Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahaddin YAŞAR

Kazanç ve mutluluk ilişkisi



Yazılan yazılar üzerine…

Herhalde yazı yazan kişi için en anlamlı şey, yazdığı yazının okuyucularda makes bulması ve hedefine ulaşmasıdır. Bu aynı zamanda yapılan faaliyetin amacına ulaştığının da bir göstergesidir. Çünkü yazı yazan, yazdıklarının okunması ve mesajın muhataplara doğru şekilde ulaşması için bu çabanın içindedir.

Bu noktada, yazı yazanın, bu işi ‘Rıza-i Hak’ için yapılıyor oluşu; okuyucunun da ‘Rıza-i Hak’ için eleştirel duruşunu sürdürmesi gerekmektedir.

Okuyucu düşüncelerinin

iletilmesi, sağlıklılık alâmeti

21 Ekim 2006 tarihinde yayınlanmış olan yazımız üzerine bazı okuyucularımızdan e-mailler aldım. Bunlardan en kapsamlısı ise, Bursa Gemlik’ten yazan bir okuyucumuzun e-maili idi. Yaklaşık üç sayfayı bulan e-mail, doğrusu nasıl bir okuyucu duyarlılığı içerisinde bulunduğumuzun apaçık bir göstergesi idi. Yani en ince meseleleri bile köşede takibe alan bir okuyucu profili, camia açısından, doğrusu çok memnuniyet verici ve sağlıklılık alâmeti.

Çalışmak, başarmak ve

güçlü olmak ne anlama geliyor

Yazının müzakere edilen cümleleri şöyleydi, “Güçlü, zengin, çalışkan tanımlamaları özellikle zamanımızda pek de masumiyet içermemektedir. Yani bir insan zengin oluyor, güçlü oluyor ve imkân sahibi oluyor da, mutlu olamıyorsa, bu durum size ne düşündürür? Doğrusu benim hemen aklıma gelen, bu kazançların içinde alın terinin olmaması ve dolayısıyla ‘haram’lık içermesi gelmektedir.”

Çalışma tempom düştüğünde sıkıntılarım artıyor

Meselâ sayın Ali Çınar, e-mailinden anlaşıldığı kadarıyla idealist, sürekli kendisini geliştiren, işini, çalışmayı çok seven bir kişi. Hatta temposu düştüğünde sıkıntılarının arttığından, anlama yeteneğinin azaldığından ve sinirli olduğundan bahsetmektedir. Ama bir o kadar da imanî boyutuyla ilgili… Bu, ideal bir portre. Ancak bu portrenin ideal oluşu, yaşayışında dünya-ahiret dengesi taşıyor olmasından kaynaklanıyor. Yoksa salt dünyayı amaç edinen bir çalışmak, bir başarı, bir kazanç bizim kastettiğimiz anlamda bir mutluluğu beraberinde getirmeyecektir.

Her çalışma ve başarı

beraberinde mutluluk getirir mi?

Sayın Çınar; “Çok çalışan, üreten, bir eserin vücudu için (eserin ne olduğu bile önemli değil) her şeyini geride bırakabilen, çok ciddi işlerin hazırlığını yaparak, gelişime dönük ve açık çalışıp (kendi doğruları çerçevesinde), dünyayı ve kendisini yarınlara hazırlayacak kadar (yine kendi doğrularıyla) büyük fikirli olup bu tempoda çalışan ama etrafına pozitif enerji üretmeyen, mutsuz ve neşesiz bir insanı görmediğim duymadığım gibi, böyle bir insan modeli de tasavvur edemiyorum. Mutsuzluk, üretmeden, hak etmeden, emek vermeden, alnındaki teri silmeden, üretken olmanın ne olduğunu bilmeden ve hatta hayatı bilmeden bir yerlere gelen zenginin işidir. Böyle insanlar güçlü bile değildir. Sadece zengindir. İşte bu anlamdaki zenginlik ne neşeyi arttırır ne de mutluluğu. Sizin verdiğiniz örnek de aslında bu zenginlerle ilgili.” diyor ve şöyle devam ediyor; “Güçlü, zengin ve çalışkan kelimeleri bu kadar ehemmiyetli, müsbet, elzem hatta ve hatta dünya Müslümanlarının (biz de dahil) bu günkü haline bakıldığında zarurî iken, masumiyeti ifade etmiyorlar dersek bu kadar hayati olan kavramları töhmet altında bırakmış olmaz mıyız?” diyerek tamamlıyor.

