|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Âdil yargılama |
|
Devletin yasama, yürütme ve yargı olarak ifade edilen üç ayağı var. Yasama işlevini, çıkardığı kanunlarla TBMM yerine getirirken, bu kanunlar çerçevesinde icraatı yürütme organı olarak hükümet üstleniyor.
Yargının görevi ise kanunların uygulanmasını denetlemek ve ihlâlleri cezalandırmak.
Bu üç işlevin sağlıklı yürümesi, adaleti hedefleyen bir hukuk zeminine oturtulmuş olmalarına bağlı. Hz. Ömer’in “Adalet mülkün temelidir” sözüyle dile getirilen gerçek de bu.
Adaletsiz devlet uzun ömürlü olamaz.
Bu bağlamda bilhassa yargının çok özel bir misyonu var. Yargı organlarından, mahkemelerden beklenen en önemli görev, zulüm ve haksızlıklara engel olmak, yapanları cezalandırıp mağdurları korumak ve her halükârda adaleti tecellî ettirmek olmalı.
Bu görevin ifası için de, mahkeme kararlarının, hiçbir baskı ve tesir altında kalmadan, hakimin şahsî fikir ve duygularını da işin içine karıştırmadan, sadece adalet, hukuk ve vicdan esas alınarak verilmesi kaçınılmaz bir zorunluluk.
Anayasanın 138. maddesinde, bunu sağlamaya yönelik bazı kurallara yer veriliyor:
“Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz. Görülmekte olan bir dâvâ hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz.”
Yakın geçmişinde istiklâl mahkemeleri ve Yassıada yargılamaları gibi, dünya adalet tarihine yüz karası olarak geçen utançları yaşamış bir ülkede bu prensipler ve uygulanmaları çok özel bir önem ve anlam taşıyor.
Özel kurulmuş mahkemelerde özel olarak tayin edilmiş hakimlerin, yargıladıkları insanlara reva gördükleri insanlık dışı muamelenin gerekçesini “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diye açıkladıkları bir ülkeyiz ne yazık ki.
İşte anayasanın aktardığımız prensipleri, milletin adalet duygusunu derinden yaralayan ve güvenini sarsan bu acı olaylar bir daha tekerrür etmesin diye konulmuş olmalı.
Yeni TCK’nın 288. maddesiyle düzenlenen “Âdil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” suçunu önlemenin yolu da buradan geçiyor..
Mahkemeler emir ve talimatla, tavsiye ve telkinle karar vermemeli. Kararlara, halk arasında “Avukat tutacağına hakim tut” sözüyle ifade edilen kirli ilişkilerin veya bazı derin mahfillerce yapılan dosya takiplerinin ya da esrarengiz ziyaretlerin gölgesi düşmemeli.
Türkiye’de âdil yargılamayı etkileyen asıl etkenler bu ifadelerin satıraralarında mevcut.
Kamuoyuna mal olmuş hadiselerle ilgili olarak medyada çıkan yayınların “âdil yargılamayı etkileme” yönü ise tartışmaya açık bir konu. Ve bu bahiste çifte standart olarak yorumlanmaya elverişli kararlar, söz konusu tartışmayı iyice içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Türkiye burada da ölçüyü bulabilmiş değil.
“Âdil yargılamayı etkilemeyi”cezalandıran maddenin amacı adalet. Ama bu maddeye istinaden çok adaletsiz kararlar verilebiliyor...
15.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Kadir şehit oldu duyan var mı? |
|
O şiir vurdu beni.
Hem de tâ can evimden.
Sonra gördüm nur gibi tertemiz yüzünü,
Şehit özgü bir asalet vardı yüzünde…
“Ben gencecik fidandım, daha hiç tomurcuk vermemiş. Ve soldurdular beni Lice’de, hayatımın baharında” diyordu.
Adı Kadir Aydın’dı.
Lice’de teröristlerle girdiği bir çatışmada şehit olmuştu.
“Ben kendi vatanımda, vatanımı vatansızlardan korumak için öldüm,
“Ben Türk’tüm, adım Türkçe, ama öğrenemedi adımı hiç kimse,
“Bir kez bile manşet de olamadım ya o gül yüzümle gazetelere,
“İşte ey koca dünya ben asıl o gün öldüm” diyordu.
İlgisizliğe isyandı bu…
Aynen şu gelen mısralarda olduğu gibi;
“Ama anmadı beni babamdan gayrı kimse, onu andıkları gibi
“Ve yazılmadı başka hiçbir yere adım, anamın yüreğinden başka.”
* * *
Bu şiirle beni bir empati yolculuğuna sürükledi.
Hrant Dink’ten tam bir gün önce şehit olmuştu Kadir Aydın Astsubay.
Lice’de bu vatan bölünmesin diye mücadele ederken, bir teröristin namlusundan çıkanla can vermişti orda.
Binlerce, on binlerce Kadir Aydın gibi şehit olmuştu bu ülkenin uğruna.
Genç yaşta kolunu, bacağını kaybedenler kendilerine,”kınalı bacaksızlar” adını vermişlerdi. Yani gazilerimizdi onlar.
Şehit olanların ailerinin ise kimi ilgisizliğe isyan etmişti, kimi ise vatan hainlerinin bu ülkede daha çok itibar gördüğü gibi bir izlenime kapılmıştı.
“Ey koca dünya ben de öldüm” şiirinde olduğu gibi,
“Ölümümden hemen sonra kameralar gelmedi oraya.
Halk da toplanmadı ellerinde karanfil ve mumlarla,
Hiçbir devlet büyüğü ve Amerika da kınamadı ölümümü,
Ve yazmadılar adımı mezar taşımdan başka, hiçbir yere…”
* * *
Hamaset tellâlığı yapma niyetinde değilim.
Hrant Dink’in cenazesinde yürüyenlerin, aynı zamanda Kadir Astsubayın şehit cenazesinde de olması gerektiğine inanıyorum. Çünkü adı ne olursa olsun, nereden gelirse gelsin ha Dink olmuş, ha Kadir Astsubay hedefinin aynı olduğuna inanıyorum.
Ancak burada derin bir empati yolculuğuna çıkmamı sağlayan olay, ülke için şehit olan insanların sahipsiz bırakıldığı, hatta bu ülkede vatan hainlerinin daha çok itibar gördüğü gibi bir duyguya kapılmam.
Hrant Dink’in cenazesinde Türk milletinin hoşgörüsü ve teröre karşı verilen birlik mesajı vardı. Terörün asıl panzehirlerinden birinin toplumsal tepki olduğuna inanıyorum. IRA ve Kızıl Tugaylar bu tür toplumsal tepkilerle geriletilip, silahı bırakma kararı almak zorunda bırakıldılar.
Ancak şehitlerin acısını da yeterince, tam yüreğimizde hissettiğimizi sanmıyorum.
Evet ateş düştüğü yeri yakıyor. Ancak sadece o acılı yüreklerle sınırlı kalmıyor. Mazlumun ahı büyüyor, bir toplumsal tepkiye dönüşüyor.
Hrant Dink’in cenazesinde atılan, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganlarına karşı açılan, “Hepimiz Türk’üz” pankartlarının altında bu sosyolojik tabanın yattığını görmeliyiz.
Türküyle, Kürdüyle, milliyetçisi, özgürlük yanlısıyla, PKK sempatizanı, Kuvay-ı milliyeci ruhuyla hepimizin o sosyolojik olayın derinliğini görmeye ihtiyacımız var.
Milliyetçi dalganın rantını yemek isteyen çete bozuntuları bir yana, ama ortada bir vaka var.
Nasıl olmasın?
* * *
Almanya şu günlerde çok ciddî bir tartışmanın içinde.
Müebbet hapis cezasına çarptırılan Baader Meinhof Çetesi’nin üyelerinden Brigittie Mohnhaupt 26 Mart günü 24 yıllık hapis cezasını tamamlayarak tahliye edilecek.
