|
|
Askerleri askerler yargılasın. (İlle de yargılanacaksa)
Sivilleri askerler yargılasın. (Her ihtimale karşı)
Hakimleri kimse yargılamasın, hatta eleştirmesin, hatta toz kondurmasın. (Yargılama devam ederken “etkilememek” için, yargılamadan sonra “yıpratmamak” için sussun herkes)
Kanunları, yönetmelikleri, Meclis kararlarını mahkemeler yargılasın. (Verilecek kararlar bir gece önceden internetten yayınlansın, meraktan ölmeyelim)
Halkın seçtiklerinin yetkisi olmasın, yetkisi çok olanları da halk seçmesin. Halk, devlet iktidarını ele geçirecek olanları seçmesin. Halk sadece şarkı yarışmalarında kimin birinci olacağını seçsin.
Muhtıraları, darbeleri, kanunsuz açıklamaları kimse yargılamasın, kınamasın, garipsemesin, içinde “acaba” geçen cümleler kurmasın...
5816 sayılı Kanuna aykırı siteleri devlet engellesin...
Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına aykırı siteleri de devlet engellesin...
Çocuk pornosu ne kadar suçsa, düşünce de o kadar suç olsun internette...
Ama e-muhtıralara kimse ellemesin... El üstünde tutsun... Manşet yapsın... 180 derece döndürsün, ilkeli yazarları...
İnternet, eşinin Mazhar Alanson’a internet kebabı yapması için ve birilerinin e-muhtıra yayınlamak için kullandığı bir merciden ibaret olsun...
Bazı mitingler yasaklansın, bazıları hassasiyetle karşılansın. Bazıları kötü ayak sesleri, bazıları coşkulu kalabalık olarak adlandırılsın. Bazıları “dikkat”le izlensin, bazılarının üstüne gaz bombası salınsın...
Kuvvetler ayrılığı bundan böyle, siyasî iktidar ile devlet iktidarı ayrılığı olarak tanımlansın.
Toplum gerilmesin, ne isteniyorsa yapılsın...
Darbe olmasın, darbeciler ne istiyorsa yapılsın...
Yurtta barış, dünyada barış olsun; ama “Ne mutlu Türküm diyene” demeyen düşman olsun...
Hiçbir başarısı olmayan üniversitelerimiz olsun, ama dünyanın en prestijli üniversitelerini, bizim anayasamıza uymuyorlar diye kendimize muhatap bile almayalım...
Kutlu Doğum, 23 Nisan’a denk gelmesin...
Kurban Bayramı hacca denk gelmesin...
Seçim sonuçları, milletin iradesine denk gelmesin...
17.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Darbe yerine miting yapmak |
|
Uzlaşmaz tutumları ve dayatmacı yapılarıyla sürekli çatışmayı yöneten ve hakim gücü temsil eden belli çevreler, millî irade karşısında tutunamamanın verdiği sıkışıklıkları yaşıyor.
Eskiden aleni darbe yaparlardı. Sonra örtülüsünü buldular. Her ne kadar başı örten tesettüre karşı olsalar da, örtülü işleri seviyorlar. Yani bir ucu kanun dışı, kayıt dışı post modern darbeler...
Bütün bu kriz yönetimleri üzerinden, sivil iradeye çelme atma taktikleri, anayasal kuruluşlarca paslaşarak yapılan “düzenlemeler”, medya desteği ile mevkilerini ve menfaatlerini kaybetmek istemeyen kronikleşmiş sendika sultaları üzerinden kamuoyuna etkili mesajlar verirlerdi.
Her defasında, laik ve bir kısım sol kesim, CHP üzerinden hırçınlaşarak ve halkın iradesini bir türlü hazmedemeyerek, çağdaşlık ve cumhuriyet adı altında sürekli toplumun gericiliğine ve değiştirilmesi gerektiğine dem vurdu.
Kendileri ilericiydi, sözüm ona sosyal adaletçi, yüzü batıya dönük, demokrasi ve evrensel değerler ile barışık ve bizi geri bıraktıklarına inandıkları dile mesafeliydiler. Osmanlı’ya duydukları husumet, tarihle yüzleşip onu eleştirirken, yakın cumhuriyet tarihini sütten çıkmış ak kaşık gibi gösterme çabaları, her defasında muhakemeyi, bir başkasını anlama ve beraber yaşama pratiğini ortadan kaldırdı.
Gergin, kanun gücünden yararlanan, hukuki zemini tahrip eden ve halkın kendilerine emanet etmediği siyasi iktidarı, devletin başka organları üzerinden dengelemeyi marifet saydılar.
AB süreci ile birlikte, demokratik rekabet ve sivilleşme adımları arttıkça, kendini yetersiz hisseden ve eskisi gibi tutunamayan bu çevreler, gayr-i memnun ve özünde devletin kutsallığında demokrasiyi kabullenemeyen başka azınlık ve sosyal parçalarla birlikte yeni işbirlikleri türedi.
“AB’ye hayır” diyen sol, sağ, dindar karması bir ulusalcı çizgi kalınlaşırken, bu şemsiyenin altına maalesef farklı buluşmalar girdi.
Bu bloklaşma denemeleri bazen Kıbrıs üzerinden, Rauf Denktaş’la yürütüldü. Bazen Ermeni meselesinde su yüzüne çıktı. Güneydoğu meselesi Kürt merkezine oturtulunca ve terör belası tırmandıkça, daha farklı tepki psikolojileri yönetilmeye çalışıldı.
Bütün bunlar olurken, örtülü ve kayıt dışı siyaset meraklıları, mevcut hükümetin muhafazakar tutumlarını ve AB ile yürütülen müzakere sürecindeki pozitif gelişmeleri asla tasvip etmedi. Hatta daha da gerdirdi. Kangrenleşmiş başörtü yasağı olanca hızıyla devam etti, YÖK keyfiliğini arttırdı, bitmek bilmeyen çeteler ortaya çıktı. Çoğunun da içinden güvenlik mensupları çıktı.
