|
|
M. Ali KAYA |
Bediüzzaman ve Ahrarlar |
|
“Ahrar” kelimesi “hür” kelimesinin çoğuludur. Hürriyetçiler anlamındadır. Bir partinin adı olmayıp hürriyetçi olan herkesi kapsar. Ancak Osmanlı döneminde II. Meşrutiyetin ilânından sonra İttihat ve Terakki Partisinden sonra kurulan ikinci siyasî oluşumun adı da “Ahrar Fırkası”dır.
Osmanlı Ahrar Fırkası 14 Eylül 1908 tarihinde, kuruluş müracaatını yapmış ve dört gün sonra 18 Eylül 1908 tarihinde de resmen kuruluşunu ilân etmiştir. Ahrar Fırkasının yönetim kadrosunda yer alanlar, Nureddin Ferruh, Ahmet Fazıl, Kıbrıslı Tevfik, Melih Said, Namık ve Şevket Bey’lerdir. Genel başkanı olmayan bu partinin Genel Sekreteri Nureddin Ferruh Beydir. Parti kurucuları arasında son Osmanlı Meclis-i Mebusan Başkanı olan Celalettin Arif Bey (1876–1930) de vardır.1 Partinin arka planında ise, Prens Sabahattin, Mizancı Murad Bey ve Hasan Fehmi Bey gibi düşünürler ve fikir adamları bulunmaktadır.
Hızla teşkilatlanan Ahrar Fırkası, komitacılar tarafından taşradaki seçimlere sokulmamış, İstanbul’da yapılan seçimlerde ise, maalesef mebus çıkaramamışlardır. Ancak “Meclis-i Mebusan”da İttihat ve Terakki’den ayrılanlar Ahrar Fırkasını temsil etmiş ve hükümette Ahrar’ların girmesini sağlamışlardır.
Hürriyetçi fikirlerinden dolayı, devletçi olan İttihat ve Terakki’nin hedefi haline gelmiş ve 31 Mart (13 Nisan 1909) ayaklanmasının faturası bu partiye çıkarılmaya çalışılmıştır. Ahrarlar, 1908 Mebus seçimlerine katılmış olsalar da bir varlık gösterememiştir. Daha sonra İttihat ve Terakki saflarından ayrılanlarla Ahrarlar mecliste grup oluşturmuşlardır. 31 Mart olayından sonra kendisini feshetmiştir.
Ahrar Fırkası Jöntürk’lerden olup, İttihatçı olmayan liberallerin ve Prens Sabahattin2 taraftarı “Adem-i Merkeziyetçi” yönetimi isteyenlerin partisi olmuştur. Basındaki destekçileri de Ahmet Samim ve Hasan Fehmi gibi İttihat karşıtı ve hürriyetçilerdi. Bunlar İttihat ve Terakki tarafından su-i kasda kurban gitmişlerdir. 31 Mart olayının faturası üzerlerine yıkılmaya çok çalışılmış, ama bir delil bulunamamıştır. “Divan-ı Harbi Örfî”, 31 Mart olayına katılanları, Ahrar Fırkası mensuplarını da tutuklayarak yargılamış ve bir kısmını idam etmiştir. Bir kısmı da ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardır. 30 Ocak 1910’da yurda dönen parti genel sekreteri Ferruh Bey, fırkanın kapatıldığını ilân eden bir bildiri yayınladı. Bu tarihten sonra, muhalefet boşluğunu Miralay Sadık Bey liderliğinde kurulan Hürriyet ve İtilâf Fırkası doldurmaya başladı.
Ahrar Fırkası daha sonra Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, DP, AP, DYP olarak devam etmiştir. Daha sonra kurulan tüm hürriyetçi partilerin babası sayılır. (Bazıları Serbest Fırkayı sürece dâhil ederler. Ancak Serbest Cumhuriyet Fırkası bir muvazaa partisi olarak kurdurulmuş ve amaca hizmet etmeyeceği anlaşılınca da, kurduran güçler tarafından feshedilmiştir.)
Ahrar Fırkasının temel fikirlerini Prens Sabahattin taraftarı Jön Türklerin savunduğu günümüzde “yerel yönetim” olarak isimlendirilen “adem-i merkeziyet”, yine günümüzde “girişimcilik” olarak övülen “teşebbüs-ü şahsî” ve günümüzde liberalizm denen “hürriyet” fikri oluşturmaktaydı. Prens Sabahattin, Ahrar Fırkasının partiye davetini kabul etmemiş, siyasî partilere karşı eşit mesafede bir mütefekkir olarak kalacağını beyan etmiştir. Ama ne var ki, İttihat ve Terakki Partisi, Prens Sabahattin’in fikirlerini tehlikeli buluyor ve sabote etmeye çalışıyordu. Bilhassa “adem-i merkeziyet” düşüncesini çok tehlikeli buluyordu. Prens Sabahattin’in askerlerin siyasete karışmamaları düşüncesi vardı ki, bu düşünce günümüzde de aynen savunulmakta, ama uygulamaya bir türlü geçilememektedir. Hürriyet ve İ’tilaf Fırkası, Prens Sabahattin’in düşüncelerini doğrudan savunmayan, İttihat ve Terakki’ye karşı olanların kurduğu bir parti idi.