Kıymetli okurumuzun yukarıdaki cümlelerine katılmakla birlikte, her alın teri olan işin kişiyi mutluluğa götürmediği bilinen bir gerçektir. Hatta Risâle-i Nurlardaki ölçü, çalışmanın meşru dairede olması, hırs içermemesi ve dünyadaki işlere kalben bağlanmamak gerektiği üzerinedir. Nitekim mutluluk kavramına bizim yüklediğimiz anlam ile ehl-i dünyanın yüklediği anlam aynı olmak durumunda değil. Başarmak, çalışmak ve güçlü olmak gibi müsbet kavramların nerede ve nasıl kullanıldığı sonucu belirleyici olmaktadır. Yani her başarılı, her çalışkan, her zengin mutlu, pozitif anlamı çıkarılabilir mi? O zaman Batı’nın şimdilerde en mutlu insanlar topluluğu olması gerekirdi. Ama öyle mi?

Hatta Müslümanlar açısından bile bunu rahatlıkla söyleyemeyiz. Nitekim nice ehl-i iman, değişik alanlarda (iş dünyası, bakanlık, milletvekilliği, sanatçılık, vb.) belirli bir gelirin, belirli bir gücün, belirli bir statünün üstüne çıkınca, rotada şaşmalar kendini gösteriyor. Bu nedendir acaba? Bu hiç sorgulandı mı? İman sahipleri, ellerindeki imkân ve yetkiler ne olursa olsun, ehl-i iman gibi yaşamaya devam etmedikçe, gücün artması, zenginliğin artması mutluluğu getirmeyecektir. Yoksa ehl-i iman, belirli bir güce, etkiye, yetkiye sahip olunca, ehl-i dünya gibi yaşamaya başlayacaksa, burada huzur da yoktur, mutluluk da.

Nitekim ABD’de veya Batı’nın bazı ülkelerinde yaşanan ‘doymuşluk sendromu’, varlığın o insanlara saadet getirmediğini gösteren tipik örneklerdir. Bir insanın bütün maddi ihtiyaçlarını karşıladığınızda, o insanı tamamıyla mutlu etmiş olmuyorsunuz.

Kazancın içinde alın teri bulunurken, ‘helâl’liği de taşıması; ‘helâl’liği içinde taşıyan kazancın da, helal yolda harcanması, mutluluğa vesile olacaktır. Bu bütün insanlar için geçerlidir. Çünkü fıtrat kanunlarıdır. Nitekim hayatın, faaliyet ve hareketten ibaret oluşu, faaliyetin de ‘hayır’ oluşu, müsbet sonuçlara dönük olanlar için olsa gerek.

Fıtrata riayet eden mutluluğu da temin ediyor

Müslümanların da çalışkan, başarılı ve güçlü olmasına kim ne diyebilir ki. Zaten dinin emirleri bu yönde, ama zengin, güç sahibi, başarılı olurken, vasıtaların da meşrû olmasına, müspet olmasına ve insanların yararına bulunmasına dikkat etmek gerekmektedir.

Nitekim ehl-i imanın da karşı karşıya kaldığı ciddî tehlikelerin başında dünyevileşme bulunmaktadır. Kişi müspetlerin içerisinde bile, bu tehlikeyi dikkate almaz ise, o varlıklar, güçler mutsuzluk taşıyan birer faktör haline dönüşebilir. Bazı müsbet şirketlerin, kuruluşların bu tehlikeyi dikkate almadıkları için, ne gibi sonuçlara uğradıkları herkesin malûmudur.

Çok güçlü, çok çalışkan, çok başarılı; ama bir o kadar da vicdansız, zalim, despot o kadar insan var ki. Bunlar hangi fiillerinden dolayı mutluluğu hak etmiş olacaklardır?

Gücünü, başarısını, çalışmasını, zenginliğini; vicdanının, aklının, kalbinin eline verenlere ne mutlu. Onlar zaten hem kendi içlerinde hem de muhatap olduğu insanlarla mutludurlar.

Ehl-i iman insanların ehl-i dünya kurallarıyla mutluluğa ulaşmaları mümkün değildir. Ancak zenginlik, güç, başarı imana hizmet ettiği ölçüde kişiyi mutluluğa ulaştırabilecektir. Tabiî bu da ehl-i dünyanın bütün kurallarının kişiyi mutsuzluğa ulaştıracağı anlamına gelmemektedir. Fıtrat kanunlarına riayet eden, mutluluğu da temin etmiş olur.