Bütün bu karmaşa ve bağırsaklarını temizlemek zorunda kalan devlet hiyerarşisi içerisinde ucu kaçmış ve kontrolü kaybetmiş zinde güçlerin, çelişkili ve tedirgin olan hallerine de rastladık.
Hükümetin sivilleşme adımlarında ve AB müzakere sürecinde son iki yıldır içine girdiği kabız hal ve “kurbağaları ürkütmeme” psikolojisi, demokrasi dışı güçlerin oluşumlarını hızlandırdı.
Bütün bu olan bitenlere rağmen, halkın sağduyusu, medyada değişen dengeler ve artık örtülü de olsa darbe yapamama raddesine gelen bazı cenahlar, çareyi sivil hareket pozisyonuna geçmekte buldular. Halkın içine inmeyi, onunla buluşarak kendi söylemini aktarmayı denemeye başladılar.
Cumhuriyet mitingleri bu yönüyle demokratik bir haktır. En azından bayrakla buluşacak ve cumhuriyetle bütünleşecek bir zemine kaydılar. Hükümetin şahsında mukaddesata çatan, tahkir eden, sol partileri bir araya getirmeye çalışan ve kendince yüz binleri toplayan bu organizasyonun içinden tavşan çıkamayacağına göre, sadece birkaç milletvekilliği çıkar. Nitekim malum iki bayan CHP listelerinde kendilerine yer buldular.
Bu vesileyle, cumhuriyet ve bayrak kavramları doğru yere oturursa, herkes rahat edecek. Bu iki kavramı kabul etmeyen vatandaşımız yok ki. O zaman problem ne? Yıllardır bu değerler üzerinden istismar yapanlar, galiba milletin bunları çoktan benimsediğinin yeni farkına vardılar.
“Darbe yapma, miting yap” sloganını da bu sebeple sevdim. Çatmadan, kırmadan, ayrıştırmadan, bölmeden, tahkir ve tahrik etmeden herkes kendini istediği şekilde ifade etmelidir.
Tarafgirlik yerine sevgi ve birlik tohumları, geleceğimizi yeşertir.
17.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Askerin imajı |
|
Genelkurmay Başkanının son basın toplantısında akreditasyon uygulamasından söz ederken verdiği iki örnekten biri, “aşırı dinci” olarak nitelediği bir gazetede çıkan bir haberdi.
Bu haberde, “Türk askeri Cuma namazının hangi gün kılınacağını dahi bilmez” mesajının verildiğini öne sürüyordu Org. Büyükanıt ve haber kaynağının da ordudan ihraç edilen eski bir TSK mensubu olduğuna dikkat çekiyordu.
Komutanın bahsettiği gazete Vakit’ti ve sözü edilen haberin kaynağı şu anda ASDER’in Ankara Şubesi Başkanı olan eski bir binbaşıydı.
Münferit örnek olarak aktarıldığına inandığımız bu olayın “Türk askeri böyledir” gibi genelleyici bir mesaj verme kastıyla söylendiğini ve böyle bir niyetle yayınlandığını düşünmüyoruz.
Ancak görünen o ki, manşetten verilen haberi ordunun komuta kademesi böyle algılamış.
Akreditasyon uygulamasıyla arada duvarlar oluşturulmasa, karşılıklı olarak birbirini anlamak daha kolaylaşacak; ancak anlaşılmaz bir ısrarla bu uygulama sürdürüldüğü için önyargılara dayalı kuşkulu bakışlar da devam ediyor.
TSK’nın bir taraftan “din düşmanı” gibi görülmekten ve gösterilmekten haklı olarak şikâyetçi olurken, diğer taraftan dinî hassasiyetleri incitecek tavır ve söylemleri elden bırakmaması da çok önemli bir handikap oluşturuyor.
Bunun son örneği, 27 Nisan gecesi internet kanalıyla verilen muhtıradaki talihsiz ifadeler.
Kutlu Doğum Haftası kutlamalarını, kız çocuklarının tesettürlü kıyafetlerini, ilâhiler söylenmesini, vaaz ve dinî konuşmaları, Kur’ân okuma yarışmasını irtica işareti sayan bir anlayışın, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, izahı ve kabulü kesinlikle mümkün değil.
Kutlu Doğum programlarıyla 23 Nisan kutlamalarının birbiriyle çelişen alternatifler olarak gösterilmesi de, en başta 23 Nisan’ın temsil ettiği mânâ ve ruhla bağdaşmıyor. Çünkü 23 Nisan, TBMM’nin 87 yıl önce Cuma namazının ardından dualarla, tekbirlerle, salâvatlarla, hatimlerle, kurbanlar kesilerek açıldığı tarih. Böyle bir günde Kur’ân okuma yarışması tertiplenmesi kadar o ruha yakışan birşey olabilir mi?
Ama ne oluyor? Bu yarışma, mâlûm tepkiler üzerine iptal ediliyor. Ancak bu iptal dahi, akim bırakılan o anlamlı ve güzel girişimin “irtica kanıtı” olarak muhtıraya girmesini önleyemiyor.
87 yıl içinde nereden nereye gelmişiz...
Üzücü örneklerden birkaçına daha bakalım.
Hatırlanacağı gibi, Deniz Harp Okulunun yeni ders yılı açılışında konuşan Deniz Kuvvetleri Komutanı, 1950’de Türkçe ezandan vazgeçilmesini “karşıdevrim” olarak niteledi. Milletin büyük çoğunluğunu rahatsız eden bu değerlendirme için bir düzeltme yapılmadığı gibi, Genelkurmay Başkanı bilâhare yaptığı konuşmada “Benden önce kuvvet komutanlarımızın verdiği mesajlara katılıyorum” derken, bu talihsiz beyana da destek veriyor durumuna düştü.
Aradan hayli zaman geçtikten sonra, MGK Genel Sekreterliğinden emekli olmuş eski bir orgeneral, “İrticanın sebebi Türkçe ibadet etmeyişimizdir” diyerek, oluşan resmi tamamladı ve ardından TSK’nın “evrim teorisinden yana” olduğunu iddia ederek ilâve katkıda bulundu.
Peki, bu ve benzeri örneklerle çizilen TSK imajı, milletin beklentileriyle ne ölçüde örtüşüyor?