Bediüzzaman ve Ahrarlar:
Bediüzzaman Hazretleri her şeyden önce aktif siyasete karışmamıştır. Ancak siyasî hakların kullanımını, bir vatandaşlık görevi olarak tavsiye etmiştir. Bizzat kendisi de siyasî tercihini belirterek, fikir ve düşüncelerini açıklayarak ve oy kullanarak göstermiştir. Siyasîlerin kendisine vereceği görevleri ise nazik bir lisan ile reddetmiştir.3
Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin partilere bakışı şahıs ve parti odaklı değil, fikir ve düşünce odaklıdır. Bunun için İttihat ve Terakki Fırkasının “hürriyet, adalet ve müsavat” fikrini desteklemiş ve bu kavramların içini doldurmaya çalışmıştır. Haksızlık ve istibdada yönelmesini ise, tenkit ederek yöneticilerini ikaz etmiştir. Aynı şekilde “Ahrar Fırkası”nın “teşebbüs-ü şahsî ve adem-i merkeziyet” fikrini benimsemiş ve bunların da içini doldurmaya çalışmıştır. Prens Sabahattin’in “adem-i merkeziyet” düşüncesini de güzel, ama zamansız bir fikir olduğunu açıkça belirterek gerekli ikazlarını da yapmıştır.4
Bediüzzaman Said Nursî Ahrar fırkasının İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti ile mânen müttehit olduğunu ifade etmiştir. 31 Mart 1909’da olaylardan Ahrar Fırkasını da sorumlu tutanlar her ne kadar bunu ispat edemedi iseler de, Bediüzzaman’ı yargıladıkları gibi yargılayarak, haksız şekilde cezalandırmışlardır. Bediüzzaman “Divan-ı Harb-i Örfî”deki müdafaası ile beraat etmiştir. Bu mahkemede, İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nin tarifini yapmıştır. Bu tarife göre her mü’min, İttihad-ı Muhammedî’nin mânen üyesidir. Yoksa bozguncuların ve isyancıların girdikleri ve siyasete âlet ettikleri “Şeriat ve İttihad-ı Muhammedî” cemiyeti ile bir ilgisi yoktur. Bediüzzaman “Şeriat” adına ve “İttihad-ı Muhammedî” ismi altında siyasî faaliyetlerin yapılmaması için çok gayret etmiştir; ama buna engel olamamıştır.5 Kendisi de mânen tarif ettiği “İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti”nin üyesi olduğunu ifade etmiştir.6
Bediüzzaman’a göre Ahrar ve Demokrat olmanın gereği “Şeâir-i İslâmiyeye” taraftar olmaktır.7 Demokratlar, Şeâir-i İslâmiyeden olan “Ezan-ı Muhammedi”yi ilân etmekle Nur Talebelerinin manevî desteğini hak etmişlerdir. Bunun için “Nurcular, Demokratlara bir nokta-i istinattır.”8 Ama ne var ki, Ahrarlar iki defa başa geçtikleri halde, İttihatçıların mason kısmı onlara müthiş darbe vurarak az bir zamanda onları devirdiler. Demokratlara da aynı şekilde iki müthiş darbe vurmaya hazırlandıklarını ifade etmiştir.9 Gerçekten de 1960 darbesi ile Demokrat Parti, 1980 ihtilâli ile de onların devamı olan Adalet Partisi, İttihatçıların devamı olan CHP ve onlara destek verenler tarafından iktidardan uzaklaştırılmışlardır.
Ahrar Fırkası iki defa seçime girmiş ve hükümete ortak olmuştu. 1909 Ahrar Fırkası mensupları 31 Mart olayı kendilerine yıkılarak iktidardan uzaklaştırıldı ve parti kapatıldı. 1913’de Hürriyet ve İtilaf Partisi “Bab-ı Âlî” baskını ile iktidardan uzaklaştırıldı. 1946’da kurulan ve 1950’de iktidara gelen DP, Ahrarların yeniden dirilmesidir.10 Bediüzzaman’ın “hürriyetçi demokrat” misyona sahip olan fırka yaklaşımını esas aldığımız zaman ANAP ve AKP’nin Ahrarların ve Demokratların devamı olmadıklarını görürüz. Çünkü her iki parti de, “Şeâir-i İslâmiye”yi ihyaya yönelik herhangi bir icraatta bulunmadıkları gibi, Demokratların kazanımlarını dahi koruyamamışlardır.
Bediüzzaman, yine Demokrat ve Ahrar tanımı ve tarifi çerçevesinde “eski tahribatı tamire başlamak”, “hürriyetperver olmak” ve “Nur ve Nurcuları takdir etmek” gibi kıstasları da ortaya koyar. Bu sayılan vasıflara sahip olan siyasî oluşuma daima dua ettiğini ifade eder. Gelecek ile ilgili temennisini de “İnşallah, o Ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp, tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar”11 şeklinde özetler.
Dipnotlar:
1- Celalettin Arif Bey (1876–1930): TBMM’ye I. Dönem Erzurum Milletvekili olarak gelen Celalettin Arif Bey 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışını yapan ve oturumunu yöneten Meclis Başkanı’dır. Daha sonra Adalet Bakanlığı ve II. Meclisin de başkanlığını yapmıştır. 1921’de Roma Büyükelçiliğine atanmıştır.
2- Prens Sabahattin (1878–1948): Saraya mensup olan bir aileden olduğu için kendisine “Prens” lakabı verilmiştir. Liberalizmin Osmanlı temsilcisidir. Hürriyet içinde “Teşebbüs-ü Şahsî ve Adem-i Merkeziyet” yani “Girişimcilik ve Yerel Yönetim” fikirleri ile Osmanlıyı etkilemiştir. Ahrar Fırkası, Hürriyet ve İtilaf Fırkası gibi partilere ve “Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet”i savunun bir çok Liberal dernek ve kulüplere akıl hocalığı ve fikir babalığı yapmıştır. Taraftarları ayrıca “Nesl-i Cedit” (Yeni Nesil) adında bir de kulüp kurmuşlardır. (1908–1911) Onun yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılmasına dair görüşleri çok tartışıldı. Bu tartışma o günün şartlarında Sabahaddin’in değişik şekillerde suçlanmasına neden oldu. Bu konuya dair bir mektup yayınlayan Bediüzzaman Said Nursi, Sabahaddin’in yanlış anlaşıldığını yazdı. “Prens Sabahaddin Bey’in su-i telakki olunan güzel fikrine cevap” başlıklı mektubunda fikirlerinin güzel olduğunu fakat ayrılıkçı hareketlerin yoğun olduğu bir dönemde bu fikirlerin uygulanmasının yanlış sonuçlar getireceğini, Osmanlı devletinin parçalanmasını kolaylaştıracağını belirtti. (İçtima-i Reçeteler-II, 253) Anadolu’nun işgalinden sonra 1918 yıllarında yazılarıyla “Kurtuluş Savaşını” destekledi. 1924’te Osmanlı hanedanı yurtdışına çıkarılınca İsviçre’ye yerleşti. Orada yoksulluk içinde yaşadı. İsviçre Alplerinin yamacındaki Colombier köyünde 1948’de vefat etti. Öldüğünde yastığının altından Türk bayrağı ve Kur’an-ı Kerim çıkmıştı. 1952’de mezarı nakledilerek Eyüp mezarlığındaki babası Mahmut Celaleddin Paşa’nın kabri yanına defnedildi. Eserleri: “Teşebbüs-ü Şahsi ve Tevsi-i Mezuniyet Hakkında Bir İzah.” (1908) “Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Hakkında İkinci Bir İzah.” (1908) “Mesleğimiz Hakkında Üçüncü ve Son Bir İzah.” (1911) “Türkiye Nasıl Kurtarılabilir.” (1918)
3- Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası, 426
4- Şener Boztaş, İstanbul Siyaseti, KÖPRÜ, Yaz 1994 / Sayı: 47
5- Bu konuda Bediüzzaman Said Nursi’nin Divan-ı Harb-i Örfî isimli eserindeki müdafaasını ve kitabın tamamını iyi okumak gerekir. (Bediüzzaman Said Nursi, Divân-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neşriyat- İstanbul–1998)
6- Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası, 271
7- Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası, 271
8- Emirdağ Lahikası, 271
9- Emirdağ Lahikası, 271
10- Latif Salihoğlu, Ahrar Fırkası, Yeni ASYA, 18.09.2006
11- Emirdağ Lâhikası, 267
08.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
İsmet Bey: “İşârâtü’l-İ’câz’ın 43. sayfasındaki suale verilen cevapta ‘Üç şey içtima ederse beş olur’ deniyor. Bu nasıl oluyor? Açıklar mısınız?”
Maddî olsun, manevî olsun, her şeyde ve her hususta yardımlaşmanın ve el birliği yapmanın büyük bir güç meydana getirdiğini ve büyük bir kuvvet yoğunlaşması sağladığını kaydeden Bedîüzzaman Hazretleri, bunu aksetme ve yansıma sırrıyla izah eder. Saîd Nursî Hazretleri beyan eder ki, az şey bile bir araya gelse, yansıma sırrıyla çok hükmünde olur. Üç güzellik yan yana gelse beş güzellik gibi tesir meydana getirir. Beş şey bir araya gelirse, on hükmüne girer. On şey birleşirse, kırk katı kadar bir güç meydana getirir. İki aynayı birbirine mukabil tuttuğunuzda, bir biri içinde sayısız aynalar görünür. Keza iki-üç güzel şey birleşirse, çok güzellikler onlardan doğar. Bundandır ki, insanın içinde yardımlaşmaya, birleşmeye ve kaynaşmaya fıtrî bir meyil vardır.1 Nitekim Cenâb-ı Hak insanlara iyilikte yardımlaşmayı ve el birliği yapmayı emreder.2
Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, Mekke’nin fethi için sefere çıktığında Kubeyd mevkiinde konakladı ve burada ordusunu savaş düzenine koydu. Sancaklar ve bayraklar bağlayarak onları bölüklere ayırdı. Gece olunca da her bir askere ateş yakmasını emretti. Bir anda on bin asker tarafından on bin ateş yakıldı. Ateşler göz kamaştırıcı bir manzara oluşturmuş, Mekke’ye muhteşem bir ateş donanması olarak gözükmüştü. Yüz binlik bir ordu ihtişamı vermişti. Hiçbir şeyden haberi olmayan Mekkeli müşrikler dehşete ve telâşa girdiler, Mekke’nin çepeçevre sarıldığı korkusuna kapıldılar. Bu muhteşem orduyla savaşmak yerine teslim olmaya razı oldular. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm da Mekke’ye kan akıtmadan girdi ve herkese af ilân etti. Affedilenler bir bir gelip İslâm dini ile şereflendiler.3
***
Eyüp Bey: “Dili peltekleşen birisi namazda kıraati nasıl yapar? Eksik okuma ile namazı sahih olur mu? Olmadı diye vesvese konusu yapılır mı?”
Dilin peltekliği bir özürdür. Özür sahipleri ise, özürleri derecesinde mâzurdurlar, mâsumdurlar. Bilindiği gibi Peygamberlerden Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm’ın dili de ağdalı idi ve Cenâb-ı Hakka şu duâyı yapmıştı: “Rabbi’şrahlî sadrî ve yessir lî emrî, va’hlul ukdeten min lisânî, yefkahû kavlî.” (Rabbim, gönlüme genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimin bağını çöz. Ki sözümü anlasınlar.”4 Cenâb-ı Hak da Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın duâsına karşılık: “Ey Musa! İstediğin sana verildi” buyurmuştu.5
Şüphesiz duâları işiten de, hikmeti gereğince kabul eden de Cenâb-ı Hak’tır. Biz duâ etmeye devam edeceğiz. Üstad Saîd Nursî Hazretlerinin ifade ettiği gibi, duâları kabul etmek ve istediğin aynı şeyi vermek Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir.
Unutmamalı ki, duâ bir ibadettir. İbadetin, meyvesi âhirette alınacaktır. Dünyevî maksatlar ise, o nevî duanın ve ibadetin hususî vakitleridirler; o maksatlar, duâların hakikî gayeleri değildirler. Duâ çok edildiği halde problem çözülmezse, “Duam kabul olmadı” denilmeyecek; “Duânın vakti bitmedi!” denilecektir. Eğer Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle problemi çözerse, şifa verirse, dilimizin bağını çözerse baş göz üstüne. O zaman duânın vakti bitmiş olur. Aksi durum ise, duâya devam etmemiz gerektiğine işarettir.6
Diğer yandan, Kur’ân-ı Kerim birçok âyetinde, teklif-i mâlâyutak olmadığını ilân eder.7 Yani İslâm bize gücümüzü aşan bir şeyi yapmamızı teklif etmez; bu konuda bize kolaylık tanır. Yani özür ve mazeret sahibiysek eğer, yapabildiğimiz kadarından sorumluyuz. Yapabildiğimizi yapmaya çalışalım; yeter. Cenâb-ı Hakkın, eksiklerimizle kabul edeceğinden umudumuzu kesmeyelim. Allah’ın, bizim amelimizden ziyade, kalbimize baktığını unutmayalım.
Dilimiz peltekleşiyor ise; bir yandan duâlarımızı eksik etmeyelim ve Cenâb-ı Mevlâ’mızdan dilimizin düzelmesini isteyelim, bunun için gerekirse ve bir çare varsa doktora gitmeye devam edelim; diğer yandan yapabildiğimiz kadar ibadetlerimize devam edelim. Endişeye ve vesveseye asla yer vermeksizin, yapabildiğimizle amel edelim. Olmadı diye vesvese konusu yapmamıza asla mahal yoktur. Özürden dolayı eksik okuma ile namaz bozulmaz; namaz inşallah sahihtir.
Duâ
Ey yerde her yürek taşıyanı, gökte her can taşıyanı rızklandıran! Ey sabırsızın, şükürsüzün, günahkârın, fasığın, kâfirin ve mücrim kullarının rızkını kesmeyen! Ey yerin karanlıklarında, uzakların bilinmezliklerinde, göklerin katlarında, âlemlerin derununda, nice bilinmeyenin, nice görünmeyenin, nice çaresizin, nice açın, nice susuzun rızkını eksiksiz lütfeden! Ey gökyüzünü nurla, yeryüzünü yağmurla, ölenlerimizi rahmetle, kalanlarımızı sıhhatle, selâmetle, şefkatle rızklandıran! Ey Rezzak-ı Rahîm! Bize helâl rızk ver! Rızkımız semada ise indir, yerde ise çıkar, uzakta ise yakınlaştır, yakında ise kolaylaştır, az ise çoğalt, çok ise bereketlendir ve bizi şükürden ayırma! Âmin!
Dipnotlar:
1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 43 2- Mâide Sûresi, 5/2 3-Suruç, Salih, Peygamberimizin Hayatı, 2/488 4- Tâhâ Sûresi, 20/25-28 5- Tâhâ Sûresi, 20/36 6- Sözler, s. 286, 287 7- Bakınız: Bakara Sûresi, 2/233, 286; En’am Sûresi, 6/152; A’râf Sûresi, 7/42; Mü’minûn Sûresi, 23/62; Talâk Sûresi, 65/7
08.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah'a asker olmak |
|
Dünkü yazımızda Rusya’nın Baltiysk şehrinde yıllardır dinsizliğin sultası altında ezilen, dine susayan askerlerin dâvetleri üzerine 120 kadar Rus askerine Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur’lardan yapılan derslerden bahsetmiş, Albay İvan İvanoviç’in okunan ders üzerine heyecanlandığını söylemiştik.
Neydi bu ders ve albay İvan İvanoviç niçin heyecanlanmış, askerlere neler söylemişti?
Ders, Altıncı Söz’den (Sözler) Rusça olarak yapılmaktaydı. Tam, “Allah’a abd ve asker olmak, öyle bir lezzetli şereftir ki tarif edilmez. Vazife ise yalnız bir asker gibi Allah namına işlemeli, başlamalı, vermeli ve almalı ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli” ifadelerine gelmişti ki heyecanlanan albay, hemen ayağa kalkmış, askerlere hitaben şöyle demişti:
“Şimdi tam Allah’a asker olmak zamanı!”
Askerler de hep bir ağızdan, “Evet, evet, Allah’a asker olmak zamanı” diye karşılık vermişlerdi.
Görüldüğü gibi Rus askerleri de Kur’ân’a susamışlar, büyük bir iştiyakla sohbetlere katılıyorlar. Nur talebesi Resul Amin diyor ki: “Bu sohbetten tam iki gün sonra Kallingrad’ın üç başka askerî şehrinden telefon geldi. Bizi sohbete dâvet ettiler. Şimdi ayda tam dört yerde askerlerle devam eden dinî sohbetlerimiz var.”
Komünizm Rusya’sının o dehşetli dönemlerinde Rusya’nın bu hâle geleceğini rüyasında bile görse kim inanırdı?
Bu Kur’ân tefsirlerinin müfessiri Bediüzzaman, Rusya’da kaldığı esaret yıllarında Rus askerlerine İslâmı anlattığında—yanındaki esaret arkadaşı Mustafa Yalçın’ın belirttiğine göre,—“Anlamazlar ki, anlatmaya çalışıyorsunuz?” sorusu üzerine sanki bugünkü askerlere anlatıyormuşcasına, “Şimdi anlamasalar da gelecekte bunlar da Müslüman olurlar” dermiş. 1952-53 yıllarında kendisini ziyarete gelen Kafkasyalı ziyaretçilere de tesellî sadedinde, “Merak etmeyiniz, bir zaman gelip yollar açılacak, gidip gelmeler olacak” diye müjde verirmiş.
Bediüzzaman, insanın doğuştan hakkı aradığını söyler ve bilhassa yirminci yüzyılın dehşetli savaşları sonucu hak dini bulmak için uyanan bu meyli, istikbalde insanlığın fıtrî dininin İslâmiyet olacağına güzel bir başlangıç olarak görür.1 Hatta insanlık öylesine hakka yönelir ki, yıllardır ateizmin babalığını yapan Rusya bile bu hakikatlere teslim olmaktan başka çare bulamaz. Şöyle der Bediüzzaman: “Kat’iyen dinsiz bir millet yaşamaz, Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile müsalaha veya tâbî olabilir.”2
Rusya’nın bugün geldiği nokta bu tespit ve önsezileri doğrulamıyor mu?
Dipnotlar:
1- Münazarat, s. 86.
2- Emirdağ Lâhikası, 2:311.
08.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Üç nakba |
|
5 Haziran 1967 savaşı üzerinden tam 40 yıl geçti. 1967 savaşı Arapların tarih boyunca aldıkları en büyük yenilgi değilse bile en büyüklerinden birisidir. Birkaç Arap ülkesi İsrail karşısında darmadağın olmuştur. Ama nifak cereyanı bunu da örtbas ederek hezimet değil de arizî bir yenilgi (nekse) gibi takdim etmeye kalkışmıştır. İçeride halkına envaî çeşit zulüm tattıran Abdunnasır ve Abdulhakim Amir, tarih boyunca Araplara yaşamadıkları bir utanç ve hezimet tattırdılar. Hezimetin ardından birisi intihar etti, diğeri de istifa etti. 40 yıl sonraki belgeseller Nasır’ın ağzından istifasını gündeme getiriyor. Tok sesiyle ‘bütün siyasî görevlerimden çekiliyorum’ açıklaması yapıyor. Ama gariban şarklılar ister tertip, isterse kendiliğinden olsun Nasır’ın imdadına yetişiyor ve nümayişlerle onun geri gelmesini sağlıyorlar. Ama Nasır bundan sonra siyasî kadavra olmuştur. İflah olmuyor ve ancak 3 veya 4 yıl daha yaşıyor. Geride sakil bir miras bırakıyor. Fakat onun devriyle birlikte Arap dünyasındaki karizmatik liderler kuşağı da sona eriyor. Onun ardından ideolojik ve kitleleri teshir eden ve peşinden sürükleyen gerçek lider kuşağı da kayboluyor. Geride ‘husale’ dedikleri döküntüler veya teknokratlar ve kendi söylediklerine inanmayan tipler kalıyor.
Nasır’ın karizmasına mukabil o dönemde halkta da büyük bir romantizm var. Kitleler de liderlerine inanıyorlar. Konuşmalarıyla galeyana geliyorlar. Hatta tapınma derekesinde. Lider kültü alıp başını gidiyor. Evet Nasır’ın siyasî mirâsını çalkaladığımızda birçok başarısızlık birden görülüyor. Karizması kadar hezimeti de büyük oluyor. Fakat Nasır bu hezimetin adını açıkça koymak yerine bunu itiraftan kaçınıyor ve hezimet ve yenilgi yerine “nekse” ifadesi kullanıyor. Geçtiğimiz günlerde Cezire’de ‘el hayatu ve’ş şeria’ programında Yusuf el Karadavi’yi dinlerken bu konuyla bir kez daha karşılaşıyorum. O da bu kandırmacaya temas ediyor ve yaşanılanın bir nekse (çatışmayı kaybetme) değil kelimenin tam anlamıyla bir hezimet ve topyekün yenilgi olduğunu söylüyor. Bunun sonucunda Mısır, Sina Yarımadasını kaybediyor. Bununla da kalmıyor İsrail, Doğu Kudüs’ü de işgal ediyor. Golan Tepeleri ve Batı Şeria da yine işgal edilen bölgeler arasında yerini alıyor. Bir belgeselde ifade edildiği gibi İsa Ezzavi gibi 104 yaşındaki hareket edemeyen kötürüm insanlar kaçamadıkları için İsrail askerleri tarafından tek kurşunla infaz ediliyorlar.
