|
|
Murat ÇETİN |
(Yeri geldi, yeniden) Demokrasi ne değildir? |
|
Demokrasi, renk uyumu ve desenleri için tercih edilip kullanılan bir masa örtüsü, bir dantel takımı değildir.
Demokrasi, yakıştığı için giyilen bir elbise, takılan bir kravat, bir fular değildir.
Demokrasi, kötü kokuları bastıran, insanları etkilemek için sürülen bir parfüm değildir.
Demokrasi, lâfın arasına sıkıştırılınca, konuşmaya ayrı bir hava katan, insanı bilgili, kültürlü gösteren bir kelimeden ibaret değildir.
Demokrasi, başın sıkıştığında arayacağın acil numaralardan biri değildir.
Demokrasi, berbat yemeklerin berbatlığını örtsün diye masaya konulan birkaç kır çiçeği, bir iki mum değildir.
Demokrasi, bayramlarda eli öpülen ve yıl boyu aranıp sorulmayan yaşlı amca veya teyze değildir.
Demokrasi, eline şeker verilip kandırılabilecek bir çocuk değildir.
Demokrasi, “lütfen” selâmlaşılıp hatırı sorulan uzaktan akraba değildir.
Demokrasi, beklenen vasıta gelmediği için mecburen binilen bir toplu taşıma aracı değildir.
Demokrasi, “Bana dokunmayan yılan”ın “bin yıl yaşama” temennisi, benim üzerimde gerçekleşince telâffuz edilen bir nevî “imdat” feryadı değildir.
Demokrasi, dört-beş yılda bir ailece gidilen bir piknik değildir.
Demokrasi, uzaktan sesi hoş geldiği için çağrılıp, yakınlaştığında çağrıldığına pişman olunan bir orkestra değildir.
Demokrasi, aynı şarkıyı, farklı şarkıcılara söyletip, farklı şarkılar dinlediğini zannetmek değildir.
Demokrasi, farklı kanallarda aynı sözleri dinlemek için sürekli kanal değiştiren bir elin parmak hareketleri değildir.
Demokrasi, aynı sözlerin alçak sesle mi, bağırarak mı, gülerek mi, ağlayarak mı söyleneceği arasında yapılan basit bir tercih değildir.
Demokrasi, hitap edilen topluluğa göre telâffuz edilip edilmeme tercihi ortaya konulan bir konuşma metni değildir.
Demokrasi, kurdele kesmek, temel atmak, açılış konuşması yapmak, daha önce söylenenleri tekrar etmekten ibaret değildir.
Demokrasi, hikâye değildir, tiyatro oyunu, televizyon dizisi, best-seller bir kitap da değildir.
Demokrasi, daha pek çok şey daha değildir.
Ama demokrasi, hayatın ta kendisidir, pek çok şey daha olmakla birlikte, farklı olmanın, farklı kalmanın ama ayrı kalmamanın sihirli formülüdür.
(Genç Yaklaşım, Şubat 2007)
30.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Hak galip olacak |
|
Son günlerde ülkemizde yaşanan olaylar artık değerler etrafında bütünleşmemiz gerektiğini ve ortak geleceğimiz açısından refah, huzur, birlikte yaşayabileceğimiz kadar medeniyetin hakim olması hangi din, ırk ve sosyal tabakadan olursa olsun insan olan herkesin hakkına saygı ve insanlığın kılık kıyafet ayrımına feda edilmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Milletin ve meclisinin iradesi bu yönde tecelli etmiştir. İşin güzel yanı dünya genelinin bu değerler ve kurallar etrafında halka olan iradeye destek olması ve bu anlamda dini, bir siyaset aracı olmaktan çıkarıp haçlı zihniyeti ile değil insanlık merkezli tepkiler sergilemesidir. Eşinin tesettürü sebebiyle ya da namaz kıldığı için bir şahsın cumhurbaşkanlığına karşı çıkmak artık dünyanın geldiği noktada zihnen çok geri olmak ve ırkçılığa benzer ilkel insan reflekslerinden kurtulamamak anlamına gelmektedir ve gerçek anlamı ile irticadır. Artık aydın insan kendi gibi düşünenlerin olduğu bir dünya değil, her düşünce ve inancın tam serbestiyet içinde yaşanabildiği bir dünya hedeflemektedir. Bu medeni yaklaşımın gerisinde kalan zihniyet çok güçlü gelen insanlık rüzgârı önünde savrulmaya ve yok olmaya mahkûm olacaktır.
‘Muasır medeniyet seviyesi’nden dem vuranlar şu an dünya insanlığının yakaladığı ve tarafgirlikleri, milliyetleri ve inançları ahenk içinde bir arada bulundurma potansiyelinde ve merkeze insanlığı, insanı koyan medeni seviyenin gerisinde kalmak riski ile yüz yüzedirler.
Bütün irade ve işleyişlerin içinde dünyanın istikrarlı bir şekilde gelişen ve bütünleşen bir yapısı var. “Medeniyetler çatışması”, “Tarihin sonu”, “Medeniyetler arası diyalog” gibi tezler gündeme getirilirken insanlık âleminin derinlerinde bir bütünleşme sürecinin yaşandığı gözleniyor. Yeni dönemde ırk, coğrafya, din, dil birliği gibi özellikleri ile tanımlanan milletlerle şekillenmiş kimlikler yerine insanların birer fert olarak değer kabul edildiği ve insanî değerlerin daha ön plana çıktığı dönemlere doğru gidiliyor. Artık dostluklar ve düşmanlıklar sadece mensubiyetler ve taraftarlıklarla değil, topyekûn insanlığın sahip olduğu değerler ve değer yargıları etrafında şekillenmektedir. Özellikle, dünyada kargaşa çıkarmak ve bir satranç oyunundakine benzer hesaplarla insanlığı yönlendirmek amaçlı girişimler bu hesapların hedefinden çok insanlığın derin gelişimine hizmet eder hale gelmiştir.
Dünyanın çeşitli yerlerinde farklı dinlere, farklı ırklara, farklı kültürlere, farklı coğrafyalara mensup milyonlarca insan aynı doğrular etrafında bir araya geldiler. Bu durum benlik ve ırkçılık ile oluşturulmuş ulusların kalın duvarlarla birbine kapatılmış uluslar düzeninin yerini temel insanî değerler etrafında birleşmiş ve dış görünüşte farklılıklar olsa bile daha derinlerde bütünleşmiş bir beşer tabakalarının aldığına da işaret ediyordu. Garip bir şekilde, birbirleri ile savaşsalar bile Amerikan devlet başkanı ve eski Irak liderinin bir arada bulunduğu ve insanlık ağacında felsefe dalının uzantısı olan; benlik, hakimiyet, kuvvet, sahiplenmek ve hükmetmek gibi ırkçı ve yayılmacı zihniyetin şekillendirdiği bir bir beşer tabakası oluşmuştu.
Diğer taraftan aynı ağacın nübüvvet tarafında yer alan bilerek ya da bilmeyerek heva yerine Hüda’ya tabi olmuş ve insanı insan yapan erdemleri ırk coğrafya ve kültürlerden bağımsız olarak ön planda tutan bir beşer tabakası da hem Irak’da hem Amerika’da hem de dünyanın bütün ülkelerinde bir tabakanın uzantıları şeklinde bulunmaktaydılar. Bunları birbirlerinden haberdar olmadıkları halde bir araya getiren ve hiçbir kulis faaliyeti, propaganda veya başka siyasî girişimler olmaksızın aynı ortak noktada birleştiren özlerinde, ruhlarında ve belki de kısmen genlerinde var olan hakka taraftarlık olmalıydı.
