|
|
Nimetullah AKAY |
Bilmek ve yaşamak |
|
Yaşamak, niçin yaşadığını bilmek, hayatın nasıl yaşanması gerektiğini akıldan çıkarmamak birbirinden ayrı düşünülmemesi gereken zincirleme gerçeklerdir. Bize verilen hayatı doğru yaşamanın ehemmiyetini anlamanın, hem dünya hayatımız için hem de ebedî hayatımız için çok önemli olduğunu bilmek de bu zincirin bir halkasıdır.
Yaşamak, insan gibi yaşamak ile gerçek değerini kazanır. Yaşamak, yaşamayı verenin gösterdiği yoldan gitmekle hedefine varabilir. Yaşamak imanla hayatlandığı zaman ölümlü hâletlere maruz kalmaktan kurtulur. Doğru yaşanabilir mânâların hükmünü icra etmediği yaşamakların ölümden, yokluktan farkı yoktur aslında.
Hastalıklı bir yaşamanın, sıhhatla yaşamaya uygun yaratılmış ve öncelikle manevî marazlardan temizlenme üzerine programlanmış bir vücutta meydana getireceği tahribatı düşünmek bile elem verici insan için...
Maddî hastalıklarla uğraşa uğraşa, gerçek hastalık olan manevî yıpranmaların hayatımızda meydana getirdiği tahribatları göremez hale geldik sanki... Manevî hastalıkların hislerimizi etkisiz hale getirmesi, bizim için doğrular ile yanlışlar arasında bir ayırım yapmayı zorlaştırmıştır adeta...
Hissetmediğimiz hastalıklarımız vardır. Derman zannettiklerimizin zehir olduğunun, huzur yolu sandığımız yolların bizleri karanlık âlemlere götürdüğünün çok sonradan farkına varabiliyoruz. “Sosyal Hadiseler” dediğimiz karmaşa, zihinlerimizi gerçeklere karşı kapalı hale getirmektedir. Bu sebeple hep uykudayız aslında. Duygularımız adeta gerçeklere kapalı bir hale gelmiştir.
Zaman zaman silkinip kendimize geldiğimizde, yeni uykudan uyanmış biri gibi gözlerimizi ovduğumuzda hayal meyal karşımızda güzelliklerin durduğunu fark edebiliyoruz. O zaman o ânı yakalamaya ve hiç kaybetmemeye çalışıyoruz. Ama zaman seli içinde gelen, karşı konulması zor dalgalar bizi orada fazla durdurmuyor ne yazık ki... Arkasından yine gaflet uykusunun derinliklerine dalıyoruz.
Ve bizim en büyük problemimiz, bizim olduğumuz gereken yerde olmamamızdır vâ esefâ... Kâinatın Hâlıkına imanımız var bizi kurtaracak, gerçekler kaynağı Kur’ânımız var kalbimizi aydınlatacak, aydınlık yolu gösteren Peygamberimiz (asm) var bize rehberlik yapacak, bize ebedî saadetin yolunu gösterecek...
Ama ne yazık ki bizler başka dünyalardayız. Benliğimizi olması gereken yere taşımak için uykunun kalın perdesinden kendimizi kurtarmamız lâzım. Ancak o zaman insan gibi yaşatacak hakikatlerden istifade edebilme imkânına kavuşabiliriz.
Var olan her şeyi Yaratıcının kudreti dahilinde düşünmenin insana anlatılması zor lezzetler kazandırdığını kim inkâr edebilir? Onu düşünürken zihnimizdeki bütün kazurâtın temizlendiğini çok iyi hissedebiliyoruz. Onu düşünürken fanilerin önemsiz bir hale geldiğini, asıl olanların dünyamızı aydınlattığını hangimiz görmüyoruz?
İtiraf edelim ki, hava gibi ihtiyaç duyduğumuz değerlerimizden yeterince istifade edemiyoruz. Allah’tan başka ilâh olmadığını düşünmenin ve bu mânâyı kalbimizden çıkarmayıp dilimize vird edinmenin bizim için havayı teneffüs etmekten dahi hayatî bir mesele olduğunu biliyoruz aslında.
Gerçekleri bilmek, onları aklen kabul etmek ne kadar önemliyse, kalbimizi bu gerçeklere mekân kılmak, onları hayatımızın hayatı haline getirmek bir o kadar daha çok ehemmiyetlidir. Yaşamak bilmeyi anlamlı kılar. Bilinenin yaşanmamasında hayat yoktur. Bilinenin yaşanmaması, insanı “yaşayan ölü” konumundan kurtaramaz.
Hâsılı, en büyük problemlerimizin temelinde, uzağımızda olmayan, yanıbaşımızda olan mânâ denizinde yeterince yıkanıp temizlenmemek vardır. Rabbimiz merhametiyle, önümüzü aydınlatacak, bizi huzur iklimlerine kavuşturacak nice imkânlar sunmuştur bizlere.
Kurtarmamız mümkün olmayan dünyayı kurtarmak için sarfettiğimiz zamanın azı kadar kendimizi kurtarmak için harcasaydık, dünyanın gözlerimiz önünde nasıl şekil değiştirdiğini, çirkinliklerin kaybolup güzelliklerin nasıl arz-ı endam ettiğini görecektik şüphesiz.
01.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Şefkat ve rikkat-i cinsiye |
|
Şefkat ve merhamet duygusunun kaynağı “rikkat-i cinsiye”dir. Rikkat-i cinsiye, insanın kendi cinsinden olana acıyıp kalbinin yumuşaması ve merhamet etmesi demektir. Bediüzzaman Hazretlerine göre, insanın özelliklerinden birisi de rikkat-i cinsiye, şefkat-i neviye ve akıl alâkadarlığı ile bütün canlılara acıyıp, merhamet etmektir.1
Hastalık ve musibet gibi hususlar insanlardaki rikkat-i cinsiye ve şefkat-i nev’iyeyi celbetmeye sebeptir.2 İnsan “rikkat-i cinsiyeden gelen şefkat-i insaniye”3 ile hastalara ve musibete düşenlere karşı bir şefkat ve merhamet hisseder. Sıkıntı ve hastalıklara dûçâr olanlara karşı merhamet hissederek, şefkatle yardımcı olmak, hiç olmazsa duâ etmek mühim bir haslet-i İslâmiyedir. Şer’ân sünnet olan hastaları ziyaret etmek, ayrıca insana uhrevî sevap kazandırır.
İnsaniyet fıtratı, ihtiyarlara karşı hürmet ve merhameti iktiza ettiği gibi; İslâmiyet dini de ihtiyarlara hürmet ve merhameti emrediyor. Bu hürmet ve merhametin kaynağı da yine rikkat-i cinsiyeden gelmektedir.4 Bediüzzaman Hazretlerinde rikkat-i cinsiyeden gelen acımak hissi ziyadesi ile bulunduğu için şefkat sırrı ile kendi eleminden başka binler kardeşlerinin elemini de ruhunda hissettiğini ifade etmektedir.5 Bu, Bediüzzaman’ın fıtraten ne derece merhamet ve şefkat sahibi olduğunu göstermektedir.
İslâm âlimlerinin ve bilhassa tasavvuf ve şeriatı bilen ulemanın, üzerinde durdukları en önemli prensiplerden biri “Ta’zîm-i bi-emrillah ve’ş-şefekatü alâ halkillah” prensibidir. Yani, “Allah’ın emirlerine itaat ve mahlûkata şefkatle muamele etmek.”