***
1967 savaşının bilinmeyen esrarı çok. Bunlardan birisi de, Arap cephesinde siyasî liderlik ile askerî liderlik arasındaki kopukluk. Bir de savaşın ansızın patlak vermesi ve bütün Arapların gafil avlanması boyutu var. Bu çerçevede İsrail uçakları, daha havalanamadan Mısır’ın hava filosunu vuruyor ve devredışı bırakıyor. Bunun üzerine temas hattındaki Mısır ordusu tamamen hava şemsiyesinden ve korunmasından yoksun kalıyor ve İsrail uçakları açık hedef haline gelen Mısır askerlerini biçiyor. Esir aldıklarını da daha sonra korkunç bir şekilde savaş kurallarına aykırı olarak öldürüyor. Sonuçları itibarıyla korkunç bir savaş. Ve sonuçları 40 yıla damgasını vurmuş durumda.
Bu savaş bölgedeki stratejik dengeyi de altüst ediyor. 5 Haziran’a kadar Araplar İsrail’den daima ‘sözde devlet/ ed devletü’l mez’ume’ diye bahsediyorlar. 1967 yenilgisinden sonra İsrail devleti bir vakıa haline geliyor. Sözde devlet özde devlet haline dönüşüyor. Yenilmezlik vasfı kazanıyor. Aslında Karadavi’nin temas ettiği gibi bu bir “nekse” yani geçici kayıp olmayıp bilâkis “nakba” diye ifade edilen bir felâket ve hezimettir. Karadavi 1967’yi ikinci hezimet veya nakba olarak değerlendiriyor. Ben ise üçüncü nakba olarak görüyorum. Birinci nakba, Osmanlı devletinin yıkılması ve bölgeden çekilmesidir. Bu itibarla, Allanby’nin bir tarafında Massignon diğer tarafında Lawrence ile birlikte 1917’de Kudüs’e girmesi birinci nakbayı remzeder. İkincisi, 14 Mayıs 1948 İsrail’in kurulmasıdır. Üçüncüsü de, 5 Haziran 1967 hezimetidir. Diğer iki nakbanın sebebi birinci nakbadır.
***
Neden Arapların apansızın İsrail’in saldırısına yakalandıklarına dair en çarpıcı ayrıntıyı Yahudi asıllı Fransız gazeteci ve Özal döneminde ülkesini Ankara’da temsil eden Eric Rouleau takdim ediyor. Amerikalılar diplomatik alanda farklı, istihbarat alanında farklı davranarak Arap karar alma mercilerini şaşırtıyor ve felç ediyorlar. Buna göre, 3 Haziran 1967’de Amerikan Büyükelçisi Eric Rouleau’ya Akabe Körfezi’nin İsrail tarafından kullanımı konusunda Mısırlıların esneklik gösterdiklerini ve Zekeriya Muhyiddin ile Moşe Dayan’ın 7 Hairan’da Washington’da buluşacaklarını haber veriyor. Aslında burada Rouleau, Arapları şaşırtma amaçlı olarak Amerikalılar tarafından kullanılmış oluyor. Tam da aynı sırada CIA ve diğer Amerikan istihbarat kuruluşları İsrail’i baskın bir savaşa hazırlamaktadırlar.
Mısırlılar Washington müzakerelerine hazırlanırken İsrail savaşa hazırlanmaktadır ve bunun sonucunda korkunç bir yıkım ve korkunç bir kıyım olur. Amerikalılar Irak’ta da aynısını yaptılar. Türkiye’ye karşı da İsrail-ABD ikilisi aynı poliitikaları izliyor. İbret alanlar için tarih ibret aynasıdır.
08.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Rus da dinsiz kalamaz |
|
Gorbaçov’un “glastnotst/yenilenme” politikaları neticesinde dağılan Sovyetler Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), uzun yıllar Türkiye’nin ‘düşman listesi’nin başında yer aldı. 1940’lı yıllarda Türkiye’den ‘toprak talebi’nde de bulunmuş olması ve komünist sistemle yönetilmesi de bu ‘düşman’lığın devamını sağladı.