17.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Müşerref’e kulak vermek |
|
İslamabad’da 57 İslâm ülkesinden 600 delegenin katıldığı İKÖ dışişleri bakanları toplantısı yapıldı. Bu toplantıda Müşerref Irak’la ilgili delegelerin huzuruna sürpriz bir teklifle çıktı. Irak’ta akan kanı durdurmak için BM çatısı ve şemsiyesi altında İslâm ülkelerinin duruma el koymasını ve İslâm barış gücü teşkil edilmesini istedi. Esasen İKÖ toplantısının gündemi İslâmfobisi idi. Bu hususta da, Mısır ilginç bir teklifte bulundu ve dinlere hakaretin yasaklanması için uluslararası bir yasa ve kanun çıkarılmasını teklif etti. Bu da kayda değer bir tekliftir. Ancak bu istek veya yasa veya yasak nasıl somutlaştırılacak? Zira el Cezire Kanalı Sistani hakkındaki bir yayınından dolayı İran gibi ülkelerin aforozuna uğradı. Bunun yanında sözgelimi Jerry Falwell gibi tartışmalı bir Protestan lideri vefât etti. Elbette vefâtıyla alâkalı lehte veya aleyhte değerlendirmeler olacaktır. Zira Falwell’i eleştiri kapsamı dışına çıkardığımızda onun İslâm hakkındaki hakaretlerini ne yapacağız? Bütün bunlar mutabakat gerektiren hususlar. Esasen belki de doğrusu dinlerin aslî rumuzlarıyla veya sembolleriyle ilgili bir mutabakata varmak. Onlara ilişmemek. Bu konuda kanun çıkarılsın veya çıkarılmasın taraflar arasında mutlaka zımnî bir centilmenlik ruhu olması gerekir. Bunun en güzelini Kur’ân ortaya koyuyor. Başka dinlerin ilâhlarına veya rumuzlarına sövmeyin ki onlar da sizin Allah’ınıza sövmesinler deniliyor. Demek ki eleştiri hakkımızı mahfuz tutarken bunun yansımalarını da gözardı etmeyeceğiz.
Müşerref’in sürpriz çıkışına gelecek olursak: Aslında geç kalmış bir teklif değil. İKÖ Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nun da daha önce dile getirdiği gibi İslâm Konferansı Örgütü çerçevesinde bir barış gücü kurulmalı. Bunun ilk pratiğe yansıyacağı yerlerin başında da Irak geliyor. Bu bağlamda, Müşerref, Irak’ta akan kanın durdurulmasını ve yabancı ülkelerin Irak’ın içişlerine müdahalelerinin engellenmesini istemiştir.
***
‘Aydınlanmış itidâl’ diye bir teorisi (enlightened moderation) olan Müşerref, İslâm dünyası ile Batı arasındaki tansiyonun da düşürülmesi için harekete geçilmesini istiyor. Fakirliğin aşırılığı beslediğini ve bunun telafisi için İslâm dünyasının sosyo-ekonomik açıdan kalkınması için seferberlik başlatılması gerektiğine inanıyor. Genel umutsuzluk hâli ve çöküntünün ve düşük hayat şartlarının İslâm dünyasına egemen olduğunu savunan Müşerref: “İslâm dünyası topyekün bir şekilde inhitatın eşiğinde (The Islamic world on the whole is on a downward slide)” diyor. Çok haksız sayılmaz. Bununla birlikte, Müşerref’in çağrıları yine havada kalacakmış gibi görünüyor. Zira, Müşerref’in bu açıklamasından sonra Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari’ye tepkisi soruldu. Canı gönülden bunu onaylayacağı yerde topu taca atmayı yeğledi ve şunları söylemekle iktifa etti: “Bu daha önce yapılmış bir teklifti ama kabul edilmemişti. Bununla ilgili kararı Irak hükümeti vermelidir...”
Elbette Hoşyar Zebari burada bağlı bulunduğu zeminden konuşuyor. Güya ‘geç kalmış bir teklif’ demeye getiriyor. Halbuki geç kalmış falan değil. Tam zamanında yapılan bir teklif. Geç kalmışsa bile Iraklılar açısından değil Amerikalılar açısından geç kalmıştır. Gerçekten de Müşerref’in teklifi doğrultusunda işgalden sonra İslâm ülkelerinden barış gücü istenmişti. Bunlar arasında Pakistan, Bangladeş gibi ülkeler de vardı. İç tepkilerden ve İslâm âleminin tepkilerinden korkan yönetimler buna yanaşmadı. Şimdi ise durum farklı. Hoşyar Zebari sapla samanı birbirine karıştırıyor. O zaman gönderilecek barış gücü askerî işgali pekiştirmek ve stabilize etme amacı taşıyordu; şimdi ise böyle bir gücün misyonu Irak’ı işgal sonrasına hazırlamak olacaktır. İkisi bir olur mu? Böyle bir barış gücü o zaman gitseydi işgal ve ABD namına olacaktı şimdi ise Irak namına olacaktır. Dolayısıyla gösterse gösterse Hoşyar’ın bu tepkisi kendisinin Bush’un ‘hoşyar’ı (sıkı dostu) olduğunu gösterir.
***
Çözüm tam da Müşerref’in teklif ettiği noktada. İslâm dünyasının genel bir mutabakat içinde Irak meselesine el koymasındadır. Bu hem Iraklılar, hem Amerikalılar, hem de bölge için tek çıkış yoludur. Bunun dışındaki bütün yollar kapalıdır. Zaten Batılı birçok generalin de itiraf ettiği gibi ABD’nin Irak’la ilgili bütün plânları iflas etmiştir. Hoşyar Zebari İKÖ üyesi ülkeleri gelecek yıl Irak’a davet ediyor. Öyleyse her iki teklif de teati edilmelidir. İKÖ Irak’ın güvenliğini sağlarsa bu İslâm dünyası çapında ilk deney olacak ve İslâm dünyası böylece rüşdünü ispat etmiş olacaktır. Müşerref’in teklifi, ondan geldiği için değil, doğru olduğu için desteklenmelidir. Bu teklife bigâne kalmak, İslâm dünyasını başarısız Amerikan planlarını mahkûm etmektir.
