Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Farklı akisler



Önceki gün çıkan ve Haber7’de de iktibas edilen “Ermenilerle dostluk” başlıklı yazımıza okurlardan farklı akisler geldi.

Bahit Aktaş “Münâzarat’tan alıntı yaptığınız yerleri okuyunca cidden şaşırdım. Bu çok mühim bir mesele, bunu mutlaka gündeme getirmek ve en başta Nur camiasinda yaymak lâzım. Risalelerin irşadıyla elhamdülillah Kürt ve Araplara ve umumen Müslümanlara karşı bir sevgi taşıyorum. Ancak Anadolu'da kemmiyeten az olan Hıristiyan Ermeniler ile kat’iyyen dost olmamızın elzem olduğunu daha yeni öğreniyorum” diyor.

İlter Atar, “Doğru söze ne denir? Çok güzel olmuş, elinize sağlık. Böyle yazılarla bizi Bediüzzaman’a yaklaştırın lütfen. O yüksek, muallâ tesbitlere ihtiyacımız var” diye yazıyor.

Abdülkadir Hacıüzeyiroğlu: “Türkiye, son yüz yıldır yanlış politikların kurbanı edildi. Eğer Bediüzzaman’ın sözlerine kulak verilseydi, ülkemiz bu noktaya gelmeyebilirdi. Bu ülkeyi seven insanlara sesleniyorum: Daha ne zamana kadar gerçeklere gözünüzü kapayacak ve ülkenin önünü açabilecek bu muhteşem Kur’ânî ve entellektüel birikimi görmezden geleceksiniz? Çekilen bunca sıkıntılar artık yetmez mi? Bu ülke daha ne zamana kadar kaybetmeye devam edecek?”

Tabiî, eleştiri mesajları da aldık. Onlardan biri—sanırız Azeri—Orhan Ceferli’ye ait:

“Siz Azerbaycan Türklerinin neler yaşadığını biliyor musunuz? Bilmiyorsanız söyleyeyim. Ermenistan, Azerbaycan topraklarını işgal etmiş! Şu anda oradan zorunlu göç etmiş 1 milyondan fazla Azeri vatandaşı var! Neden bunları hiç gündeme getirmiyorsunuz?”

Cevabımız: Elbette biliyoruz ve yazdıklarımızın, o sorunun da çözümünü sağlayacak temel prensipleri içerdiğini söylüyoruz.

Yazıda geçen “İstibdat öldü” ifadesiyle Sultan II. Abdülhamid’in kastedildiğini belirterek, Sultana muhabbet asabiyetiyle, Bediüzzaman’ın onu eleştirmesine takılanlar da var.

Bir başkası ise Üstadın “Şu milletin saadeti” derken Kürtleri kastettiğini ima etmiş.

Bunların takdirini okuyucularımıza bırakırken, kısaca şuna ifade etmekle yetinelim:

Hakkın hatırını Sultanın hatırından üstün tutan ve zamanın da doğruladığı eleştirileri, Üstadın büyüklüğünün bir başka işaretidir.

Risaleleri “Kürt asabiyeti” ile okuyanlara ise Üstadın “Milliyetimiz bir vücuttur, ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır” sözüyle yaptığı millet tarifini hatırlatmak yeterli olur...

***

İsmail Cem’in ardından

Hrant Dink’in şoku tam geçmeden İsmail Cem’in vefat haberi geldi. Solun birikimli ve entellektüel isimlerinden Cem’le yıllar önce bizim de küçük, ama anlamlı bir diyalogumuz olmuştu. Sabah gazetesindeki bir yazısında solu toplumun iç dünyasıyla gönül bağlarını kurmaya çağıran sözlerini yorumladığımız bir yazımız üzerine gönderdiği nazik teşekkür mesajını “Bize düşen görev, insanlarımızı daha iyi anlamak ve onların birbirini daha iyi anlamasını sağlamak” dileğiyle bitirmişti Cem.

(Bu ilginç ve yapıcı diyaloga ilişkin 11 ve 13 Ocak 1995 tarihli yazılarımız için bkz. “Din ve Siyaset” isimli kitabımız, s. 87-89)

“Balans Ayarı” kitabımızı gönderdiğimizde Dışişleri Bakanıydı. Ve aynı nezaketiyle yine bir teşekkür mektubuyla karşılık vermişti

Ancak Ecevit’in DSP’sinde siyasete atılıp 28 Şubat hükümetlerinde görev aldıktan sonra, o mâlûm ortam ve konjonktür içinde, “insanlarımızı daha iyi anlama ve onların birbirini daha anlamasını sağlama” temennîsinin gereğini yapma fırsatını bulamadı.

Kişisel olarak özgürlüklerden yanaydı ve söz gelişi başörtüsü yasağına karşıydı. Ama özgürlüklere ağır kısıtlamalar getiren ve başörtüsü yasağını akıl almaz boyutlarda yaygınlaştırıp şiddetlendiren 28 Şubat hükümetlerinin de bir üyesi olarak tarihe geçti.

Gerçi 28 Şubat silindiri kimleri yamultmadı ki, ona da böyle bir ikilemi yaşatmasın...

Toplumla barış arayışı içindeki bir sol aydın olarak İsmail Cem’e Allah'tan rahmet, ailesine ve yakınlarına başsağlığı diliyorum.

25.01.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Özal'ı korkutan neydi?



İran-Irak savaşı devam ederken, Özal İran’ı ziyaret ediyordu. Türkiye günler öncesinden Irak’ı bilgilendirmiş, Özal’ın Tahran’da olduğu günlerde, İran’ın başşehrine tehlikeli bir saldırı düzenlememesini istemişti.

Özal Tahran’a gitti. Saddam Hüseyin bırakın ateşi azaltmayı, bilâkis Tahran’ı cehenneme çevirmeye ant etmişçesine saldırdı. Özal geceyi uykusuz geçirdi. Özal’ın bu olaydan sonra Saddam’ı hiç affetmediği ve Türkiye için kötü niyetler besleyen bir diktatör olarak gördüğü belirtildi.

Haksız da değildi.

İran-Irak savaşı yeni bitmişti.

Saddam Hüseyin’in, Babil Krallığı, Arap liderliği hayallerine kapıldığı günlerdi. Tarihî Arap-Acem savaşını yeniden canlandırmış, 8 yılda 1 milyon Müslümanın hayatını kaybettiği savaşta Arap dünyasının desteği ile ABD’nin teşvikini yanında bulmuştu.

Adeta bir savaş makinası olup çıkmış, yutacak bir ülke arıyordu.

Yıldırım Akbulut işte o zaman ziyaret etti Bağdat’ı.

Saddam Hüseyin, Akbulut’u “Varşova Paktı dağıldı, NATO da dağılıyor. Artık Amerika’nın koruması da yok. Sizi kim koruyacak?” diye tehdit etmişti.

Akbulut da altta kalmamış, “Biz Amerika’dan da, NATO’dan da önce vardık. Bunu en iyi Bağdat bilir. Bizim de bir sıkıntımız var; Sovyetler Birliği dağılıyor. Oradan gelen Türkleri koyacak yer bulamıyoruz” karşılığını vermişti, ama Ankara’ya alı al, moru mor dönmüştü.

Özal’ın canı iyice sıkılmıştı.

Saddam Kuveyt’e girdiğinde Baba Bush’u ilk arayan liderlerden birinin Özal olması ve Bush’a ısrarla, Saddam’ı Kuveyt’ten çıkarması için telkinde bulunmasında elbetteki yukarıdaki olayların etkisi vardı.

O dönem Özal’ın Türkiye’nin ABD ile birlikte Irak’a girmeyi savunduğu, Kerkük hesapları yaptığı, Çankaya Köşkünde masaların üzerine haritaları yayıp, 1926 tarihli anlaşmayı çıkarıp zihin jimnastikleri yaptığı, bir koyup üç almanın hesaplarına daldığı, bu yüzden tartıştığı Genelkurmay Başkanı Torumtay’ın istifa etmek zorunda kaldığı biliniyor.

Ancak o dönemlerde Özal’ın en yakınında olan kaynaklardan biri olan Keçeciler bugün, “Baba Bush, Kerkük’ü teklif etmiş, ancak Özal kabul etmemişti” diyor. Keçeciler’e göre Özal, Saddam Hüseyin’in şahsında ABD’nin oyununu fark etmişti.

Keçeciler’in iddiası Özal ve Irak konusunda bilinenlerin tam tersi.

Buna göre Özal, Kerkük teklifinden dolayı hoşlanmamış bilâkis ürkmüş.

Nasıl mı?

Şattü’l Arap su yolunu bahane ederek İran’a saldırması için Saddam’ı teşvik eden ABD. İran-Irak savaşı süresince İran’ın savaş konvoylarının yerini, araçların plakasına kadar uydudan fotoğraflarını çekerek Saddam’a bildiren de yine ABD.

İran savaşı boyunca desteklediği Saddam Hüseyin’i Kuveyt’i işgal etmesi için teşvik edenin de yine Amerika olduğu ortaya çıkmadı mı?

ABD’nin Bağdat Büyükelçisi April Glaspie‘nin Kuveyt’le sınır sorunlarından söz eden Saddam’a “Bu, Arapların kendi aralarındaki bir sorun. ABD’yi ilgilendirmez” demişti.

Bu sözü ABD’nin yeşil ışığı olarak yorumlamıştı Saddam Hüseyin.

Ne de olsa İran’la savaştığı dönemler de Bağdat’a kadar gelip elini sıkan Wolfovitz gibi dostları vardı Amerikan yönetiminde.