Zaman ve şartlar, yaşadığımız olaylar devletler ve milletler şeklinde ve her iki tarafın da çoğunlukla hevaya tabi olduğu ve benlik ya da ırkçılık kavgası şeklinde yürüttüğü harplerin yerini insanlık tabakalarının, hakkın ve batılın yanında yer alanların mücadelesinin alacağını göstermektedir. Bu dönemden sonra özellikle hakkın ve Hüda’nın tarafında yer alanların bu tabakalaşmanın hızlanması ve belirginleşmesi yönünde gayret sarf etmesi gerekmektedir. Benim ülkemin ve benim insanımın tavrı doğru, diğer ülkelerin tavrı yanlıştır gibi siyasî ve tarafgir kabullerin yerini doğruya ve hakka nereden ve kimden gelirse gelsin taraftar olmak şeklinde bir anlayış almalıdır. Bu dönemden sonra biz dediğimizde Türkiye, Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, İran, Irak, Gana, Japonya, Malezya, kısacası bütün dünyada hakkın yanında ve zulmün karşısında yer alan, insanı insan yapan değerleri hayata hakim kılmaya çalışan herkes anlaşılmalıdır. Bu anlayışın karşısında ve hevaya tabi olan herkes Türk, Kürt, İngiliz, Fransız, Amerikalı, ... hangi coğrafi tanımdan olursa olsun kimliği ister Müslüman, ister Hıristiyan, ister Musevî isterse ateist olsun; vahye dayalı dinlerin özellikle de İslâmın hakim kılmaya çalıştığı insanlıktan uzak ve ötekiler şeklinde tanımlanması gerekmektedir.
Dünyanın ve insanlığın gidişi bu yöndedir ve dünya genelinde diyalog arayışı içindeki sivil güçlerin ön planda tuttuğu ana değer insanlık olmalıdır. Bu gün dünyaya anlatılacak İslâm da “hakiki insaniyet olan İslâmiyet” tanımı etrafında şekillenmiş olarak sunulmalıdır. Eğer bu yapılabilirse “Hakk’ın vaadettiği günler” çok yakında doğacaktır.
Bu anlamda ülkemizde dönüm noktası anlamına gelecek tarihî günler yaşanmaktadır. Artık kavgaları ve gereksiz suçlamaları bir tarafa bırakıp memleketin selâmeti için birleşmek ve dayanışmak zamanıdır. Bunun en uygulanabilir şekli hukukun ve kanunların hakim olmasıdır. ‘Kanunlar bana yaradığı sürece uygulansın aksi takdirde suyumu bulandırıyorsun muamelesi yaparım’ şeklindeki bedevî ve vahşî yaklaşımların dünyadaki ömrü bitmek üzeredir. Zaman vahşet ve bedeviyet zamanı değil insanlık ve medeniyet zamanıdır.
Şu zamanlar ülkemizin bu anlamda bir imtihandan geçtiği zamanlardır. Rabbimizden azametli ve bahtsız milletimizin talihinin açıldığı günler olması ve istikbal inkılâbatı içinde ortaya çıkacak en yüksek gür sedanın insanlığa duyurulacağı bir basamak olmasını niyaz ediyorum. Gelişmeler nasıl olursa olsun neticede hak galip olacaktır.
30.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kulluk nasıl olur |
|
Eskiden Bağdat’ta yoksul bir adam yaşardı. Yoksul olduğu kadar da kendini bilmez, küstah bir kimseydi. Daima kendinden yukardakilere bakar, hâline şükretmez, şikâyet üstüne şikâyetler yağdırırdı.
Bu yoksul adam bir gün bir köle gördü. Görkemliydi. Üzerinde atlas bir elbise, belinde de altın bir kemer vardı. Bir ona baktı, bir kendine… O bir efendinin kulu, kölesiydi. Kul olduğu halde debdebe içindeydi.
Ya kendisi? Sefalet içindeydi. Dayanamadı, ellerini kaldırıp şikâyeti bastı: “Ey Rabbim,” dedi. “Katında şu köle kadar olsun değerim yok. Efendisinin şu kuluna baktığı kadar bana bakmıyorsun!”
Bu yakışıksız, kendini bilmezce söylenen sözlerin yanlışlığını kim anlatacaktı ona?
Karşılaştığı bir olay ona haddini bildirdi, gözünü açtı: Birgün pazarda yine o atlas elbiseli, altın kemerli köleleri gördü. Zalim bir hükümdar gelmiş, köleleri toplattırmaya başlamıştı. Hükümdarın adamları köleleri kırbaçlamakta, eziyet etmekte, “Söyleyin bakalım, efendinizin hazineleri nerede?” diye onları sıkıştırmaktaydılar.
Onlar işkenceden ölecek hâle geldikleri halde bunlara katlanıyor, en küçük bir sır vermiyor, efendilerinin aleyhinde konuşmuyor, zerre kadar bir şikâyette bulunmuyorlardı.
Yoksul adam şaştı kaldı gördüklerine. Ve tam o esnada bir ses işitti: “Ey kula nasıl bakılır diyen adam! Köle nasıl olurmuş sen asıl ona bak! Gördün ki köleler onca işkencelere rağmen efendileri aleyhinde tek bir kelime etmediler. Sen de onlar gibi efendin için canını verebiliyor musun?”
Gördükleri ve duydukları, kulluğun hakkını vermediği halde Rabbinden şikâyete kalkan adamı utandırmaya yetmişti. Tevbe edip iyi bir kul olma yoluna girdi.
Acaba Allah’tan birşeyler bekleme yerine bizim Allah’a karşı nasıl bir kul olduğumuza baksak! Bir kudsî hadis—i şerifte, “Kulum benim hakkımda neler düşünürse Ben de ona öyle davranırım” buyuruluyor.
Allah hakkında iyi şeyler düşünüyorsak iyilik beklemeye hakkımız olur. Sûizanna girmişsek Ondan iyilik beklemeye hiç yüzümüz olur mu?
Allah’ın bize olan sevgisini öğrenmek istiyorsak bizim Onu ne kadar sevdiğimizi ve bunun gereği olarak emrine ne kadar uyduğumuzu düşünelim.
Allah yolunda hayır yapmadan Allah’tan iyilik ve ihsanlar bekleyemeyiz.
Allah yolunda sıkıntılara katlanmadan Ondan mükâfat beklemeye hakkımız olmaz.
Allah hakkında hüsnüzan eden kazanır; sûizanna giren, küstahca, kendini bilmezce söz ve tavırlar sergileyen insan ise kaybeder.
30.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Günahta devam niyetine musamaha olur mu? |
|
Belki zamanın suçu değil, ama zaman geçtikçe maddeten ve mânen bazı değişikliklere uğradığımız kesin. Bu değişiklikler müsbet manada olduğu gibi menfi mânâda da olabilir. Bazen geçen sürelerden ders alır, yeni aydınlık ufuklara doğru kanat çırparız, bazen de geçen zaman içinde iyi duygularımız yıpranır, güzel çizgimizi kaybederiz. Bazen hassaslaşır müsamaha sınırlarımız oldukça daralır, bazen de eleğimizin deliklerini oldukça geniş tutar her önümüze geleni yaşantısından dolayı hoş görürüz.