Yeryüzünden fesadı ve ifsadı kaldırmanın yolu nasihatle vicdanları harekete geçirmektir. Bu da ya şefkat-i cinsiyenin uyandırılması veya nefret-i umumiyeye maruz kalma korkusudur.6 Vicdanları harekete geçiren, şefkat duygusu ve toplumun nefretine maruz kalma korkusunu hissettirmektir.
Şefkat-i cinsiyenin kalbden izalesi, kuvve-i akliyenin cerbeze ile fesadı, kuvve-i gadabiyenin öfke ile zulme yönelmesi ve kuvve-i şeheviyenin heva-i nefse tabi olması7 bütün kötülüklerin ve günahların kaynağıdır. İnsanda akıl, şehvet ve öfke gibi temel duygular vardır. Bunların ifrat ve tefritinden pek çok günah ve kötülükler ortaya çıkar. İstikametinden ise hikmet, iffet ve şecaat gibi güzel hasletler zuhur eder. Üstad Bediüzzaman aynı şekilde şefkat-i cinsiyenin kalpden izalesi ile de iffetin ortadan kalkacağını ve pek çok kötülüklerin ortaya çıkacağını ifade etmektedir.
Gıybet, dedikodu ve iftira gibi günahlar rikkat-i cinsiyeye muhalif olduğu için yüce Allah bunları yasaklamıştır.8 Ancak “Zarara rızâsıyla girene merhamet edilmez” bir kaidedir. Onlar, şefkat hakkını ve merhamet liyakatini kendilerinden selbetmişlerdir.9 Bunun için fâsık-ı mütecâhirin, yani günahları açıktan sıkılmadan işleyen ve bununla övünenlerin gıybeti caizdir. Yoksa akıl, kalp, vicdan, insaniyet, rikkat-i cinsiye, tabiat ve şeriat nazarında gıybet merduttur ve matruttur.10 Bunun sebebi de, insanların kötülükleri açıktan işleyenleri tanıyarak şerlerinden kurtulmaları amacına yöneliktir.
Bu husus insanlarda böyle olduğu gibi hayvanlarda da şefkat-i cinsiye bulunur. Bu şefkat-i cinsiyeden şefkat tevellüt eder. Bunun için “korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-ı cinsiyesiyle camusa saldırır.”11
Dipnotlar:
1- 15. Şuâ, Fatiha tefsiri,
2- Lem’alar, s. 277
3- Lem’alar, s. 273
4- Lem’alar, s. 294
5- Lem’alar, s. 310
6- İşârâtü’l-İ’câz, 13. âyetin tefsiri.
7- İşârâtü’l-İ’câz, Fesad âyetinin izahı
8- Hutbe-i Şamiye, s. 149
9- Kastamonu Lâhikası, 85. mektup.
10- Hutbe-i Şamiye, s. 149
11- Sünuhat, s. 105; Hutuvat-ı Sitte, s. 23-24
01.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
En sağlam ve sâlim olan |
|
Kalpten çıkmayan kelâm kalbe gitmez... Kelâmın kalbi, kalbin kemâlinde… Sözler ne kadar süslü, cümleler ne kadar cilâlı ise de nefsî derinlikten çıkıyorsa bulayacağı yankı da nefislerde olacaktır. Ulvî duygulardan doğan söz, ulvî duygularda karşılık bulur… Aklıyla hitap eden akılla dinlenir… Gönülden dökülenler gönüllere akar…
Sözün özü, özün sesi… Sesler özün renkleri… Renkleri gören gözler, gizliliği gizleyemez… Renklerin, seslerin sessizliğinde konuşur ruhlar…
Tribünlere konuşanlar bir tutam alkış alır, görünmek isteyenler görünürler ve kaybolurlar… İnandık dediklerini yaşamayanların konuşması kulaklardan girer, kulaklardan çıkar… İnanıyor görünenlere hangi temiz gönül inanır? Sahtecilik hiçbir zaman sahici olmaz.
Yalanın bol olduğu pazarda sağlamlar nasıl anlaşılacak? Sağlam olunduğunda, helâli hakiki kazanç ve kâr bildiğinde, şüphelilerden kaçındığında…
Maskeliler maskelilerle karşılaşır. Maskesizlik sahiciliğini, maskeliler hile zanneder. En büyük hilenin hilesizlik olduğunu nereden bilecek hilebazlar… Avukat gibi nefsini savunan maddeciler, menfaatsizliği ne anlar… Samimiyet, yüzlerindeki müstehzî gülüş…
Doğruluk dağından düzgün odun getirmeyenlerin sözden, samimiyetten anladığı nedir? Sadece odun yakarlar, yetmedi ormanı yakarlar… Yaprakların yazdığını okuyamazlar ki onları incitmesinler.
Seslerin ve renklerin özü, ferâcesini yitirmiş gözlerde görülür mü? Sûrî görüntüyü sahi sanmak sönmüşlüğün resmi… Geçiciliğin akışında kaybolanlara ağlamak ne elem verici…
Soluksuz nefesleri ney neylesin… “Neylerse güzel eyler”e hakikî tevekkül, nefislerinin soluğunu kesenlerin şiârı… “Öz”den gayrisini yakmışlardır, eşyanın hadiselerin özüyle konuşurlar… Elleriyle yürekleri birleşmiştir; gayrilik, çelişki, çekişme yoktur…
Ne söylemişlerse yaparlar, ne yapmışlarsa söylemişlerdir… Yoksa susarlar, susmaları bile ibrettir… Sessizliğini dinleyenler ne söylediğini bilir, ne söylemesi gerektiğini de…
Helâli hevasına kurban edenler bir balon dolusu konuşur; şevksiz, renksiz, ruhsuz... Renkleri duruma göre değişir, ruhları kaygandır… Tenlere değmeyen teranelerle konuşurlar… Bir avuç alkış; ne ucuz, ne pahalı…
Hayır ve ahiret yoksa susmak; altından daha kıymetli bir hikmet değer… Hevâî haz içeren içsiz kelimeler; hiçliğe savrulan kuru yapraklar…
Konuşmaları kalp, akıl, vicdan onaylamıyorsa her kelime nefsî düşüncesizlikten doğuyordur ve nefisleri tetikler… O arbedede hangi sağlıklı hüküm verilebilir? Sağına soluna bakarak konuşmak, en sağlam ve sâlim sükûnet olsa gerek.
01.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Asker ve hükümet |
|
Cumhurbaşkanı seçiminin ilk turunun neticelenmesinden beş saat sonra, geceyarısına dakikalar kala Genelkurmay’ın internet sitesine konulan metni “internet muhtırası” veya “e-muhtıra” şeklinde tavsif edenler çıktı.
Bu nitelemeden hareketle, Türkiye’nin 28 Şubat’a benzeyen yeni süreçle karşı karşıya olduğunu ifade edenler de oldu. Ama sürecin adının 27 mi, yoksa 28 Nisan mı olması gerektiği konusunda ihtilâf var. Zira bildiri 27 Nisan bitmek üzereyken siteye konuldu, ama gündeme damgasını vurduğu tarih 28 Nisan oldu.
Bu arada, yazının siteye konulduğu an gündem oluşturması ve yabancı ajansların “flaş gelişme” olarak olayı dünyaya duyurmaları ilginç.