Mohnhaupt aralarında bir yüksek yargıcın da bulunduğu 9 kişinin ölümünden dolayı yargılanmış ve 5 kez müebbet hapis cezasına çarptırılmıştı.
Alman basını ve aileler Mohnhaupt’un bırakılmasına şiddetle karşı çıkıyorlar. Aralarında devletin terör karşısındaki büyüklüğünü göstermesi açısından bu kararı destekleyenler de var elbette ki ancak “Aileler ve Alman halkı adına bu kararı verme yetkisini nereden aldınız?” diye Alman yargısı ciddî olarak hesaba çekiliyor.
Bu tartışma üzerine Baader Meinhof çetesinin eylemlerini inceledim.
Liderleri, cezaevinde Alman derin devletinin intihar süsü verdiği infazlarla tasfiye edilen ünlü çetenin 1968’den 1986’ya kadar süren eylemleri sonucunda kaç kişi ölmüş biliyor musunuz? 38 kişi. Başına sonuna bin ya da on bin eklemeyin. Tam tamına 38 kişi.
Örgüt silahı bırakmış, çete tasfiye olmuş, liderlerini devlet öldürmüş ama buna rağmen eski eylemcilerin hem de 20-25 yıl yattıktan sonra salıverilmesi dahi Alman kamuoyunun vicdanını rahatsız ediyor.
* * *
Irkçılığın ırkçılığı besleyeceğine inanan ve baskının terörden başka bir şey getirmediğini savunan, Türkiye’nin Kürt sorunu başta olmak üzere kendi iç barışını engelleyen sorunlarıyla yüzleşmesi ve bir sivil barış sağlaması gerektiğine inanan biri olarak, yine de bu toplumsal duyarlılığı gereği kadar dikkate almadığımıza inanıyorum.
Almanların, üzerinden 30 yıl geçmiş ve topu topu 38 insanın ölümü için gösterdikleri tepkinin bin hatta on bin katını 30 bin şehidi olan bu ülkenin insanlarının göstermesini anlayışla karşılamak lâzım. Ve hepimizin tüm komplekslerimizden sıyrılıp, bir empati yolculuğuna çıkmamız gerekiyor. Birbirimizi anlamadan çözümü bulmamız zor.
Eğer bir şehidimiz,
“Bir kez bile manşet de olamadım ya o gül yüzümle gazetelere, İşte EY KOCA DÜNYA BEN ASIL O GÜN ÖLDÜM…” diyorsa onu dikkate almamız gerekiyor.
15.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Dün 301, bugün 288, yarın? |
|
Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği yolundaki yürüyüşü çeşitli engellere takılıyor. Maddî engellerin yanında, siyasî ve hukukî engeller de sözkonusu. Hukukî engellerin başında TCK’da yer alan 301 ve benzeri diğer maddeler geliyor.
TCK 301. madde ‘meşhur’ bir madde olmakla birlikte, onun kadar meşhur olmayan ancak muhtemelen bundan sonra meşhur olabilecek maddeler de var. Bunlardan biri de yine TCK’daki 288. madde. Bu maddenin özü, ‘yargıyı etkileme’kle ilgili.
Gerek 301 ve gerekse bu madde, (ve tabii benzer onlarca madde) yeni TCK düzenlenirken de çok tartışılmıştı. Ancak bu tartışmalar bir neticeye ulaşamadı ve maddeler bu şekilde kabul edildi. Verilen beyanatlara bakılırsa, 301. madde hükümetin gündemindeki yerini koruyor.
Basın özgürlüğünün önünde de bir engel olarak duran bu ve benzeri maddeler, Türkiye’nin AB yolunu da tıkıyor. “301. madde değişmesin” diyenlerin ‘haklı’ bir gerekçesi var: “Zihniyet değişmedikten sonra ‘madde’lerin değişmesi fark etmez.”
Bu tesbit elbette doğrudur. Çünkü 301, 288 ve benzeri maddeler yıllardan beri kanun maddelerindeki sıralarını/yerlerini koruyorlar. “Meşhur” olmaları, yapılan haksız uygulamalardan kaynaklanıyor. İşte tam da bu sebeple, haksız uygulamalara meydan vermemek için bu maddeler değiştirilmelidir. Bunun için önce ‘zihniyet, anlayış değişmeli’ deniliyorsa ona da kimsenin itirazı yok.
Çok önemli bir noktayı unutmamak lâzım: ‘Mülk’ün temeli adalet ise, ‘adalet’in tecellisi hiç bir şekilde engellenmemelidir. Farklı uygulamalar, adaletin tecellisinin önündeki en büyük engellerdendir. ‘Kanun’ her yerde olabilir, ama ‘adalet’i sağlamak, ancak ‘hukuk devleti’nin yapabileceği bir iştir.
Millet iradesiyle işbaşına gelen hükümetlerin, milletin ortaya koyduğu taleplere kulak tıkaması, onları göz ardı etmesi hem mümkün değil, hem de doğru değildir. “Bu konularda uzlaşma yok” demek de siyasileri temize çıkarmaz. Çünkü yüzde yüz bir mutabakat yok ise de, çoğunluğun uzlaşması vardır. Bu da, düşünce ve basın özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması talebidir. İlgili maddeler tartışılırken, ‘Uygulamayı görelim, bir içtihad oluşsun’ demek de pek haklı bir talep olmasa gerek. Çünkü ‘yanlış’ maddelerin uygulamasından ‘doğru’ neticelerin çıkması mümkün değildir.
TCK’da yer alan ve şimdilik ‘meşhur’ olmayan, ancak ‘meşhur olması muhtemel’ maddeleri Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi, bir mektupla daha önce Başbakana iletmişti. Bu maddelerin ‘ayrıntı’sını hukukçu olmamamız hasebiyle biz de tam olarak bilemiyoruz. Ancak böyle bir talebin Başbakana ulaşmış olması TCK’da basın özgürlüğü açısından ‘risk’ taşıyan maddelerin var olduğunu gösteriyor. Oktay Ekşi tarafından 15 Kasım 2006’da Başbakana yazılan mektupta ilgili maddeler şu şekilde sıralanmış:
“(...) Ancak, 301. maddenin de değiştirilip iyileştirilmesi, ifade özgürlüğü ile ilgili sorunları çözmeye yetmez. Başta 288. madde olmak üzere, TCK’nun 84/3, 125, 128, 130, 135, 136, 137, 214, 215, 216, 217, 220/8, 226, 237, 267/1-9, 269/5, 285, 298/2, 304, 305, 318, 323, 327, 329/1, 334, 336, 339, 340, 341, 342. maddeleri, birer Demokles kılıcı olarak öylece duruyor. Hangisinin, ne zaman uygulanacağını bilemiyoruz. Ve her birinin bir tehlike olduğuna dikkati çekip bırakıyoruz.” (http://www.basinkonseyi.org.tr)
Dün 301, bugün 288, yarın?
15.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Gölgeli gezi |
|
Nedense İsrailli yetkililerin Türkiye ziyaretleri hep olumsuz atmosferlerin gölgesinde gerçekleşiyor. Türkiye her defasında bu ziyaretleri kaldırmakta ve kamuoyuna izah etmekte zorlanıyor. Bundan dolayı İsrail’li yetkililerin ziyaretleri her defasında sıkıntı meydana getiriyor. Şaron’un ziyaretlerine her defasında katliamları öncülük ve eşlik etmişti. Ecevit bir- iki defa fevri çıkışlar yapmak zorunda kaldı ve bu çıkışlar her defasında Atlantik ötesindeki Yahudi lobisi tarafından ‘not’ edildi.