17.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Neden borcumuz var? |
|
Temel problemlerimizden olan; eğitim, sağlık ve sosyal meseleler üzerinde sadece ‘ilgili kişiler’ değil, işadamlarımız da yoğunlaşmış görünüyor. Böyle olması da çok önemli. Çünkü bu problemler sadece ilgili kişileri ve kurumları değil, bütün bir Türkiye’yi, hepimizi, doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendiriyor.
Ortadoğu Eğitim Kurumları’nın kurucusu, işadamı Orhan Gazi Canıbeyaz da bu konulara merak saran isimlerden biri. Özel okulların eğitime katkı sağladığına dikkat çeken Canıbeyaz, şunu da sormadan edememiş: “Biz okulu açtığımız dönemlerde öğretmen de, hakim de, banka şefi de, mühendis de kısaca herses çocuğunu (özel okullarda) okutabiliyordu. Şimdi kim okutuyor diye soruyorum?”
Eğitim sisteminin düzelmesi için daha fazla yatırım yapılmasına da dikkat çeken işadamı, “Ana-baba okullarının çoğalması lâzım. Çünkü çocuk ilk eğitimini aileden alır. Biz, çocuklarımıza yıl içinde öğrettiklerimizin tatillerde unutulduğunu gördük. O yüzden bu konu çok önemli” şeklinde konuşmuş. (Çaykur Rizespor dergisi, Nisan 2007)
İşadamı Orhan Gazi Canıbeyaz’ın dikkat çektiği konuların bir kısmı da şöyle:
* “Herkesin evini süsleyen en büyük ileşitim aracı televizyonlara da devletin el atması şart. İçimizi dışımızı dizi yaptılar. Yapılsın, ama en azından hepsinde olmasa bile bir kısmında eğitimle ilgili mesajlar verilsin. (...) Artık kafamızı kumdan kaldırıp Türkiye’nin geleceği için doğru adımlar atmalıyız.”
* “Türkiye bir cennet. Her türlü turizm var. Bir iki sene adam gibi çalışsak, dünya devleri arasında yerimizi alırız. Herkes balkonunda biber dikse borcumuz kalmaz. Hep birlikte bir şeyler yapıp ülkemizi kalkındırmalıyız.(...) Hâlâ devlet memurlarının hizmet anlayışı yok. Bir iş yaptıracaksın kırk dereden su getirtiyorlar. Bu ülkenin sahibi, patronu vatandaştır. Vergiyi veren de, maaşı veren de vatandaştır. Bunlar çözülemeyecek problemler değildir. Sadece seçim zamanı vatandaş hatırlanmaz.”
* “Bizim nüfus kâğıdımızda İslâm yazıyor. Bunun mânâsını bilmek lâzım. Mânâsı da barıştır. Kendinle, Allah’la, toplumla, herkesle barışık olmalıyız. Bu vatan için verdiğimiz şehitleri unutmayalım.(...) Üstelik de Müslüman bir ülkeyiz. Allah bize zekât vermeyi nasip etmiş. Herkes zekâtını verse, fakir kalmaz.”
Bitki ürünleriyle ilgili ‘lider’ bir şirket de kurmuş olan işadamı Canıbeyaz, bu konudaki tesbitlerini de şöyle dile getirmiş: “Bitkilerin arkasında Allah’ın gücünü gördüm. Doğa, Allah’ın eczanesiydi. Ben de bu eczaneyi kullanarak insanımıza sağlık sunmayı görev bildim. (...) Dediğim gibi Allah bize bir eczane sunmuş. Hem de bedava. İnsanların bundan yararlanmasını sağlamak için çalışıyoruz. İnsanımız hem daha sağlıklıklı tedavi olacak, hem sağlık için daha az para ödeyecek, hem de para kazanacak. (Soru: Türkiye bu güne kadar neredeydi?) Türkiye alt kattadır. Yukarıdakini beslemek zorundadır. İlaç patronlarını özel uçaklarla gezdirmesi gerek! Bakın doğal ürünleri kullanan genç kalır, ilaç kullanmaz. (...) Size soruyorum, ‘bal’ın şifa olmadığı dert var mı? Ben duymadım. Bunun mucizesi Kur’ân-ı Kerim’de bile yazar. Balın sıcağını yopıyorsun müshil oluyor, soğunu yapıyorsun ishali geçiriyor. Daha binlerce derde şifa oluyor.”
İşadamı noktayı da şöyle koymuş: “Her sabah ‘Türk’üm, doğruyum, çalışkanım’ diyoruz. Madem çalışkanız, neden borcumuz var? Kendimizi kandırmayalım. Bunu bir defa söyleyelim, tam söyleyelim.”
Evet, hem kendimizi, hem de çocuklarımızı kandırmayalım!
17.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Peygamber misafirliği |
|
“Resûlullahın misafirleri sizler misiniz?”
“Evet.”
“Buyrun öyleyse bizim eve gidiyoruz. Burada kaldığınız süre zarfında bizde kalacaksınız.”
Medine-i Münevvere’nin münevver insanı böyle söylüyordu misafirlerine. Misafirler yıllar önce otobüslerle seyahatların yapıldığı günlerde Medine’ye gelmiş Malatya/Darende’nin eşrafından maneviyatı kuvvetli sekiz-on kişilik gruptu. Medine’ye gelmişler, fakat ne otellerde ve ne de kiralık evlerde yer bulabilmişlerdi. İçlerinden biri, “Gelin arkadaşlar!” demiş ve onları Kubbe-i Hadra’ya götürmüş, duâlar etmiş, Hücre-i Saadetlerinde medfun Resûlullahın ruhâniyetinden meded istemişlerdi: “Ya Resûlallah, biz sizi ziyarete geldik, fakat kalacak yer bulamadık. Senden meded umuyoruz.”
