|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
O Allah ki, bütün çiftleri yarattı ve bineceğiniz gemileri ve hayvanları hizmetinize verdi.
Zuhruf Sûresi: 12
|
17.05.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
En güzel Kur'ân okuyan insan, okurken Allah'tan korktuğunu anladığın kimsedir.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 149
|
17.05.2007
|
|
Asker neferâtının siyasete müdahalesi müthiş zararları intâc etmiştir
Asâkire Hitap
(Dinî Ceride, Numara: 110,
30 Nisan 1909)
Ey asâkir-i muvahhidîn! Fahr-i Âlemin (aleyhissalâtü vesselâm) fermanını size tebliğ ediyorum ki, şeriat dairesinde ulülemre itaat farzdır. Ulülemriniz ve üstadlarınız, zabitlerinizdir. Askerlik ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Çarkların biri intizam ve itaatte serkeşlik etmekle, bütün fabrika hercümerc olur.
Sizin o muntazam ve kuvvetli fabrika-i askeriyeniz, otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin nokta-i istinadı ve mâden-i istimdadıdır.
Sizin iki müthiş istibdadı kansız ve def’aten öldürmeniz harikulâde olduğundan ve şeriat-ı garrânın iki mucize-i garrâsını izhar ettiğinizden, zaifü’l-akide olanlara hamiyet-i İslâmiyenin kuvvetini ve şeriatın kudsiyetini iki bürhan ile izhar eylediniz. Bu iki inkılâbın pahasına binler şehit verseydik, ucuz sayacaktık. Lâkin itaatinizden binde bir cüz’ü feda olunsa, bize pek çok pahalı düşer. Zira itaatinizin tenakusu, ukde-i hayatiye veya hararet-i gariziyenin tenakusu gibi, mevti intaç eder.
Tarih-i âlem serâpâ şehadet ediyor ki, asker neferatının siyasete müdahaleleri devletçe ve milletçe müthiş zararları intaç etmiştir. Elbette hamiyet-i İslâmiyeniz böyle sizi uhdenizde olan hayat-ı İslâmiyeye zarar verecek noktalardan men edecektir. Siyaset düşünenler, sizin kuvve-i müfekkireniz hükmünde olan zabitleriniz ve ûlülemirlerinizdir.
Bazen zarar zannettiğiniz şey, siyaseten büyük zararı def ettiği için ayn-ı maslahat olduğundan, zabitleriniz tecrübeleri hasebiyle görüyor ve size emir veriyor. Sizde de tereddüt câiz değildir. Ef’âl-i hususiye-i nâmeşrua, san’attaki meharet ve hazakate münafi değildir ve san’atı menfur etmez. Nasıl ki bir tabib-i hâzık ve bir mühendis-i mâhirin nâmeşrû harekâtı için, onların tıp ve hendeselerinden mani-i istifade olamaz. Kezalik, fenn-i harpte tecrübeli ve o san’atta mahir ve hamiyet-i İslâmiye ile münevverü’l-fikir zabitlerinizin bazılarının cüz’î nâmeşrû harekâtı için itaatinize halel vermeyiniz. Zira fenn-i harp mühim bir san’attır. Hem de sizin kıyamınız, şeriat-ı garrâ, yed-i beyzâ-i Mûsâ gibi, sair sebeb-i tefrika ve teşettüt-ü efkâr olan cemiyetleri bel’ etti. Sahirleri de secdeye mecbur eyledi. Harekâtınız bu inkılâbda ilâç gibiydi ki, fazla olsa zehre münkalib olur. Ve hayat-ı İslâmiyeyi fena bir hastalığa hedef eder. Hem de himmetinizle bizdeki istibdat şimdilik mahvoldu. Lâkin, terakkiler için Avrupa’nın istibdâd-ı mânevisi altındayız. Nihayet derecede ihtiyat ve itidal lâzımdır.
Yaşasın şeriat-ı garrâ! Yaşasın askerler!