23.12.2006

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Farklılıklar, zenginlik kaynağımızdır



Farklı yaşamak farklı düşünmek, farklı yiyip, farklı giyinmek; tamamen hür iradenin, demokratik kültürün, insan olmanın ve de fıtrata uygun hallerin bir gereği ve neticesidir. Kesinlikle kavga ve nizâ sebebi olmamalıdır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da makul çözüm, kesin doğruyu bulmak için felsefe açısından değil de Kur’ân, İslâm ve sünnet açısından bakmaktır. Aksi takdirde, bunun neticesi bugünkü dünya düzeni ve dehşet hali ve manzaradır. Ümitsizlik ve hüsrandır. Bu dar köşemizde gücümüzün yettiği kadar konuya bu açıdan bakıp değerlendirmeye çalışacağız.

Farklılık, kaçınılmaz bir yaratılış kanunu ve gerçeğidir. Cenâb-ı Hak Hucurat Sûresi on üçüncü âyetinde şöyle buyuruyor. Meâlen: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husûmet ve adâvet edesiniz değildir.” (Mektubat, s. .309)

Düz mantık açısından bakıldığında; farklılıklar aslında faydalanma sebebi olmalıdır. Faydalanma yerine kavga ve nizâ çıkıyorsa orada çok büyük bir yanlışlık yapılıyor demektir. Bu farklılıkları, mecralarında, makam ve yerlerinde kullanabilmek, bir hazım meselesidir, toleranstır, fedakârlıktır. Geniş ve boyutlu düşünmektir. Bir inanç, itikat ve kültür birikiminin gereğidir.

Bütün bu gerçeklere rağmen, ülkemizde ve İslâm ülkelerinde yürek paralayan vahşet sahnelerinin, gerginliğin, kavga ve husumetin ana sebebinin, farklı düşünce ve kavramlar olması çok büyük bir bedbahtlıktır. Acınacak ve hayret edilecek bir durumdur. Farklı fikir ve görüşlere, farklı grup ve ekollere, farklı din ve inançlara saygı gösterememe bir bağnazlıktır. Aykırılıktır, sapmadır. Zira, “saygı” göstermek, “kabullenmek” anlamına gelmez. Maalesef çoğu zaman böyle değerlendirilmeye çalışılıyor. “Saygı duymak”, sadece o görüş veya düşüncenin veya hadisenin “varlığını, var olduğunu” tesbit ve görmek demektir.

Tarih boyunca, Anadolu’da ve bütün İslâm coğrafyasında, farklılıklar bir zenginlik kaynağı olarak değerlendirilmesine rağmen, bu günkü mevcut durumda tamamen zıt görüntüye büründürülmesinin arkasındaki ana sebebe inmek zorundayız. Değilse durum iyiye değil kötüye gidecek, vahamet fazlalaşacaktır. Bunun için de acil tedbirler alınmalıdır. Bu uzun ve oldukça geniş bir sahadır. İşin özünde yine fert ve şahıs vardır. Oradan başlanmalıdır. Bu da eğitim, bilgilenme ve bilgilendirmeye bağlıdır.

Daha fazla vakit geçirmeden şuurlu olan herkesin ve her kuruluş ve grubun bu konuyu ciddî olarak gündemine alması ve fertten başlayarak bir koni gibi tepeye kadar gidecek her türlü meşrû faaliyetle çözüm üretmesi elzem hale gelmiştir. Bunu yapacak temel değerler manzumesi Risâle-i Nur gibi bir Kur’ân tefsiri de elimizin altındadır.

Tatbikatını ise, her sahada olduğu gibi, asrımızın müçtehidi ve manevî tabibi Üstad Bediüzzaman’ın hayatına baktığımız zaman her alanda görmemiz mümkündür. Onun her türlü insana karşı ilgi duyması, münasebet kurması, saygı duyması ve yardımcı olmaya çalışması, İslâma ve insanlığa hizmet edenlere ismen duâ etmesi, bilmeyenlere doğruyu ve hakkı tebliğ, zulmedenlere karşı da medenî ölçüler içerisinde sağlam ve dik durup nasihat edip hakkı beyan etmesi işte bu engin anlayışın bir ürünüdür. O, bedduâ ve gerginlik yerine hakta sebat ve sağlam duruşun temsilcisi olmuştur. Kavga, dövüş, kan ve ateş onun âleminde yoktur. Çünkü İslâm’da böyle bir şey yoktur. Fikre ancak fikirle karşılık vermek medeniyetin ölçüsüdür.

Farklı mizaçta yaratılmak aslında çok büyük bir zenginliktir. Farklılıklara katlanmak bir fazilettir. Farklılıklardan istifade etmek herkes için bir kazançtır. Farklı olmak esasında bir şükür vesilesi ve vasıtasıdır.

