Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Seçim ve Çankaya



Seçime sayılı günler kaldı, ama daha evvelki seçimlerden hatırladığımız atmosfer hâlâ oluşabilmiş değil. Ne mitinglerin eski “tadı” var, ne de kampanyaların hissedilir bir coşkusu.

Bunun sebebi, meydan polemiklerinin mazot fiyatı, ip, Daltonlar düzeyine takılıp kalması mı; seçim sürecinin başlamasından bu yana medyanın yarışı AKP-CHP-MHP eksenine hapsetmesi mi; yoksa siyaset dışı faktörlerin süreçte hâlâ ağırlıklı bir şekilde hissediliyor olması mı?

Söz gelişi, sınırötesi operasyon meselesi alttan alta pişirilmeye devam ediyor. Evvelce “İçeridekileri halletmeden dışarıda ne işimiz var?” diyen Başbakan, Dolmabahçe buluşmasından ve Genelkurmay’a giderek aldığı terör brifinginden sonra sessiz sedasız tavır ve ağız değiştirdi.

Bir ara haftalarca çıkmadığı Çankaya’ya, geçen hafta rutin gününden iki gün önce çıkıp Sezer’le görüşmesi ise “Galiba tezkere geliyor” söylentilerine yol açtı. Hükümetle AKP yönetiminden gelen sinyaller ve Dışişleri Bakanının “Asker istesin, yarın Kuzey Irak’a gireriz” açıklaması da bunların boşuna olmadığını gösterdi.

Tabiî, hükümetin tezkereyi gündeme getirmeye kalktığı takdirde, neredeyse yarısı liste dışı kalmış milletvekillerini, seçime günler kala bu iş için toplayıp toplayamayacağı da ayrı bir bahis.

Ve konu büyük ihtimalle 22 Temmuz sonrasına kalacak. Ama seçim kararının alınmasından itibaren sınırötesinin sürekli gündemde tutulması, hattâ seçimi erteletme gerekçesi olabileceği söylentileri, seçime odaklanılmasını ciddî bir şekilde engelledi. Bu kesin.

Bir diğer konu cumhurbaşkanı seçimi. 22 Temmuz’da sandığa gitme kararının sebebi bu işin 27 Nisan’da 367 engeline takılmasıydı.

Anayasa Mahkemesinin, aynı anayasa ile evvelce yapılmış üç cumhurbaşkanı seçiminde aranmayan 367 şartını bu kez “olmazsa olmaz” sayması ile başlayan süreç işi buralara getirdi.

Ardından iktidar partisinin can havliyle çıkardığı anayasa paketinin şaşırtıcı bir şekilde aynı mahkemeden vize alması ise, ilk bakışta 367 kararıyla Meclisin elinden alınan inisiyatifin tekrar iadesi gibi görünse de, kararın zamanlaması paket için kararın, cumhurbaşkanı seçmesine izin verilmeyen şimdiki Meclise değil, 22 Temmuz’da oluşacak Meclise bırakıldığını gösteriyor.

Çünkü veda partisi bile yaparak milletvekillerini uğurlamış olan mevcut Meclisin, bu saatten sonra paketin hayata geçirilmesi bağlamında yapabileceği birşey yok. Farzımuhal, olsa olsa referandum süresini kısaltan ve Sezer’in veto ettiği yasayı tekrar kabul edip Köşke gönderebilir, ama bunu yapsa bile söz konusu yasanın seçimden evvel yürürlüğe girme şansı hiç yok.

Dolayısıyla, cumhurbaşkanı seçimi her halükârda 22 Temmuz sonrasına kalmış oluyor ve buna bağlı bir yığın senaryo havada uçuşuyor. Paketin yasama dönemi içinde sonuçlanmadığı için kadük sayılması gerektiği iddiasından, 11. cumhurbaşkanını halkın değil, Meclisin seçmesi icab ettiğine kadar bir sürü tez dile getiriliyor.

Bu tartışmaların sonucunu belirleyecek kilit faktörlerin başında ise, 22 Temmuz akşamı nasıl bir Meclis yapısının ortaya çıkacağı geliyor.

Neticede, 27 Nisan’dan itibaren krize dönüşen Çankaya meselesi, yolunu açtığı 22 Temmuz seçimi üzerindeki gölgesini hâlâ koruyor.

10.07.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Sabır silâhına çok muhtacız



“Allah sabredenlerle beraberdir” hükmünün önemli bir va’d-i İlâhî olması bile, bu hazineden yeterince istifade etmemiz için yeterli olmuyor. Şüphesiz bu yetersiz olma hâleti bizim gerçekleri görmeyen gafletli haletlerimizden kaynaklanmaktadır.

Hâlık-ı Kerim tarafından insanlar için gerekli kılındığı ve nebîsi Hz. Eyyûb’u (as) bir sabır kahramanı kıldığı gerçeğine rağmen, sabrın insanın dünya hayatı için büyük bir huzur vesilesi olması durumundan yeterince istifade ettiğimizi söyleyemeyiz ne yazık ki. Sabrın zıddı olan “acûl”luğun hayatımızda büyük sıkıntıların meydana gelmesine sebep olması özelliğinden ders almamamız ayrı bir eksikliğimiz.