Bunun için ya Genelkurmay’ın internet sitesinin her an izleniyor olması, ya da önceden özel bir bilgilendirmenin yapılması gerekir. Ki, medya kulisleri ikinci şıkkın geçerli olduğu yolunda.
Hatırlanacağı gibi, Genelkurmay Başkanının görevi devraldığı andan itibaren yaptığı çeşitli konuşmalar oldu. Özellikle 2 Ekim’de Harp Akademilerindeki konuşması, günler öncesinden duyurularak ilgi odağı haline getirilmek istendi.
Bazı TV kanallarında canlı yayınla da aktarılan bu konuşmadan aylar sonra, Büyükanıt ABD gezisinde “Düğmeye burada basıyorum” ifadesini kullandığı bir basın toplantısı yaptı. Son olarak da, geçtiğimiz 12 Nisan’da, ADD’nin Tandoğan mitinginden iki gün önce, “Özel bir anlamı yok” izahıyla başladığı bir basın toplantısı daha düzenledi.
Ama bunların hiçbiri, 27 Nisan gecesi yayına konulan “e-açıklama” kadar ses getirmedi.
Hükümet “Ordu bana bağlı ve emrimde” açıklaması yaptı. Ve bazı kötü niyetlilerin hükümetle TSK’yı karşı karşıya getirmeye çalıştıkları mesajı verdi. Rivayete göre, hükümet bildirisine bu ifade Büyükanıt’ın isteğiyle konulmuş.
Büyükanıt’ın 2 Ekim konuşması sonrasında da, o esnada ABD’de bulunan Erdoğan askerin hükümete bağlı olduğu yönünde açıklamalar yapmış, bilâhare Genelkurmay Başkanına “Bu konuları özel görüşelim” mesajı vermişti.
Anlaşılan o ki, ya bu mekanizma işletilemedi, ya da Genelkurmay, Büyükanıt’ın kendisini telefonla arayan Erdoğan’a dediği gibi, “hassasiyetlerini kamuoyu ile paylaşma”yı tercih etti.
Her iki şık da hükümet açısından tatsız. Tribünlere yönelik olarak yapılan ve “dik duruş” görüntüsü veren beyanlar ise sorunu çözmüyor.
Askeri gerçekten hükümetin emrinde kılmanın yolu, günü kurtarmaya matuf temelsiz lâflardan değil, anayasadan başlayan temel ve köklü reformları sağlam bir zeminde gerçekleştirip demokrasiyi muhkemleştirmekten geçiyor.
AKP’nin AB reformları çerçevesinde MGK’da yaptıkları, bu yönde atılmış önemli adımlardı.
Ama arkasının getirilmesi ve topyekûn bir sistem bütünlüğü içinde tamamlanması şartıyla.
MGK’da yapılan kısmî reform, sistemin sivilleştirilmesi için yapılması gereken diğer işler nazara alındığında, devede kulak bile sayılmaz.
Ve ne yazık ki, dört buçuk yılını geride bırakan AKP iktidarı, bu noktada başkaca kayda değer birşey yapamadı. Öyle olunca da, bugün kendisini zorlayan sıkıntılarla karşı karşıya kaldı.
Ancak bu sıkıntıların getirdiği çok daha ağır bedeller var ve onlar da millete ödetiliyor.
01.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Gül darbesi |
|
George Soros açık bir şekilde Gürcistan’da Şevardnadze’ye karşı Gül devrimini tetiklediklerini ilân etti. Bu aslında, inkâr etseler de büyük ihtilâllerin arkasında bazı Yahudi zevatın olduğunu teyid ediyor. Zincirbozan filminin gösterdiği gibi 12 Eylül’ün ardında Karanlıklar Prensi Richard Perle vardır. Ve Özal iktidara geldikten sonra yıllar yılı ona ve çetesine Türkiye’nin lobiciliğini yapsınlar diye paralar ödemiştir. Lobicilik arpalığından ona ulûfe dağıtılmıştır. Yani Türkiye’nin darbecileri beslenmiştir.
28 Şubat sürecinin sembolik mimarları arasında da Bernard Lewis vardır. Refah’ın kapatılması dâvâsının gerekçeli kararında onun ifadeleri vardır. Ve bu adam da yıllar yılı ‘Türk dostu’ diye baştacı edilmiştir. Halbuki Şahin Alpay’ın da yazdığı gibi Türklerin Almanya’daki varlığından rahatsızdır ve atılmalarını istemektedir. En son George Soros da güya demokrasi adına darbeye katıldığını itiraf etmiştir. Bunlar dikkate alındığında, ABD’nin Türkiye’de 27 Nisan muhtırası olarak tarihe geçecek bu süreçte niçin tarafsız kaldığını anlamakta ve açıklamakta zorluk ve müşkülat çekmiyoruz. Sabıkalarına bakınca tavrını anlamakta zorlanmıyoruz. Neden? Zira Avrupalılar prensipleri doğrultusunda net tavır alırken Amerikalılar tam aksine pragmatik davranıyorlar. Zira, Türkiye’deki darbelere veya sivillere bakış açıları pragmatiktir yani ilkesel değildir. Önemli olan onlar için hangi seçeneğin stratejik amaçlarına hizmet ettiğidir. Bundan dolayı, CIA 12 Eylül darbesini desteklemiştir. Bu gün gibi aşikârdır.
Kenan Evren’in Polonya’daki muadili olan Jaruzelski, İtalyan “La Republicca” gazetesine verdiği demeçte, bugün bazı çevrelerin intikam duygusuyla hareket etmesini üzücü bulduğunu söyledi ve darbe kurbanlarının hepsinden özür dilediğini belirtti. Darbe sebebiyle yargılanmakta olan eski 1 numara, “O zamanlar iç ve dış güçlerin baskısı altındaydım. Haksız yere acı verdiğimiz insanların hepsinden özür dilerim” demiştir.
Polonyalı muadili böyle söylerken Kenan Evren ise muhtıraya destek vermiştir. Ama AKP de haketmiştir. Zira darbe süreçlerinin açtığı çelişkili çığırda siyaset yapmayı içine sindirmiş ve yeğlemiştir. Bundan dolayı hiçbirimiz masum değiliz ve hepimiz suçluyuz. Bundan dolayı da demokratik yapı dikiş tutmuyor, arpa boyu yol alamıyoruz.
***
Maalesef Türkiye kısır bir döngüye doğru gidiyor. Artık takvim yaprakları darbe süreçleriyle anılacak. 12 Mart, 12 Eylül simetrisine mukabil 28 Şubat’a nur topu gibi bir kardeş geldi: 27 Nisan. Sahi 27 Mayıs’a ne kaldı? Darbelerin yılboyu devrialemini yaşıyoruz. Tekrar 27 Mayıs’a geldiğimizde darbeler kendi etrafındaki turunu tamamlamış olacak. Aslında tarihçilerin de yazdığı gibi, 27 Mayıs, 31 Mart vak’asının bir izdüşümü ve simetrisidir. Yine 27 Nisan da II. Abdulhamid Han’ın hal’i tarihine rastlamıştır.