İnanç ve itikat noktasında da değişikliklere uğradığımız bir vakıa. Önemli olan ifrat ve tefrite düşmeden vasat olanı tutturabilmektir. Önemli olan olaylara Kur’ân’ın dürbünüyle ve Hadisin ölçüsüyle bakıp hislerimizi karıştırmamaktır. Çünkü hadiseleri sadece kendi görüşlerimiz istikametinde değerlendirecek kadar müçtehit bir şekle bürünemeyiz. Buna hakkımız da bulunmamaktadır. Ama bazen hakkımızı ve hududumuzu aşabilmekteyiz diye düşünüyorum.
Bilhassa dinimize göre yaşamada hassasiyetlerimizi kaybettiğimizi, çevrenin de etkisiyle zaman geçtikçe aslında günah olan bazı yaşantılara müsamahalarımızı arttırdığımızı söyleyebiliriz.
Geçtiğimiz günlerde bir toplantıda konuşmacının, başı açık olup, ehl-i dünya görüntüsü içinde bulunan bazı hanımların ne derece inançlı olduklarını dile getirmesi ve bu anlatımın, demek ki İslâmî kıyafetin o kadar da gerekli olmadığı intibaını vermesi, aklıma fikirde dejenerasyon tehlikesi ihtimalini getirdi.
Meselâ bir opera san'atçısı namaz kılıyormuş ve secdeye giderken dakikalarca gözyaşı döküyormuş. Bu elbette sevindirici bir durum. Ancak bu iyi hali onun tesettüre riayet etmeden yaşamasını hiçbir zaman mazur gösteremez. Veya o san'atçının bu güzel ibadetini nazara verirken, karşımızda bizi dinleyen tesettürsüz hanımlara, “Siz merak etmeyin, tesettüre girmeden de dindar olunabiliyor” gibi bir durumu hissettirmememiz gerekir. Belki burada o güzel ibadet ediş haleti nazara verilirken, onun Allah’ın tesettür emrini de yerine getirmesi temennisini dile getirmek gerekir. Yoksa insanlar kendileri için tesettürsüzlük fetvasını bulabilirler.
Öyle ya, zaten insanlarımız giyim konusunda bir bahane arıyorlar. Zaten gelenek ve görenek dürtüsü ve nefsin teşviki ile giyim konusunda istediği gibi davranma arzusu çok yaygın bir hale gelmiştir. Biz de çıkıp insanların muhtemel bazı güzel davranışlarını görüp, açık bir şekilde günah olan bazı hallerini önemsemezsek, o zaman demek ki Rabbimizin yasakladığı bir hareketi biz kendi insiyatifimizle temize çıkarmış oluyoruz.
Bizler Kur’ân-ı Kerimde hem erkekler için hem de hanımlar için örtünmenin sınırlarının konulduğunu gayet iyi bilmekteyiz. Tesettürsüzlüğün bilhassa hanımlarda fitnelere sebep olabileceği ihtimalinin büyük olduğunu da bilmekteyiz. Gelmiş geçmiş bütün İslâm âlimlerinin ortak inanışı, hanımların başlarını ve vücutlarının diğer taraflarını örtmesi gereğinin hem Kur’ânla hem de Hadis-i Şeriflerle sabit olduğu yönündedir. O zaman, artık devir değişti deyip kimsenin bu hükmü basit görmesi hakkının bulunmaması gerekir.
Elbette insanlar hem iyi ameller işleyip, aynı zamanda günah da irtikap edebilirler. Zaten günah olmalı ki, insanlar tevbeye başvursun ve kendilerini affetmesi için Rablerine yalvarsınlar. Yani her günahın arkasında bir daha o günahı işlememek üzere tevbe ve istiğfarda bulunmamız gerekir. Böyle yapmayıp da işlediğimiz günahın devamında kendimizi mazur görürsek herhalde yanlış yapmış oluruz.
Ayrıca elbette tesettüre riayet etmeyenlerle muamelemiz yangına körükle gitmek gibi olmamalıdır. Yani onları dışlamamalı, ama münasip bir şekilde örtünmelerinin İslâm imanı açısından bir gereklilik olduğunu hatırlatmamız veya hissettirmemiz gerekir. Onlara tesettürsüzlük fiilerinde devamda bir cesaret verdiğimiz zaman yanlış yapmış oluruz. Belki de onların işlemiş olduğu günahın ortağı durumuna düşebiliriz.
Günahta devama fetva verircesine davranmak, o günahtan kurtulmayı zorlaştırır, en azından geciktirir. Bu duruma düşmemek için, günah içinde olanları dışlamadan uyarmak gerekir. Bu konuşarak da olabilir veya lisan-ı halimizle de, yani tavırlarımızla da olabilir. Onları ümitsizliğe düşürmeden, tevbe ettikleri takdirde Rabbimizin afvedici olduğunu söylemek ve kendilerini öyle giyinmekte mecbur görüyorlarsa her an tevbe etmeleri ve Rabb-i Rahime sığınmaları gerektiğini hatırlatmak gerekir.
30.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Göstergeler neyi işaretliyor? |
|
Siyaset zemininde ve Türkiye genelinde ortaya çıkan veya okunabilen hemen bütün göstergelerin işaret okları, bir erken genel seçime yönelmiş durumda.
Artık bundan kaçış mümkün olmadığı gibi, geri dönüş de pek mümkün görünmüyor.
Zira, mahkemelik olan siyaset ile muhtıraya hedef olan parlamento, adliye ve askeriyenin kıskacına girmiş bir vaziyette yoluna devam edip gidemez.
Bu gerçeği görenlerin başında ise, iktidar kanadının yönetimi ve yönetimin de lideri konumundaki Başbakan Erdoğan geliyor olmalı.
Erdoğan ve partisi, hiç vakit kaybetmeden ülkeyi genel seçime götürme kararına varmalı ve siyasî rakiplerine de "Hodri sandık" diyebilmeli.
Türkiye'nin hiç vakit kaybetmeden genel seçim sathına girmesi halinde, evvelâ yükseltilen tansiyonun düşeceği kuvvetle muhtemeldir.
Bunun yanı sıra, yenilenmiş bir parlamentonun iradesiyle yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçiminin, çok daha sağlıklı ve gereksiz tartışmalardan arınmış bir atmosferde gerçekleşeceği de muhakkaktır.
Bu istikamette ortaya bir irade koyacak olan, şüphesiz parlamento ve halen iş başındaki hükümettir.
Hükümet, böyle bir irade izharında bulunmazsa ve ülkeyi Kasım ayındaki normal seçim zamanına kadar yönetmeye devam ederse, bundan sadece kendisi zarar görmekle kalmaz. Ayrıca, spekülasyonlara açık hale gelen ekonomik gidişat ile bilhassa son günlerde gerildikçe gerilen umumî havayı teneffüs eden sosyal ve siyasî tabakalar da, bundan büyük zarar görecek.
Evet, mevcut hükümet ve parlamento, şu haliyle ve sanki hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edip gidemez.
Muhtemel gelişmelerin başında, erken seçim kararı geliyor. Siz—Cumartesi günü öğle saatlerinde kaleme alınan—bu satırları okurken, genel seçim ve hatta cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda bile, ciddî bazı adımlar atılmış da olabilir.
Zira, umumî göstergeler, böylesi bir "mecburî istikamet"i işaretliyor.
Millete müracaatın yolu olan seçimler, ekseriyetle mevcut halde daha iyi ve daha hayırlı gelişmelerin kapısını aralamıştır.
Aynı hakikatin, bundan sonra da aynı şekilde tecelli edeceğine inanıyoruz.