Bu talebin arkasından daha yarım saat geçmemişti ki, Medineli o nurlu zat gelmiş ve onları rahat ağırlayabileceği ikinci evine götürmüştü. Misafirler bu durum karşısında şaşakalmış, heyecanlanmış ve hemen bu muhterem zâta, “Allah aşkına söyle. Bizim buraya misafir olarak geldiğimizi, yer bulamadımızı size kim söyledi? Nereden öğrendiniz?” diye sormuşlardı.
Ne durumda bulunduklarını bir Allah, bir kendileri biliyordu. Bir de Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) hallerini arz etmişlerdi. Yarım saat içerisinde böyle bir durumla karşılaşacakları hayallerinden bile geçmezdi. Israrları karşısında ev sahibi durumu açıklamak zorunda kaldı: “Resûl-i Ekrem (a.s.m.) rüyama girdi. ‘Mescidimde şöyle şöyle miasfirlerim var. Falan yerden geldiler. Onları ağırla’ buyurdu. Ben de koşarak geldim.”
Darendelilerin ne kadar duygulandıklarını tarif etmek mümkün değil. Her ne kadar dünyasını değiştirse de Kâinatın Efendisi (a.s.m.) tasarrufunu sürdürüyor, ümmetinin dertleriyle ilgileniyor, imdadlarına koşuyordu. Ümmetinden Maruf-u Kerhî, Hayat-ı Harranî, Abdülkadir Geylanî gibi zatların tasarrufları vefatlarından sonra da hayatlarındaki gibi devam ettiğine göre onların muallimi olan Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) tasarrufu nasıl devam etmezdi?
Kur’ân, “Ey insanlar, size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir”1 buyurmuyor muydu?
Ümmetinin sıkıntıya uğraması kendisine pek ağır gelen, onlara çok düşkün, çok şefkatli, çok merhametli bir Peygamberleri vardı onların.
Bu düşkünlüğün, şefkat ve merhametin karşılığı ise onu herşeyden çok sevmektir. Bunun da yolu Sünnet-i Seniyyesine bağlılık, onu baştacı edinmek, her hususta onu ölçü ve rehber almaktan geçer.
Dipnotlar:
1- Tevbe Sûresi: 128.
17.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İmanı ilim ve tefekkürle güçlendirmek |
|
İmân; ilim, eğitim, terbiye ve tefekkürle geliştirilebilir, yükseltilebilir, güçlendirilebilir. Düşünce ve duygularımızla imân gücümüzü odaklaştırıp yönlendirebiliriz. Böylece imân, depolanabilen potansiyel bir enerji kaynağı haline gelir.
Barajımızın büyüklüğü, santralimizin sağlamlığı, modernliği, bakım ve onarımı çapında “güç-enerji” üretebildiğimiz gibi; imânımızın barajı kalb ve santralı akıl ile diğer duygularımızı çalıştırabildiğimiz oranda onu besleyebilir, yükseltebilir, güçlendirebiliriz. Ehl-i Sünnet âlimleri, kalbî bir tasdikten ibâret bulunan imânı kuvvetlendirmede vasıta olan iyi amellerden önce ilim ve tefekkürün geldiğini kabul eder.1
Beynimiz/zihnimiz, duygularımız, kalbimiz düşünme ve fikir üretmek için dizayn edildiğine göre tefekkür etmek, insaniyetin gereğidir. Özellikle kalp; tefekkür ve zikirle işler, çalışır. Zikir, bilindiği gibi yalnızca kudsî bir kelimeyi tekrarlamak değil, farkına, şuuruna vararak etraflıca düşünmektir.
Tefekkürün en önemli fonksiyonu, İlâhî mârifete, bilgiye götürmesidir. Kâinat, baştanbaşa İlâhî bir kudret ve sanat eserinin tezahürü; yüce Yaratıcının isimlerinin gölgelerinin tecellîleri, yansımalarıdır. Matematik, fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi her bir fen ve her bir sosyal ilim dalı bir Esmâ-i Hüsnâ’ya dayanır. Böylece onlar üzerinde tefekkür İlâhî marifete ulaştırır.
Kâinatı inceleyen fenler, Allah’ın varlığı, birliğini, sonsuz isim ve sıfatlarını ders verir. Varlık boyutunda çekim kanunu, elektromanyetik kanun ve kanun-u ihatâ-i ilm (Sonsuz İlim Sahibi Yaratıcının her şeyi kuşatan ilim) gibi muhtelif kanunlar vardır. İnsan, kâinatın küçük bir benzeri olduğu için onun tüm özelliklerini taşımaktadır. Ve o kanunların tecellîlerini anladığı, onlara geçtiği oranda güç kazanır.
Değişik bilim dallarında çalışma yapmış ve uzun yıllarını bu yola veren ve bilim dünyasında Allah’a imanını sarsacak hiçbir şeyle karşılaşmadığını bütün samimiyetiyle ifade eden Prof. Albert Macomp Winsthis şöyle der:
“Bilimsel çalışmalar benim Allah’a imanımı daha da kuvvetlendirdi. Ve eskisinden çok daha sağlam ve metin bir hale getirdi. Şüphesiz ki bilim insanın Allah’ın kudret ve azametini daha fazla görmesine yardım etmektedir. İnsanoğlu kendi etüd ve çalışma sahasında yeni bir şey keşfettikçe Allah’a karşı imanı da fazlalaşır... İlmimiz ne kadar artarsa, Allah’ın yarattığı mahlukatı ne kadar iyi bilirsek, imânımız da o derece artacaktır.”2
Kâinat kitabının ezelî yorum, mütercim ve okuyucusu olan Kur’ân’ın, insanı kendisine çekmesi; “Düşünmüyor musunuz”,3 “Ey akıl sahipleri! İbret alınız”,4 “Bakmıyor musunuz, anlamıyor musunuz, okuyunuz, inceleyiniz, araştırınız” diye teşvik ile ilme, tefekküre yönlendirmesi; tefekkür, akıl, ilim, bilime dâir 780 civarında âyet yer alması aynı zamanda inancımızın takviyesine yönelik vurgulardır.