Hutbe-i Şamiye, s. 114
Lügatçe:
asâkir-i muvahhidîn: Tevhid ehli, Allah’ın birliğine inanmış askerler.
ayn-ı maslahat: Faydanın ta kendisi.
bel’: Ortadan kaldırma.
bürhan: Delil.
cesîm: İri, büyük.
ef’âl-i hususiye-i nâmeşrua: Meşrû olmayan hususi fiiller.
fabrika-i askeriye: Asker fabrikası.
Fahr-i Âlemin: Âlemlerin övüncü, âlemlerin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.).
hamiyet-i İslâmiye: İslâmı koruma, Müslümanlara sahip çıkma ve müdafaa etme gayreti.
hararet-i gariziye: Duyguların kuvvetli olması hali, ateşlilik.
hazakat: Üstatlık, ustalık.
hercümerc: Karışıklık, karmakarışık olma.
intaç: Netice verme.
istibdad: Baskı.
izhar: Ortaya koymak, açığa çıkarmak.
kuvve-i müfekkire: Düşünme duygusu.
mâden-i istimdad: Yardım kaynağı.
mani-i istifade: İstifadeye engel.
menfur: Nefret edilen.
mevt: Ölüm.
mucize-i garrâ: Parlak mucize.
münafi: Zıt, ters, aykırı.
münevverü’l-fikir: Aydın fikirli.
münkalib: İnkilâb etmiş, dönüşmüş.
nokta-i istinad: Dayanak noktası.
nüfus-u İslâmiye: Müslüman nüfus.
sahir: Sihir yapan.
sebeb-i tefrika: Ayrılık sebebi.
şeriat-ı garrâ: Parlak şeriat.
tabib-i hâzık: İşinin uzmanı olan, maharetli doktor.
tenakus: Eksilme, noksanlaşma.
teşettüt-ü efkâr: Fikir dağınıklığı, fikir ayrılığı.
uhde: Bir işi üzerine alma, söz verme.
ukde-i hayatiye: Hayat düğümü.
ulülemr: Emir sahipleri, idare edenler.
yed-i beyzâ-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın beyaz ve parlak eli.
zabit: Subay, askeri kumanda eden rütbeli asker.
zaifü’l-akide: İnanç zayıflığı.
|
17.05.2007
|
|
Fil Sûresi’nden günümüze yansımalar (I)
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...
1- Görmedin mi Rabbin fil sahiplerine ne (nasıl) yaptı?
2- Düzenlerini boşa çıkarmadı mı?
3- Ve üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi.
4- Onlara çamurdan taşlar atıyorlardı.
5- Sonunda onları yenik ekin gibi yapıverdi.
Birinci Âyet: “Elemtere keyfe feale Rabbüke bi ashâbi’l-fil” (Görmedin mi Rabbin fil sahiplerine ne/nasıl yaptı?)
Şeffaflık: Abdülmuttalip ile Ebrehe arasında yaşanan konuşmada ne Ebrehe, ne de Abdülmuttalip amaçlarını saklamamış, ne düşünüyor, ne yapmaları gerekiyorsa, söylemişler ve karşılıklı iletişimde bulunmuşlardır. Birisi develerini almış, diğeri ise Kâbe’yi yıkmak üzere harekete geçmiştir.
Kalite, öze önem vermek, nicelik değil niteliğe önem vermek: Abdülmuttalip kendi taraftarlarının azlığına bakmadan dâvâsını, isteğini söylemiş ve savunmuştur.
Vizyon sahibi olma: Her iki tarafın da vizyonu/hedefi vardı. Ebrehe’nin vizyonu inançsızlık, Abdülmuttalib’in vizyonu ise kabilesinin şerefini korumak. Bunu da, hayvanlara sahip çıkmakla gösteriyor.