Esasen, demokrasi dışı tepki ve dayatmalara karşı en etkili ve en susturucu cevap sandıktan çıkar.
Madem ki öyledir, o halde bu tür tepki ve dayatmaların boy verip serpilmesine meydan vermeden ve mahal bırakmadan, seçim sandığını mümkün olan en kısa zamanda milletin önüne getirmek lâzım.
Bunun küçümsenecek, yadırganacak hiçbir yönü de yoktur. Dünyanın neresinde olursa olsun, demokrasi ile idare edilen ülkelerin buhranlar karşısında başvurdukları birinci ve en sağlıklı yol, halkın hür iradesine müracaat yoludur.
Hür iradenin tazelenerek tecelli ettiği yerde, hürriyet ve demokrasi sıhhatli bir şekilde hayat buluyor.
Türkiye'deki demokrasi, halihazırda adeta oksijen çadırına hapsedilmiş gibi bir görüntü arz ediyor. Onu bu vaziyetten, taze bir seçimle kurtarmanın yoluna bakılmalı.
GÜNÜN TARİHİ Z30 Nisan 1924
Börekçizade, ilk Diyanet Başkanı oldu...
Ankara müftüsü Börekçizade M. Rifat, yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığına getirildi.
Osmanlı'da mevcut bulunan Hilâfet, Meşihat ve Şer'iye Vekâleti gibi dinî mânâ ve mahiyet taşıyan bütün müesseselerin kapatılmasından sonra (3 Mart 1924), bu boşluğun bir şekilde doldurulması maksadıyla Ankara'da Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu.
O günlerin Ankara'sında bu yeni yapılanmanın başına getirilmek üzere uygun bir adam arandı.
M. Kemal, en uygun adamın Rifat Börekçi olduğuna kanaat getirdi ve bir süre sonra da ataması yapıldı.
17 yıl müddetle Diyanet İşleri Başkanlığını yürüten Börekçi, şapka fetvası dahil, önüne getirilen din ve diyanetle bağlantılı bütün inkılâp hareketini tasvip ile tasdik etti.
Börekçi, ilk başlarda "şapka fetvası"nı vermekte biraz çekingen davranıp tereddüt göstermişti. Ancak, namlunun ucunu görünce, derhal fetvayı imzalamış ve bütün bir milletin başına şapkanın geçirilmesinde, dinî yönden en ağır sorumluluğu üstlenmek zorunda kalmıştı.
Bu desteğin mükâfatı olarak, Börekçizade, hayatının sonuna kadar (5 Mart 1941) bu makamda kaldı.
Garip bir tecellidir ki, Börekçi'nin sekeratı ve ölümü, tam da Hilâfetin kaldırıldığı, dinî tedrisatın yasaklandığı ve medreselerin kapatıldığı günlerin (3–5 Mart 1924) yıldönümüne rastladı.
30.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kur’ân’da Kıyamet sahnesi- 2 |
|
Hatice Coşar:
*“Kıyamet hakkında bilgi verebilir misiniz?”
Dünden devam:
Kıyametle ilgili olup bitenlerden baki ruhların da derecelerine göre hissedar olacaklarını belirten Bediüzzaman Hazretleri, bunu Kahır ve Celâl tecellilerinden meleklerin müteessir olmalarına benzetir. Üstad Bediüzzaman’a göre, nasıl ki sıcak bir yerde bulunan insan, dışarıda kar ve tipi altında titreyenleri gördükçe akıl ve vicdan itibariyle üzülürse; tamamen şuur sahibi olan baki ruhlar da kâinatla bire bir ilgili olduklarından kâinatın büyük olayı olan kıyametin kopuşundan derecelerine göre etkilenirler. Azap ehli ise korku içinde, acı ve elem duyarak; saadet ehli ise, hayret ve heybet içinde, şaşkınlıkla ve birbirine müjdeleyerek kıyametin kopuşunu hissederler. Çünkü Kur’ân, kıyametle ilgili haberlerinde “Göreceksiniz!” diyor. Oysa dünyevî cisimleriyle kıyameti görenler ancak o saate yetişenlerdir. Öyleyse kabirde cesetleri çürümüş olsa bile bütün ruhlar kıyametin kopuşunu göreceklerdir.1
Nesillerin imanının sorularla çalındığı asrımızda Kur’ân’a dayalı her haberi ve her hakikati delilleriyle ispat eden Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Kur’ân’a ait olan Kıyametin kopması, yeni bir âlemin yaratılması ve ebedî saadetin verileceği ile ilgili haberleri bütün sıcaklığı ve ilginçliği ile kuvvetli sorular ve cevaplarla inanç dünyamıza taşır.
Bediüzzaman’a göre bir padişahın, sarayını veya şehrini yıkıp yeniden yapması söz konusu olunca ister istemez altı önemli soru gündeme gelir.
1- Niçin yıkacak? Buna sebep ve gerekçe var mıdır?”
Eğer padişahın sarayı yıkmasının bir ihtiyaç olduğu, buna şiddetli bir sebep ve gerek bulunduğu ispat edilirse, şöyle bir soru daha gündeme gelir:
2- Bunu yıkıp yeniden yapacak derecede padişahın gücü-kudreti var mıdır? Bunu yapabilir mi?
Eğer padişahın muktedir olduğu, güç ve kuvvetinin eksiksiz bulunduğu, dilediği anda sarayını veya şehrini yıkabileceği ve yeniden kurabileceği ispat edilirse, şöyle bir soru daha sormak lâzım gelir:
3- Bu sarayın veya şehrin yıkılması mümkün müdür?
Eğer bu sarayın yıkılması ve şehrin dağıtılması ve parçalanması imkân dâhilinde bir iş olduğu, padişahın gücü açısından bunun kolay bulunduğu ispat edilirse, şöyle bir soru daha kapımızı çalar:
4- Bu saray veya şehir gerçekten yıkılacak mıdır? Padişahın gerçekten böyle bir niyeti, plânı ve projesi var mıdır?
Eğer, padişahın bu sarayı veya şehri gerçekten yıkacağı, buna ciddî olarak niyeti bulunduğu, bunu plân ve proje kapsamına aldığı ispat edilirse, şöyle bir soru daha sormak gerekir:
5- Peki bu sarayın veya bu şehrin yıkıldıktan sonra yeniden yapılması, ikame edilmesi, kurulması, ayağa kaldırılması, onarılması ve düzeltilmesi mümkün müdür? Yıkmak kolay olabilir ama yapmak da imkân dâhilinde midir?
Eğer sarayın veya şehrin yıkıldıktan sonra yeniden yapılması ve hatta eskisinden daha güzel, daha görkemli ve daha donanımlı biçimde inşa edilmesine imkân bulunduğu ispat edilirse, şöyle bir soru daha sorulur:
6-Yeni bir saray gerçekten yapılacak mıdır? Yeni bir şehir hakikaten kurulacak mıdır? Saray ve şehir sahibinin gerçekten böyle bir niyeti, plânı ve projesi var mıdır?
