|
|
Davut ŞAHİN |
Canlı canlı barbarlık |
|
Gecikmiş de olsa, notlarımıza bakıyoruz. Çünkü bazı mühim olayları ıskalamamalı, tarihe not düşmeli. Arefe günü, (birçok İslâm ülkesinde bayramın birinci günü) Irak devrik lideri Saddam Hüseyin’in asıldığına dair görüntüler resmen “tahrik”e yönelikti. Alkolik Bush’un küstah ve gaddar politikalarını görmeyen kördür. Hatırlarsınız: Körfez Savaşı ilk kez bir televizyon kanalıyla ekranlarımıza geldi. Sonra Kuveyt Savaşı... Ardından Irak işgali de ekranlarımızdan evlerimize taşındı. Ve şimdi, Saddam’ın boynuna geçirilen ilmik... Kovboy taşralığı ile barbarlığı bir kez daha ortaya çıktı. Teknoloji nimeti, ne yazık ki, barbarlığa hizmet etti. İdam görüntüleri, ailece televizyon izlendiği bayram süresi boyunca acaba kaç kişiyi mesrur etti? Zevkten dört köşe etti?
Sözkonusu kişi bir diktatör de olsa, bir insanın hayatına insan eliyle son veren görüntüleri izlemek hangi vicdanı memnun eder sahi? Batı insanı belki buna alışkın... Tarih boyunca, halkı toplayarak çoluk çocuk, kadın erkek idam sehpalarında insan sallandırmak veya giyotinle kelle uçurmak onların geleneklerinde, genlerinde olan bir duygu demek ki... Ama bizde öyle mi?
Tarih bir kez daha kimlerin gerçek “barbar” olduğunu gösterdi!
TRT’DE BAYRAM
Kurban Bayramında en isabetli yayın yapan kanal kuşkusuz TRT’ydi. Baştan beridir hacı adaylarının Arafat’a gidişini, Mekke ve Medine yolculuklarını detaylarıyla verdi. Üstelik görüntüler “arşiv” değil ve sıcağı sıcağına canlı olarak ekrana geldi. Yapımda emeği geçenleri buradan tek tek kutluyorum.
YA ÖZEL KANALLAR?
Onlar geleneği bozmadı. Yine “acemi kasap” haberlerini ekrana taşıdı. Onlara göre, sokaklar “oluk oluk kan aktı.” Kahraman “haberciler” kaçan büyükbaş hayvanların peşine düştü... Yetmedi. Bir de helikopter kiralayarak, İstanbul’un hangi semtleri “kana bulanmış” diyerek “Plutzer” ödülüne lâyık bir haber yaptılar. Böylelikle “hayvansever”lik mesajları vererek ne kadar “hümanist” olduklarını bir kez daha “yineledi”ler. Kurban Bayramının “manevî” yönünü görmediler. Çünkü gözleri bu manevî atmosferi görecek kadar duyarlı değil. Bayramların manevî coşkusundan uzak olanlar “yılbaşı”nın anlık zevklerini canlı canlı ekrana getirdiler.
Kurban Bayramına ne kadar “duyarsız”larsa, yılbaşındaki eğlenceye o kadar “duyarlı”ydılar. Nişantaşı’nda, Taksim’de patlatılan havai fişekler altında çılgınca eğlenen gençler, ellerinde içki şişeleri olduğu halde canlı kameralara mutluluktan poz veriyorlardı. Peki yaşanan rezalete ne demeli? Öyle ya, Perşembe'nin gelişi Çarşamba’dan belli... Geçen yıl yılbaşı eğlenceleri adı altında “taciz olayları” gazete sütunlarında ve televizyon ekranlarında arz-ı endam etmemiş miydi? Bu yıl da aynı rezalet tekerrür etti. El insaf...
KAYNAK YOK?
Gazeteci Tuncay Özkan, kendi sitesinden hakkındaki yazılanlara bir açıklama yazmış. Özetle alıyorum: “Tuncay Özkan’ın Kanaltürk’ün kuruluşunda 17 milyon dolarlık bir harcama ile, Oyakbank’tan kredi aldığını bir okul arkadaşına söylediği iddiaları bu gazetelerde dile getirilmiş... Bu iddialar Kanaltürk’ün egemen gücün ürettiği faşizme karşı duruşunun ve demokratik taleplerinin sindirilememesinden başka bir şey değildir. Bunlar talimatla yaptırılan, Tuncay Özkan ile Kanaltürk’ü karalamaya dönük haberler...”
Breh breh! “Bunların tamamı yalandır. Yazanlar gazeteci olamayacak kadar cahil ve şuurdan yoksundur. Kanaltürk hiçbir siyasî parti ve siyasî kişiden bağış, yardım, destek primi veya başka bir ad altında bir tek kuruş para almamıştır. Kanaltürk hiçbir bankadan kredi kullanmamıştır. Bunlar kurumları ve kişileri rahatsız etme amaçlı kof, alçakça yayınlardır. Bunlarla ilgili olarak yayınları yapanlar ve amaçlarını gösteren açıklamalarımız devam edecektir.” Peki kaynak? Kanaltürk’ün nereden kaynak temin ettiği yönünde bir bilgi halen mevcut değil?