Özgüven, motivasyon: Ebrehe’nin davranışlarına karşı, Abdülmuttalib’in davranışları özgüven ve motivasyon hususlarını öne çıkarıyor. Kendi hayvanlarının bırakılmasını Ebrehe’den korkusuzca istemesi, özgüveninin tam olduğunu gösteriyor. Kâbe’nin korunmasının Allah’ın uhdesinde olduğunun inancında olması ve O’nun da bu koruma işlemini muhakkak bir şekilde yapacağının bilincinde olması, motivasyonunun tam olduğunu göstermektedir.
“Görmedin mi? Nasıl-Ne (keyfe) yaptı Rabbin?”
Dikkate şayandır ki, “Ne yaptı?” diye fiilin şeklinden değil, “Nasıl, ne keyfiyette yaptı?” diye niteliğinden sorulmuştur. Dünya işlerimizde, işlerin nasıl yapıldığı önemlidir. Genellikle insanlar “Nasıl?” sorusuna cevap aramaya çalışırlar. Bu nasıl sorusunda işin mahiyeti, keyfiyeti, kalitesi öne çıkmaktadır. Böylece işlerimizde, gelişimimizde en çok lâzım olan konuları öne çıkarmamız gerektiği ortaya çıkıyor.
“Ashab-ı Fîl” tâbiri; bir kurumsallaşma, aynı zamanda bir değerler bütününün ifadesidir. Allah, Ashab-ı Fîl’in kimler olduğunu (Ebrehe’nin ismini vs.), nereden geldiklerini, ne maksatla geldiklerini açıklamamıştır. Çünkü bunların hepsi bilinen şeylerdi. Ashab-ı Fîl diyerek, bir düşünce topluluğuna, bir şahs-ı manevîye dikkat çekmiştir.
Ashab-ı Fîl tabirinde ikinci ele alınması gereken, “Fîl” kelimesi olmalıdır. Burada ‘Fîl’ ile, o zamanın en kuvvetli, etkili ve kullanılabilir mücadele aracı (zamanımızın tankı mesâbesinde) öne çıkarılmıştır. Düşmanlarınızla mücadele ederken, zamanın en etkili, en kullanılabilir, en kolay bulunabilir ve düşmanlarınızı korkutacak silahları edinin ve kullanın denilmek istenmiştir.
Ashab-ı Fîl tâbirinde üçüncü ele alınması gereken, yine “Fîl” kelimesi olmalı. Fillerin belli bir amaç için eğitilmiş ve eğitilebilecek olmaları hususu. Bu düşünceden hareketle fillerin olduğu gibi, kuşların, köpeklerin, balıkların vs. hayvanların insanlar tarafından eğitilebilecekleri ve bunda da başarılı olunabileceğini nazara verebiliriz.
Ashab-ı Fîl tâbirinde ele alınması gereken diğer bir konu da, isimlendirme, kendini tanıma, kendini bir grubun, cemaatin içinde görme, ona göre hareket etme konuları öne çıkmakta. Sosyal hayatımızda bizler, birer gruba dahil olduğumuzda, o grubun hallerini, hususiyetlerini, davranış biçimlerini, düşünce sistemini kabul etmek durumundayız. Bunun için de, önce kendimizi tanımalıyız ki, “Biz o gruba ait miyiz, dâhil olabilir miyiz?” diye karar verebilelim. Buradan alacağımız ders; “Biz neyiz? Mü’min mi, kâfir mi, yoksa münafık mı?” Mü’min isek, o halde Kur’ân ne diyor, peygamber ne diyor, onları öğrenip ondan sonra o gruba dehalet edeceğiz.
Kur’ân-ı Kerim’in pek çok yerinde olduğu gibi, bu sûrede de “Elem tere” (Görmedin mi?) kelimesi kullanılmıştır. Buradaki muhatap, sadece Peygamberimiz (asm) ve oradaki kişiler değil, kıyamete kadar gelecek bütün insanlardır.