Tarihin tekerrürü tesadüf olmasa gerek. Gürcistan’daki Gül Devrimi ise Türkiye’de yaşanan da bir Gül darbesidir. Neden? Bilindiği gibi 14 Nisan’da Tandoğan’da yapılan gösteri Erdoğan’a karşı, ‘sivil’ denemezse bile ‘bindirilmiş kıtalar’ muhtırasıydı. Çankaya’da imam istemediklerini haykırmışlardı. Çağlayan’daki bindirilmiş kıtalar gösterisinde de atılan sloganlardan birisi şuydu: “İmam olmasın dedik, müezzin seçtiler”.
Gül’ün adaylığına karşı olanlar Hasan Ünal’dan Emin Çölaşan’a ve Mahir Kaynak’a kadar Gül’ü ABD ve AB’nin adamı olarak görüyorlar. Peki öyleyse; Amerikalılar adamlarının lehinde sürece niye müdahil olmuyorlar? Niye tarafsızlığı seçtiler? Netekim, ABD’nin Avrupa ve Avrasya’dan sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Dan Fried, ‘biz taraf tutmuyoruz’ demiştir. Yani tutumları, kaypak ve ‘tavşana kaç, tazıya tut’ şeklindedir. Bu açıklamasıyla kıvırtma payını kullanmıştır. İşin gerçeği şudur: Gül, ABD ve AB’ye yakın olsa da Amerikalı neoconlar aksine ulusalcılara yakındırlar. Şahıs bazında Gül’e yakın olmaları model bazında ulusalcılara yakın olmadıklarını göstermez. Asıl ABD’nin çekirdek ve darbeci yönetimi ulusalcılardan yanadır. Ulusalcılar ABD’ye düşman dahi olsalar neoconlar ve Amerikan yönetimi bu eğilimlerine rağmen onlara dosttur. Daha önce bunu ben ve benden sonra da Nazlı Ilıcak yazmıştı.
Ulusalcılarla ABD arasındaki tezat İran ile ABD arasındaki tezata benzer. ABD İslâm dünyasında Sünnî ortak paydaya mukabil Şiî eksi paydasını esas alır.
***
ABD darbelerden ve işgallerden beslenir. ABD ilkelere değil stratejik hesaplarına bakar. Bundan dolayı da Pakistan ve Türkiye gibi ülkelerde darbeleri destekler. Yunanistan’ın NATO’nun güney kanadına dönebilmesi için ABD Türkiye’deki darbeyi desteklemiştir. Başka maksatları da vardır. Pakistan’daki askerî yönetimleri ise Afganistan’daki stratejik hesapları için desteklemiştir. SSCB’ye karşı Mücahidler desteklenmesi gerekince Ziya Ül Hak desteklenmiş ve sonradan da tasfiye edilmiştir. Yine Afganistan’da Taliban yıkılması gerektiğinde Müşerref ortaklığa zorlanmış ve sürece dahil edilmiştir.
Birkaç günlük süreç bir defa daha ortaya koydu ki; Mehmet Ali Birand veya başkalarının yazdığı gibi Türkiye bütün kriterlere rağmen 28 Şubat sürecini aşamamıştır. Tih çölündeki demokrasi yürüyüşüne devam etmektedir. Hükümet yapayalnız görünmektedir. Bir tek Tank Hasan’la demokrasi baharı gelmez.
01.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Laiklik ve yaklaşımlar |
|
Rahmetli Ordünaryüs Profesör Doktor Ali Fuat Başgil, hukuk ve siyaset biliminde kendini ve dönemini aşmış bir vatanperverdi. 1930 yılında Ankara Hukuk Fakültesinde “pekiyi” derece ile doçent olduğunda, parlak zekâsı ve toplumun değerlerine duyarlılığının gelecekte başına bir çok gaile açacağından habersizdi.
Doçent olduğu günlerde, bir yüksek okul, üç fakülte ve bir hukuk diplomasına sahipti. Paris Hukuktan mezundu. Bunun yanı sıra siyasi bilimler ve edebiyat felsefesi okumuştu. Milletlerarası İdari İlimler Enstitüsünün üyesiydi. Aynı zamanda Lahey Devletler Hukuku Akademisi mensubuydu.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında demokrasi, insan hakları, özellikle din ve laiklik konusunda çok güzel fikirler serd eden ve halkın dünyasında makes bulan Başgil, dönemin cari anlayışı, despot idarecileri ve kayıt dışı hükümranlık peşinde olanların hep gadrine uğradı.
Başgil’in hayatı günümüze ışık tutan yakın siyasi tarihin bir çok hadisesine örnek tutacak anekdotlarla dolu. Samsun Çarşamba’dan mütevazı ve muhafazakâr bir ailenin imanlı ve sağduyulu bir münevveri olduğu halde, sistemin hazmedemediği ve hep dışladığı, hatta tu-kaka ettiği bir şahsiyet olarak Başgil’i bu günlerde tekrar anma ihtiyacı duyduk.
Başgil, 1961 yılında Samsun’dan senatör seçilir. Maalesef bu görevinden kısa bir süre sonra istifa ettirilir. 27 Mayıs darbesinin bütün hiddeti ve ağırlığıyla, hürriyetleri ve demokrasiyi fanus hayata mahkûm ettiği nefessiz dönemlerdir. İsviçre’ye gitmiş ve 27 Mayısla ilgili eserini telif etmiştir.
Bilâhare 1965 genel seçimlerinde yine Meclise girmiş, parlamenter olarak görev yapmıştır. Cemal Gürsel’in demokrasiyi nekahete soktuğu gibi kendisinin de nekahetten çıkmaması üzerine 1966’da cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacaktır.
Başgil’in cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmasının önü kesilmiş ve ciddî tehditlerle müracaatı engellenmiştir. Hukukun, hukuk dışı ve siyasi irade dışı yollarla bu kadar tahrip edildiği bir ülke olmak ve geçmişimizde bu yaralarla anılmak hiçte iç açıcı değil.
Bu günlerde yaşanan cumhurbaşkanlığı gerginlikleri, o günlerle kıyaslandığında rahmet okuyacağımız nitelikte. Bu tesbit, bugünün demokrasiyi yaralayan demeç ve söylemlerini mazur görmeyi gerektirmez. Bilâkis kamuoyunun reflekslerini arttırması, basının demokratik çıtasının yükseltmesi ve siyasilerin daha net ve açık tepkilerle demokrasiden yana “e-muhtıra”ya tavır koymaları gerekir.
Başgil, aydınımızın asil düşünce sistemine ve halkın inancına, demokrasi geleneği ve laiklik penceresi ile bakmayı, bunları makul bir tanım ve çerçeveye oturtmayı başarmış nadir bilim adamlarımızdan biridir.
Darbe ve muhtıra denemelerinin arka planında ise halkını okuyamayan, sosyal olaylara laiklik-irtica kategorisi ile bakan ve toplumun yaşayan değerlerine bigane bir yaklaşımın ve aydın kabızlığının çözümsüz bakış açısı vardır.
Buna örnek olacak tarihî bir olayla yazıyı noktalamak istiyorum.
Yıl 17 Mayıs 1943. Yer Ankara. “Hülâsa/konu özeti: Hazret-i Muhammed’e dair” başlıklı 653 sayılı, Matbuat Umum Müdürü/Basın Yayın Genel Müdürü Vedat Nedim Tör’ün, Sebilürreşad dergisine yazdığı bir yazı.