05.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Seçmen profili |
|
BBC 2006 yılının değerlendirmesini “Bir yıl önce bunların olacağını bilmiyorduk” başlığıyla duyurdu.
İslâm dünyası açısından pek parlak bir yıl olmadı, ama ülkemiz için fena sayılmazdı.
Şimdi dün dünde kaldı.
Geleceğe bakmak gerekiyor.
Tabiî Churchill’in, “Ne kadar uzak geçmişe bakabilirsen, o kadar ileriyi görebilirsin” sözünü de unutmadan…
İnişli çıkışlı bir yıl olacağı benziyor 2007…
Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimleri yaşayacağımız bir yıl olacak.
“Seçim” dedi mi sancı demek bizim ülkemizde.
Önce Mecliste Çankaya için seçim yapılacak.
Gerginlik şimdiden başladı.
Sonra yollara düşecek siyaset.
Meydan meydan gezilecek, mahalle mahalle taranacak ve millî irade yeniden şekillenecek.
Herkes babasının ne denli önemli bir adam olduğunu anlatıyormuş. Çocuğun biri, “Benim babamın önünde herkes şapkasını çıkarır” demiş. “Herkes mi?” diye üstelemişler. “Başbakan, hatta Cumhurbaşkanı da mı olsa senin babanın önünde şapkasını çıkarır?” diye sormuşlar. Çocuk kasılarak, “evet” demiş. Öğretmenin aklına gelmiş. “Oğlum senin baban ne iş yapar?”diye sormuş. Çocuk, “berber” demiş.
Demokrasinin berberi de sandık. Herkes başını açıp milletin önüne oturacak, o da tıraşını yapıp, hangi partiye ne şekli verdiğini sandık açıldığında göreceğiz. Sandıktan başarılı bir sonuç elde etmek için milletin nabzını iyi tutmak gerekiyor.
2007 yılına girerken Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin yaptırdığı kamuoyu araştırmaları bu açıdan bir fikir veriyor.
Türk halkı 2007 yılına umutla bakıyor. Buna “iyimser” de diyebilirsiniz. Bu yüzden aşırı karamsar politikalardan uzak durmak gerekiyor. 2001 ekonomik krizi gibi bir felâket olmadığı sürece insanlar niye umutsuz olsun ki? İnsan umut ettiği sürece yaşar. Türk halkının üçte biri “2007’de daha iyi bir Türkiye” olacağına inanıyor.
Partilerin de bunu dikkate alarak, milletin önüne kendi iktidarları döneminde Türkiye’nin daha iyi olacağı umudunu vermesi gerekiyor.
Altını bir kez daha çizmek istiyorum, halk geleceğe umutla bakıyor.
Erken seçim çağrıları ise cevap bulmuyor. Halk geleceğe uzun vadeli olarak bakmak istiyor. Apar topar bir seçime gitmenin hesaplarını alt üst edeceğinin bilincinde. Bu yüzden erken seçime karşı çıkanların oranı 49.8 gibi ciddî bir rakama ulaşıyor. “Erken seçim olsun” diyenler yüzde 50.2 değil tabiî ki. Erken seçim isteyenlerin oranı yüzde 40.9 olarak çıkıyor.
Burada erken seçimle birlikte siyasî istikrarın zarar göreceği endişesi de etkili olabilir.
Siyasî istikrar çok hassas bir konu haline geldi. Neredeyse Türk halkının yeni tabusu. Ya da geleceğe tutunduğu en büyük umut kapısı.
Siyasî istikrarı bozan kim olursa, karşısında milleti bulur. Bu araştırmaların ortaya koydu tabloyu tek kelime ile özetlemek mümkün.
Türkiye’nin sağduyu profili çıkarılmış adeta.
Meclise güven ilk sırada yer alıyor. Parlamenter demokrasi adına ne kadar önemli bir veri. Halkın yüzde 47.5’i Meclise güveniyor. Ama aynı zamanda çok güvendiği kurum olarak yüzde 58’le orduyu da es geçmiyor. Biri diğerinin alternatifi değil elbette ki. Türkiye gerçeği bu.
Değerlendirmeleri bu veriler ışığında yapmak gerekiyor. Milletvekillerinin Kızılay’a indiği zaman rozetlerini çıkardıkları ve halkın içinde “Ben milletvekiliyim” demeye utandığı dönemlerden buralara gelinmesi demokrasi adına bir kazanç.
Sağduyu tablosu dedim.
Bakın Cumhuriyet için tehdit sıralaması yapıldığında millet, ilk sıraya bölücülüğü koyuyor. İşsizlik ve yoksulluk ikinci sırada, üçüncü sırada ekonomi geliyor. İrtica ise dördüncü sırada ve yüzde 10’da…
“Bizi AB’ye almayacaklar” propagandasına, “ülkenin AB’ye peşkeş çekildiği” nutuklarına rağmen halk geleceğini AB’de arıyor.
AB’ye üyelik sürecinin Türkiye’nin yararına olduğuna, demokrasi ve insan hakları standardının yükselmesine sebep olduğuna inananların oranı yüzde 55. Bu oran iktidarın AB heyecanını kaybetmesine ve AB’nin onca densizliğine rağmen çıkıyor. Dikkatinizi çekerim.