Bu sûrede asıl hedef, Fîl olayı hakkında ayrıntılı bilgi vermek değil, Kur’ân’ın mesajına karşı çıkan ilk muhataplara, bildikleri bir olayın acı sonucunu hatırlatmak; İslâm’ı boğmaya çalışan ve ona karşı düşmanca tavırlar sergilemekte kararlı olan kimselerin, benzeri bir cezaya çarptırılabilecekleri uyarısında bulunmaktır.
Fil olayını, o anda, bu olayı bilen insanlara anlatmak, sıradan bir iş olmasına rağmen, aynı zamanda o devirden sonraki insanlara bir bilgi aktarımı, bilgi paylaşımının şâheser örneklerinden biridir. Bizim buradan çıkaracağımız sonuç/ders şu olabilir: Gelişme-değişim istiyorsak, bilgilerimizi paylaşmalı ve nesiller arasında bilgi aktarımını sürekli yapmalıyız.
Olay, ister klasik yorumlardaki gibi kuşların ayakları ve gagaları ile taşıdıkları taşları ordunun üzerine bırakmaları şeklinde olsun, isterse Abduh’un modern ilmin ağır baskısı altında söylediği gibi bulaşıcı mikrobik bir hastalık olsun, fark etmez. Önemli olan, Kâbe’nin bir biçimde insan müdahalesi olmaksızın Allah tarafından korunması ve düşmanların cezalandırılmasıdır.
Öyleyse dini anlatırken, verilen misâller âfâkî değil, insanların çok iyi bildikleri hâdiselerden seçilmelidir (Kur’ân ve Risâlelerdeki gibi). Bir de her şeyin Allah’la ilişkisi kurularak, Kur’ân’a muhatab olacakların İslâmî bilince ulaşması sağlanmalıdır.
Ne var ki günümüzde artık birçok grup ve kişilerce İslâm anlatılırken bazı akıl dışı, âfâkî misâller verilerek veya teferruat meselelerin üzerinde durularak insanlar İslâm’dan soğutulmaktadır.
—Devamı yarın—
|
M. Fahri UTKAN
17.05.2007
|
|
Bir(inci) Söz
“Bismillah her hayrın başıdır” cümlesi ile başlar Sözler. Birinci Söz, Sözlerin ilk sözü olması hasebiyle de bir(inci)dir… Sözlere ilk “birinci söz” ile başlanır. Yani “Bir” Olan Allah’ın adıyla başlanır. Yani dağın, taşın, yerin göğün, zerrenin, şemsin, insanın hâsılı bütün Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın adına sığınılarak başlanılır. “Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar.”1 Bu konuda en güzel seviyededir insan. Çünkü acz ve fakrının farkına varmakla sonsuz bir kudret sahibi olan Rabbine dayanmaktadır. Acz ve fakrını hissederek, kulluğunun bilincinde, yalnız Rabbinden medet umup, yalnız ona iltica etmektedir. İşte bu iman ve sığınma noktası, insanı yücelten, onu en güzel seviyeye çıkaran noktadır.
“Bil ey nefsim!…” Zira sen çok gururlu, övgüye müptelâsın. Kendini çok büyük görüyorsun ve bu dünyada mülk sahibi zannediyorsun. Öyleyse en evvel sen bilmelisin, ey nefis! Başlarken ilk olarak nefse hitap edilmesi, nefse bir hatırlatmadır. Onun ne kadar kusurlu ve kuvvetsiz olduğunu anlaması için bir dikkati konuya yönlendirme vardır burada. Ki nefis bundan sonrasını pür dikkat dinler. Çünkü burada onun adı geçmiştir. Hem de “Ey” hitabı kullanılarak.
Birinci Söz, Sözlerin anahtarı hükmündedir. Sözlerin kapısını Birinci Söz’deki besmeleyle açarsınız. Hayatın bütün kapılarını açarken de yine o söze sığınırsınız. Birinci Söz, tıpkı bir inci tanesi gibidir. İnciden oluşan bir tesbihin başlangıç noktası hükmündedir. Diğer inciler onun peşi sıra gelir. Otuz üç Söz, ard arda dizilmiş inci taneli bir tesbih gibidir.