Olmert de geçen yıl Türkiye’ye gelecekti Lübnan saldırısı yüzünden gezisi ertelendi. Her defasında böyle oluyor. Ne hikmetse ‘ağız tadıyla’ bir gezi gerçekleşemiyor. Tzibi’nin Abdullah Gül’le yağlı ballı olan bir gezisi sayılmazsa tabiî ki. Irak saldırısı küresel olarak ABD’yi zayıflattığı gibi, İsrail’in Lübnan saldırısı da İsrail’e gücünün sınırlarını gösterdi. Son saldırılar hem ABD, hem de İsrail’e pahalıya maloldu. Güç ve kapasitelerinin sınırlarını hatırlattı. İsrail Türkiye açısından hiç önemli bir ülke değil. Buna mukabil, Türkiye İsrail açısından pahası ölçülemeyecek bir değerde. İsrail’in Türkiye ilişkileri adeta şantaj üzerine kurulu. Amerika’daki İsrail lobileri yine sanal dâvâlar konusunda bize siper oluyorlar! Biz de diyet ödüyoruz. Sözgelimi, Ermeni soykırım tasarılarını savuşturmak için bize yapılan telkinler İsrail lobisinden yardım almamız yönünde. Eteklerine yapışıyoruz.
Ya, İsrail’e medyun-u şükran olmamız ve ondan kopmamamız için kimileri bu tür tezleri sürekli canlı tutuyorsa? Bu tezler şantaj ve angajman aracı olarak kullanılıyorsa? Dolayısıyla bazen fotoğrafa bir de tersinden bakmakta yarar var. Bundan dolayı CHP lideri Baykal’ın soykırıma karşı bir başka soykırım tezine sığınma ve soykırıma karşı bır başka soykırım bulma çabaları hem gereksiz, hem de boşunadır. Eğer bu tarz tezleri savuşturacaksak bu özgül ağırlığımızla olmalı. ABD ve İsrail’in artık dikte güçleri kalmadı. Gölge etmesinler yeter. Bundan dolayı Ermeni tezleri için İsrail şantajına boyun eğmek zorunda değiliz. Zaten bu şantajı ayakta tutmak için son sıralarda yeteri kadar Yahudi lobicinin Ermeni lobicisi haline geldiğini görüyoruz. Onlar bizim ve Ermenilerin üzerinden siyasî rant sağlıyorlar. Aydoğan Vatandaş’ın kendisiyle konuşmalarında yer aldığı gibi Hrant Dink gibi Ermeniler de bunun farkındaydılar. Soykırım iddiaları siyaset aracı veya siyasi bir oyun haline gelmemeli.
***
Olmert’in gezisi Lübnan saldırısı dolayısıyla ertelenmişti, ama Aksa kazısı gölgesinde gerçekleşiyor. Geziye Aksa civarındaki kazılar gölgesini vurdu. Başbakan Erdoğan da haklı olarak tepkisini gösterdi. Erdoğan, gezi öncesinde AKP grup toplantısında şu mesajları verdi: “Geçen hafta Kudüs’te meydana gelen ve İslâm dünyasını infiale sevk eden bir konu hakkında görüşlerimi paylaşmak istiyorum. İsrail hükümeti, Haremüşşerif’in kapısının önündeki tarihî köprünün kullanılamaz hale geldiği gerekçesiyle bir kazı çalışması başlattı. Bugün tam El Fetih ile Hamas arasında bir ulusal birlik hükümeti kurulmasına karar verildiği anda böyle bir girişimde bulunulması anlamlıdır. Gerilimi tırmandıran bu girişim karşısında, İsrail hükümetine çok açık ve net biçimde şunu ifade etmek istiyorum: Haremüşşerif, tüm dünya Müslümanlarının en kutsal mekânları arasında yer almaktadır. Buraya yönelik her türlü girişim, İslâm dünyasının, tüm Müslümanların haklı tepkisi ve hassasiyetiyle karşılaşacaktır. Kudüs’te Müslümanlara ait dinî mekânların korunmasına ilişkin anlaşmalar var. İsrail bu anlaşmalara uymak zorundadır. Üç büyük dinin de kutsal mekânlarının yer aldığı Kudüs’te, ‘ben yaptım, oldu’ şeklinde bir politika izlemeye kimsenin hakkı yoktur, olamaz. İsrail hükümeti, tek taraflı ve kaygı uyandıracak girişimlerde bulunmamalıdır. Eski Kudüs bölgesinde yapacağı her türlü girişimde uzlaşmaya ve her kesimin onayına başvurmalıdır. İsrail’in bölgenin kutsallığına saygı gösteren ve gerilimin daha fazla tırmanmasına mahal vermeyecek bir hareket tarzı benimsemesini bekliyoruz. “
***
İsrail tarafı ise kullanılamaz hale gelen köprüyü yenilemekten başka gizli bir amaçlarının olmadığını söylemektedir. Ancak bu kaygıların haklı sebepleri var. Birincisi, 1969 yılında Mescid-i Aksa bir yangın atlatmış ve Nureddin Zengi minberi yakılmıştır. Sadece bazı fanatikler değil, Aksa’nın yerine İsrail yönetimi de Süleyman Tapınağını inşa etmek için fırsat kollamaktadır. Bunun delili, 1980 sonlarında El Al şirketinin aylık dergisinin kapağında Mescid-i Aksa’nın yerine inşa edilmesi tasarlanan tapınağın maketinin yayınlanmasıdır. El Al’ın sözkonusu sayısının kapağını o dönemki Zaman gazetesi kamuoyuna duyurmuştur. Bu planların gizlisi saklısı yoktur. Bundan dolayı Haremüşşerif civarında İsrail’in her attığı adım Müslümanların ve dünyanın tarassutu altındadır. Güveni ihlâl eden kendileridir. Binaenaleyh gocunmaya hakları yoktur.
İsrail basınına göre Olmert bir kez daha Suriye’de idam edilen İsrail ajanı Eli Cohen’in kemiklerinin iade edilmesi için Türk hükümetinden Şam nezdinde devreye girmesini isteyecek. Bunun için de aslında aracıya ihtiyaç yok. Golan Tepelerini müzakere ederken Suriye ile bu meseleyi de ele alabilirler. Türkiye’nin İsrail’e yapabileceği tek müspet katkı açıkça ve sarih bir biçimde doğruları söylemekten ibaret olacaktır.
15.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
7. Çerçeve Programı |
|
AB Çerçeve Programları, araştırma ve teknoloji geliştirme amaçlı destek programlarıdır. 1984 yılında başlayan Çerçeve Programları (ÇP), belli dönemlerde yenilenen, kapsam ve muhtevası artan ve beraberinde bütçe miktarı da artış gösteren bir programdır.
Temel fonksiyonu olarak, AB’nin “Bilimsel ve teknolojik temelinin güçlendirilmesi, endüstriyel rekabetin desteklenmesi ve ülkeler arası işbirliğinin teşvik edilmesi” sayılabilir.
AB’nin Mart 2000’deki Zirve Toplantısında Lizbon Stratejisi kararları kapsamında, “dünyanın en dinamik rekabetçi bilgi temelli ekonomisi” olması hedeflenmiştir.
Ortak Avrupa Araştırma Alanı oluşturmayı hedefleyen ve 2002-2006 döneminde yürürlükte olan 6. Çerçeve Programı (6.ÇP), 2007 yılından itibaren yedi yıllık bir süreyle 2013 yılına kadar 7. Çerçeve Programı olarak yapılandırılmıştır.
Toplam bütçesi 50 milyar Euro’yu aşan 7. Çerçeve Programı, AB’nin bu hedefe ulaşması için ortaya koyduğu iradeyi göstermektedir.
7. Çerçeve Programında, dört alanda araştırma projelerine destek verilmesi hedefleniyor. Bu alanlar; fikirler, işbirliği, kapasiteler ve kişiyi destekleme başlıklarından oluşuyor.