Halk AB’ye üyelikle millî kimliğin kaybedileceğine, ulusal egemenliğin yok olacağına da inanmıyor. Hem de yüzde 53 seviyesinde bu tür boş sözlere karnım tok diyor.
İki gazetenin araştırmalarında çarpıcı bir nokta var. Sezer Çankaya’ya çıktığı günden bu yana cumhurbaşkanlığı makamına güven yere çakılmış durumda. Sezer Cumhurbaşkanı olduğunda cumhurbaşkanına güven yüzde 94,1 seviyesinde. Şimdi ise bu yüzde 68’e gerilemiş.
Ancak başbakan konusunda farklı bir durum var. 2001’de Ecevit’in başbakanlığı döneminde yüzde 17 olan güven Erdoğan’la birlikte yüzde 51’e yükselmiş. Erdoğan’ın şehitleri üzen talihsiz sözleri ve gereksiz polemiklerinden önce yapılsaydı bu araştırma, oranın daha yüksek çıkacağından eminim.
Sandığa gitmeden Türk halkının sağduyu profili ortaya çıktı. Şimdi siyasete düşen bunu iyi okuyup, politikalarını ona göre belirlemekte…
05.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Bedenlenme, hulûl ve ittihad - 2 |
|
Hoca Mird Dard’a göre her şey O’n-dandır (heme es ost) görüşü vahye uygundur. Dolayısıyla da yalnız bu hakikattır. Her şey O’dur (heme ost) görüşü ise vahdet-i mevcut ve mutlak hulul ve ittihad anlayışıdır ki mutlak olarak yanlıştır. İbni Teymiyye bu noktada Allah’tan başka hiçbir şeyin kadim ve ezelî olmadığını söylemektedir. Bütün milletlerin bu noktada ittifak ve icma ettiklerini nakletmektedir (El Usul el fikriyye limenheci’s selefiyye, Şeyh Halid Abdurrahman el Ak, El Mektebetü’l İslami, s: 252). Kim Allah’tan başkasına kıdem ve ezeliyet isnad ederse o dinden çıkmıştır. Tam da bu bağlamda, Gazali, İbni Sina, Farabi ve diğerlerini kıyasıya eleştirmektedir. Çünkü onlar akıl, can, heyula ve suretlerin ve semavatın ve içindekilerin kıdemine inanmaktadırlar.
İmam Rabbanî Hazretleri filozofların bu görüşlerinin yanında Muhyiddin İbnü’l Arabi’nin de kâmil kişilerin (kümmel) ervahlarının kıdemine inandığını, ama bu görüşünün tevil edilmesi gerektiğini söylemiştir. İbni Arabi’nin görüşü konusunda bir mazeret kapısı aramıştır. Bu aslında, genellikle ehl-i sünnet çizgisindeki âlimlerin yoludur. Ama bu yol seçici olmamalıdır. Mazeret kapısı iyi niyetle bezenmiş herkese açık olmalıdır. Bu olmazsa çifte standarta gidilmiş ve insaf elden bırakılmış olur.
Sözgelimi, İmam Rabbani bu hususta İbni Arabi’yi mazur görürken meşrep farkından dolayı İbni Teymiyye fenaun nar (cehennemin ateşinin kalıcı olmaması) görüşünden dolayı Cehmiyyeyi tekfir ederken İbnü'l Farıd gibilerin ittihad anlayışını da yermiş ve bunu mecaz olarak görmemiştir. Bu meselelerde Şeyhülislam Mustafa Sabri Muhyiddin Arabi gibilerini paylarken Zahid el Kevseri merhum da sadece İbnü’l Kayyım’i değil, aynı zamanda hocası İbni Teymiyye’yi de fenaun nar suçlamasıyla muahaze etmiştir. Burada maalesef meşrebine göre muamele karşımıza çıkıyor. Bu yönüyle bu meseleler hilâfiyat meselesinden ziyade bir ihtilâf meselesi haline geliyor. Sufi meşrepler İbni Arabi’nin fenaun nar gibi bir takım görüşlerini sineye çekerken, sıra İbni Teymiyye’ye gelince oklarını ona teksif etmişlerdir. Halbuki İbni Teymiyye için de aynı şeyler söylenmektedir.
Esasen sufilerle selefiler birçok noktada buluşuyor. Bunlardan birisi de ölüleri taklit etmemektir. Sözgelimi, Abdurrauf Münavi Feyzu’l kadir isimli Camiu’s-sağir şerhinde Beyazıd-ı Bistamî’den şu sözü nakletmektedir: “Aheztüm ilmeküm meyyiten an meyyitin ve ahazna ilmena ani’l hayyillezi la yemut/ Siz ilminizi ölülerden ölü olarak aldınız. Bizse, ilmimizi, ölmeyen diriden (Allah) aldık...” Kimi selefiler de herkesin içtihad edebileceğini öngörmektedirler ve: “Fıkhı İmam-ı A’zam ve benzerlerinden alacağına doğrudan Resullah’tan veya Kur’ân’dan al” demektedirler.