Zalim ellerin ve maşaların, İslâmiyet içerisinde bir zenginlik vasıtası olan mezhepleri ve farklı görüşleri âlet ederek kavga vesilesi kılmasının şerrinden kurtulmak için de kuvvetli duâlara ihtiyaç var.

Üzerinde yaşadığımız bu güzel ülke; çok müstesna, stratejik, medeniyetlerin beşiği olan bir mekândır. Milletimiz çok farklı kabiliyet ve yetenekleri içinde barındıran necip bir millettir. Tarihimiz şerefli ve mümtaz bir geçmişe sahiptir. Bu mevcut durum ve sahip olduğumuz bunca nimet ise bizlere çok farklı ve çok ağır yükümlülükler ve sorumluluklar yüklüyor. Aslında her birimiz kendi saha ve sınırlarımız içerisinde, eşref-i mahlûkat olarak bir sultanız.

Hassas dengelerin menfî yönde daha fazla bozulmaması için bu değer ve zenginliklerimizin doğru şekilde kullanılmasını sağlamak durumundayız. Buradaki bu güzel sayfaların bütün dünyada yankı bulup tesir etmesini de Rahmet-i Rahman’dan niyaz edelim. Zengin varlıkların, fakir bekçileri konumuna düşmeme ümit ve temennisiyle.

23.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Şeytanla mücadele



Hayatın yardımlaşma değil, mücadele olduğunu söyleyenler acaba bu mücadelenin nefis ve şeytanla mücadele olduğunun farkındalar mı? Yoksa zerreden kürelere kadar hükmeden yardımlaşma kanunu nasıl görmezden gelinir?

Eğer mücadele söz konusu ise o da nefis ve arzuları, cin ve insan şeytanlarına karşı mücadele edip günahlardan, kötü ahlâktan, kalp ve ruhu ebedî helâketten kurtarmak için mücadele etmekle olur.

Nitekim bu mücadele, “Sakın şeytan sizi doğru yoldan alıkoymasın. Muhakkak ki o, sizin ap açık düşmanınızdır”1 şeklinde birçok âyette dikkat çekilen şeytanın düşmanlığına karşı yapılacak mücadeledir.

Nisa Sûresi’nde de Hz. Âdem’e secde etmediği için rahmetten kovulan şeytanın insanları nasıl yoldan çıkarmak için didindiği şöyle anlatılır:

“Şeytana ise Allah lânet etti ve onu rahmetinden kovdu. O da şöyle dedi: ‘Madem ki onların yüzünden beni lânetledin. Ben de o kullarından bir kısmını elde edip onları peşime takarım. Onları doğru yoldan saptırırım. Onları boş heveslerle, fani dünya ile avutup ahiretten yüzlerini çeviririm. Ben onlara emrederim, onlar da hayvanlarının kulaklarını keserler ve bunu ibadet sanırlar. Ben onlara emrederim, onlar da Allah’ın yarattığını bozup değiştirirler, helâli haram sayıp dini tersine çevirirler.’ Artık kim Allah’ın yerine şeytanı kendisine dost edinirse, ap açık bir hüsran ile ziyana düşmüştür. Şeytan onlara vaadlerde bulunur ve onları boş hayallerle avutur. Gerçekte ise şeytanın onlara vaad ettiği, aldatmadan başka birşey değildir.”2

Demek şeytanın bütün emeli insanı doğru yoldan saptırmak, boş hevesler ve fani dünya ile avutup ahiretten yüzlerini çevirmek.

Bu kadar açık uyarılardan sonra şeytanın hile ve düşmanlıklarına karşı nasıl dikkatli olmamız gerektiği anlaşılmıyor mu?

Düşmanla savaş hâlindeyken, düşmanın kurşun yağmurlarını göre göre mevziyi terk etmek o kurşunlara hedef olmak demektir. Bunun gibi helâl ve haramlarla çizilen mevziyi terk eden insan da şeytanın kurşunlarına hedef olmaktan kurtulamaz.

Ne güzel mücadele vermiş Cüneyd-i Bağdâdî. Şeytan tam yirmi sene hizmetçi kılığında o Allah dostunun yanına gelmiş, hizmet etmiş, ama ona en küçük bir falso yaptıramamış. Birgün dayanamayıp, “Ey muhakiklerin sultanı!” demiş. “Yirmi senedir size hiçbir isteğimi kabul ettiremedim.” “Defol ey mel’un” demiş büyük veli. “Yirmi senedir kabul ettiremediğini yirmi saniyede mi kabul ettireceksin?”