1990 sonrası SSCB dağılıp, birliği oluşturan ülkeler ‘bağımsız’ olunca; başlangıçta “Din öldürülecektir” diyenlerin kurduğu sistemin, İslâm karşısında döküldüğü ve git gide İslâma teslim olmaya başladığı görüldü. Birliğin çekirdeğini oluşturan Rusya’nın dahi, çoğalan Müslüman nüfus sonrası İslâm Konferansı Teşkilâtına ‘üye’ olmayı talep etmesi bunun bir göstergesiydi. Ramazan ve Kurban Bayramlarında camilerden sokaklara taşan cemaat de, Rusya’nın İslâma teslim olma sürecine girdiğinin işareti olsa gerek. Yakın zaman önce, Rusya’nın önde gelen gazetelerinden İzvestia, Rus asıllı 300 bin (üçyüz bin) kişinin Müslüman olduğunu yazmıştı. 1993 yılına kadar başşehir Moskova’da bir cami, bütün Rusya’da ise 300 cami varken, bugün bu sayı Moskova’da 20, bütün Rusya’da 6 bin sayısına ulaşmış. (Yeni Asya, 3 Mayıs 2007)
Bu gelişmeler, Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin yıllar önce verdiği müjdeyi hatırlatıyor:
“İki dehşetli Harb-i Umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle, kat’iyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir musalâha veya tâbi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur’ân’a kılıç çekemez. (Emirdağ Lâhikası, s. 311)
Üstad Bediüzzaman, yıllar önce bu müjdeli haberi verirken, Risâle-i Nur’lar son günlerde Rusya’nın da gündemini meşgul ediyor. Rusya’da Risâle-i Nur’ların yasaklanmasına çalışanlar bilmeyerek bunların ülke gündemine girmesine sebep oldu. Milliyet’in “Rusya, Nurcuları tartışıyor” başlıklı haberinde şöyle denilmiş:
“Rusya’da Said Nursî’nin kitaplarının yasaklanmasının perde arkasında Nurcu hareketinin güç kazanmasını önleme düşüncesinin yattığı ileri sürülüyor. Nezavisimaya gazetesi, dün yayımladığı ekinde yasak kararına tam sayfa ayırdı ve uzmanların görüşlerine yer verdi. Kitapların aşırı unsurlar içerdiği ve okuyanları intihar eylemcisi olmaya sürükleyebileceği gerekçesiyle yasaklanması uzmanları ikiye böldü. Tataristan Başkanlık danışmanı Rafael Hekimov, ‘Nursî’nin kitapları Rusya’nın ne güvenliğini ne de toprak bütünlüğünü tehdit ediyor. Eserlerinde başka dinler ya da devletler aleyhinde de bir şey yok’ dedi. Carnegie Vakfı uzmanlarından Aleksey Malaşenko, ‘Herhangi bir tehdit oluşturduklarını düşünmüyorum’ diye konuştu. Moskova Belediye Meclisi Etnik İlişkiler Komisyonu üyesi Georgiy Engelgard ise yasak kararının Nurcuların Rusya’da daha da güç kazanmasını engellemeyi amaçladığını savundu.” (Cenk Başlamış’ın haberi, 7 Haziran 2007)
Risale-i Nur eserlerinin Rusya’da okunmasını ve yayılmasını engellemeye gayret edenler, bu niyetlerinin aksiyle ‘tokat’ yiyecek ve inşallah bu nurlar, bütün dünyada daha fazla bilinip okunacak. Çünkü Risâle-i Nur’lar, asrın insanının ihtiyaçlarına cevap veren bir Kur’ân tefsiridir.
Bu tartışmalar, “Din öldürülecektir” diyen eski Rus yöneticilerinin gerçekte kendi fikirlerinin öldüğünü bir defa daha göstermiş oldu... Bütün güzellikler Rabbimizin fazlındandır...
08.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Hukukun tükenişi |
|
Dünkü yazının sonunda duyurduğumuz gibi, Aktulga ailesinin açtığı ve mahkûm edildiğimiz tazminat dâvâsındaki hak arayışımızda, son aşama olan tashih-i karar talebimizin reddiyle, Türkiye’deki hukuk yollarını tüketmiş olduk.
Atatürkçülüğü ve 10. Yıl Marşını kriter olarak gösteren mahkûmiyet kararını, “dayandığı kanıtlarla yasaya uygun” bulan ve “özellikle delillerin değerlendirilmesinde isabetsizlik görülmemesi” nedeniyle temyiz itirazımızı reddeden Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, tashih-i karar talebimizi ise çok daha farklı bir gerekçeyle reddetti.
Bu son kararın gerekçesi, Hukuk Usulü Yargılama Kanununda yapılan değişiklikle, 6580 YTL’nin altında kalan tazminatlarda tashih-i karar yolunun kapatılmış olması. Ama bu gerekçe de, Dairenin evvelce onayladığı tazminat kararında hükmedilen rakamlarla örtüşmüyor.
Çünkü o rakamlar, masraflar hariç, 10.500 YTL tutarında bir tazminatı öngörüyor. (Ve bu rakam bilâhare, faiziyle iki buçuk katına çıktı.)
Dolayısıyla, dâvânın başından bu yana süregelen hukuk dışılıklara, tashih-i karar talebimizin reddinde böylesine fâhiş bir hesap hatası yapılması gibi bir skandal da eklenmiş oluyor.
4. Daire, Ankara 14. Asliye Hukuk Mahkemesinin hakkımızda verdiği tazminat kararını oybirliğiyle onamıştı. Tashih-i karar talebinin reddinde ise heyet bir fire verdi. Üyelerden Mehmet Uyumaz, karşı oy açıklamasıyla karara muhalif oy kullandı.
Karşı oy yazısında belirtilen gerekçelerin özeti:
“Karara dayanak gösterilen yasa değişikliği, dâvânın açıldığı tarihten sonra gerçekleşmiştir. Yargılama hukukuna hakim kural, her dâvânın açıldığı tarihteki koşullara göre çözümleneceği ilkesidir. Yanlar arasındaki uyuşmazlığın ortaya çıktığı tarihte hak aramanın bir uzantısı olan yasal yollara sonradan çıkarılan bir yasa maddesi ile sınırlama getirmek hukuken kabul edilemez ve kazanılmış hak ilkesine aykırı olur. Kaldı ki, olayda yasanın getirdiği böyle bir düzenleme de bulunmamaktadır.