Nefsimizin arzuladığı her şeyin bir an önce elimize geçmesi için harcadığımız eforu, sabır göstermede kullanabilmiş olsaydık, aslında kavuşulmamasında bir şey kaybetmediğimiz değerlerin dünyamızda oldukça fazla olduğunu görürdük. Bu duruma, şiddetle istediklerimizin önemli bir kısmının bize huzur vermemesi ve hatta sahip olduktan sonra onlardan kurtulmak için çaba sarf etmemiz şahittir.

Dünyamızda meydana gelen bir çok hadiseden dolayı titremekte, olayların kendi başına cereyan ettiği zehabına kapılmaktayız ki, bu durum, aslında bir süre sonra tesiri yok olacak olan gelişmeler için üzülmemize, maddî-manevî bir şekilde kendimize zarar vermemize sebep olmaktadır. Rabbimizin bize önemli bir silah olarak sabır gücünü vermiş olmasına ve Resûl-i Zîşan’ının da (asm) sabrın refah ve huzurun anahtarı olduğunu ifade buyurmuş olmasına rağmen bu hazineden faydalanmamamız büyük bir kayıp...

Sabırla, meydana gelen olayların geçici olduğunu, hiçbir hadisenin Rabbimizin izni ve rızası dışında cereyan etmediğini düşünebilseydik ve her sıkıntının arkasında ferah bulunabileceği gerçeğini yakalayabilseydik dünya hayatının pek de üzülmeye değer olayları içinde barındırmadığını anlayabilecektik.

Rabbimizin fıtratımıza yerleştirdiği kabiliyetlerimizi yanlış yerlerde kullanmamız, insânî duygularımızı da kullanılması gereken yerlerde değil de yanlış mecralarda harcamamızın elbette bir bedeli olacaktır. Bizler günümüzü kurtarmaya çalışırken, aslında hızla geçen zamanın bizleri, işlediğimiz her hareket ve davranışın hesabını vereceğimiz güne götürdüğünü düşünmemekteyiz. Bu dünyadaki hayatı sonsuz olarak vehmetmemizin bizleri karanlık sonuçlara doğru götürdüğünü de düşünemiyoruz.

İmansızlık ve iman zaafı hastalıkları bizleri sonu pişmanlık olan yönlere götürmektedir. Değil dünyadaki, kâinattaki en büyük dâvânın imanı kurtarmak dâvâsı olması gerçeği bile ne yazık ki aklımızı başımıza getirmiyor yeterince... Acınacak durumda olduğumuzun farkında olmamamız vaziyeti, kafamızı duvarlara vura vura ilerlememize sebep olmaktadır.

Şeytanların ve onların işbirlikçisi olan nefsin aldatmalarına ne kadar dayanabildiğimizin hesabını yapalım lütfen. Hayatımızın önemli ve değerli zamanlarıyla onların değirmenine su taşıdığımızın farkında değiliz. Kendimizi savunmayı bırakmış, düşman cephesine silah taşımaktayız adeta. Kendi elimizle bize sıkılacak kurşunları düşmanlara hediye etme hamakatini mi yaşamaktayız yoksa?

Dostlarımızın müşfik ve merhametli himayelerinden kaçıp, aslında bizim için gaddar birer düşman olanların safına koşmaktayız çoğu zaman. Bütün bunlara, çoğunlukla geçici sıkıntılar için sabır silahını kullanmamamız sebep olmaktadır. İstediklerimizin hemen olmasını isteme sabırsızlığı bizleri düşmanlara muhtaç etmektedir. Onların yalancı huzur vaatlerine kanmaktayız.

İnsanlık öyle bir çirkefe sürüklenmektedir ki, buna kâinattaki bütün diğer mahlukat kendine mahsus lisanlarıyla ağlamaktadırlar. Çünkü onlar kendilerinin bile insanlar için yaratıldığını bilmekte, kendilerine reis seçilenlerin asilerin oyuncağı olmalarından ızdırap duymaktadırlar.

Uyanabilirsek, başımıza gelen bütün manevî ve hatta bazı maddî musibetlerin temelinde sabırsızlığımızın yattığın rahat görebiliriz. Sabırsızlığımızdan ebedî hayatımızı mahv etmek isteyen düşmanlarımızın acımasızca istifade ettiğini görmemek için gafletin karanlık perdesi arkasında olmak gerekmektedir.

10.07.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Bekaya bakmak



Akarsu gibi akan hayat ölümle barıştı… Bartın’da başlayan akarsu Bodrum’da bitti… Sevenlerin sevgi seli duâ diye çağladı, ölümün çağrısını durduramadı…

Doğum gününü ölüm kutladı, ömrünü kucakladı… Kaçamadı kimsenin kaçamadığından, koptu herkesin koptuğundan, kopacağından… Ölüm adres soruyordu, gelişi güzel gezmiyordu ömür bahçesinde, sırası geleni ayırıyordu hayattan…

“Yalancı Yârim” gerçeğin yarısıydı, oynadığını yaşaması yaşadıklarımızın oyun mu olduğunu düşündürdü… Düşümüzde gerçeğin şarkısını mı söylüyoruz düşünceleri dolaştı zihnin kıvrımlarında… Duayla doldu gündemlerin kalbi; ölüm uzak olsundu…

Şöhreti, gençliği, sevecenliği hayatın gerçek gündemime oturttu ölümü… Hayat neydi, zaman bu kadar kısa mıydı? 28 yıl; 28 ay, 28 gün, 28 saat, 28 an mıydı? Bartın’la Bodrum arasında kısa bir yolculuk yapan Barış; sevgiyi, sevgiliyi, huzuru buldu, “an”da saklı ömürleri yakaladı mı?

Vehmî ebedîlikler yalancı yarlar ardınca koşturur… Hayatın ne olduğunun cevabını bulmak, ölüme neci oluyorsun diyebilecek güçte… Hayatı ölümle barıştırmak, ölümü ölümsüzlükle kucaklaştırma kuvvetinde…

Düşle gerçek arasında gidiş gelişler, değişken gülüş ve ağlayışlar olarak yansır hayat aynasına… Sevindiğinin sonunu görse yine sevinir, istemediğinin içini bilse yine istemezlik yapabilir mi insan?

Barış bir şarkı söyleyebilmek içten içe, alkışlatabilmek ayrılıklarda… Acıyı sevgiyle yudumlayabilmek, sevgiyi sonsuzluğa akıtabilmek… Berrak bir akarsu gibi akabilmek, arkanda ağlayanları dua davetiyle buluşturmak; ölüme akan Akarsu’dan, hayata düşen Barış kareler…

Ölümün hayatla dansı bitmedikçe bu şarkı söylenmeye devam edecek; sonsuzluk özlemi… Özlemlerim özü ölümsüzlük özlemi…

Barış’ın beş günde dinlettiği ömre bedel bir beste: Ayrılıklardan gelen ağlamalar beka aşkının tercümanı…

Ölüm ölmedikçe bu hayat şarkısı yankılanarak söylenmeye devam edecek…

O besteden ne hisse aldı bakışlarımız, düşüncelerimiz, düşlerimiz… Duygularımızı doyurmayan yarlar ardınca koşturmak değer bir koşuşturmaca mı?

Sonsuzluğa akan Akarsu, ölümsüzlükle Barış’tı… Bekaya bakan bakışlarımız sağ olsun.

10.07.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Unutulmaması gereken



Farklı farklı duygu, düşünce ve isteklerin sahibidir insan. Bu özelliği sebebiyledir ki, sonsuz arzu ve isteklerin peşinde koşup durur ömrü boyunca. Cins-i lâtîfe, paraya pula, mala mülke, makama düşkündür.

Bu duygular verildiğine göre öyleyse insan meşrû ve makul dairede bu nimetlerden istifade edecektir. Çünkü âhiret nimetlerini olduğu gibi dünya nimetlerini de mü’min kulları için hazırlamıştır Cenâb-ı Hak. Hem ahiretteki nimetlerin numûneleridir bunlar. İnsan helâl dairede bunlardan istifade etmekle kalmayacak, asıllarına kavuşmak için de gayret gösterecektir.

İnsanı aldatan, bu nimetlerin, daha güzelleriyle ahirette devam edeceğini unutup dünyada ebedî kalacakmışcasına kendini kaptırmasıdır.

Dünya geçici, ahiret ise ebedidir. Ebedî olanı bırakıp da fanî olana gönül kaptırmanın mantıkî bir izahı olamaz, nefis ve şeytanı dinlemekten başka.

Kur’ân bize bunların gerçek mahiyetlerini anlattıktan sonra asıllarına müşteri olmamız telkininde bulunur.

Kadınlar, evlâtlar, hesapsız şekilde biriktirilmiş altın ve gümüş yığınları, binilen atlar, bugün için arabalar, davarlar ve ekinler gibi nefsin isteklerine sevginin hoş gösterildiğini bildiren Kur’ân, bütün bunların dünya hayatının gelip geçici nimetleri olduğunu belirtir. Sonunda varılacak yerin güzelinin Allah katında olduğuna dikkat çektikten sonra “‘Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?’ de” buyurulur ve bu daha güzel olan şöyle anlatılır:

“Takva sahipleri için Rableri katında altından ırmaklar akan Cennetler vardır. Onlar orada ebedî kalacaklar. Ve orada onlar için temiz hanımlar ve bir de Rablerinin büyük rızası vardır. Allah kullarını hakkıyla görür.” (Âl-i İmran Sûresi: 14-15)

Bu Kur’ânî bakış açısı her şeyi yerli yerine oturtuyor ve neye ne kadar değer verilmesi gerektiğini gayet net ve açık olarak gösteriyor.

10.07.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Dini siyasete değil, siyaseti dine âlet etmek



Dine hizmet, birinci plânda siyasetle olamaz. İslâm tarihi boyunca da olmamış. Hattâ, Hz. Âdem (as) dahil, bütün peygamberler ve onların yolundan giden varisleri âlimler; siyaseti hizmetlerine esas yapmamışlar. Dine hizmet; imân, Kur’ân, ilim, fikir, ahlâk, eğitim, terbiye ile olur. Bunun da yolu, “dine imâle (meylettirmek) ve iltizama (taraftar olup yapışmaya) teşvik etmek ve dini vazifelerini hatırlatmaktan”1 ibarettir. Bu yolda da yegâne kuvvet, silâh, İslâmın kesin aklî, mantıkî ve ilmî delilleridir.2 Yoksa “siyasetin çirkef malzemeleri” değildir. Eğer, hakkı müdafaa için, kuvvet kullanılırsa zulme sebebiyet verilir.3 Yani hak, hukuk, din; haksızlık, zulüm ve zorbalıkla anlatılamaz, müdafaa edilemez.

