat; pîran gerçekten de pîrandır. Kümmel olarak vasfedilen evliyâ-yı kiram bilahare ‘boynuz kulağı geçer’ misali kendilerine takaddüm eden talebelerine intisaptan yerinmemiş ve çekinmemişlerdir. Bilâkis iftihar etmişlerdir. Nitekim Ahmet Ziyaüddin Gümüşhanevi’nin hocası Muhammed Emin Efendi talebesine tarikat yönünden intisap etmişler ve bu suretle şer’i ilimlerde hocası olduğu zatın tasavvufta talebesi olmakla şereflenmişlerdi (Camiu’l Mutun tercemesi, Bedir Yayınları, önsöz , s 12). Bu, hicabı değil iftiharı dâvet edecek bir hâldir.

Bakibillah ile İmam Rabbani ilişkisi de sanki bu minval üzerine seyretmiştir. Rüyasında Hindistan’ın papağanını beslediğini görmüş ve bunu şeyhi Emkeneni’ye sormuş, o da terbiye edeceği bir müridinin gelecekte büyük fütuhatlara nail olacağını ve Hindistanı irşad edeceğini haber vermiştir. İmam Rabbani ile karşılaştıklarında Bakibillah’ın hemen aklına bu rüya gelmiş ve kısa bir zamanda Ahmed Sirhendi’nin kemâlâta ereceğini anlamıştır. Bu rüyasının ona tecelli ve tahakkuk edeceğini anlamıştır. Bundan dolayı ona ‘çok kısa bir zaman kendi yanlarında kalmasının irşadı için yeterli olacağını’ ihtar etmiştir. Gerçekten de iki buçuk aylık bir süre içinde kemâlâta ermiş ve Hindistan’ın papağanı olmaya hak kazanmıştır. Kendisiyle birlikte Nakşibendiliğin müceddidiye kolu da teşekkül etmiş ve sadece Hindistan’ı değil neredeyse kurduğu gelenekle bütün dünyayı irşad etmiştir. Sonraki mücedditlerin büyük çoğunluğu onun silsilesinden gelmiş ve dünyaya ışık saçmışlardır.

Ebu’l Hasan en Nedevi’nin de isabetle söylediği gibi Bakibillah matlubken talip olmuştur. Sanki görevi İmam Rabbani’yi kemâlâta erdirmekten ibarettir. 40 yaşında ötelere kanat açarken iki oğlu Abdullah ve Ubeydullah’ın terbiyesiyle birlikte eşinin riayetini talebesine emanet etmiştir. Erken bir vakitte öleceğini de keşfetmiştir. İçine doğmuştur. Adeta terk-i dünya ederek manevî irşad sahasını talebesine bırakmıştır. Sanki ‘bir dünyaya iki maneviyat sultanı fazla’ der gibi terk-i dünya etmiştir. Gerçekten de Timurlenk ile Yıldırım arasındaki atışmada ifade edildiği gibi ‘bu dünyaya iki sultan fazla’ gerçeği maneviyat sultanları için de geçerlidir. Yine Mevlânâ’nın babası Sultanu’l ulema Bahaeddin Veled ile Harzemşah Sultanı arasındaki münasebet de böyledir. Birisi maneviyat diğeri siyaset kutbu olsa da Belh’e iki sultan fazla gelmiştir. Feragat Bahaeddin Veled’e düşmüştür; dünyayı ehline terk etmiştir.

Bakibillah talebesinin kemâlâtını itiraftan çekinmez. Onunla ilgili bir ifadesi şöyledir: “Ahmet bir güneştir. Onun ışığında benim gibi binlerce yıldızın ışığı kaybolmaktadır (el imam es Sirhendi, Ebu’l Hasan en Nedevi, s 132, Daru’l Kalem)”

Muhammed İkbâl de benzeri bir şiirini Osmanlı hilâfetine armağan eder.

Tan ağarıdığında binlerce yıldız ufûl eder ve söner.

İnsanlık yeniden fecri sadıkın tulûunu bekliyor.

16.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri