|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Firavun "Ben merâmını anlatmaktan âciz şu zavallıdan daha hayırlı değil miyim?"
Zuhruf Sûresi: 52
|
08.06.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Sohbet toplantılarının hakkını Allah'ı çok çok zikre-derek, yolunu kaybedenlere yol göstererek ve harama bakmayarak ödeyiniz.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 187
|
08.06.2007
|
|
Uyanan insanlığın Allah’ı tanımaktan başka çaresi yok
Hem nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur. Çünkü, acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten hâricî ve dahilî düşmanlara karşı istinat noktası; ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta müptelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına medet ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni-i Âlemi tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok...
Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî, mânevî kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.
Hâsıl-ı kelâm: Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hadiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidadını hissetmiş. Ve insan, acip cemiyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış. Belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfî gelmediğini herkes bir derece hissetmeye başlamış.
Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse: “Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak; fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir sûrette bir idam senin başına gelecek.” Elbette hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayâli, sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak.
İşte bu nükte içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir dîn-i hakkı aramak meyli çıkmış. Herşeyden evvel, ölüm idamına karşı dîn-i haktaki bir hakikati arıyor ki kendini kurtarsın. Şimdiki hal-i âlem bu hakikate şehadet eder.
Kırk beş sene sonra, tamamıyla beşerin bu ihtiyac-ı şedîdini, dinsizliğin zuhuruyla küre-i arzın kıt’aları ve devletleri birer insan gibi hissetmeye başlamışlar.
Hutbe-i Şâmiye, s. 30-32, Y.A.N.
Lügatçe:
Sâni-i Âlem: Âlemi sanatla yaratan Allah.
kuvâ: Hisler, melekeler.
intibah: Uyanma.
istinat: Dayanma, dayanak.
ihtiyâcât: İhtiyaçlar.
istimdad: Yardım isteme, medet umma.
câmi: Kapsamlı, geniş.
kuvve-i hayaliye: Hayal etme kabiliyeti.
saadet-i ebediye: Sonsuz mutluluk; Cennet.
hal-i âlem: Şimdiki hal ve yaşama şekli.
ihtiyac-ı şedîd: Şiddetli ihtiyaç.
küre-i arz: Dünya.
|
Bediüzzaman Said NURSÎ
08.06.2007
|
|
Bediüzzaman’ın Hamidiye Alaylarına bakışı (2)
İşte Devlet Arşivlerinde geçen belgelerle Mustafa Paşa’nın bazı vukuatları:
23 Nisan 1892 tarihli vesika:
Musul Emlak-ı Hümayun Komisyonu Riyaseti’nin 11 Nisan 1308 tarihini taşıyan telgrafında, Diyarbekir Vilayeti’ne tabi Miran Aşiret Reisi Mustafa Paşa’nın bir hayli atlı ile bir köye hücum ettikleri, bir çok hayvanı gasp ettikleri, birkaç insanı katlettikleri, on-on beş evi yıktıkları ifade edilmiştir. (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y. PRK. HH., nr. 25/32, 25 Ramazan 1309).
21 Eylül 1901 tarihli vesika:
Diyarbekir Serkomiserliği’nden Zabtiye Nezareti’ne gönderilen şifreli telgrafta; Cizre Kazası’nın Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşa ile damadı Tahir Ağa’nın tahrikiyle Miran ve Geçan(?) aşiretlerinden iki yüz atlı ve üç yüz yayan yani beş yüz aşiret mensubu, Cizre’ye yarım saat mesafede bulunan dört köye hücum etmişler, mallarını, koyun, öküz ve diğer hayvanlarını gasp ettikleri gibi, evlerini de yıkmışlardır. Bu arada açtıkları ateşin isabet etmesi sonucu, çocuğunu emzirmekte olan bir kadın hayatını kaybetmiştir. (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y. MTV. nr. 221/43, 7 Cemaziyelahir 1319).
21 Temmuz 1902 tarihli vesika:
Serasker Rıza Paşa, Mustafa Paşa’nın bunca yaptıklarına rağmen, henüz hakkında hiçbir şeyin yapılmamış olmasından yakınmıştır. Rıza Paşa, Mustafa Paşa’nın yaptıklarına karşılık benzerlerine ibret olacak şekilde bir muâmelenin yapılmaması halinde, bu durumun kendilerini cesaretlendireceğini ve neticede zulüm yapanların sayısının artacağını dile getirmiştir. Böyle bir durumun bölgede hasarlara ve zararlı faaliyetlerin artmasına yol açacağını, yapılan şikâyetlerin tahkik edilmesi gerektiğini, olayı soruşturacak bir heyetin oluşturulmasını, bir divan-ı harbin kurulmasını da istemiştir. (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y. MTV., nr. 232/76, 14 Rebiülahir 1320).