Birisi fıkıhta, diğeri ise tasavvufta aynı anlayışı seslendiriyor. Bu iki sözde de sıhhat payı var, ama ricali için. Tasavvufta Beyazıd-ı Bistamî belki de Üveysîlik kanalıyla hocalarını aşabilir. Belki Suyutî gibiler de fıkıhta selefî ümmetle aradaki mertebeleri ve kişileri aşabilir, ama bir ami kişi ile şer-i şerifi anlama noktasında İmamı A’zam’ı eşitlemek herhalde aklın kabul edemeyeceği bir şey olur.
İbni Teymiyye taklit noktasında sadece şu tavsiyeyi yapmaktadır: “Yakin olarak yanlışlığını bildiğin meselede mukalledi/takit merciini taklit etme...” Bu bapta bundan daha adil ölçü olabilir mi? Herkes birbiri hakkında benzeri yanlışlara düşüyor. Sözgelimi Gazali İbni Teymiyye’nin dilinden kurtulamayanlardan. Diyor ki: “Felsefe kitaplarının karnına girdi çıkmak istese de bir daha çıkamadı…” Yani onu filozoflara bulaşmakla suçluyor. Ama muhalifleri de İbni Teymiyye için aynı şeyi söylüyor. Ali Sami Neşşar: “İbni Teymiyye kelâma karşı olarak, onu tashih kelâm alanına girdi, ama buradan bir daha çıkamadı ve mütekellim oldu” diyor.
Aslî meseleye ve aşkınlık meselesine dönecek olursak, bu hususta en güzel söz şu olsa gerek: “La yalemullahe illallahu’ yani Allah’ı en iyisi yine kendisi bilir. Keza bazı duâlarda da böyledir. Bizim onu tanımaktan aciz olmamız bizim açımızdan kemaldir. Yoksa erişilmezlik değildir. O kullarını severek kâinatı yaratmıştır. Bizden de kendisini sevmemizi istemektedir. Ve kullarına şah damarından daha yakın olduğu da kendi beyanı ve ötesinde lütfudur.
05.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Bediüzzaman ve meşveret |
|
İslâmın istişare gibi önemli emrine uymada hayatını İslâma endeksleyen Bediüzzaman da alabildiğine titiz davranırdı. Onun en çok önem verdiği konulardan biri de meşveretti.
Ona göre meşveretin Müslümanın hayatında büyük yeri vardır. Fikirlerini birleştirme adı altında asırlar ve zamanlar tarih vasıtasıyla birbirleriyle meşveret etmiş ve bugünkü ilerleme ve fenler doğmuştur. Asya kıtasının en gerilerde kalışının sebebi ise meşvereti yapmamasıdır. Oysa meşveret Müslümanların sosyal hayattaki saadetlerinin anahtarı hükmündedir. “Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şuradır.”
Bediüzzaman bunun önemini anlatırken, fertler gibi taifeler ve kıt’aların da şûrâ yapmaları üzerinde durur, böylece yüzz milyonlarca Müslümanın ayaklarına vurulan çeşit çeşit istibdat kayıtları ve zincirlerinin açılacağını, dağılacağını söyler.1
Demek ki meşveretin olmadığı yerde istibdat boy göstermekte, kuvvet bulmaktadır. Tek fikir, tek görüşün yanılma şansı kuvvetli olduğu gibi dış tesirlere karşı da mukavemeti azdır. Çünkü, “Fert, tesirât-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir.”2 Meşveretin olduğu yerde ise tek fikir ve tek görüşün hâkimiyeti yerine çok akılların ittifak ettiği çoğunluğun görüşü hâkimdir.
“Neden şûrâya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan İslâmiyetin hayatı ve terakkisi nasıl o şûra ile olabilir?” sorusuna ise şu cevabı verir Bediüzzaman:
“Haklı şûra ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden; üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın, hakiki ihlas ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile, bin adam kadar iş gördüklerini çok vukûât-ı tarihiye ile bize haber veriyor.”
Daha sonra meşveretin diğer bir önemli faydasına da şöyle dikkat çeker Bediüzzaman:
“Mâdem beşerin ihtiyacâtı [ihtiyaçları] hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve nihayetsiz hâcetlere karşı îmandan gelen nokta-i istinad ve nokta-i istimdat ile beraber hayat-ı şahsiye-i îmaniyesi dayandığı gibi, hayat-i içtimâiyesi de yine îmanın hakâikinden [hakikatlerinden] gelen şûrâ-yı şer’î ile yaşayabilir, o düşmanları durdurur, o hâcetlerin teminine yol açar.”
Dipnotlar:
1- Hutbe-i Şâmiye, s. 65, 66.
2- Sünûhat, s. 50.
05.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kerahet vakitleri ve mükellefiyet yaşı |
|
Manisa’dan okuyucumuz: “1- Kerahet vakitleri hangi vakitlerdir? Akşam namazına 45 dakika varken ikindi namazı kılınır mı? 2- İnsan kaç yaşında mükellef sayılır? Erkeklerde 12-15, kadınlarda 9-12 diyorlar. Bu doğru mudur?”
