Bir kirpi oku mesafesindeki sevgi
Kirpilerin üşüdükleri zaman nasıl ısındıklarını biliyor musunuz?
Bu soruda nereden çıktı diyebilirsiniz? Ya da, “Sevgiyle kirpilerin nasıl bir bağlantısı olabilir ki?” diye düşünebilirsiniz. Ama inanın bana onların ısınmak için yaptıkları davranışta sevginin ideal tanımını bulacaksınız.
Kirpilerin ısınmak için kullandıkları yöntem oldukça ilginç. İlk okuduğumda bana çok farklı çağrışımlar yapmıştı. Havalar soğuduğunda ısınabilmek için birbirlerine sokuluyorlar, ama oklar birbirlerinin vücuduna değmeye başlayınca bu mesafeyi koruyorlar. Yani daha fazla yaklaşmıyorlar. Bu aslında onların katlanabilirlik sınırını belirliyor. Acıyı hissettikleri an duruyorlar. Özel alan, her biri için korunuyor. Isınırken kendilerine ait alanı da korumuş oluyorlar.
İki insanın ilişkisinde de katlanabilirlik sınırından söz edebiliriz. Genellikle bu mesafe korunmadığı zaman ya canımız acır ya da rahatsız oluruz. Karşımızdaki insana bu sınırı gösterememenin sıkıntılarını yaşarız. Kendi mahrem alanımızı korumakta zorlanırız. Birbirimize yakınlık ve sevgi için sokulduğumuzda o ince mesafeyi koruyabilsek keşke…
Birisini sevdiğimiz zaman onun her şeyiyle bize ait olmasını, en yakın mesafede durmasını ve bizim bilmediğimiz hiçbir sırrının olmamasını isteriz. Bazen öylesine yaklaşırız ki, sevgimizle onu boğarız. Uzaklık kadar fazla yaklaşmış bir yakınlık da acıtır insanı. Sevginin esmeye yer bulamadığı alanda, sadece nefes alamamakla kalınmaz; hayal bile kurulamaz.
Bu bazen eşimiz, bazen çocuğumuz, bazen de yakın bir arkadaşımızdır. Onun bizim dışımızda yaşayacağı deneyimleri kısıtlarız, kıskanırız. Ölümcül bir dansa dönüşür ilişki, ama kendini kurtarmakta ciddî bir çaba gerektirir. Biz olalım derken iç içe girmiş tek bir ben oluveririz. Diğer benin içinde kendi benimiz erir ya da kaybolur. Bazen bunu fark etmek yıllarımızı alır, bazen de fark ettiğimizde artık çok geçtir.
Biz içinde ben olma çizgisi öyle ince bir sınırdır ki, tanımlamak kadar yaşamak da zordur. İnce bir beceri gerektirir. Kendin yok olmadan, diğerinin kimliğinde erimeden ve bunu yaparken de hırçınca bir varoluş sergilemeden, yaradılışının sana sunduğu özel yönlerini tanımak ve yaşamak… Bunu fark etsek bile hayatımıza aktarmamız ne kadar zamanımızı alırdı, hangi yaşlara geldiğimizde bunu gerçekten yaşayabilirdik acaba?
Bizim toplumsal ilişki mantığımızda; iç içe, dip dibe olmak sağlıklı bir birlikteliğin esası olarak görülür. Piknik alanlarında bile herkes birbiriyle sırt sırta oturur. Biraz uzak duran yadırganır, merak edilir ve çeşitli kurgularla yargılanır. Kendini beğenmekle suçlanır. Kendine alan bırakabilen, hayır demeyi başarabilen insanlar kabul görmez, enaniyet sonucu böyle davrandığı düşünülür.
Bir kirpi oku mesafesinde ama, yıllarca yıpratmadan, tüketmeden, taptaze bir sevgiyi yaşamak... Bu duyguyu en güzel şekliyle Halil Cibran’ın şiirlerinde bulabiliriz. Şair, sağlıklı bir sevginin tatlı betimlemelerini yapar şiirlerinde:
“Siz beraber doğdunuz ve hep öyle kalacaksınız.
Ölümün beyaz kanatları, sizin günlerinizi dağıttığında da beraber olacaksınız.
Fakat birlikteliğinizde belli boşluklar bırakın.
Ve izin verin, cennetlerin rüzgârları aranızda dans edebilsin.
Birbirinizi sevin; ama sevgi bir bağ olmasın,
Daha ziyade, ruhlarınızın sahilleri arasında hareket eden bir deniz gibi olsun.
Ve yanyana ayakta durun; ama çok yakın değil,
Çünkü bir mabedin ayakları arasında mesafe olmalıdır;
Ve meşe ağacıyla, selvi ağacı,
birbirinin gölgesi altında büyüyemez.”
Hayatta bazı şeyler o kadar narindir ki, gereken özeni vermezsen, söner ve yok olur, sürekli onu beslemen gerekir. Eğer ona zaman vermezsen, nefes aldırmasan da boğulur gider. Avucundaki küçük bir serçe gibi... Çok sıkarsan ölür, gevşek bırakırsan da uçar gider. Sevgi de aynen böyledir, ince bir kavrayışta tutman gerekir avuçlarını, ama bu ne kadar olmalı dersen?
Bunun ölçüsünü sana ancak kalbinin sesi verebilir.
|