Türkiye’nin de katılımcı olduğu Çerçeve Programlarının yedincisinin ulusal açılışı, iki gün süren bir konferansla başlatıldı. TOBB-ETÜ üniversitesinin ev sahipliğinde TÜBİTAK’ın öncülüğünde gerçekleştirilen “AB 7. Çerçeve Programı Türkiye Forumu”, 2007’nin en anlamlı ve derinden yükselen proje kültürünün bir ispatıydı.
Hem kamu kuruluşları, hem üniversite ve sanayi çevreleri ile bunların organizasyonunu üstlenmiş kurumlar, derslerine iyi çalışmışlardı.
Öncelikle TOBB ve TÜBİTAK ile TESK’in kuruculuğunu üstlendiği, yeni bir merkezin ve proje koordinatörlüğünün TURBO adıyla kurulmuş olması, bu alanda çalışacak araştırmacılar için önemli bir fırsat sağlıyor. Bu arada Brüksel ofisinin de açıldığını belirtelim.
Resmî yetkisi olmayan ve kurumsal olarak ülkelerinin sanayi ve araştırma boyutlarında ileri teknolojiyi yaymayı hedefleyen AB ülkeleri kuruluşu İGLO’ya Türkiye’nin de dahil olması iyi bir açılım.
AB ülkelerinin araştırma ve teknolojide sağladıkları deneyim ve gelişmelere, araştırmacı, hakem ve taraf olarak dahil olup hafızayı paylaşacak platformda yer almak çok önemli!
Siyasî kıskacın AB müzakerelerini Kıbrıs ve iç politika üzerinden daralttığı bir süreçte, doğrusu 7. Çerçeve Programlarının başlatılması iyi bir ilaç gibi geldi.
Özellikle genç araştırmacıların ilgisi beni fazlasıyla mutlu etti. Düşünen, tasarlayan, çerçeveleyen, projelendiren ve rekabete açık AB ülkeleri ile yarışacak projeler geliştirmek, acemiliklerimizi yenmek, kendimize güven duymak ve aklın gerçekçi çözümlerini bu milletin hizmetine sunmak, geleceğimiz adına çok sevindirici.
Avrupa Komisyonu Araştırma Genel Müdürü Jose Manuel Silva Rodriguez’in dediği gibi, bu çerçeve programları “Beyin sirkülasyonu” sağlayacaktır. Araştırma kapasitesini arttıracaktır. Yeni fikirler ve üretken düşünceler sanayi ile akademik işbirliğini geliştirecektir.
Fikir mülkiyet hakları önem kazanırken, katılımla paralel “Avrupa endüstrisinin ve politik ihtiyaçların” karşılanması mümkün olacaktır. Türkiye’nin de içinde yer aldığı bu açılım, Teknoloji platformları ile “Hırs ve Mobilizasyon” imkanı vermektedir.
Aşırı resmiyetten uzak, beylik laflarının fazla olmadığı, proje disiplinine göre AB ülkelerinden tecrübeli uzmanların görüş paylaştığı ve Türkiye boyutunun da başta hükümet olmak üzere iyi bir koordinasyonun sağlandığı söylenebilir.
TÜBİTAK’ın liderliği ile “Bilim ve İnovasyon” öne çıkıyor. Türkiye’de yılda bilim adamı başına birer makale düşmediği (0,52) dikkate alınırsa, bilgiye yatırım için ar-ge’ye ayrılan ödeneklerin arttırılması planlanıyor.
Yüksek teknolojinin ihracattaki yüzde 7’lik payı bu şekilde yukarılara çekilebilir. 6. Çerçevede 1217 projeden yüzde 47’si geri dönmüştü. Acemiliğimizi aştığımızı dikkate alarak, proje dünyasına ve çerçeve ufkuna Türkiye’nin “Ben de varım” demesi, ümit verici bir gelecek müjdesidir.
AB sürecine 3 Ekim 2005’ten bu yana katılımcı ülke olan Türkiye, taramalarını bitirip, müzakereyi yürütmektedir. Devlet Bakanı Ali Babacan’ın tespitiyle “ilişkilerin tonunda” olumsuzluk yaşansa da yola devam edilmektedir.
Bakan Ali Babacan, “Nasıl bir Türkiye?” sorusunun cevabını, “Bilim, teknoloji ve yenilik” olarak belirtiyor. Çok yerinde bir irade, umarız gerçekleştirilir.
15.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İnsan yaptığı işin en iyisini zamanında yaparsa, dağ başında da olsa insanlar onu arar ve bulurlar. Yeter ki insanların ihtiyacı olan bir şeyi en güzel şekilde ve zamanında yapsın.
Bununla beraber akıllı bir insan, mazeret üreten ve iş üretmekten kaçan insanlarla çalışmamalı. Yoksa başarısızlığa mahkûm olur. Başarılı insanlar mazeret arkasına saklanmayan ve iş üretenlerle çalışanlardır. Tembel, gevşek, dikkatsiz ve ilgisiz olanlar hem unutkanlığa, hem de başarısızlığa mahkûmdurlar.
Çalışkan ve işlerinde başarılı olanların maddeye ve paraya değil, bilgiye ve kaliteye değer verenler olduğunu da az bir araştırma ile görmek mümkündür. Kalite her zaman paradan önce gelmelidir. Para için kaliteden ödün verenlerin zamanla paralarından da oldukları bir gerçektir.
İnsanlar maalesef işleri ile uğraşarak işlerini ve kendilerini geliştirecekleri yerde, başkalarının hataları ile uğraşarak kendilerine değer vermekle başarısızlığa uğramaktadırlar. Hâlbuki başkalarının hatalarını bulmak ve onları tenkit etmekle zaman öldüreceklerine, kendi işlerini geliştirmeye çalışmış olsalardı daha başarılı olabilirlerdi. Başarılı insanlar başkaları ile değil, kendileri ile yarışan insanlardır. Onlar “İki günü eşit olan ziyandadır” prensibine göre hareket ederek her gün yeni bir şeyler üretmek ile meşguldürler.
Çalışkan ve başarılı insanlar, az söz ile çok şey anlatılacağını bilirler ve zamanlarını konuşarak geçirmezler. İnsanı çok sözden fazla icraatları ve yaptıkları anlatır. “Biz susarız, eserlerimiz konuşur” ifadesi bu bakımdan ne kadar anlamlıdır. Başarılı insan kendisini anlatmaya zaman bulamaz; eserleri onu anlatır. Bu ise gerçek bir anlatımdır.
Başarılı insan, çevresini kâle alır. “Kim ne derse desin, ben bildiğimi okurum” demez. Çevresinin tenkidine kulak verir ve onların hoşlanmadığı şeyleri yapmamaya özen gösterir. Küçük kusurların büyüklerine kapı açacağını düşünerek küçük şeylere önem verir. “Bu küçüktür, ne değeri var?” şeklinde yanlış bir düşünceye kendini kaptırmaz.
Başarılı insan mütevazidir. Kendisini dev aynasında görmez. Kendisini dev aynasında görenlerle de çalışmaz. Kendini kusurlu görmeyen ve yaptıklarını beğenen insanlar kendilerini geliştiremezler. Onlar artık zirveye çıkmışlardır! Gidecekleri yerleri, çıkacakları yüksek makamları kalmamıştır; bundan sonra yapacakları iş, çıktıkları o tepeden aşağı doğru inmektir. Gidecekleri yeri olmayanlar ile yola çıkmak ise yerinde saymak demektir.
Akıllı insan aşırı tevazu gösterenlere karşı da çok dikkatlidir. Aşırı tevazu, ya kibirden veya hileden kaynaklanır. Sebepsiz övgüler de art niyetin ifadesidir. Akıllı insan bunların bilincinde olan insandır. Ne övgüden ne de yergiden ve yargıdan etkilenmez; o gerekeni yapar ve aşırılıklardan kendini korur.