* Mü’minlerin görevi, sadece gerçeği tebliğ, yalnız Kur’ân’a hizmettir. Herkese kabul ettirmek, sayıyı çoğaltmak gibi bir mükellefiyetleri yoktur. Rızây-ı İlâhî, sayıya değil, ihlâsa, samimiyete ve keyfiyete (kaliteye) bakar.4 Siyaset ise, ne pahasına olursa olsun sonuç almak ister. Bu ise, sayısız olumsuzlukları doğurur.

* Şeriat yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete bakar; onu da ulü’l-emirler, yani idârecilikle ilgilenenler düşünmeli.5 Tıpkı, fırıncı, marangoz, doktor ve mühendislerin işlerini herkesin düşünmemesi gibi; siyâsî meseleleri de herkesin her an düşünmesi, takip etmesi, konuşması gerekmez.

* İbâdet ve duâ, Allah rızası için yapılır. Eğer başka bir maksat takip edilse, o ibâdet boşa gider. Elbette, ibadetin de bir çok hikmetleri, meyveleri vardır. Ama, kimse o meyveleri düşünerek ibadet etmez, etmemeli. Siyaset de, çıkar için değil, Allah rızası için yapılmalı. Şu halde şu üç usûlden elbette üçüncüsü tercih edilecektir:

1- Siyaseti dinsizliğe âlet,

2- Dini siyasete âlet,

3- Siyaseti dîne âlet.6

* Din nasihattan ibârettir. Siyaset ise, onu nasihatlikten çıkarır; âlet eder. Mümkün oldukça siyasetle iştigal etmemek, ondan kaçmak en sağlıklı usûldür. Eğer ilgilenmek kaçınılmaz olursa, “siyaset” dine âlet edilmeli. Zîrâ, din değil siyasete, başka menfaatlere de âlet edilemez. Din siyasete değil, siyaset dine hizmet edecek. O takdirde, siyaseti dinsizliğe âlet edenlere, dinin ulviyeti gösterilmiş olur.7

İlk iki şıkkın gayet zararlı ve muzır olduğunu herkes anlar. Müslüman, “siyaseti dine âlet” etmekten başka ne yapabilir? Hattâ değil siyaseti; (mü’min Allah için yaşadığına ve cihad-ı mânevî, yâni ilim, fikir, tebliğ, irşad ile vazifeli olduğuna göre) her şeyini, ticâretini de, malını da, bütün imkânlarını da dine âlet edecektir. Bu hususu, önemli bir politikacı, Eylül 1992 İl Müftüleri toplantısında, “Din siyasetin emrinde olmaz, siyaset dinin emrindedir”8 şeklinde kamuoyuna bir kaz daha açıklamıştı.

* Kur’ân ve hadîsçe haber verilen ve bütün peygamberlerin ve asırların Allah’a sığındığı Âhirzaman’ın dehşetli hâdiseleri içindeyiz. Şeytandan da Allah’a sığındığımız gibi, siyasetten de sığınmalıyız. Çünkü, Deccalizm, her tarafı kasıp kavuruyor. Ona, siyasetin malzemeleriyle değil, ancak imân ve Kur’ân nurlarıyla mukabele edilebilir.9 Zîrâ, felsefenin tahribatçı fikirlerini siyasetin günlük, değişken, hissî doneleri çürütemez, durduramaz; imân ve İslâm esaslarını izâh edip ortaya koyamaz.

Dipnotlar: 1- Sünûhat, Yeni Asya Neşriyat, s. 67.; 2- Hutbe-i Şâmiye, Yeni Asya Neşriyat, s. 99.; 3- Lem’âlar, s. 165-166.; 4- Divân-ı Harb-i Örfî, Yeni Asya Neşriyat, s. 28.; 5- Tarihçe-i Hayatı, s. 131.; 6. Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 319.; 7- Metin Karabaşoğlu, Köprü, Bahar, 1995, s. 6.; 8- Kâzım Güleçyüz, Siyaset ve Din, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1996, s. 66.; 9- Tarihçe-i Hayatı, s. 131.

10.07.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yüz elli yıllık Ahrar-Demokrat çınarı



Birçok okuyucumuzdan gelen müşterek bir suâlin özet ifadesi şöyledir: "Hemen her vesileyle önemseyerek nazara verdiğiniz şu "Ahrar–Demokrat" hareketin kökü nereye dayanıyor? Bu siyasî cereyanın tarih sahnesine çıkışını ve günümüze kadar gelen seyrini kısaca izah eder misiniz?"

Bu mühim suâle karşı, bir köşe yazısına sığacak ölçüdeki cevabımız şimdilik şudur:

Hayatiyetini bugün de muhafaza eden Ahrar–Demokrat hareketin kökü/kökeni, bundan tâ 150 yıl öncesine kadar gidip dayanıyor.

1850'li yıllarda kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlayan Genç Osmanlılar hareketi, aslında bir nevi "Ahrar–Demokrat" hareketiydi.