- Herbir sosyal ve fen ilminin bir Esmâ-i Hüsnâ’ya (Allah’ın en güzel isim ve sıfatlarına) dayanması;
- Fenlerin ve gelişmenin kaynağının Esmâ-i Hüsnâ olması;5
- Pekçok âyetin Esmâ-i Hüsnâ ile son bulması;6
- Ve Kur’ân’ın yüzlerce âyet, binlerce kelimeyle tefekkür, ilim ve fenne gönderme yapması da meselemizi takviye eder.
Nobel Ödül sahibi ilk Müslüman Prof. Dr. Abdüsselâm, Kur’ân’ın yaklaşık sekizde birinin, inananları tabiatı incelemeye, nihâî gerçeği arayışlarında akıllarını en iyi şekilde kullanmaya, bilgi elde etmeye ve ilmî düşünceyi toplum hayatının bir parçası kılmaya teşvik ettiğine,7 dikkat çeker.
Kur’ân’ın, bizzat ve “müşahede (gözlem) ve tecrübe” ile ilmi teşvik etmesinin bir diğer sebebi de; mahiyet ve istidad itibariyle her şeyin ilme bağlı8 ve Allah hesabına müşâhede edilen her şeyin ilim9 olmasıdır. İslâmiyetin, dolayısıyla imanın kaynağı ilim, esası akıldır.10 Dolayısıyla ilim ve tefekkür, iman gücünün yükselmesine ve yaygınlaşmasına hizmet eder.
Dipnotlar: 1- Prof. Dr. Ünver Günay, Din Sosyolojisi, İnsan Yay., İst., 1998, s. 220.; 2- Yeni Asya/9.08.2001.; 3- En’am: 50.; 4- Age, 2.; 5- Tarihçe-i Hayat, s. 238.; 6- Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 175.; 7- İdealler ve Gerçekler (Terc. Senai Demirci-Mesut Toplayıcı), YAY., İst., 1987, s. 13.; 8- Mesnevî-i Nûriye, s. 167.; 9- İşârâtü’l-İ’câz, s. 159.; 10- Yeni Asya/9.08.2001.
17.05.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Fecr-i sâdık müjdesi |
|
Bundan tam 97 sene evvel, yani 1910 yılında Şam'a giden Bediüzzaman Said Nursî, buradaki meşhûr Emeviye Camiinde vermiş olduğu "Hutbe–i Şâmiye" dersinde, pek mühim, hakikatli ve sevindirici müjdelerden söz ediyor.
Haber verdiği müjdelerin doğru anlaşılması için ise, 40 sene sonra tercüme ettiği eserin yeni Mukaddimesinde şu hatırlatmada bulunuyor: "Aziz, sıddık kardeşlerim! Kırk sene evvel Şam’daki Cami-i Emevîde, Şam ulemasının ısrarıyla, içinde yüz ehl-i ilim bulunan on bin adama yakın bir azîm cemaate verilen bu Arabî ders risalesindeki hakikatleri, bir hiss-i kablelvuku ile Eski Said hissetmiş, kemâl-i katiyetle müjdeler vermiş ve pek yakın bir zamanda o hakikatler görünecek zannetmiş. Halbuki iki harb-i umumî ve yirmi beş sene bir istibdâd-ı mutlak, o hiss-i kablelvukuun kırk-elli sene tehirine sebep olmuş; ve şimdi o zamandaki verdiği haberlerin aynen tezahürleri âlem-i İslamiyet’te başlamış. Demek, bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki doğrudan doğruya, 1327’ye (1910) bedel 1371’de (1951) ve Cami-i Emevî yerine âlem-i İslâm camiinde, üç yüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatli ve taze bir ders-i içtimaî ve İslâmîdir diye, tercümesini neşretmek zamanıdır tahmin ederim." (1)
Arabî/Hicrî 1371, Milâdî 1951'e tekabül ediyor. Bu tarihte, başta Arap ülkeleri olmak üzere sömürge durumundaki Müslüman ülkelerin pekçoğu yeniden istiklâline kavuşuyor.
Aynı şekilde, Türkiye'de de pek mühim gelişmeler yaşanıyor. 18 yıldır yasaklanan Kur'ân ve Muhammedî Ezan, yeniden hürriyetine kavuşmuş oluyor. Keza, 30 seneye yakındır sürüp gelen tek partili mutlak istibdat devresi sona eriyor
* * *
Hutbe–i Şâmiye'deki müjdeli sözleri okumaya devam edelim.
Meselâ, aynı isimle kitaplaşan bu dersin başlarında ayrıca şu müjdeli ifadeleri yer alıyor: "Ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen, ey İslâm cemaati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâmın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi onların intibahıyla olan Arabın saadetinin fecr-i sadıkının emâreleri inkişafa başlıyor. Ve, saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye’sin burnunun rağmına olarak, ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak." (2)
1951'de Arabî asıllı bu eserini tekrar gözden geçiren ve Türkçe'ye tercüme eden Üstad Bediüzzaman, yukarıdaki ifadelerin altına ayrıca bir hâşiye/dipnot düşer.
İşte, tasrih mânâsını taşıyan o haşiyenin metni: "Eski Said, hiss-i kablelvuku ile 1371’de, başta Arap devletleri, âlem-i İslâm’ın ecnebî esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî devletler teşkil edeceklerini, kırk beş sene evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumî ve 30-40 sene istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. 1370’de olan vaziyeti 1327’de olacak gibi müjde vermiş, tehirinin sebebini nazara almamış."
* * *
Aynı isimli eserde aynı minval üzere zikredilen bir müjdeli haber daha: "Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına (sebep?), inkişafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emâreleri göründü. Yetmiş birde fecr-i sâdıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzip de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak." (3)
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, burada zikredilen Hicrî "yetmiş bir" tarihi, Milâdî olarak 1950-51 yıllarına tekabül ediyor.
Ayrıca, burada zikredilen "fecr" hakkında da ihtiyatlı bir ifadenin kullanılmış olduğu görülmektedir. Bunun "kàzib", yani yalancı bir fecir olması halinde bundan 40 sene sonra "sâdık", yani doğru bir fecrin geleceği müjdeleniyor.