Akıllı insan mütevekkildir; Allah’a dayanır ve güvenir. Bu güven onu cesarete ve çalışmaya sevk eder. Tevekkülün sebeplere teşebbüs etmek olduğunun bilincindedir. Bunun için o, gamsız ve kayıtsız insanları yanına almaz; onlarla da çalışmaz.
Başarılı insan istişareyi ihmal etmez; ama o kiminle istişare edeceğini de iyi bilir. İstişare ediyorum diyerek önüne gelene sırlarını ve hedeflerini açmaz. Kiminle neyi niçin konuşacağını, kime neyi niçin soracağını bilir. Bazen de akıllıca ve safiyâne ehil olmayanlara ve işi bilmeyenlere bazı şeyleri sorar, fikirlerini alır ve akıllıca tersini yaparak başarıyı yakalar.
Elhâsıl: Akıllı insan çok düşünür, az konuşur. İstişare edilecek olanları bilir ve her önüne gelene danışmaz. Kendisini çalışmaları ve yaptıkları ile tanıtır. Ne övülmekten hoşlanır; ne de yerilmekten sıkılır. Bununla beraber tenkitlere kulak verir. İşine ve hedefine yardım eden her şeyi alır, işine yaramayana ise önem vermez.
15.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Özgür basın |
|
Bir ülkede basının özgür oluşu, o ülkenin demokratlaştığının en göze çarpan özelliklerinden biridir. Ülke demokrasiyi sindirdiği ölçüde de kalkınma sürecine girer.
Eğer bir ülkede baskılar Demoklesin kılıcı gibi basının üzerinde duruyorsa o zaman hür basından söz etmek, kalkınmış ülkelerle de uygarlık ve kalkınma yarışına girmek mümkün değildir.
Bakın bugün ne kadar kalkınmış, modern ülke varsa hemen hepsinde demokrasinin geniş anlamda hükmettiğini, basının alabildiğine özgür olduğunu görürsünüz.
Tarihimize bir göz gezdirin, herhangi bir şiddet ve baskı uygulandığını gösterebilir misiniz? Değil vatandaşlarımız, zimmî denilen gayr-i müslimler bile kendi ülkelerinde bulamadıkları hak ve özgürlükleri bizim ülkemizde bulmamışlar mıydı?
Herşeyden önce hak ve özgürlüklere bu ülke insanları lâyık.
Yüzyıllarca medeniyetin, insan hak ve özgürlüklerinin uygulayıcı ve savunuculuğunu yapmış bir milletin evlâtları dün olduğu gibi bugün de hâlâ sıkıntı çekiyor.
İşte son örneği: İstanbul Bağcılar’daki duruşmasında Yeni Asya’dan Yazı İşleri Müdürü arkadaşımız Faruk Çakır, Danıştay saldırısı sonrasında Yeni Asya’nın 23 Mayıs 2006 tarihli sayısında yayınlanan “Oyun geri tepti” manşetiyle ilgili olarak TCK’nın “Türklüğü, Cumhuriyeti, devletin kurum ve organlarını aşağılama” suçunu düzenleyen 301 ve “âdil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” suçunu tanzim eden 288. maddelerinden yargılanıyor. Bağcılar 2. Asliye Ceza Mahkemesi 301. maddeyle ilgili “devletin askeri organlarını basın yoluyla aşağılama’’ suçlamasından beraat verirken, 288. maddeden “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs’’ gerekçesiyle altı ay hapse mahkûm ediyor ve cezayı kişiliği, sosyal ve ekonomik durumunu dikkate alarak da 3 bin 600 YTL adlî para cezasına çeviriyor.
Ortada bir kasıt bulunmadığını ve dava konusu yazının tümünde bu suçun oluşmadığını ifade eden Çakır’ın avukatlarından Turgut İnal, “Yargı büyük bir camiadır ve etkilemek bu kadar basit değildir. İki satırlık yazıyla etkilenmez. Bu tür yazılar sebebi ile gazeteciler hakkında sık sık dava açılması ve mahkumiyet kararı verilmesi halinde gazeteciler rahat görev yapamazlar” diyor.
Faruk Çakır’ın avukatlarından Avukat Kadir Akbaş da Çakır’ın suçlama niteliğinde görülen yazısında söz konusu ettiği hususların sonradan gelişen olaylarla doğrulandığına dikkat çekiyor. Sonucu önceden görmek suç olur mu?
Bu tür davalar açıldıkça ve cezayla sonuçlandıkça basın nasıl hür olacak?
15.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Gaye ve hikmet delilinden Yaratıcıya |
|
Şuûrlu ve akıllı insanların yaptığı işlerde, sanatlarda, eserlerde bir ana, üç-beş tâlî gaye, hedef, amaç güttüğü görülür. Âletleri inceleyiniz, yollara bakınız, binaları gözlemleyiniz, fabrika ve atölyelere göz atınız; hangisi gayesiz, faydasız ve foksiyonsuzdur? Hatta, kimi zaman çakılara, tornavida takımlarına beş, on, yirmi fonksiyon yüklenmiyor mu? Şüphesiz, bunlar akıl, şuur, irade, ilim ve kudret gibi sıfat sahiplerinin meyveleridir.
Kâinattaki her varlıkta kendine mahsus bir hikmet, bir amaç, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edildiği göze çarpar. Atom dahil, en basit ve en küçük şeylerde de gâyesizlik, mânâsızlık sayılacak herhangi bir durum görülmez. Şüphesiz bu gaye ve hedefler de akıl, şuur, irade ve kudret eseridir.
Halbuki, ne madde âleminde, ne bitki ve hayvanlar dünyasında, ne de eşya ve olaylarda şuur ve anlayış mevcut değildir ki, bu gayeler silsilesi takip edilebilsin.. Öyle ise, kâinattaki bu şuurlu işleyişi ve bu hikmet ve gâyeleri ancak Allah’a (cc) dayandırmakla makul bir yol tutmuş olabiliriz.
Bu perspektiften hücreden uzuvlara, ağaçlardan sebze-meyvelere, hava sayfasından yağmur, bulutlara kadar tüm unsurlara varlıklara bakalım. Her birinde birçok gayeler gözetildiği, fizik, kimya, biyoloji ve sair ilimlerin de şehadetiyle sabittir. Ki, bu gayeler, sayısız bağlantılar içinde sayısız bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Şu halde, onlara bu gaye ve meyveleri takanın sonsuz ilim, kudret, irade gibi sayısız sıfatları olması gerekir. O da yüce Rabbimizdir.
Cambridge Üniversitesi’nde özellikle parçacık fiziği konusunda uzman olan tanınmış fizikçi John Polkinghorne, Newsweek dergisinin kendisiyle yaptığı röportajda Allah inancıyla ilgili olarak şu sözleri söylemiştir:
“Tabiat kanunlarının gördüğümüz kâinatı yaratmak için nedenli olağanüstü bir şekilde ayarlandığını fark ettiğinizde, kâinatın öylesine oluşmadığı, arkasında bir amacın olduğu fikrini görüyorsunuz. Benim için, Allah’a inançtaki temel unsur, kâinatın ardında bir düşünce ve amaç olmasıdır.”
Birmingham Üniversitesi’nde felsefe ve Münih Üniversitesi’nde ilahiyat profesörü olan William Lane Craig, kâinatın Allah tarafından, belirli bir amaçla yoktan var edildiğine inanmaktadır. Craig’in bu konudaki görüşlerini şu sözleri yansıtır:
“Kâinatın yaratılmasının bir gayesi vardır. Kâinatın sebebinin tek bir Yaratıcı olduğuna inanıyorum. Yoksa geçici bir etki, sonsuz bir etkiden nasıl oluşabilir? Hem felsefi alanda, hem de bilimsel alanda kâinatın başlangıcı olduğu anlaşılıyor. Var olan bir şey, varlığının sebebine sahiptir. Bu sebep, sebepsiz, sonsuz, değişmeyen, zamansız ve maddesizdir. Ve bağımsız bir irade vardır. Sonuç olarak Allah’ın varlığına inanmanın mantıklı olduğuna inanıyorum.
