|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
İzzet sahibi Rabbin, onların yakıştırdıklarından münezzehtir. Bütün peygamberlere selâm olsun.
Sâffât Sûresi: 180-181
|
25.01.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Mütevazi olmadıkça zâhid olamazsın.
Câmiü's-Sağîr, c: 3, 3875
|
25.01.2007
|
|
Fikr-i milliyet İslâmiyete hâdim olmalı
Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor. Teâvüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur.
Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nevinden ahmakane bir cinayettir.
İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ “Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler” (Mâide Sûresi, 5:54.) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.
Câ-yı Dikkat Bir Hâl: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.
Mektubat, 26. Mektub, 3. Mebhas, 4. Mesele, s. 311-12
Lügatçe:
müsbet fikr-i milliyet: Olumlu, faydalı milliyetçilik fikri; maddî ve manevî açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını herşeyin üstünde tutma anlayışı.
hayat-ı içtimaiye: Sosyal hayat.
ihtiyac-ı dahilî: İç ihtiyaç.
teâvün: Yardımlaşma.
tesanüd: Dayanışma.
uhuvvet-i İslâmiye: İslâm kardeşliği.
fikr-i milliyet: Milliyetçilik fikri.
hâdim: Hizmet eden.
uhuvvet: Kardeşlik.
âlem-i beka: Sonsuzluk âlemi, ahiret.
âlem-i berzah: Kabir âlemi.
uhuvvet-i milliye: Aynı milletten, ırktan olmanın meydana getirdiği kardeşlik.
kavî: Kuvvetli.
kal’a: Kale.
tehâcümât: Hücumlar.
frenk-meşrep: Avrupalılar gibi yaşamak isteyen.
mâsadak: Doğrulayıcı.
câ-yı dikkat: Dikkat edilecek nokta.
anâsır-ı İslâmiye: Müslüman unsurlar, milletler.
kesretli: Çok, bol.
imtizaç etmek: Kaynaşmak, birleşmek, karışmak.
kabil-i tefrik: Ayrılması mümkün.
mefâhir: İftihar edilecek, övünülecek şeyler.
|
25.01.2007
|
|
Düşmanımız, düşmanlıktır!
“Hoşgörü, itidal, sağduyu, farklılıklara saygı, dostlarımız bunlardır. Düşmanımız ise husumettir!” (Taha Akyol, Milliyet, 23.1.2007)
Karanlık güçlerin mebzul miktarda iç düşman ürettiği ülkemizde, Taha Akyol, dost ve düşmanlarımızı, ne kadar da güzel tespit etmiş.
Bediüzzaman daha asrın başında bu tespiti yapmıştı. Ne var ki, seksen küsûr senedir ülke idaresini yönlendiren zinde güçler, bu sese kulak tıkadılar. Temennimiz bundan sonrası için bu sese kulak verilmesidir.
Daha asrın başlarında, 1911 yılında şöyle diyordu Bediüzzaman:
“Muhabbete en lâyık şey muhabbettir; ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adâvet, her şeyden ziyade nefrete ve adâvete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır. (...)
“Husumet ve adâvetin vakti bitti. İki harb-i umumî adâvetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyleyse, düşmanlarımızın seyyiâtı—tecavüz olmamak şartıyla—adâvetinizi celb etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara...” (Hutbe-i Şamiye, s. 57)
Bediüzzaman, "dost ve düşmanlık" duygularının nerede kullanılacağına dair en ileri noktalara işaret ediyordu aslında.
Sevgiye en lâyık şey sevgi; düşmanlığa en lâyık sıfat ise yine düşmanlık duygusunun kendisiydi.
Kendisinden en çok nefret edilecek, sakınılacak, çirkin ve muzır sıfattı husumet, düşmanlık...
Düşmanlık vaktinin bittiğini de söylüyordu o. Öyle ki “tecavüz olmamak” şartıyla başkalarının kötülükleri düşmanlığımızı celb etmemeliydi.
“Mü'minin ruhunda adâvet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmanıyla bir nevî kardeşliği vardır” diyen birisi olarak o, ‘insaniyet’ ortak paydasındaki dostluk ve kardeşlik mânâlarına dikkat çekiyordu.