Sonra….

Saddam’ın Kuveyt’te kalması demek, Batının yıllık petrol faturasının 560 milyar dolar artması demekti.

Saddam Kuveyt’ten çıkarıldı, sonra ABD, petrol musluklarının başına oturdu.

Amerika tarafından kâh Şattü’l Arab’ın kayalıkları, kâh Kuveyt’in Rumeyla’daki petrol yatakları arasında iştahı kabartılan Saddam’ın sonu darağacı oldu.

Saddam bir öldü, Irak bin öldü.

Keçeciler, Özal’ın bu durumun farkına vardıktan sonra kendilerine Kerkük konusunu ağızlarına almayı yasakladığını anlatıyor ve ekliyor, “ABD ve İngiltere Kerkük petrollerini Türkiye’ye yedirmek üzere oraya gelmediler.”

Kerkük elbette ki bizim millî dâvâmız.

Kıbrıs denilince, Kerkük denilince, Bosna, Azerbaycan denilince elbette ki gönül tellerimiz sızlayacak.

Yemen’de türkülerimizi, Batı Trakya’da sevdalarımızı, Afrika’nın çöllerinde hasretimizi bırakmadık sadece.

Ancak ne kadar duygusalsak, ondan daha fazla da gerçekçi olmak zorundayız.

Amerikan atına binen Saddam’ın sonu gözlerimizin önünde.

Biz binlerce yıllık bir geçmişi temsil ediyoruz.

Devletlerin hayatında bu çok önemli bir nokta.

Ayak bağlarımızdan kurtulup, Kürt sorunu, rejim krizi gibi baş ağrılarımızı, fırsatlara çevirebildiğimiz zaman Kerkük’ün hayallerini de kuracağız, Bosna’nın sokaklarında da oynaşacağız.

Ama bugün, o gün değil.

Çünkü bizi Kerkük’e teşvik edenler bizim gerçek dostlarımız değil.

Şimdi Kerkük bir fırsat değil,

Şimdi Kerkük bir tuzak bize.

Ama o bizim sevdamız, o bizim dâvâmız olacak.

Sevdasız millet, dâvâsız devlet olur mu?

Boşa yakmadık biz Kerkük’te,

Altın hızma Mülâyim

Seni Hak’tan dileyim” türküsünü…

25.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Çareyi doğru yerde arayalım



Türkçe-Ermenice olarak yayınlanan haftalık Agos gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni ve yazarı Hrant Dink’i cenazesi, görmek isteyenler için bazı dersler verdi. Öncelikle cinayeti işleyen ya da işletenlerin niyetlerinin aksine, farklı fikirlerin ve görüşlerin kavgasına sebep olmadı.

Bu kadar kalabalığın bir araya geldiği cenaze ya da yürüyüşler, ekseriyetle taşkınlıklara sebep olabilir. Ama Dink’in cenazesinde, çok ölçüsüz pankart ve sloganlar atılmadı. Mutlaka ‘birlik vurgusu’na uymayan sloganlar atanlar oldu, ama bu durum cenaze katılanların genelini etkilemedi.

Bu noktada, Dink’in pankartsız ve slogansız bir cezane istemiş olması da dikkat çekiciydi. Çünkü geçmiş yıllarda şahit olduğumuz bazı cenaze merasimleri, milleti gerçekten incitici, yaralayıcı ve tahrik edici olmuştu. Meselâ, Ankara’da düzenlenen Mumcu ve benzeri cenazeler bunun en çarpıcı örneği kabul edilebilir. Salı günkü cenazede ise, şükür ki, ‘kahrolsun şeriat’ gibi, inananları rencide eden sloganlar atılmadı, ya da atıldıysa da taraftar bulmadı, yaygınlaşmadı.

Tabiî ki, hiç bir cenazede atılmaması gereken sloganları dillendirenler de oldu. Ama bu tavırlar cılız kaldı ve cenaze sahipleri tarafından da tasvip edilmedi. Meselâ, cenaze töreninin yapıldığı Kumkapı Meryem Ana Patriklik Merkez Kilisesinde konuşan Ermeni Patriği Mesrop Mutafyan şöyle dedi: “Bu gibi suikastlerden sonra maktulün kefeni üzerinden siyaset yapmak evrensel ahlâk kurallarına ne kadar sığar? Acı hepimizindir, kayıp hepimizindir. Acıyı paylaşmak, acıyı hafifletmek demektir. Bu nedenle olayı kınarken ülkemiz aleyhine yapılan olumsuz açıklamalar yüreklerde yeni yaralar açmaktadır. Bu tür davranışlar merhum Hrant’ın yaşamına tamamen aykırı düşmektedir.”

Cinayet vesilesiyle bütün Türkiye, ‘ırk üstünlüğünü savunma’nın felâket olduğunu bir defa daha görmüş oldu. Irkçılık ve bir ‘ırk’ın diğer ‘ırk’tan üstün olduğuna vurgu yapan anlayışla bir yere varılamaz. O halde; yapılması gereken şey, nefisleri okşayan ırkçılık illetinden kurtulmak lazım.

Önemli bir nokta da, ‘suçlu’ların mensup olduğu ‘il’lerle ilgili değerlendirmeler. ‘Suç’u sadece bir ilde aramak yanıltıcı olur. Elbette, benzer iki cinayeti işleyenlerin aynı ilden olması, bu ile özellikle dikkat çekilmesini netice verdi. Ancak aynı tehlikenin başka illerde de olduğu görülmeli. Bununla birlikte, bir kişi sebebiyle bir ili, bir ırkı, bir bölgeyi suçlamak da hakperestlik olmaz.

Bütün bu sıkıntıların temelinde, insanların kalplerine hitap edememek var. Temelden başlanmak şartıyla çocuklara ve gençlere ‘doğru İslâm’ı anlatabilirsek sıkıntıları aşabiliriz. Türkiye’yi idare edenler, görünüşte ‘çare’ arıyor; ama acaba bu arayış doğru yerde mi yapılıyor?

25.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Bedel ödemeyen kışkırtıcılar



Dink ile diasporanın radikal kanadının tezleri tam da birbirinin zıttı. Cinayeti bu radikal kanadın işine yararken, cenazesi, merasimi de kendi mirasını yani ılımlı Ermenileri temsil ediyordu. Birbirine zıt iki meşhet. Cinayet ile cenaze farklı iki tezi temsil ediyordu. Cenaze Hrant Dink’i cinayet de uçları temsil etmiştir. Uçlardan bir kısmı cinayeti Talat Paşa’nın intikamı olarak görürken diğer uç da 1915 olaylarının bir devamı olarak nitelendirmiştir.

Cinayetin ardından birçok yerde protesto ve tel’in mitingleri yapıldı. Bunlardan birisi de New York’ta Amerika Ermeni Ulusal Komitesi (Armenian National Committee of America) tarafından organize edildi. Burada bildik iddialar dile getirildi ve Türkiye aleyhine sloganlar atıldı ve broşürler dağıtıldı.

Manhattan’da toplanan yaklaşık 400 kişi, Türkevi’nin bulunduğu caddenin tam yanındaki 46. sokağın köşesinde toplandı. Grup ellerinde ‘’Hrant Dink Ermeni Soykırımının İnkârının Kurbanıdır’’, ‘’301. Madde Kalksın’’, ‘’91 Yıllık İnkârdan Sonra Soykırım Devam Ediyor’’, ‘’Şimdi Adalet’’ ve ‘’Hepimiz Ermeniyiz, Hepimiz Hrant’ız’’ yazılı pankartlar taşıdılar. Halbuki Hrant’ın mirasına sahip çıkan bu radikal kanat onun tezini red ediyordu. Hatta Türkiye’nin işbirlikçisi olarak görüyordu. Dolayısıyla bu anlamda cinayeti ve cenazesi onlarca bir istismar vesilesi yapılmıştır.

Sözkonusu Ermeni gruplarına göre Hrant Dink’in öldürülmesinin nedeni inkâr siyasetidir. Halbuki Hrant Dink’in çözümü inkâr ile ikrarın ötesinde bir idrakleşme idi. İşte o idraksizliğin kurbanı oldu. Yani idraksizliğin yani ikrar veya inkâr cereyanlarının kutuplaşmasının kurbanı olmuştur. İnkâr ve ikrar slogandır ve sığlıktır ve bu sığlıkta hakikatlar kaybolmaya mahkumdur. Bu sığlık kaldıkça idrak derinleşmesine ulaşmayınca acılar devam edip gidecek. İnkârcılık ikrarcılığın ikrarcılık da inkârcılığın esiri durumundadır.

***

Kanaatime göre Hrant Dink idraksizliğin ve kışkırtıcılığın kurbanı olmuştur. Onun şansı ve diaspora Ermenilerinden farkı yaşadığı toplumla teması ve bu vesile ile onları tanımasıydı. Bundan dolayı yaşadığı toplum kendisine sahip çıkmıştır. Kışkırtıcıların oyununu bozmuştur. Ve insanların birbirini tanıdıkça bunun idrakin gelişmesine ve dostluk köprüleri kurulmasına katkı sağladığını görmesiydi. Yıllar yılı hariçten Türkiye’ye küfretmiş harici bazı diaspora Ermenilerinin de cenazeye katılmasıyla birlikte kafalarındaki şablon veya basmakalıplar yara almadı mı?