“Gerçekte, ‘Hiçlikten sadece hiçlik çıkar’ kuralına uygun olarak, Big Bang’in doğaüstü bir sebebi olmalıdır. Patlama öncesindeki tekillik, her türlü zaman-mekân kavramlarının sona erdiği sınır olduğuna göre, Big Bang’in fiziksel bir sebebi olması imkânsızdır. Aksine, Big Bang’in nedeninin, fiziksel uzay ve zamanı tümüyle aşmış, evrenden tamamen bağımsız ve akıl almayacak derecede kudretli olması gerekmektedir. Dahası, bu sebep, kendi bağımsız iradesine sahip olan bilinçli bir varlık olmalıdır... Dolayısıyla kâinatın kökeninin sebebi, kâinatı sırf kendi iradesi ile belirli bir zaman önce var eden bir Yaratıcıdır.”
TAZİYE: Kültür Şirketler Topluluğu Yönetim Kurulu Başkanı muhterem Orhan Özbey’in amcası Adil ve yengesi Belkıs Özbey’e Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret diler, kederli ailesine ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz eder ve taziyelerimi sunarım.
15.02.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Yanılan kim? (2) |
|
Sultan II. Abdülhamid'in şahsiyeti hakkında cidden yanılan ve daha sonra bu yanılgısını itiraf ile onun ruhaniyetinden özür dileyenler olmuştur.
Bu hususu, Enver Paşanın hatıraları ile Mehmet Âkif ve Rıza Tevfik gibi şairlerin eski ve yeni şiirlerinde açıkça görmek mümkün. İşte, Filozof Rıza'nın nedâmet yüklü şiirinden bir dörtlük:
Divane sen değil meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz,
Sâde deli değil edepsizmişiz,
Tükürdük atalar kıblegâhına.
* * *
"II. Abdülhamid'de Yanılanlar" isimli kitabında sözü Bediüzzaman Said Nursî'ye getiren yazar, ne yazık ki bu mümtaz şahsiyeti de "yanılanlar" kategorisine dahil ederek, büyük ve katmerli bir yanılgının içine düşmüş.
Öyle ki, iddiasını ispat etmek için Üstad Bediüzzaman'dan naklettiği sözlerle kendi kendini tekzip eder bir duruma düşmüş.
İşte, adı geçen kitabın 79. sayfasında Münâzarât isimli eserinden iktibasen aktardığı Said Nursî'nin sözleri: "Hükûmete hücum edenler, bazıları 'Haydo, Haydo' derlerdi, bazıları 'Haydar Ağa, Haydar Ağa' derlerdi; ben 'Haydar' derdim, şimdi de 'Haydar' diyorum...”
Ey vicdan ve insaf sahipleri! Bu sözlerin ve böylesi bir duruşun içinde "yanılgı"nın ve yanılgıdan dolayı duyulan pişmanlığın esâmisi dahi var mıdır? Dahası, bizâtihi bu sözler, Üstad Bediüzzaman'ın Sultan Abdülhamid hükûmeti hakkında dosdoğru, istikametli ve istikrarlı bir fikrin sahibi olduğunun ispatı mahiyetinde değil midir?
Ama, buna rağmen "yanılgı" itham ve isnadının sahibi olan yazar, meseleyi rayından saptırıyor ve bakın konuyu nasıl alâkasız bir alana çekerek alâkasız mı alâkasız yorumlarda bulunuyor...
Meselâ diyor ki: "Evet, Said Nursî hep 'Haydar' demiştir; ama, özellikle Hüseyin Cahit ve fikirdaşları tarafından bilerek çarpıtılan haberlere o da bir nebze olsun inanmıştır. Nitekim, daha sonra bu hatasını görüp kendi kendini paylamaktan geri kalmamıştır." (S. 79)
Aşağıda açıkça ispat edeceğimiz gibi, maalesef bilgi sahibi olmadan fikir beyan etmeye kalkışan bu yazar arkadaşımız, yanılgının güyâ gerekçesi olarak da Üstad Bediüzzaman'ın bir başka eserinden şu sözlerini alıp naklediyor:
"Eski Said, bâzı dâhî siyâsî insanlar ve hârika ediplerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdâdı hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kablelvukù tâbir ve te’vile muhtaç iken, bilmeyerek resmî, zayıf ve ismî bir istibdat görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdatların zayıf bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyân etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hatâ...
"İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir istibdâdı hissetmiş. Bâzı âsârında, ona hücumla beyânâtı var." (Kastamonu Lâhikası, s. 50.)
* * *
Hemen ifade edelim ki, Üstad Bediüzzaman'ın "dâhî siyâsîler ve hârika edipler" diye kast ettiği şahıslar arasında Hüseyin Cahit ismi yoktur ve olamaz.
Zira Bediüzzaman, Münâzarât isimli eserinin daha ilk baskısında Tanin gazetesi muharriri H. Cahit'le yıldızının barışmadığını, onu yanlı ve hatalı bulduğunu, buna mukabil Mizan gazetesi muharriri Mizancı Murad'ı kendine yakın bulduğunu beyan ediyor.
Keza, Hüseyin Cahit, başlangıçta İttihatçı olduğu gibi, sonradan da Halkçıların cereyanında yer almıştır. Murat Bey ise, Ahrar grubundandır ki, 1908'de Ferah Tiyatrosunda maruz kaldığı baskılar karşısında, Üstad Bediüzzaman canını ona siper etmiştir.
Esasen, Üstad Bediüzzaman'ın kast ettiği "dâhî siyâsîler ve hârika edipler"in birincisi ve belki de en büyüğü Namık Kemâl'dir. Onu basiret sahibi ve "ehl–i kemâl" bir zât olarak yâd ediyor.
Nitekim, onun "Hürriyet Kasidesi"nde geçen "Ne mümkün zulmile, bîdâd ile, imha-yı hürriyet; Çalış, idraki kaldır muktedirsen âdemiyetten" şeklindeki sözüne, Sultan Abdülhamid'in değil, ondan sonra gelen gaddarların müstehak olduğunu açıkça ifade ediyor.
İşte, Namık Kemâl gibi hürriyetçilerin "maksatlarını doğru, hedeflerini hatalı" kılan sır burada yatıyor.
Onlar (M. Âkif dahil), gelecek şiddetli bir istibdadı hissetmişler, ancak bütün suç ve günahı Sultan Abdülhamid'e yıkarak onun şahsına hücum etmişler.
Üstad Bediüzzaman hakkında ise, öyle bir durum söz konusu dahi değil. Zira o, Sultan Abdülhamid'in şahsını değil, onun zamanındaki müstebid siyaseti hedef alarak, birtakım tenkit ve itirazlarda bulunmuştur.
Bediüzzaman, sonradan gördüğü "beterin beteri" şeklindeki istibdada bakarak, hem eski edip ve siyasîlerin düştüğü hatayı tevil etmiş, hem de mâruz kaldığı eski ve yeni baskılar karşısında yeni bir "durum muhakemesi"nde bulunmuştur.
Yeni durum ise şudur: Said Nursî, İttihatçıların ölüm kusan Divân–ı Harb–i Örfî Mahkemesinde, onların yüzüne karşı Sultan Abdülhamid için "Şefkatli Padişah" tâbirini kullanırken, aynı isimli eserinde, o sultanın hükümet devrini de "hürriyetin divanelikle" yâdedildiği "zayıf istibdat" şeklinde tarif ediyor.