Devlet Arşivinde bir çok benzeri şikâyeti havi vesikalardan verilen yalnız bu üç örnek bile, Mustafa Paşa’nın neler yaptığını ciddî bir şekilde ortaya koymakta ve çok genç yaştaki Molla Said’in, niçin Mustafa Paşa’yı öldürmekle tehdit ettiğine açıklık getirmektedir. (Yeni Asya, 30.12.2005)
Bediüzzaman 1902 yılında Van’da iken Mustafa Paşa ile yıllar sonra tekrar karşılaşır. Geravi aşireti reisi Şeker Ağa ile Paşa’yı barıştırır. Paşa’ya dönerek tövbesini bozduğunu ve salimen Cizre’ye varamayacağını ifade eder. Gerçekten de Paşa 1902 yılında, yayladan Cizre’ye dönerken, Cizre-Şırnak arasında meydana gelen aşiret kavgalarının sonunda serseri bir kurşunla öldürülür.
Bediüzzaman daha sonra yayınlanan Münâzarât adlı eserinde Doğu vilayetlerine Hamidiye alaylarının etkisini ve sonuçlarını şu veciz ifadelerle dile getirir: “Evet, ‘Mûtû kable en temûtû’ (Daha ölmeden ölmek) sırrına, şunun sâye-i muzlimânesinde mazhar oldunuz. İşte her köye böyle ilâç göndermek, hattâ dâü’l-cû ile karın ağrısına müptelâ olan emsâlinize hazım ilâcı hükmünde olan iâne toplamak, yahut eşkiyâlık ve husûmet derdiyle mültehap bulunan o vücuda, iltihâbı tezyid eden Hamidîlik icrâ etmek ve ilâ âhir, acaba tedâvi mi, yoksa tesmîm midir, melekü’l-mevte yardım etmek midir? İşte mâhiyet-i istibdâdın timsâli budur. Zîrâ, sâbıkta, Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare milletin hâlini anlamıyordu, yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu, yahut mütehevvisâne ve mütekeyyifâne ve mütekalkıl olan tabiatı, anlattırmaya müsâit değildi. İşte hükümetteki istibdâda, her şeydeki istibdâdı kıyas ediniz. Hattâ, taklidi tevlid eden ilmin istibdâdı dahi böyledir.” (Münâzarât, s. 25-26)
Bediüzzaman, henüz 17 yaşında iken gözlemlediği Hamidiye Alaylarının durumunu, feodal yapı içerisinde bulunan aşiretler aracılığıyla Doğu vilayetlerinin derdine derman olamayacağını, aksine hastalığı arttırıcı ölümcül etkilerini gözler önüne serer. Bu sebeple Bediüzzaman, Hamidiye Alaylarının işleyişine karşı gelmiştir. Bu konuda Mustafa Paşa örneğinde olduğu gibi yanlış uygulamalara karşı tavır geliştirmiştir. Öte yandan Münâzarât adlı aynı eserinde kendisine izafeten talebeleri tarafından dile getirilen görüşlere baktığımızda, Bediüzzaman’ın yukarıda aktardığımız görüşleriyle bir çelişki var gibi görülmektedir. Bu ifadeler şöyle: “Râbian: Üstâdımızdan hem işitmiş, hem hâlinden anlamışız ki, ecnebîlerin şiddetli desîse ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve kanaat; husûsan âlem-i İslâmın kısm-ı âzamının halîfesi olmak; hem, bîçare Vilâyât-ı Şarkiyenin bedevî aşâirini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi, Hamidiye Camii’nde her Cuma günü bulunması, şeâir-i İslâmiyeye elden geldiği kadar mürâât etmesi, dâimâ Yıldız dairesinde mânevî üstâdı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi, çok hasenâtı için, Üstâdımız, bütün hayatında onun padişahlar içinde bir nevî velî hükmüne geçtiğini kanaat etmişti.” (Münâzarât, s. 150-151, Muhsin-Ziyâ 1953, Fatih/İstanbul)
Her iki ifade iyice incelendiğinde aslında herhangi bir çelişkinin olmadığı görülecektir. Çünkü Bediüzzaman gerçekten Sultan II. Abdülhamid’in şahsını sevdiği gibi aynı zamanda onu bir nev'î veli makamında kabul etmiştir. Yani şahsı konusunda bir tenkitte bulunmamış, aksine övmüştür. Ancak Bediüzzaman, o zatın icraatları konusunda yapılan yanlışlıkları da dile getirmekten çekinmemiştir. Hamidiye Alayları konusunda da, düşünce olarak müsbet karşıladığını, Doğu’da bu tür bir yapılanma ile Bedevî aşiretlerinin medeniyete kavuşturulmasını iyi gördüğünü yukarıda geçen ifadelerden anlıyoruz; fakat bu yapılanmanın fiiliyatta olumlu bir sonuç getirmediğini bizzat olayları yaşayarak gözlemlemiştir. Yani düşünce iyi ama icraat ve sonuç kötü olmuştur.