Hrant Dink’in cenazesinde dikkatimi çeken bir sahne oldu. Ekranlara yansıyan hüzünlü kadın yüzlerinden birisi şöyle haykırıyordu: Dünya da suçlu... Suçlu dünyanın bedel ödemediğini de söylemek istiyordu. Gerçekten de öyle. Hrant Dink’in bir tezi vardı: Kışkırtıcılar bedel ödemedi. O kışkırtıcılar dünyanın her köşesinde varlar, ama özellikle de Batı’da kümelenmiş durumdalar. Selçuk Gültaşlı’nın Zaman’da yazdığı gibi ekrandaki Ermeni kadın gibi Hrant Dink de vaktiyle: “Batı hiç bedel ödemedi’ demiştir. İşte çözümün adresi bu sözün tahlilindedir. Gerçek adres burasıdır. Zira bedel ödemeyenler hâlâ kışkırtmaya devam ediyorlar. Bedel ödemedikçe de devam edecekler. Öyleyse meselenin kaynağına inmek gerekir. Müşterek devleti ve toplumları atomize ederek bu trajedilerin doğmasına neden olan adresler iyi bellenmeli. Bir daha da böyle hatalara düşülmemeli. Yoksa kışkırtıcıların fitne ateşinde yaş kuru demeden herkes yanmaktadır.

Kur’an bunu açık söyler: “Vetteku fitneten la tüsibennellezine zalemu minküm hassaten” yani öyle bir fitne ateşinden korkunuz ki onun ateşi sadece içinizdeki zalimlere isabet etmez. Öyleyse bu ateşin yakıtı daha ziyade mazlumlardır. Bundan dolayı akil adamlar, güç ve yetki sahipleri ve toplumların önderleri bu fitne ateşlerini yakmaktan ve körüklemekten kaçınacaklardır. Öfkesini yenemeyenler kışkırtıcıların elinde esir olmaya mahkûmdurlar.

***

Batı’nın çıkardığı her iki tarafın gafillerinin de körüklediği fitnenin bedelini hem Ermeni, hem de Türk toplumları ödedi. Trajedinin mânâsı budur. Ve arada bir intikam mirası ve ilişkisi doğmuştur. Ve bu ilişki hâlâ bizi esir ediyor. Belki de şer olan bu cinayetten bir hayır doğar da iki toplumun gönlü birbirine karşı yumuşar. Hrant Dink’in ölümünden sonraki en büyük hizmeti de bu olur. Bizim görevimiz, öfkemize mağlup olarak bedel ödemeyen kışkırtıcılara malzeme ve yakıt olmamaktır. İşte onlardan birisi Madam Mitterrand ve benzerleridir. Tutsi ve Cezayir mezalim ve katliamlarının peşini süreceğine Kürt ve Ermeni meselesini kaşıyor. Büyük fotoğraf da Fransa ve ABD’dir. Ellerinde taze katliam kanlarıyla başka milletlerin geçmişini kurcalıyorlar.

Mesih’e göre eğer birisi suçluya taş atacaksa bu masumlardan biri olmalı değil midir? İşte başta onlara dur demesi gerekenler Ermeniler ve Kürtler olmalıdır. Onlara ve onlar gibi kışkırtıcılara ‘Biz sorunumuzu kendi içimizde hallederiz’ demeliler. Zira bu sorunun cevabı güçte değil adalet, insaf ve merhamettedir. Aksi takdirde onların kışkırtmalarına kapıldıktan sonra dövünmenin bir faydası yoktur. Görev büyük çapta tarafların akillerine düşüyor. Dink’in de vasiyeti olan, serinkanlı bir duruşa, nefese ve idrak molasına ihtiyacımız var.

25.01.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Vukufiyet ve derinlik



Herhangi bir konuda çalışan kimse önce acemilik, sonra çıraklık, sonra kalfalık ve daha sonra da ustalık kazanır. Usta olanlar da iş ve mesleğinde pratik yaparak tecrübe sahibi olur ve ustalığını ilerletir. Devamlı pratik yapmak ve sahasında çeşitli meselelerle karşılaşarak problem çözmek ve işin girift taraflarını ve ayrıntılarını bilmek de kişiyi uzman hale getirir. İhtisas sahibi olmak, ancak yılların birikimi ve ayrıntıları bilmek ile mümkündür. Buna da “vukufiyet ve derinlik” denilmektedir.

Her sanat ve meslekte vukufiyet ve derinlik vardır ve olmalıdır. Buna “ihtisas” demek de mümkündür. Bunun dışında acemilik, hamlık ve çıraklık söz konusudur. İlimde de derinlik ve vukufiyet olmazsa, ezbercilik ve yüzeysellik hâkim olur. Ezbercilik de pratik hayatta bozulabilir. Özellikle “Bilgi Çağı”nda “İlim ve İhtisas” daima ön planda olmalıdır.

Ezbercilik, yüzeysellik, acemilik ve hamlık genellikle bilgide derinleşmemekten ve konuya vukufiyetsizlikten kaynaklanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim “İlimde rüsuh peyda etmek”1 ifadesini kullanır. “Müteşâbihât” denilen ve anlaşılması zor olan derin ve girift meseleler, ilimde rüsuh peyda edenlerce açıklanacaktır. Çünkü bu gibi meselelerin derin anlamları ancak ilimde derinlik kazanan bilginlerce izah edilebilir. Diğerleri de “Bilmiyorsanız bir bilene sorun”2 âyeti gereği anlamadıkları hususları bilenden sorup öğrenmelidirler. Çünkü “Her bilenin üstünde bir bilen mutlaka vardır.”3

Yanlışlık nereden kaynaklanmaktadır? Yanlışlık, çoğu kere, eksik ve noksan bilgiden kaynaklanır. Gerçekler, detaylarda ve ayrıntılarda gizlidir. Ayrıntıyı ve detayı kaçırdığınız zaman devamlı olarak yanlış sonuçlara ulaşırsınız. Bunun için ihtisas çok mühimdir. Bir de yanlışlık, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “tatbik-i nazariyat ve muktezay-ı hali bilmemekten” kaynaklanır.

Bu gerçekleri nazara veren Bediüzzaman “Lübbü bulamayan kışr ile meşgul olur. Hakikati tanımayan hayâlâta sapar. Sırat-ı müstakîmi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer. Muvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır ve aldatır”4 der. Bu demektir ki, işin özüne inemeyen kabukla meşgul olur. Gerçeği göremeyen hayalî şeyler ile uğraşır. İstikameti bulamayan yanlış yollara girer. Elinde sağlam bir ölçüsü olmayan da her şeyi yanlış ölçer ve tartar. Bunlar doğrudur. Öyle ise ilim adamı, önce işin özüne inmeli, hakikati tanımalı, istikameti bulmalı sonra elindeki sağlam ölçülerle doğruyu yanlışı göstermelidir.

Ama ne var ki, “cehl-i mürekkebin hemşiresi ve nazar-ı sathînin annesi olan ülfet, mübalağacıların gözlerini kapatmıştır.”5 Gözleri açan ise yalnız nücûm-u Kur’âniyedir. Şayet eldeki sağlam ölçülerle meseleyi anlayıp anlatamazsak, o zaman “Cahil dost düşman kadar zarar verebilir” kaidesine dâhil oluruz.

İlimde râsih olmadan gerçeklere vakıf olunamayacağını izah eden M. Hamdi Yazır, “kendi eksik ve noksan bilgilerini, her şeyi çözmeye yeter görenlerin, anlamadığı ve anlayamayacağı bir hakikati işittiği zaman haddini bilmeyerek hurafe, efsane ve esatir diyerek red ve inkâr yolunu seçtiklerine” dikkat çeker. Buna mukabil ilimde rüsuh sahibi olan uzman kişilerin ise işin inceliklerine vakıf oldukları için “‘Biz bunun doğru olduğuna inanırız’ dedikten sonra o hakikatin inceliklerini araştırmaya ve gerçeği ortaya çıkarmaya başlarlar”6 demektedir.

Belli bilgileri ezberleyen ve bunların dışında bilginin olmayacağına inanan bir kısım “zahirî hoca”lar, “Nazar-ı sathiyi ve cehl-i mürekkebi netice veren ülfet”7 hastalığına yakalanmışlardır. Bunlar görünüşe bakarak hükmederler ve işin iç yüzünü araştırma ihtiyacı da hissetmezler. Kelimelerin lügat anlamlarına bakarlar, bir kelimenin birkaç anlamı olduğu için de işlerine geldikleri ve ezberlerini bozmayacak olanlarını tercih ederler.

Bu gibi zahir ulemanın durumu, Marmara Denizi’nin yüzölçümüne bakarak her tarafının bir metre kadar derinliği olduğu varsayımından yola çıkıp “Bu denizde şu kadar su vardır” iddiasında bulunan bir aceminin durumuna benzer. Bu iddiaları ile onlar Marmara denizinin birçok bölümünün bin metreye yakın derinliği olabileceğini hiç düşünemezler. Yine onlar her tarafın su ile kapanmış olduğunu görürler. Bilgileri hava ile yaşayan canlılara münhasır olduğu için denizde hiçbir canlının yaşamayacağı iddia ederler. “Denizde, karada yaşayan canlılardan daha çok türde ve sayıda canlı vardır” diyenlere “Siz hayal görüyorsunuz. Hiç denizde canlı yaşar mı?” diye denizlerde canlı yaşamayacağını ispat etmeye çalışırlar.