Onların müşterek hedef ve gayesi, hürriyet ve meşrûtiyetin hayata hakim kılınmasıydı.

Bu yeni ve dinamik hareketin başını çeken şâir, edib ve siyasî dâhilerin ekseriyetini "mûtekid/itikadlı Müslümanlar" şeklinde târif eden Bediüzzaman Said Nursî, çağdaşlarından bir adım daha ileri gider ve onları "Ahrarımız" diye tavsif ederek cesaretle sahiplenir. (Münâzarât, s. 125)

1890'lı yıllarda henüz 15–16 yaşlarında iken Mardin'de bu "Meşrutiyetperver Ahrarlar"ı tanıyan ve onların düşüncelerini (bilhassa Namık Kemâl'in Rüyâ makalesini) okuyup mâkul karşılayan Üstad Bediüzzaman, zıt yönde estirilen bütün karalama kampanyalarına rağmen, onlarla kurmuş olduğu fikrî ve siyasî dostluğu bozmayarak, bunu hayatının sonuna kadar idame ettirir.

İşte, asırları aşan bu istikrarlı istikametteki azim sırdır ki, bizi de Ahrar–Demokrat çizginin hakikatli cazibesine bağlamıştır.

Ayrıca, bu müstakim cazibenin kudsî ve Kur'ânî bir dayanağı bulunduğuna olan inancımız da tamdır.

Yani, imanî bahisleri Kur'ân'dan ders ve feyz alarak izah ve ispat eden Üstad Bediüzzaman'ın, yaklaşık iki bin sahifeyi bulan içtimaî ve siyasî teliflerinin de yine aynı kudsî kaynağa dayandığı, bize göre şeksiz ve şüphesizdir.

Nitekim, 1910'da Münâzarât isimli eserinde, hürriyet ile imanın ve şûrâyı emreden âyetle meşrûtiyetin bağlantısını kuran, hatta bu meselede dört hak mezhepten delil getirmeye hazır olduğunu beyan eden Üstad Bediüzzaman, 40 yıl sonra (1950) telif etmiş olduğu Emirdağ Lâhikası'ndaki o meşhûr "Bu vatanda şimdilik dört parti var..." diye başlayan mektubun başlığında da, yine aynı kudsî kaynağı hatırlatıyor ve bu mektuptaki izahların "Kalbe ihtar edilen bir hakikat" olduğunu açıkça beyan ediyor. Dolayısıyla, bu izahları kendi cüz'î iradesi ve ferdî zekâsıyla değil, doğrudan doğruya Kur'ân'ın feyziyle yaptığını nazara veriyor. (Emirdağ Lâhikası, s. 387)

Şimdi, tekrar meselenin tarihî arka planına dönüyoruz.

Hürriyetperver münevverler

Avrupalıların "Jön Türkler" dediği, tebeanın "Genç Osmanlılar" diyerek tanıdığı Yeni Osmanlılar, 1866'da teşkilâtlandılar ve aynı isimle bir cemiyet kurdular.

Cemiyetin başlıca üyeleri şunlardır: Mehmet Bey (1843–1883), Reşat Bey (1844–1902), Nuri Bey (1844–1906), Ayetullah Bey (1845–1878), Namık Kemâl (1840–1888), Ziya Paşa (1825–1880), Ali Suavi (1839–1878), Agâh Efendi (1844–1912) ile Ebuzziya Tevfik Efendidir (1848–1913) ki, bu şahıs aynı zamanda "Kütüphane–i Ebuzziya"nın kurucusu ve "Yeni Osmanlılar Tarihi" isimli eserin de sahibidir.

(Bilâhare, aynı fikir hareketinin içine Prens Sabahaddin Bey (1879–1948), Niyazi Bey (1873–1913) Enver Bey (1881–1922) ve Mizancı Murad Bey (1854–1917) gibi Osmanlı münevveri de katıldı.)

Yeni Osmanlılar Cemiyetinin mensupları, her ne kadar o zamanın "resmî görüş"ü tarafından "âsiler" şeklinde görülmüş ise de, aslında ekseriyetle bilgili, kültürlü, inançlı, cesur ve basiret sahibi münevverlerden müteşekkildi. (Meselâ, yine Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle, bunlar istikbâlde (1923–50) gelecek daha şiddetli istibdadı hissedecek kadar dâhi ve basiretli şahsiyetler idi.)

İşte, bu basiretli münevverler, Osmanlı Devletinin, bilhassa dayanmış olduğu saltanat (imparatorluk) sisteminin artık ömrünü tamamlamak üzere olduğunu önceden sezdi, gördü, keşfetti...

Bunlar, hamiyetli oldukları için de, henüz bir çöküş, bir inkıraz yaşanmadan evvel, ciddî bir arayışın içine girdiler. Arayıp buldukları çare ise, hürriyet içindeki meşrûtiyet sistemi idi.

Evet, onlar işte böyle bir nizamın tesisine vargücüyle çalıştılar ve bu yüzden de çok ağır bedeller ödediler: Hapis, sansür, sürgün, zindan, vesâire...

* * *

Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) zamanla maksatlarına kısmen de olsa kavuştular. 1876'da hem I. Meşrûtiyetin ilân edilmesine, hem Kànun–u Esasî'nin (Anayasa) yürürlüğe girmesine muvaffak oldular. Bu anayasayı hazırlayanların başında hürriyet kahramanı Namık Kemâl gelir.

