|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Onlar o Cennetlerde astarları ipekten döşeklere kurulurlar. İki Cennetin meyveleri ise onların yanı başındadır.
Rahman Sûresi: 54
|
30.04.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Allah'ın en çok sevdiği isimler Abdullah ve Abdurrahman'dır.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 127
|
30.04.2007
|
|
Mebusların vazifesi, ahkâm ve hukuku sû-i istimâl etmemektir
Suâl: “Meclis-i Mebusânda Hıristiyanlar, Yahudîler vardır; onların reylerinin şeriatta ne kıymeti vardır?”
Cevap: Evvelâ, meşverette hüküm ekserindir. Ekser ise, Müslümandır, altmıştan fazla ulemâdır. Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir. Demek, hâkim İslâmdır.
Sâniyen: Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte, san'atkâr bir Haço ve Berham’ın reyi mûteberdir; Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i Mebusândaki mesâlih-i siyâsiye ve menâfi-i iktisâdiye dahi ekserî bu kabilden olduğundan, reddetmemek lâzım gelir. Ammâ ahkâm ve hukuk ise, zâten tebeddül etmez; tatbikat ve tercihâttır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Mebusların vazifesi, o ahkâm ve hukuku sû-i istimâl etmemek ve bâzı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için bâzı kânunları yapmak, etrâfına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olamaz; gidilse, intihardır.
(...)
Meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı âmmenizin misâl-i mücessemi olan mebusân hâkimdir; hükûmet, hâdim ve hizmetkârdır. Öyle ise kendinizden teşekkî ediniz....
Size bir misâl söyleyeyim:
Her tarafa şubeler salmış bir büyük çeşme başında bir tegayyürât olursa, her tarafa da sirâyet eder. Fakat yüz pınarın ortasında büyük bir havuz olursa, o havuz pınarlara bakar ve onlara tâbîdir. Faraza, o havuz tamamen tegayyür ederse veyahut Allah etmesin bozulursa da, çeşmelere tesir etmez—eğer pınar, pınar olursa.
İşte, bakınız: İstibdâdın hükmünce, İstanbul ve hükûmet belağbaşı idi; şikâyette hakkınız vardı. Şimdi ise hakîkat îtibâriyle bilkuvve, İstanbul göldür, hükûmet havuzdur, Türk zeynâbdır veya öyle olmak lâzımdır. Pınar bizlerdedir ve bizde olmak gerektir.
Münâzarât, 41-43
Lügatçe:
Meclis-i Mebusân: Mebuslar meclisi, Osmanlı Devleti zamanında halk tarafından seçilen mebusların meclisi, Millet Meclisi. rey: Oy. mebus: Milletvekili. mûteber: İtibar edilen. mesâlih-i siyâsiye: Siyasî maslahatlar, faydalar. menâfi-i iktisâdiye: Ekonomik faydalar. tebeddül: Değişme. tercihât: Tercihler. ahkâm: Hükümler. tebdil: Değiştirme. hâkimiyet-i millet: Millet hâkimiyeti. efkâr-ı âmme: Kamuoyu. misâl-i mücessem: Cisimleşmiş örnek. mebusân: Milletvekilleri. teşekkî: Şikâyet etme, sızlanma. tegayyürât: Başkalaşmalar, değişmeler. sirâyet: Bulaşma, yayılma. tegayyür: Başkalaşma, değişme. istibdâd: Baskı. bilkuvve: Potansiyel olarak. zeynâb: Su kaynağı, pınar.
|
30.04.2007
|
|
Mehmet Emin Birinci'den Hatıralar
Yeni bir devre başlıyor
Adliyeler vasıtasiyle önüne geçmek için çare aradılar ve her tarafta mahkemeler açtırmak suretiyle gözdağı vermek istediler. Fakat heyhat! aldandılar. Çünkü Nur Talebeleri onların itham etmek istedikleri suçlardan tamamen berî idiler. Her zaman olduğu gibi bu fırtınada da göğüslerini gererek mahkeme önünde haklı dâvâlarını savunmaktan geri kalmadılar. Bilâkis mahkemeler onların şevk ve gayretlerini artırdı. Mukavemet göstermeleri ve merdane çıkışları Risâle-i Nur’un maksat ve mahiyetini daha da sür'atli intişarına vesile oldu. Risâle-i Nur hizmeti için yeni bir safha açılmış oldu.
Tarihini hatırlamıyorum. Yine Üstadın ziyaretine gitmiştim. ‘Bu bizim Mehmed Emin mi?’ diye iltifat ettiler. Hazret-i Üstad:
“Kardaşım İnebolu’da Nazif Çelebi (Allah rahmet eylesin) mühim Risâleler teksir ediyor, yardımcıya ihtiyaç var. Sen onun yardımına git” diye emretti. Ben de hemen İstanbul’a ve oradan da bir vapurla İnebolu’ya gittim.