Eğer padişahın sarayı yeniden yapacağı, şehri baştanbaşa eskisinden daha güzel biçimde kuracağı, buna gerçekten niyeti bulunduğu, bunu plân ve proje kapsamına aldığı, hatta bunu ihale ettiği, bunun için harekete geçtiği ispat edilirse; bu defa hiç şüphe yok ki, bu saray ve bu şehir padişahın emriyle yıkılacak, bozulacak, dağıtılacak; sonra yeniden daha güzel, daha alımlı, daha muhteşem ve daha cazibedar biçimde yapılacak, onarılacak, tamir edilecek, ayağa kaldırılacak ve yeniden hayat sahiplerine ve insanlara mesken kılınacaktır.2
Üstad Hazretleri bu çok sorulu ve cevaplı girişten sonra bu dünya sarayının ve kâinat şehrinin tahrip ve tamir edilmesinin şiddetli gerekçesi bulunduğunu, bunu yapacak ustanın muktedir olduğunu; bu tahrip ve tamir işinin imkân dâhilinde bulunduğunu ve bu imkânın da gerçekleşeceğini izah ve ispat eder.
Bediüzzaman’a göre, ebedî saadet için gerekçe vardır. Ebedî saadeti verecek olan Allah (cc), muktedirdir. Âlemin harap olması, yıkılması ve dünyanın ölmesi imkân dâhilindedir. Bu imkân gerçekleşecektir.
Hem sonra; âlemi yeniden var etmek ve insanları ihya edip haşir meydanında toplamak imkân dâhilindedir. Bu imkân da gerçekleşecektir. Çünkü bunun ciddî gerekçesi vardır. Bu işin ustası da bunu yapacak derecede güçlüdür.
Yarın inşallah devam edelim.
Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 61, 62 1- Sözler, s. 476
30.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Siyasetin pimi ve cumhurbaşkanlığı seçimi |
|
Özetle, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gelinen noktayı üç ana başlıkta değerlendirebiliriz:
Bunlardan birincisi; AKP cephesidir. Maalesef, iktidar partisi cumhurbaşkanlığı seçimini siyasetin tecrübi dirayeti ve uzlaşma kültürü ile yönetememiştir. Başbakan, gündemi gergin tutma ve merak uyandırma psikolojisi ile cumhurbaşkanı adayını 35 saat kala ancak açıklayabilmiştir. Öncesinde bir sır gibi ertelemiş veya tereddütlü alanlarda dar ekip çalışması ile süreci yönetmeye çalışmıştır.
Sonuçta; merkez sağın kilit konumundaki partileri DYP ve ANAP ile istenen yakınlaşmayı, sıcaklığı ve diyalog sempatisini oluşturamamıştır. “Milli Görüş üçlüsü” görüntüsü; Erdoğan, Gül ve Arınç üçgeninde nihaî kararı vererek, AKP’nin merkez olma beyanını kuşkuya dönüştürmüştür. Son ana kadar deklare edilmeyen 10. Demokrasi ve Reform Paketi, erken seçim ve cumhurbaşkanlığında 5+5 formülü, muhalefete zeytin dalı uzatmaya yetmemiştir.
Son taktik ve tavırlar, belki de gerdirerek ve CHP karşıtı bir bloklaşma denemesi ile merkez sağ tabanı seçim sath-ı mailinde kendi yönüne kaydırma stratejilerinin bir parçası olabilir.
Ancak mahkemelik bir cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından isteksiz kesimlerin ayak sürüme manevraları elini kuvvetlendirirken, siyasetin vesayet ve dirayet hakkı tartışmaya açılmış, siyasî inisiyatif, mahkemenin gölgesine düşmüştür.
İkinci husus ise; bu günlerde beraberlik mesajları veren ve birleşmek için hazırlıklar yapan merkez sağdaki DYP ve ANAP’ın takındıkları tutumdur. Muhalefet partileri olmanın verdiği tepki hakkı, AKP’nin ihmal ettiği, hatta ıskaladığı iletişim ve bugüne kadarki kibirli hali, iki partinin de Mecliste cumhurbaşkanlığı seçimlerinde birinci tur oylamaya katılmalarını engellemiştir.
Siyaset dengeleri ve parti içi tepkiler göz önüne alınarak ve siyasî rekabetin mizacından kaynaklanan gerekçelerle oylamaya katılmamışlardır. Ancak; siyasî gelenekleri ve geçmişte cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, özellikle DYP’nin maruz kaldığı mağduriyetleri göz önüne alınırsa, parlamentoda sivil siyaseti tartışmasız etkin kılma niyet ve misyonları ile son anda geliştirilen tutum çelişmiştir.
Siyaset üstü bir demokrasi mutabakatı ve sivil iradenin hakim olacağı bir cumhurbaşkanı seçimi, Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinde en çok arzuladığı demokratik bir çıtadır. Bu konuda CHP’nin ısrarla 367’yi diline pelesenk yaparak siyasî iradeyi yargının önüne götürme teşebbüsüne, dolaylı yeşil ışık yakılmıştır.
Esas müsebbip AKP’nin bugüne kadarki tutum ve davranışları olarak zikredilse de, bu haklı mazeret, siyasetteki rövanşı kayıtdışı siyasî argümanlara malzeme yapan CHP’ye alan açan bir fırsata dönüşmemeliydi. CHP ve çevresinde kümelenen cenaha karşı, sağ tabanın eğilimleri doğrultusunda sivilleşme adımı olan yeni cumhurbaşkanı sürecinde; cumhurbaşkanlığını eskisi gibi kritik risklere ve belirsizliklere sürükleyecek bir yola girilmesi, merkez sağın geleneksel tavrını yaralamıştır. En azından böyle algılanacağı yönünde tabandan ciddî ikaz ve tepkilerin geldiğini söyleyebilirim.
Üçüncü nokta ise, siyasî süreci Meclis dışına taşımaya ve seçimi engellemeye çalışan CHP ve ona paralel hareketler ve tepkiler geliştiren jakoben görüşlerin ve oligarşik çevrelerin hazımsızlığıdır. Mitingle başlayan tepki dozajı, Meclisteki seçimin Anayasa Mahkemesi’ne taşınmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır.
Birinci tur oylamanın olduğu Cuma günü meydana gelen gerginlik, dağınıklık ve inisiyatifin kayması ile birlikte yaşanan demokrasiyi kilitleme hamleleri, Genelkurmay’ın açıklaması ile yeni bir noktaya taşındı. Böylesi hassas bir dönemeçte, bu açıklama demokrasi geleneğimizin henüz ham olduğuna dair eleştirilere ve dış dünyanın endişelerine delil teşkil etmiştir.
Meclisin millî iradeyi halkın temayülleri doğrultusunda yönetme erkini kısıtlayan veya engelleyen her argümanın hukukî zemini de zora sokacağını bilmek gerekir. Böyle bir durumda, son yıllarda elde edilen kazanımların zarar göreceği de unutulmamalıdır.
İç siyaset kanallarına ve Meclisin iradesine alternatif oluşturan her yaklaşımdan kaçınmak gerekir. Zira, siyasetin sivil karakteri ile kayıt dışı siyasetin hakimiyet kavgası arasında bir tercih yapılacaksa, bu demokrasi lehine ve sivil siyasetten yana olmalıdır. İlkeli siyaset bunu gerektirir.
Bu seçim süreci, siyasetin uzlaşma kültürünü zaafa uğrattıkça, yeni inisiyatiflerin dünden nemalanan alışkanlıklarını depreştirmiştir. Buna fırsat vermemek demokrasinin asgarî müşterekliğidir.
Siyasetin pimi çekilmeden ve rotasını şaşırmadan egemenliğin millete ait şuuru ile sivil teamülleri ve demokratik refleksleri öne çıkarılmalıdır. Çünkü, demokrasiyi güçlü kılacak olan sivil siyasetin ortak paydasıdır.