Peygamber Efendimizle ilgili Sebilüreşad dergisinde yayınlanan bir eserin İçişleri Bakanlığı tarafından toplattırılmasından sonra, o dönemdeki adıyla Matbuat Umum Müdürlüğüne yapılan müracaata verilen cevap ibretle doludur. Bir düşüncenin açmazını ortaya koymaktadır.
Ali Fuat Başgil, Tör’ün bu cevabını, “Din ve Laiklik” kitabının önsözüne alır. Aynen aktarıyorum:
“Muhterem Efendim,
Mektubunuzu aldım. Biz her ne şekil ve surette olursa olsun memleket dahilinde dinî neşriyat yapılarak dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz.
Zat-ı âlilerinin herkesçe de müsellem olan ilim ve faziletinize hürmetkârız. Ancak günün bu kabil neşriyata tahammülü olmadığını siz de takdir edersiniz.”
65 yıl sonra yine laiklik sıtması ile Kutlu Doğum Haftasına duyulan tahammülsüzlüğün dışavurum biçimi, bize o karanlık dönemlerin demokrasi dışı dayatmalarını hatırlattı.
Şükür ki, köprünün altından çok su aktı. Birileri, inançla olan problemlerinde ısrar etse de, toplumun hafızası ve tepkisi aynı yerde değil.
01.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Sandık mı, meydan mı? |
|
Son günlerin moda tabiri; her hangi bir konuda ‘özde’ ya da ‘sözde’ taraftar olmakla izah ediliyor. Özde ya da sözde ‘demokrat,’ özde ya da sözde ‘laik,’ özde ya da sözde ‘hürriyetçi’ gibi...
‘El’e bakıp, ‘kalp’e bakamadığımıza göre beyan edilen ‘söz’leri esas almak durumundayız. Ancak, hadiselerin arkaplanını da görmek ve göstermek de vazifemiz arasında olmalıdır.
Son ‘söz’ün millet tarfından söylendiği demokratik hukuk sistemlerinde ‘özde’ ya da ‘sözde’lerin anlamı ‘sandık’larda ölçülür. Belirli aralıklarla milletin önüne gelen sandık, bu konudaki en ayırd edici ölçü kabul edilmelidir.
Milletin tercihlerinden korkan ve ürkenlerin, ‘sözde’ sandık ve seçim taraftarı olduklarını ilân etmelerine rağmen; gerçek anlamda böyle düşünmediklerine tarih şahittir. Milletin tercihlerine ‘sözde’ saygı duyduklarını söyleyenler bunu ‘açık oy, gizli tasnif’ sistemiyle geçmişte ortaya koymuşlardır. Tekrar edelim: ‘Tek parti devri’nde oylar/ reyler açık kullanılmış ve fakat bu oyların sayılması gizli yapılmıştır. Bu çağ dışı uygulama ile millet bir süre oyalanmış, ancak 1950’deki seçimlerde ancak olması gerektiği gibi ‘gizli oy ve açık tasnif/ sayım’ yapılabilmiştir. Demokrasiye atılan bu adımla milletin tercihi gerçek anlamda ortaya çıkmış ve tek başına ‘tek parti/CHP iktidarı’ dönemi tarihe karışmıştır.
Önce Ankara Tandoğan ve 29 Nisan Pazar günü de İstanbul Çağlayan’da miting düzenleyenlerin ‘söz’lerine bakılırsa; milletin tercihine saygı duyulmasını dile getirmişler. Konuşmacılardan biri, ‘ihtilâl istemiyoruz’ diye seslenmiş. Ancak bu beyanların samimî olduğuna inanabilir miyiz?
Bu mitinglerle ortaya konulan ‘demokratik tepki’nin kaynağında ne var? Özetle, bu Meclisin cumhurbaşkanı seçmemesini, ya da kendi istedikleri bir kişiyi seçmesini istiyorlar. Peki, bu Meclisi kim seçti? Tam yansıtmıyor olsa bile neticede ‘millet’in tercihi ve temayülü bu mecliste temsil edilmiyor mu? Bir yandan ‘ihtilâle hayır’ deyip, öte yandan milletin seçtiklerine güvenmemek en basitinden ‘çelişki’ değil midir?
Her iki mitinge de iddia edildiği gibi ‘milyonlarca kişi’ katılmış olsa bile, bu, ‘milletin tercihine saygı’ gerçeğini değiştirir mi? Milletin tercihini yansıtan ve en başta saygı duyulması gereken ‘seçim ve sandık’ değil midir? Ne zamandan beri ‘sandık’ların yerini ‘miting meydanları’ndaki ‘kalabalık’ aldı ve alabilir? Demokrasilerde ‘hesaplaşma’ yeri ve zamanı seçim ve sandık değil mi?
Her iki mitingi düzenleyenler ‘teknik’ anlamda çok iyi organize olmuş olabilirler. Mitinglerde dile getirilen ‘söz’ler de kulağa hoş gelebilir. Ancak işin özünde, atılan sloganlar ve ortaya konulmak istenen bir fotoğraf var. Konuşmacılar ‘ihtilâle hayır’ derken, bu sözler ‘yaşa, paşa’ diye kesiliyorsa bunun neresi’demokratik’ tepki?
Elbette miting meydanları da önemlidir, ancak son sözün ‘sandık’larda söylendiği ve söylenmesi gerektiği gerçeğini hiç kimse unutmasın ve unutturmak da istemesin.
Türkiye’nin her hal ve şartta bir seçime doğru gittiği ortada. “Söz milletindir” diyenlerin seçimden ürkmesi, korkması mümkün değil. Asıl ürkmesi gerekenler ‘açık oy, gizli tasnif’ zihniyetinde olanlardır. Onlara şimdiden seslenmek istiyoruz: Erken ya da zamanında yapılacak bir seçim sonrasında karşılaşacağınız hüsran için bahanelerinizi şimdiden hazırlayınız! Seçimlerin ‘sıcak yaz aylarında’ olması muhtemel. Ya ‘plaj’ları kapatın, ya da ‘mevsim’leri değiştirin! Çünkü sandıklar açılıp da ‘hüsran’la karşılaştığınızda ‘makul’ bir bahane bulamayacaksınız. Millete rağmen iş yapanların, sandıktan başarıyla çıkmaları mümkün değildir.
Meydanlarda nutuk atanlar, sandıkları da düşünsün...
01.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Cumhuriyetçiler- demokratlar |
|
Cumhurbaşkanlığı seçim süreci siyaseti şekillendiriyor.
Siyasî tablo Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı adayı olarak ilân edilmesine göre farklı.
Hatta cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turuna göre çok çok farklı.
İlk tur seçimler yapılmadı adeta demokra-sinin yanında olanlar, karşısında yer alanlar gibi bir tablo oluştu.
Genelkurmay’ın demokrasiye gece yarısı müdahalesi ise gelişmeleri çok farklı bir mecraya taşıdı.
Üstün irade kim?
Millet mi, asker mi?
Aslında bu “Cumhurbaşkanını millet mi, yoksa asker mi seçecek?”, “Yetki Meclis’te mi, yoksa militarist güçlerde mi” tartışmasına ışık tutan bir müdahaleydi.
Ama siyasetin şekillenmesi Cuma gecesi yapılan müdahale ile sınırlı kalmadı.
Siyasî iktidar açısından Cumartesi günü saat 13.00’e kadar geçen süre bir ölüm kalım savaşıydı.