Beni bu hususları düşünmeye ve yazmaya sevk eden sebep, Doç. Dr. Abdülaziz Bayındır’ın “Kur’ân Işığında Tarikatçılığa Bakış” isimli çalışması olmuştur. Kitabın “Allah’ın tecellî etmesi” bölümünde görüleceği gibi “Tecellî”yi “Allah’ın gözükmesi” olarak anlayan ve tenkit eden zahirperest bir araştırmacının bilgi derinliğini anlamak hiç de zor değil. Ezberleri kuvvetli olan zahir ulemasının yapması gereken, bilgilerinde derinlik ve vukufiyet kazanmalarıdır. Bunu kendi harika zekâ ve akılları ile yapamıyorlarsa “Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri”nin “Risale-i Nur Külliyatını” tenkit gözü ile değil, “Bilgilerini derinleştirmek için” mutlaka okumaları şarttır. Risâle-i Nurlar Kur’ân’ın malı ve medrese mahsulüdür. Herkesten ziyade medrese mezunları ve Kur’ân-ı Kerim’i anlamaya çalışanlar okuyarak bilgilerini derinleştirmeleri lâzımdır ki inkârcılara ve ehl-i dalalete karşı ilim ile ispata yönelebilsin ve otoritelerini korusunlar; dostları olan ehl-i ilim ve ehl-i tarikata karşı da saygın bir mevkiye yükselebilsinler.

Dipnotlar: 1- Âl-i İmran, 3:7 2- Nahl, 16:43 3- Yusuf, 12:76 4- Muhakemât, 2006-İstanbul, 74 5- Muhakemât, 74 6- M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 2:1044 7- Muhakemât, 167

25.01.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Farklılaşma ile bütünleşme



Küresel ısınma ile birlikte değişen iklim gibi sosyal olaylar da yaşanıyor. Küreselleşmenin tek kutuplu önlenemeyen etkisi, evrensel ölçekte insanlığı tehdit etmektedir. “Süper güç” ABD’nin sorgulanmayan ve dizginlenemeyen keyfiliği, küresel terörü beslemektedir. Etki tepki yasası, kontrollü bir şekilde işlemektedir.

Sosyolojinin yeni arayışları arasında öncelikli olarak “farklılaşma, çatışma ve bütünleşme” yer almaktadır. Bunlar, konunun temel kavramlarını oluşturmaktadır. Önümde, bu konuda yapılmış bir çalışma var. III. Ulusal Sosyoloji Kongresi’nin kitap haline gelen bildirileri, ışık tutuyor.

Giriş bildirisinde, küreselleşme felsefesiyle birlikte sosyal devlet, eşitlik, adalet ve dayanışma gibi temel toplumsal kavramlarında farklı biçimde algılanacağı belirtilmektedir. Kavramları, yeni bilgi ve anlam yüklenmesiyle tecrübenin imbiğinden ve kültürümüzün ikliminden geçirdiğimiz zaman yeni bir sonuçla karşılaşmaktayız.

Artık, sosyal ve kültürel dinamikliği ile bunların evrensel değerlerle etkileşme sürecini durduramayız. Yapacağımız, bunu kendi öz kültürümüzün değerleriyle pozitifleştirecek bir sentez ve yaklaşımı geliştirmektir.

Günümüzde, “Yeni insan” var. 21. yüzyıla yeni ihtiyaçlarla eklenen bir insan. Son çeyrek yüzyılın değişen panoraması, bilişimin izini sürüyor. Onun etki alanında nefes alıyor. Küresel bilgi geçişi, kuşaklar arası mesafeyi açıyor. Yeni insan, sistem algısıyla ve beklenti önceliği ile farklılaşıyor.

Yeni insanın, ait olma duygusu; sadece mekânla, toprakla, kariyerle, köklerinden aldığı bağlarla ve değerlerle sınırlı değil. Bu yatay ufuk ve etkileşim sinyalleri, her defasında hızlı düşünce parametreleri ile yeni bir boyut kazanmaktadır.

Bu akışkanlık ve kot farkı ile yükselen toplumsal debiler, akıtılan mecrada yeni bir türbülansın işaretleri ile doludur. Kaçınılmaz ikilemlere, arayışlara ve çözümlere sürüklemektedir.

Kişinin kendini “birey” olarak fark etmesi, endüstri toplumundan bilgi toplumuna ve ötesi ruhanileşmeye doğru bir seyir izledikçe, sembollerin anlamları değişiyor. Anlamlar değer hiyerarşisini ve iç taleplerin enginliği ve görünenin zenginliği arasında bir çatışma yaşıyor.

Çoğunluk, toplumu okumanın kendini okumaktan geçtiğini ve dönüşüm isteğinin kendi içinde saklı oluğunu anlamaya başladıkça, yeni sosyal verilerin yeni süreçlerine hazırlıyor.

21. yüzyıl bu yönüyle, kimileri için örülecek bir dantel sadeliğinde ve estetiğinde sanattır, kimisine göreyse ipin ucu kaçmış ve kördüğüm olmuş bir açmazdır.

Farklılaşmanın, çatışmanın ve bütünleşmenin beraberinde getirdiği ödevler var. Dün buna ihtiyacımız yoktu, bugün var. Dünyanın yeni yüzü, sacın üç ayağını hatırlatıyor. Köyden kente göç arttıkça kentleşme olgusu ve birlikte yaşama zarureti kendini gösteriyor.

Kentleşmenin sürüklediği yeni iletişim ve ortaklıklar başlıyor. Ekonomik değer üretimi önem arz ediyor. Bunun sonucu küreselleşme öne çıkıyor. Kendi başına olamamanın ve entegre olmanın yeni davranış kalıpları ve zorlandığımız alanlarla karşılaşıyoruz.

Kentleşme ve küreselleşmenin, sosyoloji ve ekonomi ilişkisi, bireyin psikolojini önemli kılmaktadır. Birey, bireyci ve toplumcu karakteristiğini sağlayacak bir psikoloji ile tanışma aşamasına gelmektedir.

Dünyanın değişimi, ülkemizin gelişimi ve farklılaşmanın demokratikleşme ile birlikte gün ışığına çıkma yeteneği, fazlasıyla yaşamak ve yaşatmak istediği yoğun ve karmaşık dönemlerin habercisidir.

Sonunda bütünleşerek; çatışmayı farklılaşmanın demokratik desenlerine ait bir müzakere ve çeşitlilik olarak görebiliriz.

“Taife taife, kabile kabile yaratılma”nın gereği olarak tanışma ve işbirliği ile yardımlaşma öngörülmesi, farklılaşmanın birleştirici kimyasına yönelmemizi salık veriyor.

En çok bu yaklaşımın arifesindeyiz. Ödevlerimiz, kalıplarımızı aşan sorumluluklarımızdır.

25.01.2007

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Sistemin suçu



Türkiye yüz sene önceki dertleriyle hâlâ iç içe. O zamanlar neler konuşulup neler tartışılıyorsa veya hangi tür olaylar gündemde ise şimdi de hemen hemen aynı. Koca Osmanlı gitti, yeni bir devlet kuruldu. Eskiden kalan problemlerin çoğunu zaman öğütüp gitti, geri kalanı da güya ameliyat-ı cerrahiye ile kesilip atıldı. Aradan cihan savaşları geçti. Soğuk savaşların biri bitip diğeri başladı. Anarşiyi dünya çapında sistem haline getiren ideolojilerin kurduğu devletler çöktü. Ama bizde değişen fazla bir şey yok; yüze sene önceki gibi anarşi, terör ve siyasî cinayetler dönem dönem nüksetmekte. İfade hürriyeti, azınlıkların hakları, çoğunluğun temel hak ve hürriyetleri gibi bir türlü çözülemeyen konular da hep gündemde.

Kişiyi mazileri kolay kolay bırakmadığı gibi devletleri de aynı şekilde hataları ve sevapları kolay kolay terk etmez. Fakat kişilerin ömürleri kısa olduğu için, hatalarında ısrar etseler de bir şekilde günü kurtarıp hesaplaşmayı öbür dünyaya bırakmaları mümkündür. Devletler ise eninde sonunda hatalarını düzeltmek, meselelerinizi çözüme kavuşturmak zorundadır. Aksi takdirde rahat edemez.

Çağlara meydan okuyan Osmanlı’ya son dönemde iyice musallat olan ve yıkılmasına sebep olan en önemli hastalıklardan olan ırkçılık, Avrupa’yı körü körüne taklit etmek ve bir çok hak ve hürriyetlerin yok sayıldığı istibdat ve baskı rejimleri kötü birer miras olarak kaldı. İşin acı tarafı geçmişten hiç bir ders alınmadan iyiliklerin neredeyse tamamı redd-i miras edilirken Avrupa’nın içimize soktuğu bu hastalıklara sahip çıkılarak sistem onların üzerine kuruldu. Sonuç ortada. Geçen yüz senede iyi şeyler varsa hastalığa çare arayanlar sayesindedir ve onlar sayesinde bu millet rahat bir nefes alabilmiştir.

Münâzarat’ta yüz sene önce Ermenilerin hürriyeti ve memuriyetleri ile ilgili sorular vardır. Orada, onların insan hakları çerçevesindeki hürriyetlerinin ve memuriyetlerinin bize zararlarının olmadığı ve bir Müslüman’ın başkalarına haksızlık etmesinin imanın gereği olan şefkate uygun düşmediği ve yakışmadığı izah edilir. Bediüzzaman hazretleri, Ermenilerin Ruslarla birlikte Birinci Dünya Savaşında Anadolu’yu istila ettikleri dönemde bir çok talebesini şehit vermesine rağmen görüşlerini değiştirmemiş, memleketin selâmeti için sulh ve sükunu ve asayişi tercih etmiştir.