“Bu kelâm, güneş gibidir. Yani, güneş başkalarını gösterdiği gibi, kendini de gösterir. Başka bir güneşe ihtiyaç bırakmaz. Başkalarına yaptığı vazifeyi, kendisine de yapıyor; ikinci bir Bismillah daha lâzım değildir. (...)
“Bismillah’taki câr ve mecrûra müteallik olarak mezkur olan fiiller, besmeleden sonra takdir edilir ki, hasrı ifade etmekle ihlâs ve tevhidi tazammun etsin. İsim, Cenâb-ı Hakkın zâtî isimleri olduğu gibi, fiili isimleri de vardır. Bu fiilî isimlerin, Gaffar ve Rezzak, Muhyî ve Mümît gibi pek çok nevîleri vardır. Bu fiili isimlerinin kesretle tenevvüü, kudret-i ezeliyenin, kâinattaki mevcudatın nevilerine, fertlerine olan nisbet ve taallukundan husule gelir. Bu itibarla, Bismillah, kudret-i Ezeliyenin taalluk ve tesirini celb eder. Ve o taalluk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyleyse, hiç kimse, hiçbir işini besmelesiz bırakmasın.”2
Yine İşârâtü’l-İ’câz’da “‘Allah’ Lafza-i Celâli, bütün sıfat-ı kemaliyeyi tazammun eden bir sadeftir. Çünkü Lafza-i Celâl, Zat-ı Akdes’e delâlet eder; Zat-ı Akdes de, bütün sıfat-ı kemaliyeyi istilzam eder. Öyleyse, o lafza-i mukaddese, delâlet-i iltizamiye ile bütün sıfat-ı kemaliyeye delâlet eder. İhtar: Başka ism-i haslarda bu delâlet yoktur. Çünkü, başka zatlarda sıfat-ı kemaliyeyi istilzam etmek yoktur.”
Aynı mevzû, Mesnevî-i Nuriye’de Kelime-i Tevhid için geçer: “Bütün Esmâ-i Hüsnâ’nın ifade ettiği mânâlarla bütün sıfat-ı kemaliyeye, Lafza-i Celâl olan Allah bililtizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmâlarına delâlet eder, sıfatlara delâletleri yoktur. (...)
“Ve kezâ, Allah kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlarla beraber düşünülür. Binâenaleyh La ilahe illallah kelâmı, Esmâ-i Hüsnânın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delâlet ettiği sıfatlar itibarıyla bir kelâm iken bin kelâm oluyor: Lâ Hâlıka illâllah, Lâ Fâtıra, Lâ Râzıka, Lâ Kayyûme illallah gibi... Binâenaleyh, terakkî etmiş olan zâkir bir zat, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor.”
“Bir Allah’ın adıyla” dediğimizde, o an hangi ismine ihtiyacımız varsa o isimle yardım umuyoruz Cenâb-ı Hak’tan. Meselâ tohumu toprağa atarken Bismillah dersek, o tohum, ihtiyacı olan Esmâ-i Hüsna’dan yardımını alır. Besmele çektiğimizde, Allah’ın bütün isimlerine sığınmış, dayanmış oluyoruz. Çünkü Allah Lafza-i Celâli bütün esmâyı kapsayan; Allah’ın zâtına has bir isimdir. Besmelede çok sırlar var. Her işimizden evvel Bismillah dersek işlerimizde en hayırlı noktaya vasıl oluruz, biiznillah. Hülâsa, Besmele, sonsuz kudretin inayetine, rahmetine mazhar olmak için kulların kullanacağı bir anahtar hükmünde...
Dipnotlar:
1- Sözler, Birinci Söz
2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 199
|
Fatma ALTUNER
17.05.2007
|
|
|
|