Bazı iç ve dış sebepler yüzünden kesintiye uğrayan bu hayırlı hareket, nihayet 1908'de yeniden dirildi. O tarihte hürriyet ve meşrûtiyet yeniden ilân edildi.

İşte, tam bu safhada Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) iki kısma, yani iki fırkaya (partiye) ayrıldılar: İttihatçılar ve Ahrarlar.

İttihatçılar, daha ziyade komitacılıkla iş gördüler ve ele geçirdikleri devletin kuvvetini milleti sindirme yolunda istimal ettiler.

Aharlar ise, siyaseten İttihatçıların zıddıydı ve o zamanların (1908'den sonra) anamuhalefet cephesini teşkil ediyordu. Onlar, devletin kuvvetini milletin hizmetine sunma plan ve projesiyle meşgul iken, her fırsatta komitacıların saldırısına uğradılar ve nihayet Birinci Dünya Savaşından evvel siyaseten büyük ölçüde sindirildiler.

* * *

1946'da Demokrat Partinin siyaset sahnesine çıkışını Ahrarların dirilişi olarak gören Üstad Bediüzzaman (Beyanat ve Tenvirler, s. 202), 1960'tan sonrası için de, bu siyasî hareketin önündeki ciddî tehlikelere mektuplarında dikkat çekme ihtiyacını duydu. (Emirdağ Lâhikası, s. 426 vd.)

Meşrûtiyet zamanında olduğu gibi, cumhuriyet dönemi itibariyle 1960'ta, 1971'de ve 1980'de de sarsıcı darbelere mâruz kalan bu Ahrar–Demokrat hareket, şimdilerde yeniden dirilme ve toparlanma sürecine girmiş bulunuyor.

...................................

NOT: Bir sonraki yazıda, fikir ve kadro hareketi itibariyle günümüz Demokratlarının selefleriyle olan münasebetini mukayeseli bir şekilde anlatmaya çalışalım.

10.07.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah namına almak ve vermek



İstanbul’dan Ömer Özer:

*“Birinci Söz’de geçen ‘Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. öyle ise, Allah nâmına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız..’ cümlesini açıklar mısınız? Acaba Üstad hazretleri burada besmeleyi mi kastediyor? Bir kişinin Allah namına verip vermediğini nasıl anlarız?”

Kâinatın sahibi, bizim Sahibimiz, Sânî’imiz, Rabb’imiz, Hâlık’ımız, Râzık’ımız Allah’tır. Gökte ve yerde ne varsa Allah’ın adını anar, Allah’ın adı ile başlar, Allah’ın adı ile işler. Allah’ın adı ile hareket eder. İnsanoğlununkiler dışında hiçbir varlığın davranışlarında, hareketlerinde, işleyişinde hata, kusur, ihmalkârlık ve itaatsizlik görülmez, hiçbir şey vazifesini terk etmez. Her şey saat gibi yorulmadan, bıkmadan, hata yapmadan kendisine yaratılışta verilen fıtrî vazifesine koşar, koşar, koşar. İşte bu koşu, Allah’ın adıyla başlar, Allah’ın adıyla devam eder, Allah’ın adıyla sona erer. Bunu bize Kur’ân bildirir. Kur’ân buyurur ki:

* “Yedi gökle yer ve onların içinde bulunan herşey Allah’ı tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, Allah’a hamd edip O’nu tesbih etmesin. Lâkin siz onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz O Halim’dir, Gafûr’dur.”1

* “Gökgürültüsü hamd ederek, melekler de Allah korkusuyla O’nu tesbih eder.”2

* “Göklerde ve yerde ne varsa O’nu tesbih eder.”3

* “Göklerde ne var, yerde ne varsa, her şeyin hakikî sahibi olan, her türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti her şeye galip olan ve hikmeti her şeyi kuşatan Allah’ı tesbih eder.”4

* “Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. Her şeyin mülkü O’nundur. Her türlü hamd O’na mahsustur. O her şeye hakkıyla kadirdir.”5

“Bismillah” kelimesi Allah’ın adını zikirdir. Her şeyin Allah’ın adını zikrettiği gerçeğiyle, bizim her işin başında neden “Bismillah” dememiz gerektiğini Birinci Söz’de harika bir şekilde izah eden Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî hazretleri, varlıkların Allah’ın adını nasıl andıklarını geniş örneklerle nazara vererek, tesbihi ifade eden âyetleri tefsir eder. Her şeyin Cenâb-ı Hakkın nâmına hareket ettiğini, zerrecikler gibi tohumların ve çekirdeklerin başlarında koca ağaçları bunun için taşıdığını, dağ gibi yükleri bu güç ve kudretle kaldırdığını beyan eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, meselâ her bir ağacın “Bismillah” dediğini, Rahmet hazinelerinin meyvelerinden ellerini bu güçle doldurduğunu ve bizlere bu kudretle tablacılık ettiğini; her bir bahçenin “Bismillah” dediğini, bu kudretle Kudret mutfağından bir kazan olduğunu, böylece çeşit çeşit pek çok muhtelif lezzetli yiyeceklerin içinde beraber pişirildiğini; her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanların “Bismillah” dediklerini, bu güçle Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olduklarını ve bizlere Rezzak namına en latîf, en nazîf ve hayat kaynağı gibi bir gıdâyı takdim ettiklerini; her bir bitki, ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarlarının “Bismillah” dediklerini, yani Allah nâmına, Rahman namına dediklerini, sert olan taş ve toprağı bu kudretle delip geçtiklerini kaydeder.