Eskiden beri bu millet, bir kısmının kökenleri azınlıklara dayanan ve yaşantı olarak da azınlıklardan farklı olmayanların, azınlıklara getirdiği yasakların hakiki sebebini anlamakta güçlük çekmiştir. Sebep, azınlıklar arası bir rekabet midir? Yoksa azınlıklar perdesi altında çoğunluğun temel hak ve hürriyetlerini yasaklayarak iç huzuru bozup memleketi yabancı güçlerin uydusu haline getirmek midir? Ya da ikisi mi, bilemiyoruz, ancak bilinen bir şey var ki o da, gerek azınlığa ve gerekse çoğunluğa uygulanan bu yasakçılık, dışarıda itibarımızı beş paralık ettiği gibi, içeride de iç barışı bozmakta, kandırılmaya hazır binlerce kişiye zemin hazırlamaktadır.

Nedense bu memlekette insan hakları ve demokrasi birileri tarafından sürekli küçümsenir. “Vatan tehlikede” perdesi altında, zorbalık ve diktatörlük sanki kahramanlıkmış gibi yüceltilir, insanımıza alfabeyle birlikte ezberletilir. Batıda utanç vesilesi olan demokrasi dışı çözümler bizde baş tacı edilir. Koca koca adamlar devletin tepesi için bile demokrasi dışı çözümler ararken, mahalledeki on yedisindeki gençlerin farklı bir çözüm aradığını düşünmek abesle iştigaldir. Yukarıdakilerle aşağıdakilerin doğrudan bir irtibatları var mı, bilemiyoruz ama düşünce sistematiği olarak ve etkilenme olarak bağlantı olduğu kesin. Suçu mahalledeki birkaç gençte değil, halkın iradesini hiçe sayarak karşılıklı saygı ve hürmeti yok eden dayatmalarda ve ancak “güçlü olanın haklı olduğu” inancını öğreten sistemde aramak gerekiyor.

Bizim ülkemiz gibi, hâlâ temel hak ve hürriyetleri tartışan ve bu kadar yasakçı bir ülke kaldı mı yeryüzünde? Gerçekten tehlikeli bir kumpas kurulmuştur; yasaklardan iyice bunalanlar, başkalarına uygulanan yasaklarla teselli bulur hale getirilmiştir. Evet, bir azınlığın hakkı için dünya ayağa kalkarken bu milletin çocukları için kimse kılını kıpırdatmamaktadır. Fakat çözüm, hep beraber temel hak ve hürriyetlere konan tüm yasakları kaldırarak bu memleketin huzurunu bozmak isteyenlerin oyunlarını bozup bu milletin önünü açmaktadır.

25.01.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Hicret süreci



Hicreti hocalarımız bize “Peygamber Efendimizin (asm) Mekke’den Medine’ye göç etmesi” şeklinde tarif ettiler. Bu göç sırasında mağarada yaşanan olaylar, delikten yılan çıkması, güvercin ve örümcek mu’cizelerinden ve Süreka’nın atının kuma saplanmasından uzun uzun bahsettiler. Ama Hicretin evvelini, sonunu, asıl mânâ ve mahiyetini tam olarak anlatmadılar. Belki onlara da, hocaları öyle anlatmıştı. Onun için hocalarımıza da diyecek bir şey bulamıyoruz.

Bir yerden bir yere göç etmek kolay bir şey değildir. Bugün bir mahalleden bir başka mahalleye taşınmak bile insana bir hüzün veriyor. Geride bıraktığı dostlarını, çevresini, mahallesini aklından çıkartamıyor. Halbu ki eşyamızı da, yeni evimize taşıyoruz, belki daha güzel bir mahallede, daha güzel bir evde ve daha iyi imkânlar içinde oluyoruz ama buna rağmen taşınmanın zorluklarını yaşıyoruz. Bir başka şehre, bir başka ülkeye ve daha zor şartlar altında yaşamaya doğru yapılan bir göç ise, hayatımızı alt üst ediyor. Alışmak için uzun yıllara ihtiyaç duyuyoruz. Belki de bir ömür boyu asıl memleketin hasreti ile yanıp tutuşuyoruz.

Tarihte çok büyük göç olayları yaşanmıştır. Kavimler göçü ile bir millet anayurdundan ayrılmış, binlerce insan kıtalar arası bir yolculuğa çıkmıştır. Bu göçler sonucunda devletler yıkılmış, devletler kurulmuş, ülkelerin haritaları değişmiştir. Ama hiçbir göç, iki insanın Mekke’den Medine’ye göç etmesi kadar dünya tarihinde derin ve kalıcı izler bırakmamıştır. Onun için “Hicret”in insanlık tarihinde ayrı bir önemi vardır.

İnsanlar genellikle iş aramak, para kazanmak, tahsil yapmak veya daha iyi imkânlarda yaşamak için memleketlerini terk ederler. Yaşanan sıkıntıların, çekilen hasretliğin sonunda bir rahatlık ve bolluk ümit edilerek gurbete çıkılır. Ama hicret, varlıktan yokluğa, bolluktan darlığa, rahattan zahmete doğru çıkılan bir yolculuktur. Hicret edenler, evini barkını, malını mülkünü, eşini dostunu memleketinde bırakmış, fakirliğe, açlığa, zahmete, çileye talip olarak yollara düşmüşlerdir. Gittikleri yerde onları yeni bir ev, yeni eşyalar, hazır bir iş, bağ bahçe, mal mülk beklemiyordu. Onları bekleyen açlık, yokluk, çile ve gözyaşıydı. Hatta yollarına pusu kuran düşmanları vardı. Yani muhacirleri aynı zamanda ölüm bekliyordu. Ama onlar, zahmeti rahata tercih ederek yollara düştüler. Uzun yollarda aç kalmayı, kızgın çöllerde susuz kalmayı, düşmanları tarafından takip edilip taciz edilmeyi, ölmeyi göze alarak hicret ettiler.

Peki neydi onlara bu kadar fedakârlığı göze aldıran sebep? Neden evlerinden, bağ ve bahçelerinden eş ve dostları ile yaşamaktan vazgeçerek acıya, sıkıntıya ve ölüme talip olmuşlardı?

Onları böyle çileli bir yolculuğa çıkartan sebep, Allah ve Resûlüne olan sevgi ve bağlılıkları idi. Yeni filizlenen İslâmiyet fidanının daha münbit bir zeminde, daha ihtimamlı bir bakımla neşv-ü nema bulması gerekiyordu. Mekke’de bu filize düşman olanlar, onun yetişip meyve vermesine fırsat vermek istemiyorlardı. Körpe fidana zulüm baltaları ile saldırıyorlardı.

Onun yetişip çiçek açarak tatlı meyveler vermesini istemiyorlardı. Fakat bu fidanın yetişmesini ve insanlığa iki cihanda da gıda olacak olan ebedî saadet meyvesini yetiştirmeyi murad eden fidanın sahibi, eli baltalı zalimlere fırsat vermeyecekti. Onun için muhacir ve ensar el ele, gönül gönüle vererek gözyaşlarını yağmur, canlarını kalkan ettiler.

Hicret bundan 1427 yıl önce gerçekleşip sona eren bir olay değildir. Eyüp El Ensârî Hazretlerini doksan yaşından sonra yollara düşürüp İstanbul önlerine kadar getiren de bu hicret ve hizmet aşkıydı.

Hicret bir süreçtir. Hani bazıları “Bu süreç bin yıl bile sürer” demişlerdi ya, hicret süreci ise kıyamete kadar sürecektir. Bu takvim, takdir edilen zamana kadar işleyecektir.

Ne mutlu her devirde hicrete iştirak edip, muhacirlere yol arkadaşı olanlara.

25.01.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Direktman Dink mi?



John Donne’ın güzel bir sözü vardır. “Herhangi bir insanın ölümü beni de yaralar ey insanlar. Çünkü parçasıyım ben insanlığın. Sorma kimin için çalıyor çanlar. Ola ki senin içindir. Sana da tehlike var.” Evet haksız yere öldürülen her kim olursa olsun sanki ilk kurşun ve ilk darbe kendi canımıza gelmiş gibi. Neticede öldürülen hangi milletten ve hangi inançtan olursa olsun bizden biri. İnsan yani.

Üstelik Kur’ânda “Haksız yere birini öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir” âyeti ebedî bir hakikat olarak orta yerde dururken, üzülmemek, esef etmemek elde değil. Unutmayalım ki bizden birine haksız yere bir Ermeni kökenli maşa suikastte bulunsaydı hangi tavır ve ruh hali içinde olacak idiysek, Hrant Dink ve çevresi de aynı halet-i ruhiyyeyi yaşamaktadırlar. Acılarını paylaşıyoruz. Hrant Dink’in suikast sonucu öldürülmesi hepimizi üzdü. Dengeli, pozitif, iyi niyetli ve önyargısız bir kalemdi.

Aşağı yukarı tam bir sene önce, onunla ilgili, daha doğrusu Yeni Şafak’ta yayınlanan “Ne inkâr, ne ikrar” mesajlı röportajına bir haşiye babında iki yazı yazmıştım. Sayın Hrant Dink’in dikkatine antetli “Marife ve Nekre” başlıklı yazılardı bunlar. Anafikir olarak Bediüzzaman Said Nursî’nin ırkçılıkla ilgili bir âyet-i kerimeyi yorumlaması ve Ermenilerle ilgili sözlerini işlemiştim.

Yazımı okuyup okumadığını bilmiyorum, ancak daha sonra Bediüzzaman Hazretlerinin “Münazarat”ındaki Ermenilere yönelik fikirleri kendisine intikal edince takdirlerini belirttiğini yine gazetemiz Yeni Asya’dan öğrenmiştik. Olumlu ve peşin hükümlerden uzak duruşuna dair intibalarımız daha çok bu tavrından kaynaklandı.