Yine, aynı eserin "Yarı Cinayet" faslında ise, Sultan Abdülhamid'e "maarif" hususunda nasihate kalkıştığı için başına türlü musibetlerin geldiğini; bir başka bahiste de padişahın "ihsân–ı şâhane"sini reddettiği için tımarhane ve hapishaneyi boyladığını hatırlatıyor.
Bütün bunlar, tarihî birer vak'adır. Bu vak'aların gizlenecek bir yanı yoktur. Sadece, biri diğerinden beter yönetimler ve gelenin gideni arattığı rejimler vardır. O kadar.
Dolayısıyla, Sultan Abdülhamid döneminde uygulanan "zayıf istibdad" da görmezden gelinemez.
Nitekim, Said Nursî, yine Münâzarât isimli eserinde "Sâbık istidbadı hürriyet zanneden ve Kànun-u Esasiye itiraz eden adamlara" itiraz etmekte haklı olduğunu, bu eserin yıllar sonraki baskılarında da aynen tekrar ediyor. (Age, 125.)
Yine aynı eserin aynı sayfasında geçen bir ifadesi daha vardır ki, meseleyi aslında temelinden hallediyor. Buyrun, okuyalım: "...İstibdat, kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni İnkılâptan (1908) on sene evvel (yıl 1898, henüz 20 yaşlarında) aldattı ki, ehl-i ihtilâlin (Hürriyeti, Meşrûtiyeti isteyen Yeni Osmanlıların) ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese bir–iki sene zarfında zail oldu. Ta o vakitte anladım; bizim ekser Ahrarımız (Yeni Osmanlılar içindeki hürriyetçiler), mutekid (itikat sahibi) Müslümanlardır."
NOT:
Bahsini ettiğimiz bilgiler hakkında, elimizde orijinal belgeler var. Bu belgelerin bir kısmı, 1910'lu yıllara ait Osmanlıca matbu eserlerdir. Diğer bir kısmı ise— bazı kupürlerini gördüğünüz—Üstad Bediüzzaman'ın vefatından üç yıl öncesine, yani 1957 senesine ait yine Osmanlıca teksir nüshalardır. Gariptir, yeniden teksir edilen Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserinin baş tarafına kendi el yazısıyla "Kırk altı sene evvel tabedilmiştir" ibaresini koyuyor. Hemen altında ise, 46 sene boyunca hiç değiştirmediği sözleriyle (altı çizgili) devam ediyor: "Vaktâ ki hürriyet divanelikle yâd olunurdu; zayıf istibdat tımarhaneyi bana mektep eyledi..." Yanıldığını kabul eden bir kimse, âhir ömründe bu sözleri sarf etmez, vesselâm.
15.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Yükselen milliyetçilik |
|
Dünya hızla ideolojik kamplaşmalardan uzaklaşırken, Türkiye anlaşılmaz bir hız ile ideolojik kamplaşmaları netice veren tartışmalar yaşıyor.
Bunlar tartışılırken bazı şeyler de arada kaynayıp gidiyor.
“Irkçı” anlamda bir milliyetçiliğin tarihî seyir içinde nedenli sıkıntılara sebep olduğunu tarih hiç iyi yazmıyor.
Arapların “acem” yani “yalancı” olarak nitelediği kavimleri “yok sayma” anlayışı ile Emevî ırkçılığının İslâmiyet’e verdiği zarar hiçbir zaman unutulamaz. Ehl-i sünnet yolunu takip eden Araplar ise, hiçbir zaman böyle bir bağnazlığa saplanmadı.
“Ne Arap’ın Acem’e, ne de Acem’in Arap’a karşı bir üstünüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir” hadisini, “Sizi kabile kabile, taife taife yarattık, tâ ki birbirinizi tanıyasınız diye” âyetini de hiçbir zaman unutmadık.
Son günlerde liderlerin “söz düellosu” haline gelen milliyetçilik beyanları, milliyetçiliği tekrar gündeme getirdi.
“Levh-i Mahfuz açılsa, ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir” diyen Said Nursî, bu ülkede ancak onda üçün hakikî Türk olduğunu söylüyor.
Son yüzyılı ciddi mânâda ilgilendiren, gerek doğuda, gerekse batıda birçok insanın ölmesine sebep olan bu illetin çaresi, onu doğru anlamaktan geçiyor. Bediüzzaman Hazretleri, “Milliyetimiz bir vücuttur, ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır” derken millî duyguların nasıl kanalize edilebileceğinin ölçülerini veriyor.
“Milliyeti bırakınız” denilmeyeceğini, ancak bunun müsbet anlamda anlaşılması, yukarıdaki ölçüler içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini ifade ediyor. Osmanlı bunun en iyi uygulayıcısı olmuştur. Bünyesinde yüzlerce etnik grup olduğu halde “cizye” vermek şartı ile onlar ile yıllarca iyi geçinmenin yolunu İslâmiyetin ölçüleri ışığında başarmıştır.
Bir zanlının yanına geçip, eline bayrak vererek resim çektiren bir anlayışın ne kadar yanlış bir hareket olduğu anlaşılmıştır.
Bazı safdil, cahil-cesur gençlere ise hür ve mânâsız bir heyecan verdi.
Ülkem ciddî bir kulvardan geçerken tâlî konulara sapmak oyuna gelmektir.
15.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
İzmir’den Okuyucumuz: “Mabet hükmünde olan yerlerde ve mescitlerde Cuma namazı kılınır mı? Bir mabette Cuma namazı kılınabilmesi için o mabedin ne gibi özellikleri olması gerekir?”
Cuma namazının sıhhat şartlarından birisi, Cuma namazı kılınacak yerin herkese açık olması ve Cuma namazı kıldıracak ehil ve görevli bir imamın bulunmasıdır. Bir yerde Cuma namazı kılındığını Cuma namazı mükellefi bulunan halk biliyorsa, yani burada Cuma namazı mükelleflerine umumi Tevhid çağrısı niteliğinde bulunan ezan okunuyorsa burada Cuma namazı kılınabilir. Ezanı hoparlörle okumak şart değildir. Ezanı kendi sesiyle okumak ve bu yeri Cuma namazı kılacak halka kapalı tutmamak yeterlidir.
Aksi takdirde, halkın Cuma namazı kılındığını bilmediği, herkese açık olmayan, halkın ibadetine kapalı tutulan, herkesi namaza çağıran ezanın okunmadığı bir yerde Cuma namazı kılmak sahih olmaz.
***
Dr. Berfin Dilovan: “Kadının peygamber olmasına dinî bir engel var mıdır? Varsa bu engel ittifaklı bir durum mudur, yoksa bazı mezheplerin görüşü müdür? Gelen binlerce listelik peygamber arasında kadın olmadığı/olamayacağı kesin midir?”
İnsanlık tarihinde onlarca listelik bilinen peygamberlerin içinde kadın ismine rastlanmaz. Kadından peygamber geldiği rivayet edilmiyor. Fakat şüphesiz Cenâb-ı Allah görevlendirse idi, kadından peygamber gelmesi de söz konusu olurdu. Kadının peygamber olamayacağına dair dinî bir hüküm yoktur. Fakat böyle bir haber de gelmiş değildir. Bu konuda mezhepler müttefiktirler.
Bununla beraber; Peygamberler gibi vahye mazhar olan muhterem ve mübarek kadınlar elbette vardır. Kur’ân Hazret-i Musa’nın (as) annesine1 ve Hazret-i İsa’nın (as) annesine vahy edildiğini2 haber verir; Firavun’un karısının Hazret-i Musa’ya inanan salihâ bir kadın olduğunu bildirir.
***
Ahmet Cemil Karaosman: “Sünnet yaparken Kelime-i Tevhid getirmek şart mıdır? Müslüman olmayan sünnet yapabilir mi?”
Şart değildir. Ama sakıncası da yoktur. Sünnet yapan doktorun Müslüman olup olmaması değil; ehil olup olmaması önemlidir. Ehil ve işinin uzmanı bir doktor sünnet yapabilir.