30.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
“Kutlu Doğum”un tarihi mi değiştirilsin? |
|
Ülkemizin yeni krizlere sürüklenmek istediği ortada. 28 Şubat 1997’de yaşanan ‘post-modern darbe’den sonra 27 Nisan 2007’de de yine bir gece yarısı “e-muhtıra”sına şahit olduk. Siyasete yapılan bu ve benzeri müdahalelerin hiç kimseye fayda vermediğini hâlâ göremedik mi?
Bir defa ‘e-muhtıra’da sıralanan pek çok konunun doğru bilgilere dayanmadığı ortada. Hele hele, Peygamber Efendimizin kâinatı şereflendirdiği ‘doğum günü’nün anıldığı törenlerde çocukların söyledikleri ilahilerden ‘e-muhtıra’ çıkarmak milletin kabul ve tasvip edeceği bir davranış olmasa gerek.
“E-muhtıra”nın üzerinden bir iki gün geçtikten sonra yapılan değerlendirmeler genel hatlarıyla Türkiye’de demokrasiye sahip çıkanların ‘uyandığını’ gösteriyor. Medya da büyük ölçüde ‘darbeye hayır, demokrasiye evet’ çizgisinde devam ediyor. Geçmiş yıllardaki ihtilâl ve post-modern darbelerin desteklendiği günleri hatırlayınca bundan memnuniyet duymak gerekir. Tabiî önümüzdeki günlerde ‘iyi saatte olsunlar’ devreye girip, medyayı da kendilerine benzetmezse...
“E-muhtıra”daki bilgi yanlışlığı, 28 Şubat’taki benzerini hatırlattı. Hadisenin muhataplarından dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in kamuoyu ile paylaştığı bu bilgiye göre, 28 Şubat’a bahane edilen ‘dosya’da 55 tane ‘irticâî olay/iddia’ varmış. Bu bilgiler bir brifingle Demirel’e anlatılmış ve ‘Bunlardan rahatsız oluyoruz, düzeltilsin’ anlamında talepte bulunulmuş. Bu 55 ‘irticâî olay’ın, ‘iddia’nın 25-30 tanesinin doğru olmadığı, yanlış olduğu daha ilk gün ortaya çıkmış. (Aksiyon dergisi, 12 Şubat 2007)
Kamuoyunu yanıltmak isteyen bazı art niyetliler, “Kutlu Doğum”un özellikle Nisan ayına ‘denk’ getirildiğini iddia ediyor. Birisi şöyle yazmış: “Peygamberimizin doğumunu kutlama törenleri (eskiden böyle bir şey yoktu) tam da 23 Nisan Bayramına denk getirildi! (...) Başka bir hafta mı kalmadı da, Kutlu Doğum Haftası her yıl 23 Nisan’a denk getiriliyor!” (Emin Çölaşan, Hürriyet, 29 Nisan 2007)
Tam da “Bu yıl da hac mevsimi kurban bayramına denk geldi” ya da “Toplu Cum’a namazı kıldılar” bilgisizliği gibi bir hadiseyle karşı karşıyayız. İyi niyetli olan önce bir araştırır: Kutlu Doğum Haftası sadece bu yıl kutlanmıyor, son 3-5 yıldan bu yana da kutlanmıyor. Yıllardan beri aynı tarihlerde kutlanıyor ve inşallah da kıyamete kadar kutlanacak. Çünkü Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) miladî takvime göre 20 Nisan’da kâinatı şereflendirmiş, dünyaya gelmiştir! Sizin bu ‘anlamlı’ inadınız yüzünden tarihi de mi değiştirsinler?
Türkiye ve dünya gerçeklerine bu kadar yabancı kişilerin tavrı insanı sadece üzüyor. ‘Kutlu Doğum’dan da, ilâhilerden de, Kur’ân’dan da kimseye bir zarar gelmez ve gelmemiştir. Milletimiz bu konulardaki sahipliğini sürdürüyor ve inşallah sürdürmeye de devam edecektir.
“Bu da geçer Ya Hu!” deyip, “Pencerelerden bak, içlerine girme” tavsiyesine uymak en iyisi...
30.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Tandoğan'dan sonra Çağlayan |
|
Türkiye’de olup bitenlere isterseniz önce Pakistan’dan bir ayna tutalım. Önce birbirlerini bloke ettiler ardından askeri bir darbeyle tasfiye edildiler. İnatçı keçilere benziyorlardı. Elbette Benazır Butto ile Nevaz Şerif’i kastettiğimizi anlamışsınızdır. Esasında Benazır ile Nevaz Şerif arasındaki bu birbirini bitirmeye ve ülkeyi kilitlemeye matuf rekabet Türkiye’de de bir dönem Benazır’ın Bosna yoldaşı Tansu Çiller ile Mesut Yılmaz arasında yaşanmıştı. Yılmaz bir 28 Şubat sürecinde veya olağanüstü dönemde yüzeye çıksa da sonunda ikisini de sandık bitirdi.
Tansu Çiller 9.5 yıllık parti başkanlığını yüzde 9.5 oyla kaybetti. Demek ki inatlaşma hem siyasetçileri hem de ülkeyi batırıyor. Ülke ve siyasetçi dibe vuruyor. Bundan dolayı siyaset mesleği başta uzlaşma ardından da feragat mesleğidir. Pakistan ve Türkiye’dekine benzer bir inatlaşma Bangladeş’te de yaşanıyordu. İki ihtiyar kadın eş veya yakınlarının siyasi mirası üzerinde siyaset kavgası yapıyorlardı. Eskiden sağ sol mücadelesini bir şekilde anlıyorduk ama etki tepki üzerine kurulu kabilevari siyasi öc kavgasını anlamakta zorluk çekiyoruz. Bu inatçı keçiler de birbirlerine ve ülkeye zarar verdikten sonra nihayet siyasetten men edildiler. ABD ile yakın ilişkiler içinde olan Hasina’nın yurtdışından dönüşüne izin verilmedi. Rakibi Halide Ziya için de gönüllü bir sürgün yeri aranıyor. Müşerref’in Nevaz Şerif için Cidde’yi bulduğu gibi. Ve bunca olaydan sonra Müşerref tarafından tasfiye edilen Benazır Butto son sıralarda Müşerref ile temasa geçmiş bulunuyor.
Batı basınına yazmış olduğu makalelerde ülkenin Talibanlaşmaya doğru kaydığının sinyalini veriyor ve alarm zilleri çalıyor. Önceki günkü Dawn gazetesi ibretamiz bir şekilde Benazır’ın Müşerref ile uzlaşma çağrısına yer veriyor. Tek kelime ile ‘Müşerref ile çalışmaya hazırım’ diyor. Hani Müşerref’e demokrasi adına karşı çıkıyorlardı? Demokrasiyi bir tarafa atarak şahsi hesaplar adına şimdi Müşererf ile birlikte çalışmanın yollarını arıyor, faziletlerinden dem vuruyor. Belki de medreselere karşı müşterek misyonları var.
***
Müşerref tarafından devrildiği için aralarında siyasi kan davası olan Nevaz Şerif ise tam tersini söylemiş. Yine aynı günkü Dawn gazetesinde (April 28, 2007) generallere seslenen Nevaz Şerif ülkeye bağlılıkla darbeci Müşerref’e bağlılık arasında seçim yapmalarının zamanı geldiğini söylüyor. Bu bağlamda, 28 Şubat süreci ise 27 Nisan süreci arasında bir mukayese yapmak istiyorum. Ondan önce araya girerek bir tarihin tekerrürüne daha atıfta bulunduktan sonra.