Bir de Fransa başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin bazılarında soykırımın kabûlü ve inkârı konusundaki parlamento görüşmelerine açıkça ve mertçe karşı durmasından ve “Bu yaklaşımın her iki millete faydası ne? Düşmanlıktan başka bir gelişmeye yol açmayacaktır” mealli sözleri üzerine kendisini daha bir takdir ettik.

Katilinin göstere göstere kaçması ve sanki “Gelin beni yakalayın” veya “Gelin onu yakalayın” tertipli bir senaryoyla yeme gelen kuş gibi yakalanması, hemen herkesin kafasında yeni tahliller oluşturdu. Kukla değil, kuklacı aranıyor şimdi.

Meşhur kurallardan biridir detektiflik mesleğinde. Maktulün katilini bulmak için yakın plandaki materyaller incelenmekle beraber daha çok şu soru üzerinde yoğunlaşılır: Cinayet en çok kimin işine yarar veya yarayacaktır? Evet bu noktadan yola çıkılırsa katil/ler’in kimliği daha kolay ve net tesbit edilebilir. Cinayet siyasî olduğu için elbette ki birkaç alternatifli düşünmek gerekiyor, ama temel yaklaşım budur. Yoksa Tay Aşkar kod adlı Ogün Samast’ın alaycı ve karşıyı saftirik yerine koyucu tavırlarla “Kafamı bozdu, direktman(!) vurdum abi” demesine kim inanır ki?

Meselenin özüne gelince en kısa çözüm, bir an önce olayların sebeplerini ortadan kaldırmak gerekir. Yani sivrisineklerle meşguliyet yerine bataklıkları kurutmak. Bu bataklıkların 301. maddeden, militarist siyaset anlayışına kadar bir çok ünitelerden oluştuğu zaten hemen herkesin malumu olmuştur. O halde katili ve katilleri bataklıklarda aramaya başlayalım.

Hrant Dink’in ailesine başsağlığı diliyorum.

25.01.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Geçmez akçe



“Bir zahit bir padişahın misafiri olmuştu. Sofraya oturdukları zaman isteğinden daha az yedi; namaza kalktıkları zaman her günkünden daha çok kıldı; el âlemin, kendi iyiliği hakkındaki zannı artsın diye. Kendi evine dönünce sofra kurdurdu, yemek istedi. Anlayışlı bir oğlu vardı: ‘Sultanın ziyafetinde bir şey yemedin mi, baba?’ diye sordu. Zahit: ‘Onların önünde doyacak kadar bir şey yemedim’ dedi. Çocuk cevap verdi: ‘Öyleyse namazı da kaza etsen iyi olur. Çünkü onu da sırf Allah için kılmamışsındır.’”

Gülistan’ında (s. 84) bu hikâyeye yer veren Sadi-i Şirâzî Allah için yapılmayan hareket ve ibadetlerin utandırıcılığını böyle nefis bir örnekle anlatmış. Sonra da diyor ki: “Ey hünerlerini avucunda tutup ayıplarını koltuğunda saklayan mağrur! Acz gününde bu geçmez akçeyle ne alacaksın?”

Kabir kapısında pili biten, kabirden öte işe yaramayan söz, davranış ve fiillerin öbür tarafta geçer akçe olmadığını anlamak için illâ o tarafa gitmeye gerek yok.

Hz. İbrahim’in çok ilginç duâlarından biri şuydu: “Herkesin diriltildiği günde beni mahcup etme. O gün ki ne mal fayda verir, ne de evlât. Ancak şirk ve nifaktan arınmış bir kalble Allah’ın huzuruna gelen kimse müstesnâdır.”1

Demek ahirette tek işe yarayacak şey, şirk ve nifaktan arınmış temiz bir kalp ve o çerçevede işlenmiş güzel ameller.

Riyayla yapılan amellerde gizli şirk vardır. Bunlar öbür tarafta işe yaramamakla kalmaz, sorgu ve suâl sebebi olur. Onun içindir ki İslâm ihlâsla yapılan amele çok büyük bir önem vermiş, ancak ihlâsla hareket edenlerin kurtulabileceğini belirtmiştir. Nitekim İhlâs Risâlesi’nde de yer alan hadis-i şerifte bütün insanların helâk olacağı, ancak ilim sahiplerinin kurtulacağı; onların da helâk olacağı, ancak bildiklerini uygulayanların kurtulacağı; onların da helâk olacağı; ancak yaptıklarını ihlâsla, Allah için yapanların kurtulacağına dikkat çekilmemiş midir?

Ahirette işe yaramayacak, gösteriş ve çıkar için yapılan her iş, her amel insanı perişan ve mahcup eder. Onun için Üstad der ki: “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.”

Elimiz, ayağımız, aklımız, fikrimiz, bütün organ ve kabiliyetler, sahip olduğumuz nimet ve imkânlar Allah’ın hediye ve ikramı olduğuna göre yaptıklarımızı Onun adına yapmaktan başka bir çıkar yolumuz var mı?

Dipnotlar:

1- Şuarâ Sûresi: 87-89.

25.01.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Yaratılışımızın asıl gayesine yoğunlaşmalıyız?



Kullandığımız elektrikli ev âletleri, elektronik cihaz ve otomobilleri düşününüz. Her birisinin bir ya da birkaç gayesi vardır. En basit varlıkların bile bir vazifesi varken, en güzel, tam kıvamında ve kâinatın muhteşem bir minyatürü şeklinde yaratılıp, ahsen-i takvim sûretinde dizayn edilen; ruh/duygu, his ve binlerce latifelerle donatılan insan başıboş olabilir mi?

Okula, yetiştirme kursuna veya dershaneye giden birisini düşününüz. Onun görevi, okulu, kursu ve dershanesine yoğunlaşmak; diploma ve sertifikasını almaktır. Görevi, işi ve sanatıyla ilgelenmeyip, oyunda, oynaşta olan öğrencinin sonu elbette hüsrandır.

Yaratılışımız ve dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, dünyaya yerleşmek ve sonsuza dek burada yaşamak olmadığını, ruh/duygu ve maddî yapımızın dizaynı da göstermektedir. Vazifemiz; aklını kullanmak, araştırmak, tefekkür etmek ve yüce Yaratıcıyı bulmaktır.

İnsanın en büyük özelliği, akıl, kalp ve vicdan gibi ulvî duygular taşımasıdır. Akıl ölçme-değerlendirme, kalp iman etme/tapınma (en ilkel insanlarda da bu duygu vardır) ve sevme, vicdanen gerçeği teslim edip teşekkür etme potansiyelinde yaratılıp dizayn edilmiştir. Şu halde, insanın dünyaya gönderilmesinin asıl gayesi Yaratıcısını tanımak, Ona iman ile verdiği sayısız nimetlere karşı ibadetle teşekkür etmek olduğu anlaşılmaz mı?

Hiç şüphesiz, kâinatın ve metafizik boyutların derinliklerindeki sırları açıklayan İslâmın öngördüğü, tavsiye ettiği imân basit bir “İnandım” sözünden ibâret değil. Doğmatik, statik bir inanç hiç değil.

Mü’min, tahkikî imânı (inceleyip araştırarak) elde etmek zorunda. Çünkü Kur’ân, “Ey imân edenler! Allah’a, Resûlüne, Resûlü üzerine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara hakkıyla imân edin.”1 “İmânlarını bir kat daha artırsınlar diye mü’minlerin kalplerine güven indiren O’dur”2 diyerek kesin bilgi ve ilimle tahkikî imânı emreder ve tekrarlar.

Yukarıda meâllerini verdiğimiz âyetlerin vurgulamak istediği, özellikle şu husus değil mi: İmân yoksa, imâna girmeli; imân zayıf ise imânı güçlendirmeli; imânı taklidî ise, imânını tahkikî yapmalı; imânı tahkikî ise, imânını genişletmeli; imânı geniş ise, bütün gerçek olgunluğun, mükemmelliğin sebebi ve temeli olan mârifetullâhta (Allah’ı tüm isim ve sıfatlarının tecellileriyle bilerek) yükselmeli ve ufkumuzda parlak mmanzaralar açmalı.3

Zaten, mü’min; kesin (yakîn) bilginin delillerine dayanarak akıl, kalb ve vicdânıyla imân dairesine girer. Başka dinlerin bâzı ferdleri gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmaz.4 Zaten İslâmın öngördüğü imân önce, “Kabul ettim, inandım” sözüyle çekirdek gibi kalb tarlasına ekilir; akıl-zekâ, zihin merhaleleri, kalb, vicdan ve sâir hislerin de devreye girmesiyle kâinatı kaplayacak çapta dallanıp budaklanır. Dolayısıyla, gelenek-görenek, önkabul, şartlanmışlık engellerini aşarak, taklidî imandan tahkikî imana iman ulaşmalı!

İman esaslarını araştırarak, inceleyerek kabul etmek başka bir şey, Müslüman olmak, teslim olmak başka şeydir. Dolayısıyla dilde, ağızda, sözde dolaşan imanı, Kur’ân’ın tanımladığı şekilde kalbe indirmeliyiz: “Bedeviler dedi ki: ‘İmân ettik.’ De ki: ‘Siz imân etmediniz, ancak İslâm, teslim olduk’ deyin. İmân kalblerinize henüz girmiş değildir”5 âyeti de, İslâmiyeti kabul etme, teslim olma ile imânın farklı olduğunu belirtir.