Ukbe ibn-i Âmir el-Cuhenî anlatıyor: “Üç saat vardır ki, Resûlullah Efendimiz (asm) bizleri o saatlerde namaz kılmaktan ve ölülerimizi kabre koymaktan nehiy buyurdu: 1- Güneş doğmaya başladığından (bir mızrak boyu) yükselinceye kadar geçen zaman. (40–50 dakikalık bir zaman dilimi) 2- Güneş tam ortada iken ayakta duranın ne doğusunda, ne batısında hiçbir gölgenin kalmadığı vakitten itibaren güneş biraz meyledinceye kadar geçen zaman. 3- Güneş batmaya meylettiği vakitten itibaren tamamen batıncaya kadar geçen zaman.”1
Kerahet vakitlerinde nafile namaz kılınmaz ve ölü kabre konulmaz. Fakat Kur’ân okunabilir, duâ yapılabilir, tesbihât yapılabilir, dinî kitap okunabilir. Şafiîlere göre kaza namazı kılınabilir.
Sabah ve ikindi namazlarını bilerek kerahet vakitlerine kadar geciktirmek mekruhtur. Bununla beraber, her ne sebeple olursa olsun geciktirilmişse namaz tamamlanır. Ebû Hüreyre (ra) ve İbn-i Abbas (ra), Peygamber Efendimiz’in (asm) şöyle buyurduğunu bildirmişlerdir: “Her kim sabah namazında bir rekâti güneş doğmadan evvel yetiştirirse sabah namazına yetişmiştir. Her kim de ikindi namazında bir rek’ati güneş batmadan evvel yetiştirirse ikindi namazına yetişmiştir.”2
Hazret-i Âişe’nin (ra) rivâyeti de şöyledir: Resûlullah Efendimiz (asm), “Her kim ikindi namazının bir secdesini güneş batmadan evvel yetiştirirse, yahut sabah namazının bir secdesini güneş doğmadan evvel yetiştirirse bu iki namazı kılmış olur”3 buyurmuştur.
Sabah namazını kılarken güneş doğmuş olsa, yeni bir vakit girmediğinden, Hanefîler, yukarıya aldığımız birinci hadisteki nehiyden hareketle namazın bozulacağına hükmetmişler; fakat ikindi namazını kılarken güneşin batması halinde namazın bozulmadığını bildirmişlerdir. Çünkü ikindi vaktinde güneş battıktan hemen sonra yeni bir namaz vakti girmektedir.
Netice olarak denilebilir ki, ikindi namazı eğer kılınmamışsa, güneş batarken de kılınabilir.
Teklif yaşına gelince: Teklif yaşı kişinin akıl-baliğ olduğu yaştır. Büluğ, biyolojik ergenlik demektir ve kişinin çocukluk döneminden çıkıp yetişkinler grubuna katıldığı dönemin başlangıcıdır. Bu yaş iklim şartlarına ve çocuğun biyolojik ve psikolojik yapısına ve yaratılışına göre değişebilir. Ergenlik çağı net olarak, erkek çocuklar için ilk ihtilâm olduğu yaşta; kız çocuklar için ise ilk âdet görmeye başladığı yaşta başlamış olmaktadır. Bunu yaş olarak rakamlara da döken İslâm Hukukçuları bu konuda bir alt sınır, bir de üst sınır belirlemişler; alt sınırın altındakileri ergen saymamışlar; üst sınırı geçenleri ise, her ne kadar ergen olmadıklarını iddia etseler de ergen saymışlardır. Alt sınır kızlarda dokuz, erkek çocuklarda on ikidir. Üst sınır ise, İmam-ı Azam Ebû Hanife’ye göre kızlarda on yedi, erkeklerde on sekiz; İmam-ı Malik’e göre her iki cins için on sekiz; Hanefî Fukahasından İmam-ı Ebû Yusuf ile İmam-ı Muhammed’e göre ise her iki cins için de on beş yaştır.4 Büluğ çağı konusunda Bedîüzzaman’ın içtihadı da ortalama on beş yaştır.5
Bu durumda, ergenlik dönemi de denilen büluğ çağı için öncelikle kendi biyolojik yapımızı esas almamız ve yukarıdaki temel ölçüler çerçevesinde kendi yaşımızı kendi kendimize tesbit etmemiz daha sağlıklı olacaktır. Eğer tereddüt içinde kalır isek galip kanaatimizle belirlediğimiz yaşı; bu da olmaz ve tereddüt halimiz devam ederse on beş yaşını kendimiz için büluğ çağı, yani teklif yaşı, yani mükellefiyet yaşı olarak kabul etmemiz daha sağlıklı olacaktır.
Dipnotlar:
1- Müslim, Salâti’l-Misâfirîn, 293
2- Müslim, 608
3- Müslim, 609
4- F. Hindiyye, 10/345
5- Sözler, 591
05.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Sarıkamış'tan Çanakkale'ye Enver Paşa (1) |
|
Osmanlı devleti için Birinci Dünya Savaşının en zor, en çetin, en önemli ve en kritik iki büyük cephesi vardı: Çanakkale ve Kafkasya Cephesi.
Bu iki cephenin de tarihte derin izler bırakan iki önemli hadisesi var: Çanakkale Zaferi ve Sarıkamış Fâciası.
Bu iki hadisenin ise, ayrılmaz bir parçası ve olmazsa olmaz bir fenomeni var: Enver Paşa.