—Son—
|
Mehmet Selim MARDİN
08.06.2007
|
|
Çocuklarımızı yabanîleştirmeyelim!
“Ağaç yaş iken eğilir”
“Demir tavında dövülür”
İnsan da, çocukluğunda yetişir.
Bu gerçeğe Bediüzzaman şöyle değinir:
“Bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imânî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabanî düşer.” (Emirdağ Lâhikası, s. 89)
Yazar Fatma K. Barbarosoğlu’nun köşesine aldığı ‘Sevda’nın hikâyesi’, bu temel prensipleri hatırlattı bana.
Sevda, önceleri ehl-i dünya bir kadındır.
Dünya zevkleri namına, neredeyse sahip olmadığı nimet yoktur.
Ama varlık içinde yokluğa giriftar olmuştur. Ebede meftun hislerinin faniliklerden bıkmışlığıdır yaşadığı.
Manevî boşluğunu doldurmak adına arayışlarını, kendi evindeki temizlikçi kadınla aşabilir ancak. Onun anlattıkları sayesinde kalp ve ruhunda, manevî iman lezzetlerinin ilk tatlarını hissetmeye başlar.
Ve bu hakikate susamışlık, ilk meyvesini verir: Umreye gider Sevda.
Benim özellikle değinmek istediğim, Sevda’nın duâ ezberlemek noktasındaki zorlanışı ve bununla ilgili olarak yazar Barboras’a ifade ettikleridir. Şöyle der Sevda:
“Cat Stevans (duaları) nasıl ezberleyebilmişti... Ben İngilizce’yi ne kadar kolay öğrendim. Şimdiye kadar pek çok kişiye İngilizce ders verdim. Ama Fatiha Sûresini on gündür ezberleyemedim. Bir tek Sübhaneke. Çocukluğumda bana bir tek bunu öğretmişler. (...)
“Küçük yaşlarda çocuklara dinî bilgi verilmemesi, onların ileride bir dindar olarak yaşama hakkını, yani tercih hakkının elinden alınması... Küçükken duâ ezberleyenler istedikleri zaman o duâyı yeniden hatırlayabiliyor. Ama küçükken duâ ezberlemeyenler ileriki yaşlarında dindar olmaya karar verince ne kadar büyük sorunlarla karşılaşıyor. Aileler bunu bir düşünsünler. Hiçbir çocuk sadece duâ ezberleyerek, İslâm’ın şartlarını öğrenerek dindar olmuyor. Ama küçük yaşlarda bu bilgiye sahip olan çocuklar, ilerde istedikleri zaman kolaylıkla yollarına devam ediyorlar.” (F.K. Barbarosoğlu, Yeni Şafak, 05.06.2007)
Sevda’nın bu sözleri, aynı zamanda Bediüzzaman’ın, küçük yaşlarda annesinden aldığı eğitimin ehemmiyetini vurguladığı şu ifadelerini de hatırlatıyor:
“Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.” (Lem’alar, s. 202)
Çocuk gelişiminde anne ve babanın rolünün ne kadar büyük ve önemli olduğu, günümüzde artık uzmanlarca sık sık dile getirilen bir husus. Yukarıdaki örnekler ise, bu gerçeği teyid eden yaşanmış hadiseler.
Batıda bu gerçek, okulöncesine de taşınıyor. Alman eğitim ve eyalet gençlik bakanları, okulöncesi çocuk bakım kurumlarından dinî eğitimin artırılması talebinde bulunmuş. Bunun üzerine 10 maddelik metin hazırlayan Almanya Protestan Kilisesi, kendisine bağlı 9 bin yuvada bulunan çocuklara daha fazla din eğitimi verilmesi kararı almış. (Zaman, 07.06.2007) Darısı, bizimkilerin başına...
Öyleyse, çocuklarımızın gelişimi üzerinde önemle duralım. Unutmayalım ki, şimdiden ruhlarına ekeceğimiz müsbet ve güzel tohumlar, onlara sağlam bir temel teşkil edecek, ileriki yaşantılarında ve en önemlisi de ahiret mutluluklarının temininde tesirli bir rol oynayacaktır.
|
İsmail TEZER
08.06.2007
|
|
|
|