Öte yandan, kabul etmek ayrıdır, inanmamak ayrıdır, inkâr etmek büsbütün ayrıdır. İnkârın da dereceleri vardır: İlgilenmemek tarzında bir inkâr ile, inkârını ispat etmeye çalışmak bambaşka şeylerdir. Aynı şekilde, ‘İnanıyorum’ demek ayrıdır. İnandığını ispat ve izah edebilmek, taklitten tahkîkîye çıkarıp genişletebilmek apayrıdır.

İnsanın dünyaya gönderilmesinin sebebi, ‘ibadet/iman’ olduğuna göre, huzur ve mutlulugunun teminatı da imandır. İmanın birinci rüknü de, Allah’a imandır. Müslüman, öncellikle iman şartlarına, özellikle Allah’ın varlığı ve birliğine aklî, mantıkî, ilmî ve kalbî delillere dayanarak imân etmeye kilitlenmeli, Onu isim ve sıfatlarının tecellîlerinin delilleriyle tanımalı.

Dipnotlar: 1- Nisâ, 136; 2- Fetih, 4.; 3- Sözler, s. 631.; 4- Tarihçe-i Hayat, s. 80.; 5- Hucurât, 14

25.01.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Ölçüyü kaçırmadan



Genel bir kaidedir: Derman hadden aşarsa, şifâ değil dert getirir.

Dünkü yazımızın ana teması da bu sağlıklı ölçüye dayanıyordu. Nitekim, okuyucularımız çoğu, asıl mesajı böyle anladı; tebrik ve duâsını esirgemedi.

Buna rağmen, bazı "internet okuyucuları"mız, bizi tenkit etmekten geri durmadılar.

Onlara göre, Hrant Dink'in cenazesinde seslendirilen "Hepimiz Ermeniyiz" sloganına "Eyvallah" demeli, bunu içimize sindirmeli, hatta buna sahip çıkmalıymışsız. Üstelik, böyle davranmakta hiçbir sakınca da yok imiş...

Efendiler, bu sizin görüşünüz.

Bize göre, böyle davranmakta büyük mahzurlar var.

En büyük mahzur, en başta verdiğimiz vecizenin mânâsında gizli.

Mazlum bir Ermeni'nin hukukunu savunmanın yolu "Hepimiz Ermeniyiz" demekten geçmez.

Hatta, böyle bir slogan, o hak ve hukuku aramanın yolunu daha da zorlaştırır. Zira, bu tür bir yaklaşım tarzı, hem var olan Ermeni düşmanlığını azdırır, hem de husumet tohumlarına yataklık eden "menfî milliyet" damarlarını depreştirir.

Zaten, en büyük zarar ve tehlike de oradan gelmiyor mu?

O halde, neden aksülamel meydana getirecek yöntemlere, yahut sloganlara meyledelim ki?

Bir başka husus, "Hepimiz Ermeniyiz" yaklaşımının, başka milliyetten (Türk, Kürt, Arap...) olan Müslümanlara çok, hatta hakaret derecesinde ağır geldiği gerçeğidir.

Bugün Ermeni deyince, aynı anda akla Hıristiyan gelir. Tıpkı, Yahudi deyince Musevî geldiği gibi...

Dolayısıyla, burada din ve milliyet aynı anda mevzubahis oluyor.

Bir insan zülme, baskıya, şiddete karşı çıkmak için, muvakkaten veya telaffuz şeklinde olsa bile, neden dininden yahut milliyetinden çıkma gereğini duysun? Ya da, bu değerleri neden hafife alacak bir yaklaşımı sergilesin?

İman ve itikat sahibi bir insan, kendi itikadınca "küfre temas eden" bir sözü asla söylememeli, bunu ağzıyla telaffuz etmemeli.

Efendim, maksat başkaymış; o sözler hakiki değil, mecazî anlamda kullanılmış imiş...

Bu mâzeret de kabul edilemez. Çünkü, tehlike kokuları saçıyor. Aynen, insanların ağzından çıkan "Tabiat yarattı", "İnsan yarattı", yahut "Sebepler icat etti" şeklindeki sözlerin "küfrü işmam" etmesi gibi...

Dinine samimâne bağlı bir mü'min, aynı zamanda vakar ve ciddiyet sahibidir. Temel ölçülerinden tâviz vermez.

Bugün "Hepimiz Ermeniyiz" tâvizini verirse, yarın da "Hepimiz Yahudiyiz" tâvizini vermek durumunda kalabilir.

Hatta, daha da tehlikeli bir durum söz konuzu: Meselâ, diyelim ki bugün bir Ermeni vatandaşımız sırf Ermeni olduğu için vurulduğu gibi, yarın bir Yahudi sırf Yahudi olduğu için, öbür gün bir Budist sırf Budist olduğu için, bir başka gün de bir ateist (A. Nesin gibi) sırf ateist olduğu için vurulması halinde, yine aynı ciddiyetsiz tavrı mı sergilemek lâzım?

Yani, o sakat mantığın kabul edilmesi halinde, meselâ Aziz Nesin gibi birisi benzer bir saldırı sonucu öldürülmesi halinde, o zaman da maazallah "Hepimiz Nesin'iz. Hepimiz ateistiz" diye mi sloganlar atılacak?

Sözün özü: Saldırıyı kınamak ve mazlumun hakkını savunmak başka, din, milliyet ve itikad gibi temel değerlerde başkalaşmak, yahut ötekileşme ciddiyetsizliği sergilemek büsbütün başkadır. Bu hassas ölçüye dikkat edilmediği takdirde, derman zannedilen şey, daha büyük dertlerin tetikleyicisi olur. Bizim dikkat çekmek istediğimiz can alıcı nokta budur.

GÜNÜN TARİHİ (25 Ocak 1878)

İngiliz filosu Çanakkale önlerinde

İngiltere, tarihe "93 Harbi" diye geçen 1877–78'deki Osmanlı–Rus Savaşının sonlarına gelindiği bugünlerde, Çanakkale önlerine bir filo göndererek, boğazdan İstanbul'a geçmek istediğini bildirdi. Ancak, Osmanlı hükümeti buna hemen izin vermedi. (Bu esnada, Ruslar Edirne'yi almış ve Çatalca önlerine kadar gelmiş, ayrıca İstanbul'a da göz dikmiş durumdaydı.)

İngilizlerin talebi, yaklaşan Rus tehlikesine karşı İstanbul'daki vatandaşlarını korumak ve Osmanlı hükümetinin himayesinde bulunan muhtelif menfaatlerini korumak gibi gerekçelere dayanıyordu.

Osmanlı hükümeti ise, İngilizlere güvenmiyor, onların bir fırsatını bulup en zayıf bir anda İstanbul'u işgal etmesinden endişe ediyordu. (Osmanlı, bu endişesinde haklıydı. Zira, aynı İngiliz bu gizli maksadını 40 yıl sonra açığa vurdu. 1918'de "ateşkes" adı altında gelmiş olduğu İstanbul'u 2–3 yıl müddetle resmen ve fiilen işgal etti.)

* * *

93 Harbi, altı asırlık Osmanlı tarihi boyunca, gerek servet, gerek toprak ve gerekse insan kaybı itibariyle yaşanmış olan en büyük felâkettir.

Başlangıçta, arkasına hemen bütün Avrupa devletlerinin desteğini alan Rusya, Osmanlı üzerine iki koldan saldırıya geçti: Kafkasya ve Balkanlardan...

Osmanlı, her iki cephede de büyük kayıplar veriyor ve adım adım geriye çekiliyordu. Balkanlarda büyük kahramanlık destanı yazan Gazi Osman Paşa ile Kafkaslar'da aynı kahramanlığı sergileyen Gazi Ahmet Muhtar Paşa, gereken yardım ve desteği alamayıp çaresiz kaldıkları için, neticede onlar da acı mağlubiyeti tatmak zorunda kaldılar.

İşte bu fecî mağlubiyetin sonlarına doğru gelindiği günlerde, başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletlerinin çoğu yön değiştrerek Rusya'nın bir yerde durdurulmasını ister hale geldi.

Bu vasatı değerlendirmek isteyen İngiltere, Çanakkale önlerine bir deniz filosu gönderek, hem İstanbul'a yaklaşan Rus tehlikesini uzaklaştırmak, hem de muhtemel bir Rus işgalinde vatandaşlarını ve menfaatlerini korumak gerekçesiyle, İstanbul limanlarına geçiş izni istedi.

Başlangıçta bunu şiddetle reddeden Osmanlı hükümeti, daha sonra yapılan ve "işgal riski" taşımayan bir anlaşma çerçevesinde, İngilizlerin İstanbul'a kısmî geçiş yapmasına izin verdi. Savaşın bu şekilde genişleme kaydetmesinin ardından, şu önemli gelişmeler yaşandı:

* Sultan II. Abdulhamid, bir müddet önce ilân edilmiş olan I. Meşrutiyeti anayasasıyla birlikte askıya aldı. Aynı zamanda Meclis'i de feshetti. (Bu hal, tam 30 sene devam etti.)

* Ruslarla "Edirne Mütarekesi" (31 Ocak 1878) imzalandı. Ruslarla Ayastafanos (Yeşilköy) Atlaşması imzalandı.

* Osmanlı, Rusya ve Avrupa Devleriyle Berlin Antlaşmasını imzaladı. Bu son iki antlaşmanın şartları içinde, "Ermeni meselesi" tarihte ilk kez olmak üzere uluslararası platformlara taşınmış oldu.

* 24 Nisan 1877’de başlayan 93 Harbi, 1 Mart 1878'de sona ermiş oldu. On üç ay işgal altında tutulan Edirne ise, 13 Mart 1879 günü tekrar geri alındı.