“Madem” der Bedîüzzaman, “her şey manen Bismillah der, Allah namına, Allah’ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi ‘Bismillah’ demeliyiz. Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. Öyle ise, Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.”6

Allah namına almak ve vermek, Allah için alıp vermektir. Bunu, alırken ve verirken Allah’ın adını anarak ifade ederiz. Yani “Bismillahirrahmanirrahîm” deriz. Bunu içimizden söyleriz.

Alırken, bize verenin Allah namına verdiğini kabul ederiz. Bilmiyorsak-–ki başkasının iç dünyasını bilmek imkânı genelde yoktur—Allah’a inananlar hususunda hüsn-ü zan yaparız. Başkalarından veya tanımadığımız birilerinden almaya mecbur olduğumuzda da, biz alırken “Bismillah” deriz.

Resûlullah Efendimiz’e (asm): “Bize et getiriyorlar; keserken besmele çekip çekmediklerini bilmiyoruz. Bunu yiyelim mi? Yemeyelim mi?” diye sorulmuş; Allah Resûlü (asm): “Allah’ın adını anın ve yiyin!” buyurmuştur.7

Duâ

Ey adını ananın adını anan! Ey hatırlayanı hatırlayan! Ey unutanı unutan! Ey şükredene artıran! Ey merhamet etmeyene merhamet etmeyen! Ey kendini beğeneni zelil kılan! Ey hiç kimseye zulmetmeyen! Ey zalime zillet veren! Ey Müzill-i Cebbar! Bizi düşürme! Bizi alçaltma! Bizi zelil kılma! Bize zillet verme! Dünyada ve ahirette bize hasenat ihsan et! Bizi Cehennem azabından koru! Âmin!

Dipnotlar:

1- İsrâ Sûresi: 44, 2- Ra’d Sûresi: 13, 3- Haşir Sûresi: 24, 4- Cuma Sûresi: 1, 5- Tegâbün Sûresi: 1, 6- Sözler, s. 12, 13, 7- Buhârî, Tevhîd, 13

10.07.2007

E-Posta: [email protected]





Davut ŞAHİN

Gaf-Oloji



Televizyonda ilginç olaylardan bir tanesi yaşandı geçen gün.

Vatan gazetesi de bu olayı manşetten duyurdu. Hemen aktaralım neydi bu olay?

Show TV’de yayınlanan ve yeni başlayan bir yarışma var:

“Güzel ve Dahi.”

Aslında bu yarışmaya “Güzel ve gaflar” dense yeriydi.

Programda 8 erkek ve 8 kız yarışıyor... Erkeklerin birçoğu mühendislik bölümünde öğrenci. Hepsi de dahi derecesinde bir zekaya sahip. Kızlar ise ancak bilgi düzeyleri akıl alır gibi değil...

İşte “gaf”lardan bir demet:

Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın eşi Semra Özal için “Ünlü bir sanatçı olması lazım” dedi

Adı: Öykü Eyşimez (18 yaşında. Mankenlik yapıyor. Lise mezunu):

Ecevit’in adını hatırlayamadı. Yakın zamanda öldüğünü söylerken partisini DYP olarak hatırladı. Futbolcu Pele için renginden dolayı “Afrikalı futbolcu elinde siyah beyaz top var, Beşiktaş’ta mı oynuyor” diye sordu.

Merve Kaban (22 yaşında. Oyuncu. Lise):

Hayret: Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü tanıdı. Diyor ki: “Fakat hâlâ görevde mi onu bilmiyorum.”

Özge Özçelikel (18 yaşında. Manken fotomodel. İzmirli. Lise mezunu):

Clinton’un resmi gösterilen Özge, “Bush mu?” dedi. Daha sonra düzeltti:

“Clinton Bush.”

Genel kültüre bakın, on üzerinden on...

Zümra Ufuk Behram (21 yaşında. Aydın Üniversitesi İnternet gazeteciliği öğrencisi):

“Irak’ın başkenti Lübnan” dedi. Sonra onu düzeltti(!):

“Pardon Lübnan değil Musul.”

Kırdığı potu anlayınca izah getirdi kendince:

“Aslında bizim anne tarafı Arap ama benim heyecandan aklıma gelmedi.”

Yani battıkça battı.

Daha sonra Ahmet Necdet Sezer resmi gösterilen Zümra, ilk ismini hatırlayamadı “Şu anda Ankara’da Bahçelievler’de oturuyor, devlet adamı. Abdullah Gül olamadı, hala görevine devam ediyor. Anavatan partisindeydi” dedi.

Rüya Isırgan (20 yaşında. Oyuncu ve dansçı. Pera Güzel Sanatlar mezunu)

Tayyip Erdoğan’ı tanıyan Rüya hangi semtte doğduğu sorusuna “Kadıköy veya Kartal’da olabilir” dedi. Rüya Kenan Evren fotoğrafını görünce “Kemal mi, Kazım mı, Kendi miydi” diye sordu. Evren’in geçmişteki mesleğine ise “Bunların hepsine çalışmıştım, astsubay mıydı?” (Vatan) diye sordu.