Üstad Bediüzzaman'ın bu gibi meseleler hakkındaki genel yaklaşımı olan "tehire yol açan sebepler" perdesini te'vili ile "Gaybı Allah'tan başka kimse bilemez" hükmüne olan teslimiyetini, mutlak sûrette nazar–ı itibara almak gerekiyor.
Aksi halde, hem hadden tecavüz etme, hem de yanlış te'vile sapma tehlikesiyle karşı karşıya kalınmış olur.
Biz, burada birkaç müjdeli hakikati birarada nazara vermeye çalıştık. Şevk ve ümidimizi kuvvetlendirmesi temennisiyle...
...........................
(1) Hutbe–i Şâmiye, s. 14.
(2) Age, s. 27
(3) Age, s. 39
GÜNÜN TARİHİ 17 Mayıs 1639
15 yıllık savaşın sonu: Kasr-ı Şirin Antlaşması
Osmanlı Devleti ile İran Safevileri arasında Kasr–ı Şirin Antlaşması imzalandı. (Bu mevki, Hulvanrud Irmağı kıyısında bulunan Zohâb'daki Osmanlı karargâhının bulunduğu yerdir.)
İki ülke arasındaki 2185 km.'lik kalıcı sınırın tâyini başta olmak üzere, daha başka maddelerin de kayıt altına alındığı bu tarihî antlaşma, yaklaşık on beş yıldır sürüp giden amansız savaşların ardından gerçekleştirildi.
1514'teki Çaldıran Zaferinin ardından, bölgede tam bir Osmanlı hakimiyeti vardı. Ancak, zamanla bu denge yer yer değişmeye başladı.
Osmanlı'daki saltanat çalkantılarını fırsat bile Safeviler, Bağdat, Basra ve Anadolu içlerine doğru topraklarını genişletmişlerdi. Bu cümleden olarak Bağdat, 1623'ten beri Safevilerin elinde bulunuyordu.
Osmanlı, Dördüncü Murad'ın tahta geçmesinden sonra yeniden derlenip toparlanma sürecine girdi. Kudretli padişah, devletin zaafiyet zamanında kaybettiklerini yeniden kazanmanın yolunu tuttu. Bu uğurda büyük başarılar sağladı.
Sultan Murad'ın bir yıl iki ay süren Revan (Erivan) ile Bağdat seferi, alınan neticeleri itibariyle tam bir zafere dönüştü. Öyle ki, dönüşte 22 Safevî ileri geleni bile zincirlere vurulmuş tutsak bir vaziyette tâ İstanbul'a kadar getirilmişlerdi.
İşte, sonu zaferle biten ve kalıcı sınırların belirlenmesini netice veren bu tarihî hadisenin ardından, Osmanlı ve Safeviler arasında 730 sene evvel varılan antlaşma ana maddeleri:
1) Bağdat, Basra, Kerkük, Şehrizor ve Şarkî Anadolu Osmanlı'da kalacak.
2) Revan (bugünkü Erivan) ve Azerbaycan Safevî Devletinin olacak.
3) Kotor, Mokur ve Kars bölgesinde kaleler, iki tarafça da yıkılacak.
4) Safevîler, sahâbeye, tanınmış İslâm âlimlerine ve eserlerine sövülmesini, hakaret edilmesini yasaklayacak.
* * *
Zaman içinde Revan Safeviler'in elinden çıktı ve Osmanlı da Birinci Dünya Harbinde Bağdat'ı kaybetti. Buna rağmen İran–Osmanlı sınırı bugüne kadar aynen muhafaza edildi.
İleriki tarihlerde iki ülke arasında çıkan birtakım anlaşmazlıklar (1723–47 yılları arasındaki çekişmeler gibi), yine Kasr–ı Şirin'de kabul edilen maddeler esas alınarak çözüme kavuşturuldu.
Önemli bir başka husus, son maddedeki ifadelerde dikkati çekiyor. Buradaki ifadelerden, Safeviler ile Osmanlıları düşman kardeşler noktasına getiren asıl meselenin, din ve mezhepler arasındaki zıtlaşmadan kaynaklandığı anlaşılıyor.
NOT: Sultan Vahdeddin'in ölümüyle ilgili dün çıkan sehivli tarihin doğrusu şöyledir: 16 Mayıs
1926.
17.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
İmanı güçlendiren ameller |
|
İman inanılacak esaslar yönünden artıp eksilmez; ancak keyfiyet bakımından güçlenir ve zayıflar. İmanın şartları altıdır. Bu, Hz. Âdem’den (as) âhirzaman peygamberi Hz. Muhammed’e (asm) kadar değişmez ve değişmemiştir. Ancak inanç bakımından zayıf inanç ile kuvvetli inanç arasında fark vardır.
Işık, ışık olması ve aydınlatması arasında fark yoktur; ama mum ışığından güneş ışığına kadar aydınlatma keyfiyeti itibarıyla pek çok mertebeleri vardır. İmanı kuvvetlendiren en önemli husus “Allah’ın âyetlerinin okunması”dır. Allah’ın âyetleri okundukça mü’minlerin imanları artar.1 Bu Kur’ân-ı Kerim ve tefsirlerini okumak demektir. “Amel-i salih” dediğimiz Allah’ın emirlerini yapmak ve haram kıldığı şeylerden kaçınmak da mü’minin imanını artırır ve güçlendirir.