Ya dik duracak ya yok olacaktı AKP…
Saat 13.00’te hükümet adına yapılan açıklamadan sonra şartlar yeniden oluştu.
Artık şartlar saat başı belirleniyor.
Bugün ya da en geç 24 saat sonra çok önemli bir gelişme yaşanacak.
Gelişmelerin seyrini önemli ölçüde etkileyecek olan Anayasa Mahkemesi kararı çıkacak.
Çıkan karar ne olursa olsun artık Türkiye hızla seçime gidiyor.
İyi ki demokrasi var.
Ve iyi ki seçime gidiliyor.
Çünkü demokrasilerde bunalımların tek ilâcı millet.
Millet iradesi yeniden şekillenir, Türkiye bir krizden diğerine yuvarlanmak kurtulur.
Keşke, 26 Mayıs 1960 günü Menderes Eskişehir meydanında erken seçim kararını açıkladığı gibi uygulayabilseydi.
Keşke, 12 Eylül’den önce Demirel’in ısrarlı seçim taleplerine Ecevit karşı çıkmasaydı.
Seçimle en fazla bir dönem kaybedilir ya da kazanılır. Ama seçime gidemeyince demokrasi-yi kaybettik.
Cumhurbaşkanlığı seçimi, erken seçim kararı gibi önemli siyasî gelişmeler, kaçınılmaz olarak siyaseti şekillendiriyor.
3 Kasım 2002 seçimleri için karar alındığındaki siyasî tabloya, partilerin oy oranlarına, iktidara ve muhalefete, liderlerin karizmalarına bir bakın, 4 Kasım günü ortaya çıkan tablo ile kıyaslayın.
Şimdi de aynı durum geçerli.
01.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Hayırlı kadın |
|
Birgün Allah Resûlüne sorulmuş: “Hangi kadın hayırlıdır ya Resûlallah?” diye. O da şöyle buyurmuş: “Bakıldığında temizliği ve güleryüzlülüğüyle kocasını neşelendiren, birşey istendiğinde yerine getiren, nefsi ve malı hususunda kocasının hoşlanmadığı tutum ve davranışlardan uzak kalan kadın.”1
Saliha kadındır hayırlı kadın. Saliha kadın ise, Allah ve Resûlünün buyruklarını başının üstünde tutan kadındır.
Hz. Ali, “Allah’ım, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver”2 şeklinde her namazın tahıyyatında yaptığımız duâda zikrettiğimiz dünyadaki iyilikten maksadın dinine bağlı saliha kadın olduğunu söyler.
Evlenilirken dikkate alınması gereken ilk husus da, böyle saliha bir kadını tercih etmek değil midir? Nitekim Allah Resûlü de (asm), “Dinine bağlı olanını seç ki mutlu olasın”3 buyurmuşlardır.
Böyle bir kadınla evlendiği için mutluluğu yakalayan Hz. Ömer’in ünlü kadısı Kadı Şüreyh, büyük âlim Şa’bi evlenirken bu özellikleri sebebiyle Temim Oğulları kabilesinden kız almasını tavsiye ettiğini ve ona evlenme hikâyesini anlattığını görüyoruz.
Kadı Şüreyh, Temim Oğulları Kabilesinden geçerken evleneceği kızı gördüğünde beğendiğini, istemeye gittiğini, onların da uygun görüp verdiklerini, ancak bir süre sonra kabile kadınlarının katı yürekli olduklarını düşünüp pişmanlık duyduğunu, ancak zifaf gecesi hanımından duydukları karşısında rahatladığını anlatır. İki rekât namaz kılıp duâlarını ettikten sonra hanımı ona der ki: “Efendi, ikimiz de farklı dünyaların insanıydık. Siz kendi kabilenizden ben de kendi kabilemden pekâlâ evlenebilirdik. Ancak Kader bizi bir araya getirdi. Ben şu anda bu evin yabancısıyım. Sizin huyunuzu, suyunuzu bilmiyorum. Siz bana sevdiğiniz, hoşlandığınız şeyleri söyleyin ki ben onlara dikkat edeyim. Rabbimin bildirdiği gibi görevlerimi yaptığımda bana iyi davranır, yapmadığımda da beni boşayabilirsiniz. Size sunacağım ilk husus bu! Allah her ikimizi de bağışlasın.”
Bu sözler karşısında düşüncelerinden utanan, pişman olan Kadı Şureyh, “Hanım,” der. “Eğer bu dediklerini tutacak olursan beni mutlu edersin. Aksi halde ne yapmam gerektiğini sen söylüyorsun.”
Sonra da Kadı Şüreyh, istediklerini hanımına bir bir söyler.
Kadı Şureyh, hanımının, söylediklerini aynen yaptığını, ona olan sevgi ve saygısının günden güne arttığını, birgün eve geldiğinde kayınvalidesini gördüğünü, kendisine kızından memnun olup olmadığını sorduğunda, “Çok memnunum. Allah razı olsun. Kızınızı çok iyi yetiştirmişsiniz” diye teşekkür ettiğini söyler.
Demek anne-baba çocuklarını evliliğe hazırlamalılar.
Dipnotlar:
1. Feyzü’l-Kadir, 2:251.
2. Bakara Suresi: 201.
3. Buharî, Nikah: 15.
01.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Diktatörlere karşı direnmek ve iman |
|
Normal konu takibimizi durdurup, güncel mesele cumhurbaşkanlığı seçimine eğilmek zorunda kaldık. Çünkü, hak, hürriyet, hukuk, imanın özelliklerindendir. Dolayısıyla imanla bağlantısı üzerinde durmamız önem arzediyor.
İstibdat/diktatörlük keyfîliktir, hukuksuzluktur, tek görüştür, kendi görüşünü ve iktidarını dayatmadır, halka ve halkın meclisine başkaldırıdır. Meşrutiyet, hürriyet, cumhuriyet (demokrasi) ise, müstebitlere karşı direnmek, hak ve hürriyetleri korumaktır.
Hukukun hâkim olmadığı, güç, baskı ve diktatörlükle yönetilen ülkelerde, başta inanç ve düşünce olmak üzere, giyim-kuşam, hâl, hareket ve seçim sistemine kadar her şeye “devlet” karar verir. O takdirde de ferdin hürriyeti yoktur ve birkaç mesele dışında sınırlıdır. Bu durumda devlet emreder; onun ‘kulları’ harfiyyen uymak zorunda kalır!
Bu, devleti, bütün toplum görevlerini, ekonomik ve kültürel hayatın tek düzenleyicisi olarak gören anlayıştır. Devlet, hukukun, kültürün ve geleneklerin kaynağıdır. 20. yüzyılın başlarından beri hâkim olan devletçilik zihniyeti, devletçiliğin katı temsilci Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra itibardan düşmüştür.1 Ne var ki, Türkiye hâlâ onun tortularıyla boğuşuyor!