Risâleler Anadolu ve âlem-i İslâm çapında neşrolmaya başladı. Böylece iman hareketleri dalgalanmaya başladı. Uzun senelerin biriktirdiği zulmetli kâbus dağılmaya yüz tutmuş ve hakaik-i Kur’âniye gönülleri ferahlandırıp, kalb ve ruhları Nur’larla ziyalandırmıştı. Artık Anadolu insanı bahtiyardı. Kuraklıktan şerha şerha çatlayıp viran olmuş gönülleri Nur Risaleleri toprağa düşen Nisan yağmuru gibi serinletip adeta yeniden hayata kavuşturuyordu.
Anadolu dolayısıyla bütün Müslümanlar, büyük bir bayram sevinci içinde bunca çektikleri sıkıntı ve işkenceli hayatlarının sona ermesinden sürurla dopdoluydu. Bu, aslında İlâhî takdirin ve inâyet-i Rabbanîye’nin Hazret-i Bediüzzaman’ın duâsına mükâfaten ihsan ettiği bir nimet-i azime idi.
Büyük Üstadın ‘Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum, her şey Risâle-i Nur’a aittir’ demesi, nazarları hep Risâle-i Nur’a veriyor ve Nur’ları okuyanları, neşredenleri tebrik ediyordu.
Hizmet-i imaniye bu şevkle inkişaf etmekte devam ederken milletimizin ezelî düşmanları gizli dinsizler bu saf iman hareketinin yayılmasını hazmedemediler. Artık Türkiye, eski devirlerin habis baskılarından bir derece kurtulmuş, demokrasiye yanaşmıştı. Bunun için bu hizmete direkt engel olamadılar.
İnebolu
İnebolu, Batı Karadenizin şirin bir kasabası. Üstad Bediüzzaman Said Nursî vaktiyle nefyi sırasında buraya da uğramıştı. Her hareketi hikmetle tanzim eden Cenâb-ı Hak, kim bilir belki de ileride büyük hizmet görecek olan sadık kullarını tâ o zamanda istikbal için oraya göndermiş olabilir.
Nitekim de böyle oldu. Üstad, İnebolu’nun bir caddesinden geçerken ona selâm vaziyetinde duran pırıl pırıl gençle gözgöze gelmişlerdi. İşte bu zât merhum Hacı Nafiz Çelebi idi. Bir anlık selâmlaşmanın üzerinde bıraktığı sıcak muhabbeti uzun zaman kalbinde yaşatan Nazif Çelebi, nihayet Üstad Kastamonu’ya nefyedildiği zaman ziyaretine gidiyor ve hizmet-i Nuriye’ye yardım etmeye başlıyordu.
Belki de ilk defa el yazısı ile mumlu kâğıda yazıp kitap basan bu zattır. Uzun zaman kalemle istinsah edilen Risâle-i Nurlar Nazif Çelebi’nin bulduğu bu formül sayesinde kolaylıkla çoğaltılmaya başlanmıştı.
Beni kendisine işlerinde yardım için çağırmıştı. Beraberce bir hayli çalıştıktan sonra vazife bitince yine İstanbul’a geldim.
Artık hizmet-i Nuriye her tarafta inkişafa başlamış, Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nur’a karşı alâka ziyadeleşmişti. Buna mukabil mahkemeler, sorgular, takipler de devam ediyordu.
Son Şahitler, 4. Cild, s. 404
|
30.04.2007
|
|
Tutamadığımız zamanlar
Hızla geçtiğimiz hayat yolunda, bizim sandığımız her şeyi geride bırakırız. Tutamayız, yanımızda götüremeyiz, saklayamayız. Zirâ hiçbiri bizim değildir. Ömür hızla giden bir trenin camından seyrettiğimiz kadardır. Açık olan camlardan elimizi uzatıp tutmaya, koparmaya çalıştığımız güllerin ancak acısı kalır yüreklerde, izi kalır dikenlerin kanattığı ellerde… Bir firakın acısını unutmadan bir diğeri başlar. Bir yara kapanmadan bir başkası açılır. Sahiplendiğimiz, çok sevdiğimiz her ne varsa onlardan mecburî olarak uzaklaşırız. Her şey birer birer geride kalır.
Önce çocukluğumuzdur uzaklarda kalan. Gün gelir hayal meyal hatırlanır oyunlar, oyuncaklar, çocukluk arkadaşlıkları… Bir özlemdir başlar. Ancak nafile… Geriye dönülmez. Sürekli ve mecburî bir ilerleme vardır bu yolculukta. Her şey bir kez yaşanır. Arkaya bakılmaz, yaşanılanlar tekrar yaşanmaz.
Bir zaman gelir ki, çocukluğumuzun özlemi henüz bitmemişken gençlik de elden gitmeye başlar. Yolun bundan sonrası yokuş aşağı gider. Aynalarda eski yüzümüzü ararken, saçlarımız da kefenine bürünmeye başlar. Tutamadığımız gençlikten geriye kalan, fotoğraf karelerine sığdırabildiğimiz görüntülerden ibarettir.