Ne hikmettir bilinmez, Enver Paşayı "Atatürk karşıtı" ve hatta "vatan haini" gören kimi resmî görüş sahipleri, Sarıkamış Fâciasının bütün günahını Enver Paşaya yükledikleri halde, onu Çanakkale'de yok saymakta, yahut görmezden gelmektedirler.
Halbuki, aralarında sadece 2–3 aylık bir zaman farkı bulunan her iki hadisenin vukuunda da, Enver Paşa Harbiye Nazırı ve Başkomutandır.
O halde, niçin birinde büyüteç altında gösterilen Enver Paşa, diğer hadisede görünmezden geliniyor?
İşte, bundan 92 yıl evvel yaşanmış olan bu iki büyük hadisenin iç yüzünü ve adeta tersyüz edilen gerçek çehresini gösterecek olan can alıcı nokta burasıdır.
Onun içindir ki, biz de bilhassa bu nokta üzerinde durmak istiyoruz.
5 Ocak'ta fâcia, 18 Mart'ta zafer
Ermeni çetecileriyle ateş gücü yüksek Rus ordusuna karşı Kafkas Cephesinde yaşanan savaşın en dramatik sahnesi, hiç şüphesiz Sarıkamış'ın karlı dağlarında yaşandı.
Bu cephede savaşan 3. Ordumuzun mevcudu 100 binin üzerindeydi. Bütün cepheyi tutmuş olan bu ordunun ağırlık merkezi ise, 22 Aralık 1914'ten itibaren Sarıkamış'a kaydırıldı.
Ordumuz, rakımı 3000 metreyi geçen karlı Sarıkamış dağlarında mevzilenecek ve yaklaşan Rus ordusuna karşı harbedecekti.
Ancak, o yılki kış şartları çok çetin geçti. Bu yüzden de, on binlerce askerimiz, düşmanla hiç karşılaşmadan ve tek kurşun dahi atamadan şiddetli kar ve tipi altında kalarak şehid düştü.
Askerimiz, yanlış ve zamansız yapılan bir harp stratejisinin kurbanı oldu. Ne var ki, şehit sayısı 90 yıldır tartışmalı olan bu büyük dramın bütün sorumluluğunu Enver Paşaya vermek, hakikatin ruhuyla bağdaşmaz.
Sebebine gelince...
Birincisi: O seneki ağır kış şartları sebebiyle, sadece bizim askerimiz değil, hemen hemen aynı sayıda olmak üzere, soğuk hava şartlarına alışkın olan on binlerce Rus askeri de o dağlarda kırılmaktan kurtulamadı.
İkincisi: Osmanlı ordusu, yüz yıldan fazla bir zamandır ki, hemen hiçbir cephe savaşını zaten kazanmış değil. Maalesef, eldeki ordu, yaşlı ve kendini rakiplerine göre modernize edememiş yaşlı bir imparatorluğun tâ Viyana Bozgunundan beri sürekli geriye doğru çekilen hantal bir ordudur.
Üçüncüsü: Enver Paşanın emri altında bulunan ve orduya hükmeden komutanlar, emre itaatsizlik ve belirlenen harp stratejisine aykırı inisiyatif kullanmak gibi hatalara düşüyor.
İşte, bu derece olumsuz ve karmaşık şartlar altında 22 Aralık günü başlayan Sarıkamış harekâtı, 5 Ocak 1915 günü büyük bir fâcia, yürekleri dağlayan bir dram ile noktalanıyor.
Ordunun bu perişaniyeti ve yaşanan büyük fecâat neticesi, Rus ordusu Ermeni çetecilerin klavuzluğunda hızla ilerliyor ve ilkbahara doğru Erzurum'u da geçerek Van sınırına gelip dayanıyor.
Karşısında savaşarak düzenli bir ordu bulamayan Rus kuvvetleri, Mayıs ayında Van'ı işgal ederek (ki, "Tehcir kànunu" o zaman çıktı) Muş ve Bitlis istikametine doğru hızla ilerlemeye başladı.
Ermeni fedâileriyle Rus ordusunu bu dağlık bölgede yaklaşık bir yıl müddetle durduran ve onlara ağır kayıplar verdiren kuvvet ise, Milis Kuvvetleri Kumandanı Fahrî Albay Bediüzzaman Said Nursî ile etrafına toplanmış olan gönüllü kahramanlar oldu.
Bitlis'te, o tarihte hakikaten bir kahramanlık destanı yazıldı ve "Bitlis Boğazı" geçilmez kılındı.
İşte, bu destanın yazılmasında da Enver Paşanın rolü büyüktür.
Zira, Bediüzzaman'ın komutasında bir milis teşkilâtının kurulmasını bizzat Enver Paşa istediği gibi, onlara silâh ve mühimmat yardımı yapan da yine kendisidir.
İşte, böyle bir kumandana "vatan haini" damgasını vurmanın, acaba vicdanla, insafla, tarihî gerçeklikle bağdaşır bir tarafı olabilir mi?
Ayrıca, bir insanın bazı hata ve zaaflara sahip olması, onun vatan haini olmasını asla gerektirmez.
Şimdi dönelim Çanakkale Cephesine...