İşin en tehlikeli tarafı, devletin, sistemin kutsallaştırılmasıyla birlikte putlaştırılmasıdır. Buna göre devlet, bir nevî “yeni putperestlik”tir. Yaşayabilmek için, sistemde var olan veya olmuş gibi görünen değerleri, sorgusuz sualsiz kabul edip, bu değerler doğrultusunda hareket etmeye yöneldik. Yâni, Firavunun putu köle, kölenin putu Firavun, hep birlikte kurdukları sistem bir başka put ve herkes ona tapıyor. Tapındığı şey ortadan kalkarsa diye bir korku yaşar ve ona sımsıkı yapışır.2 Devleti ziyadesiyle kutsayıp, putlaştırır ve kendi başına musallat eder. Milletin/toplumun sosyal ve siyasî taleplerini dikkate almayan devlet, demokratik gelenekleri yerleşmiş olan ülkelerdeki kadar milletle barışık olmadığı için, (kamu alanı) ciddî bir mücâdele halindedir.3 Bu durumda, “devlet millet için değil, millet devlet için” vardır. Aslında jakoben laik cumhuriyetçilerin de, “siyasal İslâmcıların” da devlet anlayışı, kendileri zıt kutuplarda olmakla beraber, aynı muhtevâdadır.
Her devletin, hattâ yamyamların da bir kanunu, bir sistemi vardır. Devlet kanûnî olabilir. Ancak, önemli olan hukûkîliktir. Keyfiliğin ve istibdadın hâkim olduğu teşkilâtlanmaya “hukuk devleti” denemez.
Diktatörlere karşı direnmek, iman gücüyle orantılıdır. Çünkü, hürriyet, imanın özelliğidir. İmanın hem nur, hem enerji, hem de pozitif yüksek bir güç kaynağı olduğunu gösteren müşahhas pekçok tarihî ve aktüel hadiseye rastlamak mümkün. Kimi zaman kendimiz de bunu yaşarken, pek çok zaman da başkalarında gözlemleriz. Burada, tarihten günümüze müşahhas birkaç örnek sunalım:
Hz. Peygamber (asm), “imân gücü” sahasında dünya çapında yegâne örnektir. Çünkü o, yetim ve yalnız başına idi. Ne saltanatı, ne askeri, ne hazinesi, ne tarihi, ne ekonomik, ne kültürel altyapısı, ne okuma-yazması vardı. Sasâni, Roma ve Pers medeniyetleri, Araplar, kendi kabilesi Kureyş, hattâ en yakın akrabalarından amcası Ebû Leheb dahi ona karşı şiddetle cephe almıştı. Mekkeli müşrikler (aristokrasi), bütün imkânlarını seferber ederek her türlü sindirme metodlarını denedi. İşkencelerin en dehşetlilerini, şiddetin en katmerlisini uyguladılar. Onun ise imânından başka hiçbir şeyi yoktu! Buna rağmen, İslâmiyeti; fikir, ilim, adâlet/hak ve hürriyetler, terbiye ve eğitim sistemi olarak dünyaya hâkim kılmıştır.
Türkiye’de artık darbe mümkün değildir. Askeriye’nin isim vermeden internette yayınladığı muhtıra, bunun göstergelerinden birisidir. Vatandaş, eski pısırık, korkak vatandaş değildir. Artık avuçları şişinceye kadar darbecileri değil, demokrasiyi, hak ve hürriyetleri alkışlamaktadır. Ne iç, ne dış konjonktür darbelere müsaade eder. Artık iktidar da bu durumu iyi okumalı ve Meclis dik durmalıdır.
Dipnotlar: 1- Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ankara, 1997, s. 98-99.; 2- Alev Alatlı, Zamansız Sözler (Eyüp Can) Timaş, İs., 2000, s. 83.; 3- Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay- Prof. Dr. Mustafa İsen, vd., Türk Eğitim Sistemi/Alternatif Perspektif, TDV, Ank., 1996, s. 5.
01.05.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Gerilim politikalarının arka planı |
|
Bir önceki genel seçimlerin galibi olan iki parti, yaklaşan seçimlerde de aynı galibiyeti sağlayabilmek için müthiş bir planı tatbik sahasına koymuş bulunuyorlar.
Bu plan ve stratejinin en öncelikli safhasını "gerilim politikaları" teşkil ediyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu planı uygulamada başarısız oldukları söylenemez.
İşte kârlı sonuç: AKP ile CHP, pompaladıkları "gerilim politikaları" sayesinde, şu an itibariyle hemen bütün seçmen kitlesinin oylarını adeta bloke etmiş gibi görünüyorlar.
Bir taraf meydanları gererek, bir taraf da "Çankaya seçimi"ni bile bile ve göz göre göre riske sokarak, bu gerilim politikası üzerinden "siyasî rant" elde etmenin hesabını yapıyor.
İki taraf da, "genel seçimlere endeksli olarak" sanki el altından anlaşmışlar gibi tuhaf bir tutum içine girmiş bulunuyor.
Bu durumda en incitici, kanatıcı tenkit oklarına hedef olan ise, muhalefetteki DYP ve yönetim kadrosudur. Meclis'teki oylamaya katılmama yönünde tercih kullanan Ağar, anamuhalefetin oyununa gelmekle itham edilirken, şayet oylamaya katılsaydı, bu kez iktidar kanadının oyununa gelmekle itham edilecekti.
Oysa, bu tarz bir yaklaşım doğru ve sağlıklı değil. Diğer partiler gibi, DYP de kendi hesabına ve öngörüsüne göre kendi oyununu oynamıştır. Siyaseti mahkemeye taşımayı tenkit eden ve her defasında "Meclis'in seçtiği Cumhurbaşkanı meşrûdur" diyen bir parti, neden başkasının oyununa gelmiş olsun ki?
Diğer partiler gibi, o da kendi kartını göstermiş, dolayısıyla kendi oyununu oynamıştır.
Gül ve diken
Abdullah Gül'ün adaylığı açıklandığı andan sonraki ilk yazımız, "gül ve diken" eksenliydi.
Gül, parti içinden en uygun adaydı; ancak, Çankaya yolu dikenli mikenliydi...
"Gül'ü seven, dikenine katlanır" diyenler de oldu. Ne var ki, bizim sözünü ettiğimiz dikenlerin bir kısmı zehirliydi. Battığı zaman, öldürmese bile felç edebiliyordu.
Nitekim, şu anda ortada "mefluç" bir durum söz konusu...
Bugün (yarın), son derece önemli bazı gelişmelerin yaşanması bekleniyor.
Artık Cumhurbaşkanlığı seçimi olmaktan çıkarak, klasik "Çankaya savaşları"na dönüşen durumun iki ihtimale dayalı olarak gelişmesi bekleniyor: Tek aday olarak gösterilen Abdullah Gül, seçilecek veya seçilemeyecek.
Eşi başörtülü olan Gül'ün seçilmesi halinde, bu durum bir "muzafferiyet", seçilememesi halinde ise bu durum bir "mağduriyet" havası içinde genel seçimlere yansıtılacak.
Yani, genel seçimlerin argümanları arasında bunların olacağı şimdiden belli gibi...
Oysa, böylesi bir atmosfer içinde genel seçimlere gidilmesi hiç de hoş ve şık bir durum değil.
Cumhurbaşkanlığı gerilimi, genel seçimlere yansımamalıydı. Zira, böyle bir gerilim Türkiye'nin hiçbir meselesini halletmez.
Âcil seçim
Türkiye, her halükârda genel seçimlere doğru gidiyor. Başgösteren ekonomik dalgalanma gibi, bunaltıcı siyasî atmosfer de bunu gerekli, hatta zarurî kılıyor.
Yapılması gereken seçim, artık "erken" olmaktan çıktı, kelimenin tam anlamıyla "âciliyet" kazandı.
Gelişmelerin ülkeye ve millete hayırlar getirmesini temenni ederiz.