1989 yılında Özal’ın cumhurbaşkanlığı seçimi celselerinde yine sol ve yine CHP, tutumlarını deklare edip nisabın tamam olmadığını ve bu durumda yapılan seçimin geçersiz olacağını söylüyor ve aleyhteki tutumlarını deklare ettikten sonra ANAP sıralarını tarihe havale ederek Meclis’ten çekiliyor. Aynısını bugünkü CHP’den Abdullah Gül’le ilgili ilk celsede Kemal Anadol yapıyor. O da selefleri gibi tutumlarını deklare ettikten sonra Meclis’ten çekiliyor. Bunun ötesinde 28 Şubat süreciyle 27 Nisan süreçleri arasında Meclis’teki muhalefet partileri arasında hiç bir refleks farkı yok. Sanki gizli bir buyruk veya işaret almışlar gibi sağlısıyla sollusuyla muhalefet partileri oturumu boykot ediyorlar. Böylece muhtıracıların işini kolaylaştırmış oluyorlar.
Aynısı Erbakan’ın başına gelmişti. 28 Şubat sürecinin sıcak günlerinde hoca bütün partileri gezmiş ve destek aramıştı. O gün ANAP’ın başında Mesut Yılmaz bulunuyordu bugün ise Erkan Mumcu ama iki meşhed de aynı. Hiçbirisi sivil anti sivil meselesinde taraf olmak istemiyor. Partiler birbirine karşı atraf veya tarafsız olabilirler, ama demokratik sistem noktasında tarafsız olamazlar. Ama Pakistan’da Benazır’ın yaptığı gibi partilerin sadece birbirine değil üzerine bindikleri sisteme de muhalefet ettikleri ve gerektiğinde inkita rejimlerini destekledikleri de görülüyor. Böyle mi olmalıydı? Post modern veya dijital darbe ihtimalinin belirmesinden sonra milyonlar sokağa dökülmeli ve Tandoğan ve Çağlayan meydanlarına yığılmalıydı. İşte o zaman demokratik sistem otururdu. Oysa tersi yaşanıyor. Şimdi parçalı bir demokratik sistem var. Ve seçmece demokratlar var. Gassan Selame’nin yazdığı gibi ülkemizde ‘demokratsız bir demokrasi’ yaşanıyor. Sahipsiz dava batmaya mahkumdur. ‘Bana göre demokrasi sana göre demokrasi’ yani şahsa göre demokrasi olursa yürümez; bir yerde kırılır. Mizaç veya keyfi demokrasi yaşayamaz. Demokrasi ancak kurallarıyla ve herkes kurallarına saygı gösterdiği oranda yaşar. Önce partiler ve liderleri demokrasiyi içlerine sindirecekler.
***
Ama ne yazık ki yine tanksavar olarak meydanlarda Tanksavar Hasan’dan başkasını göremiyoruz. Bir baharla çiçek olmaz. Tandoğan’da Erdoğan’a karşı yapılan nümayişten sonra Çağlayan’da da Abdullah Gül’e karşı yapılmıştır. Türkay Şaylan veya Muazzez İlmiye Çığ gibiler Çankaya’da çağdaş ikili görmek istiyorlarmış. Gürültücü ve ideolojik azınlığa karşı kitleler kıpır kıpır kendisini göstermelidir. Üzerine toprak serpilmiş kitlelerin seslerini duyarmalarının vaktidir. Türkiye darbe ve darbeciler karşısında arazi olmamayı öğrenmelidir.
30.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
İtibar ve iktidar |
|
Kâbusumuz geri döndü. Günlerdir kriz soluyoruz. Akşam hükümet listesi cebinde yatan başbakan adaylarının sabahı görevi iade etme durumunda kaldığı günlerin içinden geldiğimiz için, kriz yüklü bulutların neye mal olduğunu çok iyi biliriz.
Birkaç yıldır tek parti iktidarının sağladığı bir istikrar vardı. En azından akşam yattığımızda sabah bir krizin çıkmayacağından emindik. Ama rahat battı. Sanki yeryüzünden krizlerin ihya ettiği bir millet varmışçasına, yıllar sonra kavuştuğumuz krizli günleri doya doya yaşamaya başladık!
Üç beş kuruş parası olan ay başında aldığı dövizi ay sonuna kadar bozdurmayı başarırsa, kur farkından kâr ederdi. İşten atılacak personelin listelerini beklerken, kendimizi kapıda bulduğumuz zamanlar da az olmadı. Hem çekirdek hem dondurma isteyen çocuğuna, ‘işsizim kızım sadece dondurma alalım’ diyen babanın çaresizliği unutmadım hiç.
Uzun süreli istikrar alerji yaptı bünyede. Gece yarısı gelen bildirilerimiz oldu. Korku ve dehşet saçan. Sonunda, AB’ye tam üyelik tarihi almış bir ülkeyi de askeri muhtıralarla muhatap etmeyi başardık. Yani ne kadar öğünsek azdır!
12 Mart Muhtırasının metnini çıkardım. İhtilâl bildirileri, uçurumun kenarına gelen milleti kurtarmaktan söz ettiği için Genelkurmay’ın açıklamasını muhtıra metniyle kıyaslamak istedim. 12 Mart’ta reform yapılmadığı için muhtıra verilmiş. Hem de ülkeyi yüzde 5 enflasyon, yüzde kalkınma hızıyla yöneten bir hükümete. Boğaz Köprüsünü, Keban’ı yapan, eserlere eser katmak için çırpınan bir tek parti iktidarına.
Tek başına iktidar olduğu ve cumhurbaşkanı seçilme imkânı bulunduğu için, nazik dönemi aşma ümidiyle zamanın Genelkurmay Başkanı Sunay’ı cumhurbaşkanı yapan Demirel’e...
Hükümeti devirince ne güzel reformlar yapmışlar. Ülke üstü açık bir işkencehaneye dönmüş.
‘Asker-gençlik el ele’ diye slogan atan gençleri Zirerbeyler de işkenceye çekmişler.
İhtilâlin ne olduğunu anlamışlar o zaman ama çok geç olmuş. Büyükanıt Paşa’yı da cumhuriyet tarihinde böyle bir uygulama olmadığı halde, teamül icad edip YAŞ’a girmeden bakanlar kurulu kararıyla atamıştı bu hükümet.
Yarandı ya... Önce 12 Nisan günü sert bir basın toplantısı, sonra 27 Nisan’da ağır bir bildiri... Eğer gereği yerine getirilmezse, yasalardan kaynaklanan yetkiler kullanılırmış.
Ne olurmuş, bildiri muhtıraya, muhtıra ise darbeye mi dönüşürmüş? Şanlıurfa’da Kutlu Doğum Haftasında başörtülü çocuklar ilâhî söylemiş, Kur’ân okumuş. Yok bu çocuklar okullardan toplanmış. Toplantı valilikten izin alınarak yapılmış.
Toplantının başından sonuna kadar hem düzenleyenler hem de polis görüntü almış. Çocuklar dernek mensuplarının çocukları. Yok 23 Nisan’da Ankara Altındağ’da Kutlu Doğum Haftası düzenlenmek istemiş ve bütün okulların katılması mecburi kılınmış. Cumhuriyet Gazetesi öyle yazmış ya... Kutlu Doğum Haftasını düzenlenen İmam Hatip lisesi. Ne yani İmam hatipler, ‘ünlüler sirki’ ya da ‘Buzda Dans’ yarışması mı yapacaktı? Seray Sever ile Asenayı beklerdik.