Bediüzzaman, “dünya barışının” esaslarını veriyordu aslında.
“Medenîlere galebe çalmak ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değil” diyerek de, eski zamanların kılıcı yerine, şimdinin en etkili silahı olarak “ikna”yı nazara vermişti. Mücadele kaba kuvvetle değil, ‘sözün gücü’yle olmalıydı.
İnsanların birbirlerini öldürerek nefret tohumları ekmeleri yerine, fikri zeminde mücadele vermelerinin yollarını göstermişti o.
Öte yandan Bediüzzaman'ın kendine düşman bellediği diğer bir şey de ‘ihtilaf’tı. Bu ise ‘ittifak’la aşılırdı.
Ülke insanın, bilhassa şu sıralar en çok ihtiyacı olan da, bu mânâlar değil mi?
|
İsmail TEZER
25.01.2007
|
|
Fedakârlığın beyindeki yeri tespit edilmiş, ya esmâsı?
Fedakârlığın beyindeki yeri bulunmuş. Ya hangi esmâya dayandığı?
Evet, bilim adamları, fedakârlık ölçüsünü tespit etmek için, 45 gönüllüden, yardım kuruluşu veya kendileri için para kazandıkları bir bilgisayar oyunu oynamalarını istemiş. Bu esnada deneye katılanların beyin taramaları yapılmış. “Karşılık beklemeksizin diğer insanlara yardım etme eğilimi” olarak tanımlanan fedakârlığın, beynin “posterior superior temporal sulcus” bölgesiyle bağlantılı olduğu tespit edilmiş.
Tamam, bu duygunun beyindeki yeri tespit edildi. Fakat bu eşsiz duyguya kaynaklık eden, acaba beyindeki bu küçücük et parçası mıdır?
Bu küçücük, şuursuz et parçası, insanı hayrette bırakan fedakârlık hadiselerinin gerçekleşmesine nasıl kaynaklık etmektedir?
Özellikle bir anne, sahip olduğu bu şefkat duygusuyla, canını feda eder derecede olmadık tehlikelere kendini nasıl atabilmektedir?
Öte yandan meselâ bir Bediüzzaman, bu duyguyla değil midir ki, “Ben, cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu. (...) Milletimizin îmânını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistân olur” demiştir.
İnsanlık semasında böylesi yıldız şahsiyetlerin ortaya çıkmasına sebep olan bu yüksek duygunun kaynağı, acaba basit et parçasından mı ibarettir?
Bu fedakârlıklarda tecellî eden, insan beyninin ve topyekün Kâinatın Sanatkâr’ının isim ve sıfatlarını tespit etmek de gerekmiyor mu?
Ne var ki maddeci bilim, ‘aklı gözünü indiği’nden bundan ötesine geçemiyor, gözüyle göremediğine inanmıyor.
Göremediği bu eşsiz duygunun varlığını, ona kaynaklık eden bir et parçasındaki tezahürleriyle anlamaya ve tespit etmeye çalışan bilim; kâinattaki herşeyin, tüm tezahür ve tecellilerin Kendisine işaret ettiği eşsiz Şefkat ve Merhamet Sahibi Rahim olan Zat’ın varlığı göremiyor, tespit edemiyor.
İşte böylesi bir gaflettir insanoğlunun hali!
|
25.01.2007
|
|
Mu'cizât-ı Ahmediye'den (asm.)
‘Benden sonra Ebû Bekir
ve Ömer'in yolunda gidin’
Hem, nakl-i sahih-i kati ile, çok defa ferman etmiş:
"Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer'in yolu üzere gidin." (Tirmizî, Menâkıb: 16, 37) deyip, "Ebû Bekir ve Ömer kendinden sonraya kalacaklar, hem halife olacaklar, hem mükemmel bir sûrette ve rıza-i İlâhî ve marzî-i Nebevî dairesinde hareket edecekler. Hem Ebû Bekir az kalacak, Ömer çok kalacak ve pek çok fütuhat yapacak."
Mektubât, s. 102
|
25.01.2007
|
|
|
|