* İstanbul üzerindeki emellerine ulaşamayan İngiltere, bu kez Kıbrıs' a yöneldi. Donanmasını "himaye maksadı"yla adaya gönderdi. Ardından, burayı adım adım Osmanlı'nın elinden çıkartıp Rumlara peşkeş etmeye yöneldi. Kıbrıs meselesi, o gün bugündür Türkiye'nin başını ağrıtmaya devam ediyor.

25.01.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Halimiz



Altmışlı yıllar...

Savaştan yorgun ve bitkin olarak çıkan Almanlar ayağa kalkmak için çırpınıyor.

O yıllarda Almanya önemli miktarda işçi talep etmişti. İşte Türkiye’den “Almanya yolculuğu” o zaman başlamıştı.

O yıllarda Çorum’dan Kemal Özgül usta da, bu yolculardan idi.

Mesleği tornacı. “Almanya’da güneş çok az çıkar” diyor Kemal Usta.

Bir istirahat zamanında Alman mesai arkadaşı ile güneşlenirken, Alman arkadaşı:

“Kemal ben bunalım geçiriyorum, acaba nedendir? diye sorar.

Kemal Usta:

“Tabiî yağlı domuz etini yiyorsunuz, ondan sonra da böyle bunalıyorsunuz” der.

Alman:

“Nasıl olur, domuz etinden ne olacak?”

Kemal Usta:

“Sen rahat edeyim dersen sığır eti yiyeceksin”

Aradan zaman geçer, Alman, Kemal Ustaya:

“Kemal Usta, benim sıkıntım geçti. Çünkü bir aydır domuz eti yemedim, sığır eti yedim” der.

Kemal Usta:

“Sana bir teklifim daha var?” der.

“Nedir?”

“Bundan sonra bira içmeyeceksin, çay içeceksin”

Alman işçi birayı da terk eder. Sağlığı büyük ölçüde düzelir.

Ayrıca evdeki hanımı da aynı kurallara uyar.

Aile, Kemal Ustayı evlerine yemeğe çağırırlar.

Israrlara dayanamayan Kemal Usta dâvete icabet eder.

Evin kapısı açılır, altmış küsûr yaşındaki ev hanımı, Kemal Ustaya “Sen Kemal olmalısın” diyerek boynuna sarılır.

Tebrik ve minnettarlıklarını iletir ve:

“Biz bütün kaplarımızı kaynak su ile yıkadık. Artık domuz eti yemiyoruz, bira içmiyoruz. Yemeği rahatlıkla yiyebilirsin” derler.

Geçen gün ulusal basında da çıktı: Yılda dört bin Alman vatandaşı Müslüman oluyormuş. Bu rakam 2047 yılında Almanya’nın çoğunluğunun Müslüman olacağını gösteriyormuş.

Halimiz ile yapılan telkinlerin daha tesirli olduğunu bu yaşanan misâlden anlıyoruz. Ve Avrupa’nın İslâmiyete hâmile olduğunu görüyoruz.

25.01.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Çile yumağı bir nebî: Cercis Aleyhisselâm



Antalya’dan okuyucumuz: “Cercis Aleyhisselâm peygamber midir? Hakkında bilgi verir misiniz?”

Cercis Aleyhisselâm, İsa Aleyhisselâmın dîni üzere gelmiş ve Îsâ Aleyhisselâmın dînini tebliğ etmiş nebîlerdendir. Filistin’in Remle kasabasında doğdu, Filistin ve Şam civarında yaşadı. Şehirleri gezer, ticaret yapardı.

Hıristiyanların St. Georges adıyla tanıdığı Cercis Aleyhisselam gezip gördüğü şehirlerde Hazret-i İsa’nın dînini yaymaya çalışırdı. Vazifesi esnasında birçok kişi ona tâbî olarak Hak Dine girdi.

Cercis Aleyhisselâm fakir, fukara ve yoksul için ticaret yaptığını söyler, yıl sonu geldiğinde kazancını hesaplar, sermayesini yanında alı koyar, kazancının tamamını fakir fukaraya dağıtırdı. Derdi ki:

“Benim çalışmam fakir fukara içindir. Ben çalışayım ki, onlar rahat etsinler. Eğer bu maksudum olmasa, bütün malımı fukaraya baştan yağma ettirirdim. Kendim de bir köşede oturur, Allah’a ibadet ederdim.”

Cercis Aleyhisselâm ile ona tâbî olanlar, başlangıçta çok gizli hareket ettiler, kâfirlerin şiddetlerini üzerlerine çekmemeye çalıştılar. Çünkü o devirde puta tapıcılık ve kâfirlik çok şiddetli idi.

Günlerden bir gün Musul şehri Kralı Dâdiyan som altından bir put yaptırmış, halkı puta tapmaya çağırmıştı. Halk da bölük bölük gelmiş, Eflun denilen bu puta tapmıştı. O sıralarda Musul’da bulunan Hazret-i Cercis (as) bir gün Dâdiyan’ın huzuruna çıkmaya karar verdi. Arkadaşlarına:

“Bu gizlilik içinde ne zamana kadar kalacağız? Kişi dîni yolunda gerekirse ölmelidir! Kâfirler yanında zelil yaşamaktan iyidir. Ne kadar malım varsa size veriyorum. Fukarayı gözetin. İhsanınızı eksik etmeyin. Ben bu gün Kralın huzuruna çıkıp hakkı tebliğ edeceğim. Eflun’a tapmanın yanlış olduğunu bildireyim. Gittiği yolun batıl olduğunu haber vereyim. Hak Dine girmesini teklif edeyim. Ola ki, Hak Teâlâ ona insaf vere de hidayete ere! Cümleniz de onun belâsından emin olasınız! Yahut da gazapla bana işkence ede ve öldüre!” dedi.

Allah’a sığındı ve Kral Dâdiyan’ın huzuruna çıktı. O sırada Kral, Eflun’a tapmayanların da bulunduğunu haber almış, kızgınlığından küplere binmiş vaziyetteydi. Cercis Aleyhisselâm dedi ki:

“Ey Kral! Allah’ın kullarına kızarsın! Oysa sen de Allah’ın bir kulusun! Onlar da Allah’ın kullarıdırlar ki Allah onları senin elinde kıldı. Ve sana muhtaç eyledi. Bu halkı secde etmeye çağırdığın put mel’undur! Senin Allah’ın vardır ki, seni ve bütün varlıkları O yaratmıştır. Bütün mahlûkat O’nun kullarıdırlar. Bütün mahlûkata O rızık verir. Bütün mahlûkata hayat veren, diri eden, yaşatan ve öldüren O’dur. Seni yaratan Allah’ı bırakıp senin gibi bir mahlûku altından ve gümüşten düzdürüp, ilahımdır dersin! O nedir ki, ona ilah dersin? Ne faydası vardır, ne zararı? Sen gel de Allah’a iman et ve teslim ol. Bak ne büyük fayda göreceksin! Küfrü terk et. Eflun’dan vazgeç.”

Kral Dâdiyan kızgınlığından ağzı köpürmüş vaziyette Cercis Aleyhisselâm’a baktı ve bağırdı:

“Sen kimsin behey adam? Sen nice kişisin? Nereden geldin ki bana anlaşılmaz sözler söylersin?”

Cercis Aleyhisselâm gayet sakin cevap verdi:

“Ben Cenâb-ı Allah’ın zayıf ve hakir bir kuluyum! Geldim ki seni Allah’a davet edeyim! Sana hakkı tebliğ edeyim ki, puta tapmaktan ve halkı puta taptırmaktan vazgeçesin de, artık Allah’a dönesin. Allah’a ibadet edesin!”

Dâdiyan daha da sinirlendi. Fakat Cercis Aleyhisselâmın fikirlerini aklınca çürütmeden onu cezalandırmayı makamına uygun bulmadı. Dedi ki:

“Senin övdüğün ilah eğer gerçekten de dediğin gibi olsaydı, seni böyle aç ve sefil bırakır mıydı? Görmez misin benim ilahım bana nice mertebeler verdi! Bu gördüğün halkın içinde nice zenginler vardır. Cümlesi de bu Eflun’un uğurlu inancıyla zengin oldular...”

Cercis Aleyhisselâm:

“Allah isterse bu dünyada verir, isterse âhirette verir. O verdiği zaman ebedî olarak verir. Bu dünya geçicidir. Kaç günlük krallığın var? Hiç düşündün mü? Devlet dediğin ebedî olmalı! Nimet dediğin sonsuz olmalı! Lezzet ve keyif dediğin hesapsız olmalı! Senin sahip olduğun bütün varlıklar ise yok olmaya mahkûmdur!”

Cercis Aleyhisselâm Kral Dadiyan’a tebliğini yaptı, fakat bedelini canıyla ödedi. Kral ona dayanılmaz işkenceler yaptırdı. Ağaçlara bağlattı. Mübarek vücudunu demir taraklarla tarattı. Ateşten ve kaynar sulardan geçirdi. Cercis Aleyhisselâm her türlü işkenceden mucize eseri sağ olarak kurtuldu. Mücadelesinden yılmadı. Fakat nihayet bir gün bu işkencelerle şehit oldu.1

Risâle-i Nur’da Bediüzzaman Hazretleri, Hz. Cercis’in (as) sıkıntı ve musibetler karşısındaki sabır ve rızasını, talebelerine örnek olarak göstermiştir.2

Dipnotlar:

1- Tarih-i Taberî, 2/186

2- Emirdağ Lâhikası, s. 455; Tarihçe-i Hayat, s. 509

25.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004