Bunların akılları ancak “dans”a çalışır. Nitekim gösterdikleri performans, bilgi dağarcığından çok daha fazlaydı.

Magazin sorularını bilen ama kendisini ilgilendiren genel kültürden sınıfta çakan nesilden ne beklenir?

Hele 12 Eylül sonrası kuşakların 12 Eylül’ün mimarı Kenan Evren’i bile bilememesi hayli ilginç değil mi? Bu sistemi kuran teknokratlar şimdi saçınızı yolun bakalım!

10.07.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Meydanlardan yükselen ses



Siyasî partiler, miting meydanlarından mesaj vermeye devam ediyor. Sandık günü gelip yaklaştıkça, verilen mesajlar da yoğunlaşıyor.

Her ne kadar “meydan mitingleri”nin devrinin geçtiği söylense de, siyasî partiler bu uygulamadan vazgeçemiyor. Çünkü liderler için halkla buluşacak, kitlelere mesaj verilebilecek, bir anlamda ‘gövde gösterisi’ yapılabilcek başka bir mecra yok. Televizyonlar, siyasî mesaj vermek için uygun bir vasıta; ancak orada da kayırmalar olduğu belli. Vatandaş da, kendisinden oy isteyen ‘lider’i dünya gözüyle görmek, hasbihal etmek istiyor...

DP’nin daveti üzerine, Cumartesi günü Trabzon’da düzenlenen mitingi izleme imkânı bulduk. Tabiî ki miting meydanları tek başına bir ‘ölçü’ olmaz ve meydanların ‘sandık’lara ne kadar yansıyacağını kesin olarak söylemek de zor. Ancak eğer bir ölçü olacaksa DP’nin Trabzon mitingini başarılı kabul etmek gerekiyor. Hem kalabalık açısından, hem de meydanı dolduranların mitingdeki konuşmaya katılımı ve tepki vermesi bunun delili sayılmalı.

Cumartesi günü saat 11.00’de başlaması planlanan miting, aşırı yağmur sebebiyle bir saat geç başladı. İstanbul ve Ankara’dan mitingi izlemeye gelen gazeteci arkadaşlarla Trabzon sokaklarında ‘nabız’ yoklarken, bir yandan da, “Acaba miting iptal edilir mi?” sorusunu tartışıyorduk. Çünkü o saatlerde adeta ‘bardaktan boşalırcasına’ yağmur yağıyordu.

Bütün Türkiye ile birlikte, aylardır sıcaktan/ kuraklıktan kavrulan Trabzon’da, o gün yağmur sebebiyle miting düzenlenemeyecek durumdaydı. Miting alanına gelen bazı partililer, ya şemsiye altında ya da kenarlardaki binaların balkonları altında yağmurdan korunmaya çalışıyordu. Hatta çevre ilçelerden mitinge gelen bazı partililer, “Böyle yağmur yağacağını bilseydik mitinge gelmezdik. Bizin köyde yağmur yağmıyordu” diyorlardı. Gökten ‘rahmet’in yağdığı böyle bir günde, Trabzon’daki meydanın dolması ve meydandan yükselen coşku, DP Genel Başkanı Mehmet Ağar’a da moral verdi.

Miting meydanındaki coşku karşısında şaşıranların başında, ‘Karadeniz dalgaları’ndan habersiz medya mensupları vardı. Onları en başta ‘iklim’ şaşırtmıştı. İstanbul ve Ankara’daki ‘sıcak’ havalara aldanıp, tedbirsiz olarak Karadeniz’e gelmişlerdi. Trabzon’daki ilk işleri, birer ‘yağmurluk’ almak oldu. Biz nisbeten ‘tecrübeli’ olduğumuz için Trabzon’a giderken ‘her ihtimale karşı’ ‘mont’umuzu yanımıza almıştık ve işe de yaradı.

Miting meydanında atılan sloganlar ve hazırlanan afişler de Karadeniz insanının ‘pratik zekâsı’nı gösteriyordu. Mahalli deyimlerle süslenen bu afişler, DP Lideri Ağar’ı hem güldürdü, hem de miting konuşması için ‘malzeme’ oldu.

Özelde Trabzon ve genelde de Karadeniz açısından şöyle bir durum daha var: Her ne kadar Anavatan-DYP birleşmesi gerçekleşmediyse de bu bölgede sözkonusu birleşme gerçekleştirilmiş görünüyor. Çünkü DP’nin Trabzon mitingine, Anavatan bayraklarıyla katılan partililer de vardı. Aynı şeyi Rize için de söylemek mümkün. Mesela, Rize Anavatan İl Başkanlığı binası, ‘bağımsız aday’ Mesut Yılmaz’ın posterleriyle süslenmiş... İl yöneticileri fiili birleşmeyi temin etmiş görünüyor. Bu birlikteliğin sandığa ne ölçüde yansıyacağını da 23 Temmuz’da görebiliriz.

Tabiî ki Karadeniz’in başka dertleri de var. Mümkün olursa onları da aktarmaya çalışırız...

10.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004