“Dairece varılan sonucun hiçbir yasal ve hukukî gerekçesi, hattâ bilimsel dayanağı yoktur. Bu sonuçla, tarafların uyuşmazlığa düşmesi üzerine açılan dâvâ tarihindeki yasal ve hukuksal hak arama yolları, dayanaksız biçimde elinden alınmaktadır. Yazılan kararda da uygun bir gerekçe gösterilememektedir. (...) Dilekçenin reddi biçiminde varılan sonuç doğru değildir.”
Gerçi dosyadaki karar metninde yer alan tazminat miktarının yasa değişikliğiyle getirilen sınırın altında mı, üstünde mi olduğuna bakma zahmetine bu üye de girmemiş, ama karşı oy gerekçeleri yeni ve çok önemli bir hukuk ihlâlinin daha altını çiziyor: Tashih-i karar talebimizin reddi, dâvânın açıldığı tarihte kullanabilir durumda olduğumuz bir hak arama yolunun, bilâhare hukuka ve yerleşik uygulamaya aykırı biçimde elimizden alınması anlamına geliyor.
Aslında bu dâvâ başından itibaren, hem usul, hem de esas yönlerinden iç içe geçmiş ciddî ve vahim hukuk ihlâlleriyle bu noktaya geldi.
İnancımız o ki, eğer hukuk sistemimiz objektif ve evrensel kriterlere uygun işlemiş olsaydı böyle bir netice ile asla karşı karşıya kalmazdık.
Umarız, Ankara’da yapılan hukuk ihlâli Strazbourg’da düzelir; yanlış karar AİHM’den döner.
08.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Hacı Özilhan |
|
İşadamı Tuncay Özilhan bir dönem, ekranlara “Çırak” programıyla arz-ı endam etmişti (CNN Türk).
Fakat devam etmedi. Programı yayından kaldırıldı. Tutmadı. Çünkü orijinal versiyonu Amerikan rüyasına dayanıyordu.
Türkiye’de Amerikan rüyası olur mu? Tartışılır...
Programın orijinal versiyonu ABD’li işadamı Donald Trump’lı Çırak’tı. Program uzun bir müddet ratinglerde hatırı sayılır bir rakam elde etti. Şimdi devrini tamamladı.
Özilhan, daha önce TÜSİAD başkanlığı görevini üstlenmişti.
Kimi zaman “reklamlar”da da rol aldı...
Aynı zamanda eski “basketbolcu”lardan Özilhan, şimdi Efes Pilsen takımının başkanı.
Kimileri onun için “Türk komprador burjuvazisinin lideri” der.
Niçin bunları yazıyoruz durup dururken diye sual eden olabilir.
Özilhan aynı zamanda alkollü bir içecek firmasının sahibi. Rusya’da satın aldıkları bira şirketin üretim kapasitesiyle yüzde 18’lik pazar payına bile sahip.
Önceki gün annesi vefat etti. Kocaman gazeteler verilen “taziye” ve bu günkü gazetelerde yayınlanan “başsağlığı” ilanları dikkatimi çekti:
“Hacı Türkan Özilhan” diye isimlendiriliyordu.
“Hacı” vurgulaması acaba insan vefat edince mi bir özellik kazanıyor?
“DAMIZLIK”
Avukat Kezban Hatemi öfkeliydi. Seçim adayların tartışıldığı bir programda, İbrahim Tatlıses’in adaylığını şiddetle kınıyordu.
Öfkesine mi yenildi bilinmez, ağzından “damızlık” benzetmesi çıkıverdi.
“Arkamda 27 kadın var diyen bu adam meclise girmemeli” diyordu. (Çapraz Ateş, Fox TV)
Hararetli tartışmalar gecenin ilerleyen saatine taşınınca, izlemedim.
İzlemediğim bölümlerde ise Tatlıses, telefonla yayına katılarak “damızlık” kelimesine açıklık getirmesini istemiş Hatemi’den.
Tatlıses örf ve âdetlere bağlı bir kişi olduğunu, mağarada doğduğu halde bunu hazmettiğini söylemiş ve:
“Ahlâkî durum dediniz. Aynaya baktığım zaman kendimin ne olduğunu biliyorum. Kezban Hanım, benim nerde ahlâksız olduğumu gördünüz ablacım. Ben size ahlâkı öğreteyim” demiş.
Bu sözlerin üzerine Hatemi, Tatlıses’in iki program önce “Arkamda 27 kadın var” dediğini iddia etti. Yavaş yavaş sinirlenmeye başlayan Tatlıses, Hatemi “ablası”na “kulaklarını yıkatması”nı söylemiş.
Daha sonra, ipler gerilmiş, filan...
Dememiz o ki: Türkiye’de yayınlanan televizyon programları ünlü insanları farklı şekilde yansıtıyor. Kimini “abartarak,” kimini de “olduğunun dışında” göstererek...
Her iki halde, bu sebepler bir ünlüyü yoldan çıkarmak için yeterli sebep.
O yüzden değil mi ki, kendini “ünlü” sananlar “zamanla” “ne oldum” delisi oluveriyor!
08.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|