***
Fikih.info sitesinden okuyucumuz: “İçkinin affı nedir? Tövbe ile affolur mu? Ne yapılması gerekir? Bir yudum dahi içenin, Peygamber Efendimizin (asm) havuzundan içemeyeceği söyleniyor. Doğru mu?”
Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. Tövbe ile, pişmanlıkla, gözyaşı ile, Allah’a dönmekle—kul hakkı hariç—affolunmayan günah yoktur. Gerçek bir tövbe ile içki de affedilebilir. Allah’ın affettiği bir kul ise, inşaallah diğer affedilen kulların ulaştıkları makamlara ulaşabilir. Kısıtlama yaşamaz. Meselâ, Cehennemden kurtulur. Dilerse Peygamber Efendimiz’in (asm) havuzundan içer. Ve Cennette dilediği gibi dolaşır.
***
Ekrem Bey: “Şer olmasaydı hayır olmayacaktı? Şer tahribat yapmasaydı, hayır tamirât yapmayacaktı. Firavun olmasaydı, Hazret-i Musa olmayacaktı, deccal olmasaydı mehdi olmayacaktı denir mi? Sonuç itibariyle şerrin gelmesi hayırlı oldu denir mi? Ve böyle düşünüp şerre ve deccala dua edilir mi?”
Şerre, şeytana, Firavuna, Nemruta, deccala duâ edilmez; şerlerinden Allah’a sığınılır. ‘Şer olmasaydı hayır olmayacaktı’ sözü de maksadını aşan bir sözdür. Çünkü kâinatta esas olan hayırdır. Var olan hayırdır. Esasta kötülük yoktur. Gözüken şerler, maddenin veya insanın kabiliyetsizliğindendir. İmtihan sebebidir. Ve sorumluluk insana aittir.
Hayır, şer yok iken de vardı. Şer sonradan var oldu ve imtihana vesile oldu. Şerre, imtihana vesilelikten başka bir makam giydirmek doğru olmaz ve elbette duâ edilmez.
Dipnotlar:
1- Tâhâ Sûresi: 36, 37, 38, 39
2- Âl-i İmrân Sûresi: 42, 43, 44;
15.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Aykırı bir ses |
|
RTÜK üyesi Şaban Sevinç’in haber yöneticileriyle ilgili açıklaması “Neden”de (NTV) tartışıldı.
Açıklama tüm basın mensuplarına gönderilmişti.
Kısmen yayınlıyorum:
“Son günlerde basında da tartışıldığı üzere, RTÜK üyelerinin 8 Şubat 2007 tarihinde İstanbul’da televizyonların haber yöneticileriyle yaptığı toplantıda amacını aşan bazı ifadeler kullanılmıştır.
“İstanbul toplantısında bazı kurul üyelerinin ‘Televizyonların haber bültenlerinde çok olumsuz haberler var, halkı motive edecek, karamsarlıktan kurtaracak, olumlu haberler yapın, yoksa cezalandırırız’ şeklindeki sözleri bir çok RTÜK üyesini rahatsız etmiştir. Hukuksuz olan ve basın özgürlüğüne açık müdahale olacak olan böyle bir talebin RTÜK’ü bağlaması söz konusu olamaz” diyor ve “yasa”yı hatırlatıyor:
“RTÜK, radyo ve televizyonların diğer yayınlarını olduğu gibi haber bültenlerini de sadece 3984 Sayılı RTÜK Yasası’nın 4’üncü maddesindeki ilkeler açısından denetlemektedir.”
Yani:
“... Böyle bir müdahale, halkın haber alma özgürlüğünün kısıtlanmasıdır, örtülü bir sansürdür.”
*
Evet RTÜK’un İstanbul toplantısı “Neden”de tartışıldı. Can Dündar’ın yönettiği programda M. Ali Birand “cıvık haberler” konusunda, RTÜK Başkanı Zahid Akman’dan farklı düşünmediğini söyledi. Sabah Yazarı Yılmaz Özdil, “elmalarla armutların karıştığını” vurgularken, sansürcü zihniyetin hortladığını belirtti.
Birand haberlerin seviyesizliğinden bahsederken, Reha Muhtar “iğne”lemeden geçemedi: “Siz beni çoktan geçtiniz.”
RTÜK üyesi Şaban Sevinç de canlı yayına bağlanıp, Birand’ın sansüre verdiği desteğe çok şaşırdığını söyledi.
Kimse “gargara”ya getirmesin. Haberlerin cıvık olmasında iki sebep var:
-Reality şov
-Magazin...
Ana haber bültenleri, reality show ve magazin kırması bir ucubeye dönüştü.
Ya gerçek haberler?
Onlar da ne yazık ki, o kanalın siyasî görüşüne kurban ediliyor.
BAYKAL’DAN ÇAĞRI
CHP lideri Deniz Baykal’ın ünlü şovmenlere yaptığı çağrıya dikkat.
Hangi şovmenlere mi?
Okan Bayülgen, Mehmet Ali Erbil ve “Beyaz” olarak tanınan Beyazıt Öztürk’e...
Hepsine birer mektup yazarak, gençlerin oy kullanmalarını sağlamak amacıyla katkı yapmalarını istemiş.
CHP’den yapılan açıklamaya göre Baykal, mektubunda, partisinin de destek verdiği anayasa değişikliği ile seçilme yaşının 25’e indirildiğini hatırlatarak:
“Programlarınız aracılığıyla yapılacak duyuruların sizi ilgiyle izleyen, mutlu ve aydınlık bir ülkede yaşamak isteyen gençler üzerinde çok etkili olacağına eminim. Bu konuda ortaya koyacağınız çabaların, seçime ilgiyi ve katılımı arttıracağına inanıyorum.”
1980 darbesinden sonra ekilen a-politik tavırların bu gün siyasete ilgisiz bir toplum ve gençlik olarak yansıdığını görüyoruz.
Gençler bu gün politikadan ne kadar uzaksa, tüketime ve eğlenceye o derece yakın...
Ve bu yüzden tüketim sektörünün en kallavi müşterileri onlar... Yani önümüzde eğlence odaklı ve marka düşkünü bir gençlik var.
Demokrasinin işler hale gelmesi için fertlerin siyasete “öcü” gözüyle bakması değil tam tersi, demokrasi kültürüne sahiplenmekle mümkün.
Baykal’ın çağrısını demokrasi açısından olumlu buluyorum.
KIRIK KANATLAR
Kırık Kanatlar dizisinin fanlarından bir mektup geldi.
Diyorlar ki:
“Biz Kırık Kanatlar sevenleriyiz. Dizimiz maalesef bu akşam (önceki) yayından kaldırılıyor. Böyle bir diziye Kanal D maalesef sahip çıkamadı. Kurtuluş Savaşını ve sonraki mücadeleyi bize anlatan diziyi sonunda bitirdiler! Biz çook üzgünüz! Sizden yardım istiyoruz. Lütfen bize yardımcı olun!”
Kırık Kanatlar sevenleri bir de şiir yazmış.
Bu sütunları takip eden bilir ki, bu mektup yanlış adrese gelmiş. Çünkü, Kırık Kanatlar’ı en sıkı eleştirenlerden biriydim.
Düşene vurmak olmaz.
Ama kabul etmek gerekir ki, “dizi” gerçeklerden çok uzaktı. Kurtuluş Savaşı’nın anlatıldığı filan yok... O sadece dizide arka fon olarak kullanıldı. Üstelik “din adamları”nı yobaz ve kara cahil olarak gösterdiler. Dahası, diziyi “aşk-meşk”e dönüştürdüler. Çünkü ciddî ciddî konu sıkıntısı çektiler.
Denilebilir ki, Kırık Kanatlar bu sezon fazladan bile gösterildi!
15.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|