Peygamberimizin doğum gününde elbette ki Kutlu Doğum Haftası düzenleyecek. Zaten program iptal edilmiş. Ayrıca resmi yazıda ‘mecburen katılınsın’ diye bir şey yok. Katılmaları için bilgi veriliyor.
Sanki orduda bir yazışma; ilgiliyse 1.Ordu, 5. Kolordu diye en alt birimine kadar dağıtım yapılmıyor mu? PKK terörünün Şırnak’ı, Cizre’yi teslim alınmış kent ilan ettiği dönemlerde dahi Şanlıurfa’da insanlar gece yarısı dışarıya çıkabiliyordu. Bunun sırrı din duygusuydu.
Peygamberimin anılmasından, Kur’ân-ı Kerim okunmasından, çocuklarımızın ilâhî söylemesinden niye rahatsız oluyorsunuz?
Dert başka... Cumhurbaşkanlığı seçimi... Seçim süreci başlamış. İlginç bir şekilde seçimler Anayasa Mahkemesine gitmiş. Anayasa’da ‘Cumhurbaşkanı Meclis’te seçilir’ deniliyor. Ama adı Baykal olan seçilir Abdullah olan seçilemez diye bir şey yok. Olay yargıya intikal etmiş.
Küt açıklama. Hadi yargı bağımsızlığından söz et, edebilirsen. Cumartesi günü AKP iktidarı açısından bir test anıydı. Dik mi duracaklardı yoksa Erbakan gibi mi hareket edeceklerdi.
Hükümet hem itibarını, hem iktidarını kurtaran bir açıklama yaptı. Alkışlamak lâzım. Artık seçim gözüktü. Anayasa Mahkemesi’nin kararı çıktıktan sonra ya cumhurbaşkanı seçerek, ya da seçmeden millete gideceğiz. Çare millet.
Ancak hükümet, dik durursa, bu millet gereğini yapar. Yok zaaf gösterirse, sonları Erbakan gibi olur.
30.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Yeni hediyemiz: Elifba cüzü ve vcd'si |
|
“Vatan sathını bir mektep yapmak” azmiyle yoluna devam eden Yeni Asya’nın kültür hizmetleri hız kesmeden sürüyor. Birbirinden değerli eserlerin hediye edildiği kampanyalarımızda son halka elifba cüzü ve sesli-görüntülü vcd’si. Birlikte verilecek elifba ve vcd ile Kur’ân öğrenimi çok kolaylaşacak.
Kur’ân öğrenmek, öğretmek ve her daim okumak aşağıdaki ifadelerde de görüleceği gibi övülen ve insana manevî mertebeler kazandıran bir davranış: “Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve başkalarına öğretendir.” (Hadis-i Şerif, Riyâzü’s-Sâlihîn, No: 995.)
“Aziz, sıddık, ciddî, samimî âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur’âniyede çalışkan bir arkadaşım Refet Bey, (...)
Hem herbir has talebenin mühim bir vazifesi, bir çocuğa Kur’ân öğretmek olduğundan, sen bu vazifeyi yapmaya başladın.” (Barla Lâhikası, s. 173.)
“Kur’ân-ı Hakîmin her bir harfinin bir sevâbı var; bir hasenedir. Fazl-ı İlâhîden o harflerin sevabı sünbüllenir; bazan on tane verir, bazan yetmiş, bazan yedi yüz—Ayete’l-Kürsî harfleri gibi; bazan bin beş yüz—Sûre-i İhlâsın harfleri gibi; bazan on bin—Leyle-i Beratta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi; ve bazan otuz bin—meselâ, haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadirde okunan âyetler gibi. Ve ‘O gece bin aya mukabil’ işaretiyle, ‘Bir harfinin o gecede otuz bin sevâbı olur’ anlaşılır. İşte, Kur’ân-ı Hakîm tezâuf-u sevâbıyla beraber elbette muvâzeneye gelmez ve gelemiyor.” (Sözler, s. 312.)
İşte bu ve benzer mânâlardan hareketle, Yeni Asya hediye edeceği elifba cüzü ve vcd’siyle, yaz tatilini bereketlendirmek isteyen minik okuyucularımıza önemli bir fırsat sunuyor.
Kupon neşrine 1 Haziran’da başlanacak olan elifba cüzü ve vcd’si ile ilgili teknik detayları şöyle sıralamak mümkün:
*Konular vcd’de ayrı bölümler olarak yer alacak. (Her konu ayrı ayrı tıklanarak izlenebilecek.)
*Günde 15 dakika çalışacak şekilde 15 günde Kur’ân öğrenimi hedefleniyor.
*Vcd’nin sonunda kitaba uyumlu alıştırmalar bulunuyor.
*Kelimeler ekranda tam sayfa görünüp, ekranda sadece 6 kelime görünecek şekilde yer alacak.
*Vcd kitaba bağlı olarak hazırlanacak ve hangi sayfada olunduğu ekranda belirtilecek.
*Ekranda okunan harf veya kelime kırmızı renkte olacak.
*Vcd’nin sonunda kitap alıştırmaları ses ve hat olarak verilecek.
*Kısa sûreler yavaş ve makamlı olarak okunacak.
*Vcd sadece Kur’ân harflerini tanıma ve öğrenme, Kur’ân âyetlerini okumayı, öğrenmeyi öğretme gayesi taşıyor.
*Film süresi yaklaşık 60 dakika olarak tasarlandı.
*Ana bölüm olarak; harfler, işaretler, harflerin birleşme şekilleri ve kelime alıştırmaları bulunuyor ve en sonunda da namazda okunabilecek kısa sûrelerden örnekler veriliyor. Bunlar hem hat olarak ekranda görünecek, hem de okunan kelimeler işaretlenerek sesli biçimde takibi yapılabilecek. Hem kulak, hem gözle Kur’ân okuma pekiştirilebilecek.
Kampanyanın tanıtım ve reklâm materyalleri hazırlanmakta olup, önümüzdeki günlerde talep eden bürolarımıza ulaştırılacaktır.
Not: Bir önceki promosyonumuz olan Rüya Ansiklopedisinin tamamı temsilcilerimize gönderilmiştir.
***
Yayın politikamız beğeniliyor
Müsbet hareketi esas tutan objektif yayıncılık anlayışımız takdir görüyor. Gelişen gündemler karşısındaki dik duruşumuz, hakkın hatırını üstün tutmamız ve müsbet hareketi esas alan objektif yayıncılık anlayışımız beğeni topluyor. Okuyucularımızdan gelen birkaç tebrik mesajını sizlerle paylaşmak istiyoruz:
“Gazetemizin son siyasî gelişmelerdeki olgun tavrı, bilhassa cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili tavrını çok beğendiğimi bildirmek istiyorum. Bize de bu yakışırdı. Hele hele bazı partilerin tavrını gördükten sonra, hakikaten naşir-i efkârımız olan gazetemizi tebrik ederim. Selâmlar.” Cevat Tümce
“Yeni Asya’nın hem Ermeni, hem de AB konusundaki yaklaşımı isabetli ve dışarıdan da takdir ediliyor. Selâmlar.” Mustafa Demir
“Yazı ve yorumlarınız için sizi kutlarım. Yeni Asya gazetesini hep pozitif olarak görmek istiyorum. Haklıya haklı, haksıza haksız demeye devam ettiğiniz sürece gazetenizin tirajının artacağına kaniyim.” Ayşenur Demirkol
Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.
30.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|