* * *
Sarıkamış Fâciasının bittiği günlerin hemen ertesinde, bu kez Çanakkale Boğazı girişinde, boğaza yüklenen yedi düvele karşı büyük bir deniz muharebesi başladı.
Savaşın en çetin günleri ise, Mart ayının başlarında yaşandı.
Neticede, on binlerce Mehmetçiğin şehadetiyle büyük bir zafer kazanıldı.
Sarıkamış felâketi, 5 Ocak'ta sona ermişti. Çanakkale deniz zaferi ise, 18 Mart'ta müyesser oldu.
İşte, bu her iki hadisenin başlayıp bittiği zamanlarda da, Başkomutan mevkiinde bulunan kişi, Enver Paşadan başkası değildir.
Peki, bu hakikat neden resmî tarihlerde olduğu gibi yansıtılmıyor?
Diğer bazı sebeplerin yanı sıra, en önemli sebebi şudur: İkisi de 1881 doğumlu olan Enver Paşa ile Mustafa Kemal arasındaki "ezeli zıtlaşma" ve orduda birbirine rakip olma duygusu...
Zaman içinde üst üste düğüm bağlamış olan bu önemli sırrı, inşaallah bir sonraki yazımızda açmaya çalışalım...
05.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Gerçek zevk, lezzet ve mutluluk yolu: İman |
|
Seküler/materyalist hayat görüşlü bir gençle, inanç/iman, yani yaratılış, huzur, zevk ve mutluluk yollarını konuşurken, ona:
“Hepimiz gerçeğin, huzur ve mutluluğun, dolayısıyla lezzet ve zevkin peşinde değil miyiz?”
“Evet.”
“Öyle ise görüşlerimizi birbirimize kabul ettirmeye değil; her şeyi sorgulayarak gerçeği bulmaya çalışalım. Gerçek zevkin, huzur ve mutluluğun kaynağını bulalım. Duygularımızın değil, akıl/mantık ve vicdanımızın sesini dinleyelim.”
“Kabul…”
“Seni kâinatın Sahibine inanmaktan alıkoyan şey nedir?”
“Tüm özgürlüklerim yok olur. İnanıyorsan, ibadet edeceksin, kurallar içinde yaşayacaksın. İstediğin gibi yaşayamazsan, mutlu olamazsın.”
“İki nokta arasında çekilen hattın, en kısa ve doğru çizgi olduğunu biliriz. Allah’a imanın en doğru, en kolay, dolayısıyla en huzurlu ve mutlu; inkâr yolununsa gayet uzun, zor ve tehlikeli olduğu ispat edilirse ne dersin?”
“Dinliyorum!..”
“Yalnız, lütfen hislerimizi ve önyargılarımızı bir kenara bırakıp, akıl ve vicdanımızla hareket edelim. Uçağa bindin mi? Fark etmez, otobüs, tren veya gemi de olabilir… Sık sık yaptığımız bir seyahati şimdi hayalen tekrarlayalım: Gözlerini kapat ve uçağa, gemiye, trene bin ve düşün: Uçak pilotsuz, gemi kaptansız olmaz! Uçağın pilotsuz, geminin kaptansız olması mı daha akıllı/mantıklı; olmaması mı? Olması mı daha huzur ve mutluluk verici, yoksa olmaması mı? Farzımuhal, öyle düşünsen; çekeceğin korku, endişe ve heyecanı hesaplayabilir misin? Her vasıtanın kendine has kuralları var; rastgele işler yapamazsın. Uçak iner ve çıkarken kemeri bağlaman gerekir. İstediğin zaman kalkıp koşamazsın, oyun oynayamazsın veya dans edemezsin!”
“Olabilir!.. Pilot ve kaptanın olduğunu kabul edelim, ama, bunlar bir değil, birkaç tane olamaz mı?”
“Bu, konunun başka bir boyutu. Mutlaka bir sürücü ve yönetici kabul ettiysek, cevabı kolay. Aynı anda iki şoförün direksiyonda olduğunu düşünün! Eğer iki veya daha fazla ilâh olsaydı, kâinatın düzeni kısa bir zaman diliminde bozulmaz mıydı? ‘Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi Allah onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.’1 Atomdan yıldızlara, galaksilere, kâinatın bir ucundan diğerine aynı kanun, aynı düzen, aynı sistem var olduğuna göre, Yaratıcı ve Yönetici tektir…”
Şimdi pratik hayatımıza dönelim: İstikametli, dengeli, kolay, dürüst, düzenli, huzurlu ve mutlu bir hayat; imanla mı mümkün; inançsızlıkla, felsefeyle mi? Önce şu temel tesbiti yapalım:
İnsanda akıl, şehvet ve gadap (öfke/savunma mekanizması) olmak üzere üç temel duygu ve yetenek var. Bunlar da ifrat-tefrit (aşırı uçlar) ve vasat (orta/denge) olmak üzere üç dereceli.
* Aklın ifratı; cerbeze (yanlışı doğru, doğruyu yanlış gösterecek kadar aldatıcı zekâ); tefriti gabavet ile hiçbir şeye aklın ermemesidir. Biri aldatır, kandırır, diğeri aldanır. Bu hem mutsuz olmak, hem mutsuz etmek demektir. Vasatı/dengesi; gerçeği gerçek bilip uymak; yanlışı yanlış bilip uzaklaşmaktır.