Salih amellerin başında evvelâ “kalbin ameli” olan “niyet ve ihlâs” gelir. Çünkü “Ameller niyetlere göredir.”2 Niyet, sevabı günaha ve günahı sevaba çeviren bir iksirdir. Allah rızası niyeti ile yapılan dünyevî amelleri sevaba çeviren, gösteriş niyeti ile yapılan ibadeti günaha çeviren niyettir. İyi niyetle işlenen amellerin değerini artıran ve sevabını birden bine çıkaran ise “ihlâs”tır. Yine ihlâs, yapılan bir ibadetin ve hayrın, hiçbir beklenti içinde olmadan sadece Allah emretmiş olduğu için yapılmasıdır. Mü’min bu konuda ne derece samimi olursa, ihlâsı da o nispette artar. İhlâsı arttıkça işlediği amelin sevabı da o derece fazla olur.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur: “İnsanlar dinde yalnız Allah’ın rızasını kazanmak, inanmak ve ibadet etmekle emrolunmuşlardır. Yine onlar namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermekle de emrolunmuşlardır. İşte gerçek din budur.”3
İbadeti en güzel şekilde îfâ etmek, abdesti farzları, sünnetleri ve adabı ile almak, abdestin sonunda abdeste mahsus duâları okumak imanı güçlendiren en önemli hususlardan biridir. Zira Yüce Allah, mü’mine önce abdesti soracaktır. Peygamberimiz (asm) “Allah önce gusül ve abdestten hesaba çeker. Abdestin hesabını güzel verenin diğer hesapları da kolay olur. Abdesti güzel olanın diğer amelleri de güzel olur”4 buyurmuşlardır. Yine Peygamberimiz (asm) “Her kim güzel bir şekilde abdestini alır, sonra huşu içinde Allah için iki rekât namaz kılarsa, o kimseye Cennet vacip olur”5 buyurmuşlardır.
Ezanı dinlemek, ezandan sonra “Vesîle duâsını” okumak ve camiye, cemaatle namaz kılmaya koşmak, cemaatle namaz kılmak da kişinin imanını kuvvetlendirir. Peygamberimiz (asm) “Kim ezandan sonra vesile duâsını okursa şefaatim ona vacip olur”6 buyurmuşlardır.
Allah’ı zikretmek de insanın imanını güçlendirir. Allah’ı zikretmek, isim ve sıfatlarını öğrenmek, kâinattaki şuunâtını düşünerek Allah’ın âyetleri üzerinde tefekkür etmek imanı kuvvetlendiren en önemli hususlardandır. Peygamberimiz (asm) “Size amellerin en hayırlısını, Allah katında en değerlisini, derecenizi yükseltecek olanın en önemlisini, altın ve gümüş sadaka vermekten daha kıymetlisini, Allah için savaşmaktan daha sevaplısını haber vereyim mi? Allah’ı isim ve sıfatları ile bilmek ve zikretmektir”7 buyurdular.
Kur’ân-ı Kerimi okumak, ister mânâsını anlasın, ister anlamasın insanın imanını güçlendirir. Midenin gıdası yiyecekler ve içeceklerdir. Ruhun gıdası da Kur’ân-ı Kerim ve onun hakikatleridir. Mideye giden gıdalar bütün bedeni nasıl besliyor, hastalıklarımızın tedavisi için içtiğimiz ilaçlar bizi nasıl tedavi ediyorsa, Kur’ân-ı Kerim okumak da ruhumuzu ve bütün duygularımızı besler, hastalıkları tedavi eder. Ancak biz ilaçların bizi nasıl iyi ettiğini bilmediğimiz gibi, Kur’ân’ın ve zikrin manevî hastalıklarımızı nasıl tedavi ettiğini bilemeyiz. Biz ilacı doktor tavsiyesi ile içtiğimiz gibi, peygamberin tavsiyesi ile Kur’ânı ve ibadet amacı ile duâları okumak da böyledir. Her gün Kur’ân-ı Kerim’i okuyan, zamanla pek çok manevî hastalıklardan ve kötü huylardan kurtulur. Bu da mü’minin imanını güçlendirir ve ahlâkını yüceltir.
İmanın mertebeleri sonsuzdur. Kişinin ilmi arttıkça anlayışı ve düşünce ufku geliştiği ve arttığı gibi, Allah’ın âyetleri okundukça da imanı artar. Risâle-i Nur, Kur’ân-ı Kerim’in imana dair âyetlerinin hakiki tefsiri olduğu için okuyanların imanında inanılmaz inkişaflara sebep olmaktadır.
Ne mutlu, Kur’ân-ı Kerim’i ve onun hakiki tefsiri olan Risâle-i Nur eserlerini okuyanlara!
Dipnotlar:
1- Enfal, 8:2. 2- Buharî, İman, 41; Müslim, İmare, 155; İbn-i Mace Zühd, 26. 3- Beyyine, 98:5. 4- Ebu Davud, Salat, 9. 5- Darimi, Salât, 24. 6- İbn-i Mace, Ezan, 4 . 7- Tirmizî, 5:459.
17.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Tek kelime, tek sözcük...
“Anne”.
Sadece insanlarda değil, diğer hayvanlarda da bu his var.
O olunca bütün sular durulur, bütün duygular açıkça ve cömertçe sergilenir.
Annedir; yavrusunu bağrına basar.
Annedir; yemez yedirir.
Annedir; giymez giydirir.
Annedir; yavrusunu köpeğin ağzından kurtarmak için ona saldırır. Aslana saldırır, kaplana pençe atar.
Annedir; hayatını yavrusuna feda eder.
Anne en sıcak kucak, en güvenli bir sığınaktır.
Sınırsız ve sorunsuz bir okyanustur anne.
“Ana başa tâç imiş, her derde ilaç imiş” diyen şairin önemli tesbiti dillere destan olmuştur.
Annenin bu şefkati, Allah’ın “Rahman ve Rahîm” isimlerinin bir tecellisidir, bir yansımasıdır.
Bir gün, Sahabe-i Kiram, gönüllerin sevgilisi Peygamberimiz (asm) ile bir arada iken, yavrusunu kaybedip sonra bulan bir annenin yavrusuna kavuşmasına ve onu sıkı sıkıya kucaklamasına şahit olurlar.
Bu olay karşısında Peygamberimiz (asm) şöyle buyurur:
“Bu annenin şefkati, Cenâb-ı Hakk’ın şefkatinin sadece küçük bir pırıltısıdır” der.
Annenin şefkatine şahit olan insan, bunun yanında Allah’ın şefkat ve merhametini kıyas ediyor.
O bizi çok seviyor.
Bütün annelerin şefkatleri bir araya gelse bile, o anneleri yaratan Allah’ın şefkatinin sadece bir pırıltısı olur.
İşte anne bu.
Şefkatinin kaynağı Allah sevgisidir.
17.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|