GÜNÜN TARİHİ 1 Mayıs 1773
Cin Ali'nin saltanat cinliği...
Mısır'da sultanlığını ilân ederek Osmanlı'ya karşı isyan bayrağını çeken Cin Ali isimli şahıs, yapılan şiddetli müsademenin ardından yakalanarak esir düştü.
Cin Ali Bey, aslen bir Gürcü Papasının oğludur. Bir savaş esnasında, henüz 13 yaşında iken Osmanlı'ya esir düştü.
Esir iken Mısır'a götürüldü ve oradaki Kölemenlerin arasına yerleştirildi. Bu esnada, ihtida etmiş, yani Müslüman olmuş gibi göründü.
Ancak, eline geçen ilk fırsatta Osmanlı'ya karşı Kölemen isyanını başlatması ve Mısır'da kendini ayrı bir baş olarak ilân etmesi, onun hidayeti hususunda tereddütlerin uyanmasına yol açtı.
Osmanlı'nın Ruslarla amansız bir savaşa tutuştuğu ve en zayıf durumdaki bir zamanda harakete geçen Cin Ali, Mısır ve çevresinde kendine epeyce de bir taraftar kitlesi toplamaya muvaffak oldu.
Cin Ali ve taraftarları, Filistin ve Suriye toprakları dahil, Rus donanmasının da yardımıyla bölgede büyük bir nüfuz sahası elde etti.
Bilâhare, üzerlerine gönderilen kuvvetlerle zaafa uğratılan asi Cin Ali ve Kölemen cephesi, 1 Mayıs 1773'te kesin surette mağlubiyete uğratıldı.
Cin Ali önce esir düşürüldü; ardından da kafası kesilerek idam edildi.
01.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Ebedî saadetin gerekçesi |
|
Hatice Hanım:
*“Ebedî saadetin gerekçesi hakkında bilgi verebilir misiniz?”
Bediüzzaman Said Nursî, ebedî saadetin gerekçesini on maddede bize anlatıyor. Kısaca özetleyelim:
1- Bediüzzaman’a göre ebedî sadet olmazsa, bu kâinatta her aklın teslim ettiği esaslı nizam ve baş döndürücü sistem, yalancı bir şekilden ve hayalî bir gölgeden ibaret kalır. Nizamı nizam eden, sisteme sistem ruhu veren, sistemin hemen arkasından gelecek ebedî saadettir. Öyleyse âlemdeki bu sonsuz düzen ve eşsiz ahenk, ebedî saadetten haber vermektedir.1
2- Bediüzzaman meseleye faydalılık prensibi cihetinden de bakar. Öyle ki, kâinatta her şeyde tam bir hikmet ve tam bir fayda gözüküyor. Her şeyde gözüken bu eksiksiz fayda ve işe yararlılık âhirete dönüktür; ebedî saadetten haber veriyor.
3- a) Kâinattaki hadsiz israfsızlık ve hiçbir şeyin gayesiz olmaması;
b) Cenâb-ı Hakkın her şeyi yaratırken tercih ettiği en kısa yol, en yakın cihet, en hafif sûret ve en güzel biçim;
c) Allah’ın her bir şeye en az yüz vazife yüklemesi ve bin meyve ve gaye takması ebedî saadetin geleceğine delildir. Çünkü dönmemek üzere ölüm ve geri gelmemek üzere yok oluş, her şeyi israf eder, her şeyi boş yapar. Kâinatta böyle dehşetli bir israfa yer yoktur.
4- Kâinatta hemen her şeyin her zaman değişmesi, yenilenmesi, tazelenmesi, eski bedenlerin atılması ve ölüme mazhar edilmesi; ölüme benzeyen uykular, kıyamete benzeyen zelzeleler, sarsıntılar, yıkımlar ve yeniden yapılanmalar büyük Kıyametten ve ebedî saadetten haber veriyor.
5- İnsanın fıtratına yerleştirilmiş sınırsız istidatlar ve hadsiz kabiliyetler, o kabiliyetlerden doğan sayısız meyiller ve yönelişler, bu meyillerin getirdiği hesapsız emeller, bu emellerin yol açtığı sınırsız fikirler, istekler, arzular, iştihalar, düşünceler ve duygular şu şehadet âleminin hemen arkasında bulunan ebedî saadete ellerini uzatmış, gözlerini dikmiş ve o tarafa yönelmiştir. Fıtrat hiçbir zaman yalan söylememiştir. Bu sarsılmaz “ebedî mutluluk meyli” ebedî saadetin varlığına işaret etmektedir.2
6- Allah’ın hadsiz rahmeti, büyük merhameti ve geniş şefkati ebedî saadeti haber veriyor. Çünkü nimeti nimet eden nimetin devamlılığıdır. Bu da ebedî saadetle mümkündür. Çünkü bütün nimetlerin başı, gayesi ve neticesi ebedî saadettir. Eğer ölümden sonra âhiret biçiminde yeni bir hayat olmayacaksa, eğer kıyametin kopuşundan sonra yeni bir diriliş ve yeni bir âlem söz konusu edilmeyecekse bütün nimetler boş ve boşuna olur. Bütün nimetlerin boş olması ise, kâinatı kuşatan sonsuz rahmetin varlığına zıttır.
7- Şu kâinatta herkese gözüken İlâhî lütuflar, merhametler, ihsanlar ve ikramlar hakikî rahmeti gösterir. Hakikî rahmet ise ebedî saadeti haber verir.
8- İnsan uyanık vicdanının fısıltısını dinlese sonsuz bir mutluluğu ne kadar derinden istediğini işitecektir. Çünkü o vicdana kâinat bile verilse, ebedî mutluluk ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek bu vicdanî cezbe ve fıtrî istek, hakikî bir gayenin ve cazibedar bir hakikatin çekmesi ve ağır basması ile olur. Bu hakikat da ebedî saadettir.
9-Hazret-i Muhammed’in (asm) sözleri ve verdiği haberler ebedî saadetin müjdecisidir. Onun (asm) yaşayışı, hadisleri ve sünneti ebedî saadete karşı birer penceredir. Onun Allah’ın birliğinden başka en büyük dâvâsı haşir ve ebedî saadette düğümlenmiştir.
10- Kur’ân’ın kesin haberleri de nihayet ebedî saadetin en hakikî müjdecisi ve cismanî haşrin anahtarıdır. Nitekim Kur’ân âhiret ve yeniden yaratılış hakkında çok delil sunar.
Meselâ: “Kendi yaratılışını unuttu da, bize temsil getirmeye kalktı. ‘Çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ dedi. Sen, de ki: ‘Onu ilk önce kim yaratmış ise tekrar O diriltecek. O her şeyin yaratılışını hakkıyla bilendir”3 âyeti; “Size ne oluyor ki, Allah’ın büyüklüğünü düşünmüyorsunuz? Hâlbuki O sizi halden hale sokarak yarattı”4 âyeti; “Rabbin ise, kullarına haksızlık yapacak değildir”5 âyeti ebedî saadeti gösterecek dürbünleri insanoğlunun dikkatine sunmuştur.6
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 479 2- Sözler, s. 481 3- Yâsîn Sûresi, 36/78, 79 4- Nuh Sûresi, 71/13, 14 5- Fussilet Sûresi, 41/64 6- Sözler, s. 482
01.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|