* Şehvetin, yani, yeme, içme, konuşma gibi her türlü zevk, lezzet ve mutluluk veren şeylerin ifratı fücûr; namus ve ırzları ayak altına almak; tefriti; meşrû zevklere de iştahı olmamaktır. Denge durumu iffettir. Meşrû olan şeylere iştahı olur; gayr-i meşrû sınırını aşmaz.
* Gadap duygusunun ifrat-tefriti (aşırı uçları), tehevvür (hiçbir şeyden korkmamak) ve cebanet (korkulmayacak şeylerden bile korkmak). Vasatı ise; şecaattir. Gerektiğinde dünya ve dinî hukuku için hayatını feda eder; meşrû olmayan şeye karışmaz.
Şimdi içe bakış metoduyla, kendimizden kıyas ederek düşünelim: Aşırılıklara açılan seküler, materyalist felsefe yolu mu; dengeyi gerektiren iman yolu mu gerçek ve doğru huzur, zevk, lezzet kaynağı?
Dipnot:
1. En’am Sûresi, 22.
05.01.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Halil USLU |
Kelime-i şehadet, hakkıdır |
|
Bir insan, bahusus Müslüman, bazılarına göre günahkâr olabilir, suçlu ve gaddar da olabilir. Fakat son ânında idama giderken ve kelime-i şehadet getirirken hiçbir güç ve insan mani olamaz. 2007 dünyasının penceresi bununla açılmamalıydı. İslâm dünyasında bütün cezaevlerinin kapıları açıldığı ve af çıkarıldığı bir günde, bir ülkenin lideri, sevelim sevmeyelim, bayram sabahı asılamazdı ve asılamaz. Bunları yapanları Müslüman veya insan haklarına saygılı veya hür ülke diye nasıl takdim edeceğiz ve nasıl anlıyacağız? Bunları görünce çağın Mevlânâ’sı Hz. Bediüzzaman’ın Mektubat’ına bayram sabahında hüzünle, hicranla gittim. İlham kaynağı olan 22. Mektub’unda bugüne diyor ki: “Elhasıl: ‘El-hubbu lillâh, ve’l-buğzu fillâh, ve’l-hükmü lillâh’ olan desâtir-i âliye düstur-u harekât olmazsa, nifak ve şikak meydan alır. Evet, ‘El-buğzu fillâh, ve’l-hükmü lillâh’ demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder. (...)
“Câ-yı ibret bir hadise: Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: ‘Neden beni kesmedin?’ Dedi: ‘Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim.’ O kâfir ona dedi: ‘Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır’ dedi. (...)
“Hem medar-ı dikkat bir vakıa: Bir zaman bir hâkim bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünkü şeriat namına, kanun-u İlâhî hesabına kesseydi, nefsi ona acıyacaktı. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiştir..”
Kurban Bayramı sabahı, Saddam’ın idamının görüntülerini seyrettim. Saddam ne olursa olsun, yapılan mahkeme, şeriat mahkemesiyle hiç alâkası yoktu. Toplatılmış uzaktan kumandalı atmacalardı. O mahkemeleri seyrederken, küçük yaşlarımda ellerini öptüğüm “İslâm’ın kahraman evlâdı” şehit şaşbakan Adnan Menderes’in yargılandığı “Yassıada Mahkemeleri!” hayalimde canlandı. Birbirinden farksızdı. Hukukla, vicdanla hiç alâkası olmayan işkenceydi.
Cellâtlara baktım, cellatlıkla alâkası olmayan, vahşi, gaddar, intikamcı ve korkularından yüzlerini örten sahtekâr vicdansızlardı. Saddam’ın boynunu iple kırarak öldürdüler, idam sehpası normal sehpa değildi. Kelime-i şehadetine dayanamadılar. “Cehenneme git” diye bağırıyorlar. Bunların neresi Müslüman? Rahmetli Başbakan Adnan Menderes idam sehpasından indirilip kefene sarılırken, göğsünün üzerinde sigaralar söndürülmüş, yaralar vardı. Soruyorum bunlar neyin vicdanı ve neyin hukuku? Onun için Mahkeme-i Kübrâ’yı özlüyoruz ve bekliyoruz.
Yine Hz. Bediüzzaman’ın aynı mektubunda çıkış yolu sadedindeki paragrafı naklediyorum: “Câ-yı teessüf bir hâlet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı ağlatacak müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî: ‘Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde, dahilî adâvetleri unutmak ve bırakmak’ olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ edenlere ne olmuş ki, birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adâvetleri unutmayıp düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar? Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir…”
ABD’nin Adana Başkonsolosu, Irak müdahalesinde broşürler dağıtıyordu. “Irak’ın özgürlüğüne kavuşturulması için müdahale ediyoruz” diye. Fakat en rezil insan hakları suçları işlendi. Yetmedi, yalnız Felluce şehrinin 300 binlik nüfusu kitle imha silâhlarıyla imha edildi. Kan alabildiğine akıyor, durdurulmuyor. Soruyorum: Nerede insan hakları kurumları? Nerede AB? Nerede BM? Nerede 57 ülkelik İslâm âlemi ve güçlü Türkiye?
05.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|