Her an bir şeylerimizi uzaklarda bırakıp yolumuza devam ettikçe bin parçaya bölünürüz, dağılırız. Omuzlarımıza çöken yük daha da ağırlaşır. Bu bizi yavaş yavaş kamburlaştırır. Birikmiş bütün acılar, boğazlarda düğümlenir. Boş kalan ellerde yara ve çiziklerden başka bir şey yoktur. Sonra eyvahlar, esefler, pişmanlıklar gözlerde yaş olur.
Her neyi sevsen, ne ile bir parça mutlu olsan akabinde uzaklaşıp gitmesi, lezzetlerin bitmesi daha da arttırır üzüntüleri. Ömür binlerce yarımlar bırakırken geride, içimizde hiç dolmayan, hiçbir şeyle tatmin olmayan koca bir boşluk bırakır. Yaşlılığın alâmetleri bedende tezâhür ederken ruhlarda hiçbir oyuncakla avutamadığımız bir çocuk bırakır.
Vücudumuzun yapı taşları birer birer düşerken, gece ve gündüzle törpülenen ömür ağacı da düşmeyi bekler. Bu zor yolculuğa bir de yaşlılık eklenince daha da yorulur insan.
Bir de bakar ki, akranları ve ahbapları teker teker hayat treninden inmiş. Yerine hiç tanımadığı, ilk kez gördüğü çocuklar binmiş. Ebedî yaşamak arzusu ile yanan kalbi şimdi ölümü arzu etmektedir. Sevdiklerine, dostlarına ebedî olarak kavuşmanın ve ebedî saadetin yolu, kabir kapısından geçmektedir. Ölüm bu zor şartlar altındaki yolculuğun sona ermesi ve rahata kavuşmaktır. Gözyaşlarının ve kanayan yaralarının sukûnet bulmasıdır. Orada lezzetler tamdır, hiçbir şey yarım kalmayacaktır. Orada üzüntü, keder yoktur. “Elemsiz lezzet, yalnız imandadır” sözü kalbine tam bir huzur verir. İman nimetini veren Rabbine şükreder.
Bunları düşünen yolcu, rahatlar. Sabır kuvvetini geçmişe ve geleceğe dağıtmaz. “Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur” nidâsına kulak vererek, tam mânâsıyla Allah’a kul olur ve yol boyunca çektiği bütün sıkıntılardan, firakların açtığı bütün yaralarından kurtulur. Uzaklarda kalan her şey için de beyhude sızlanmaz. İleride ona en güzel sûrette tekrar verileceğini düşünüp tam bir emniyet ile yolculuğuna devam eder.
|
Mehtap YILDIRIM
30.04.2007
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Malatya velilerinden Hacı Ahmet Efendi Şam’da doğdu. Şam’da zamanın âlimlerinden ilim öğrendi. Malatya’ya göçtükten sonra Malatya medreselerinde ders verdi, talebe yetiştirdi. Çeşitli kerametlere de mazhar olduğu dilden dile dolaşır oldu.
Ahmet Efendi bir gün Malatya şehir merkezinden Battalgazi’ye gidecekti. Bu sırada bir arkadaşı ile karşılaştı. Biraz konuştuktan sonra ona Battalgazi’ye gideceğini söyledi.
Arkadaşı saatini göstererek:
“Hocam Cuma vaktidir. Cuma namazına yedi dakika kaldı. Gideceğin yol iki saatlik yoldur. Birlikte burada namaz kılalım.” dediyse de, Ahmet Efendi:
“Gitmem lâzım dostum!” dedi. Arkadaşı da:
“Ben de gelirim o zaman.” dedi ve Ahmet Efendi’nin peşine takıldı.
Birlikte yürüdüler. Battalgazi’ye yaklaştıklarında karşılarına üstü başı kirli bir ihtiyar çıktı. Ahmet Efendi ihtiyara:
“Esselamü Aleyküm Sultanım.” diyerek selâma verdi.
Biraz daha yürüdüler. İhtiyar zat bir daha gözüktü ve:
“Kardeşim Ahmet, bu yanındaki kimdir?” dedi.
Ahmet Efendi:
“Himmetinize muhtaç efendim.” dedi.
İhtiyar zat oradan uzaklaşınca Ahmet Efendi arkadaşına:
“İçinden kötü bir şey mi geçirdin?” dedi. Arkadaşı:
“Evet. Adam pejmurde birisi ve siz adamın önünde eğildiniz!” dedi.
Ahmet Efendi:
“O zat zamanın kutbudur. Sakın hor bakma. Kalbini temizle.” deyince arkadaşı hata ettiğini anladı ve tövbe etti.
Camiye geldiklerinde saate bakan arkadaşı, Cuma namazına yine yedi dakika olduğunu gördü. İki saatlik yolu bir anda almışlardı.
(Evliyalar Ansiklopedisi, 6/322)
|
Süleyman KÖSMENE
30.04.2007
|
|
|
|