Sünnet-i Seniyye kalesi içerisine girenler şeytanın hücumlarından kurtulur.

Dipnotlar:

1- Zuhruf Sûresi: 62.

2- Nisa Sûresi: 118-120.

23.12.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hadiniz ordan!



Önce şu habere bir göz atınız: “AB’nin hibe programı kapsamında yürütülen üreme sağlığı projesini denetlemek için Muş’a gelen Filipinli Augustus Tiamberg, 60 yaşındaki Nevzat Demir’in 4 eşi ve 42 çocuğu olduğunu öğrenince ne diyeceğini şaşırdı. Nevzat Demir’in ‘İkinci eşim 15’inci çocuğunu doğuracak’ sözü üzerine ise Filipinli uzman şoke oldu.” (Basın)

Hadiniz ordan! Önce kendinize bakarak kendi şokunuzu yaşayınız; sonra Türkiye’ye bakınız. Batıda tek evlilik, sözde ve kâğıt üstünde kaldığı, sokakları binlerce metres, yosma ve genel ev kadınları doldurduğuna göre, acaba bir adam kaç karılı, kaç çocuklu? Kırk karılı mı? Ayrıca bunlar sadırdan attığımız şeyler değil. İşte Batı toplumunun raporları, işte rakamları:

İstatistik araştırmalar dairesi, “Eurostat”a göre, evlilikten ziyade, gayr-ı meşrû hayata kayan Avrupa, böyle devam ettiği takdirde, büyük bir felâkete sürüklenecek. Çünkü dünyaya gelen çocukların yaklaşık beşte biri ‘yasak ilişki’ neticesi doğmaktadır.

“Yasak çocuklar”ın, bilhassa Avrupa ve dünyanın geleceğinin en büyük problemi olacağını gören devlet adamları, içtimâiyatçılar ve ilim adamları ciddî ciddî düşünmeye başladılar. Avrupa’da gayr-i meşrû doğan çocukların, son 11 yılda (1992’ye göre) hemen hemen iki katına çıktığı kaydedilen raporda, evlilik dışı doğumların en fazla Danimarka’da gerçekleştiği de ifâde ediliyor. Bunu daha sonra sırasıyla Fransa ve İngiltere takip ediyor. En son sıralarda ise Yunanistan, İtalya ve İspanya yer alıyor.

Bu arada bir başka problem de evlilik dışı çocukların durumu... Kuzey Avrupa ve ABD’deki çocukların üçte biri evlilik dışı...

“The Population Council” adlı kurum tarafından yapılan ve New York’ta yayınlanan araştırmada, boşanmaların ve evlilik dışı çocukların, “tek ebeveynli” âilelerin artmasına sebep olduğu da belirtiliyor... Bunun sonucu da, yarım aileler, sahipsiz gençler, eğitimsiz çocuklar ve bunalımlar...

Boşanmaların artması, gençliğin sahipsiz kalması, mânevî bir boşluk içinde bulunması, eğitilmemesi ve problemlerin kucağına itilmesiyle eşanlamlı. Serbest bırakılan kürtajın, fuhşu ve sâir ahlâk dışı, gayr-i meşrû hayatı teşvik ettiği acı bir gerçek. Dünyada her yıl, resmen 20 bin kadın kürtaj olurken ölmekte, yüzde 25’i ise kısır kalmaktadır. Gizli kürtaj ölümleri hakkında ise tahminler bile yapılamamaktadır.

Avrupa’yı saran bir başka tehlike de, âile hayatının dağılmasıdır. İnsanın dünyadaki en müşfik ve sağlam sığınağı ailedir. Batılılar o kaleyi de yerle bir etti! Avrupa’da son 10 yıl içinde boşanmalarda büyük artış kaydedildiği görülüyor.

AB bünyesinde araştırmalar yapan bir sosyolog uzmanlar grubunun raporuna göre, Fransa’da her 3 evliliğin biri boşanma ile sonuçlanıyor. Paris bölgesinde bu oranın yüzde 50’ye ulaştığı ifade ediliyor.

Avrupalıların, eskisi gibi “tabular ve sorumluluklar uğruna ömürlerini ziyan etmediklerini” ve “bilinçsizce evli kalmayı reddettiklerini” bildiren uzmanlar, AB vatandaşlarının yüzde 57’sinin, “huzursuz bir çiftin boşanması gerektiğine inandığını” vurguladı!

Araştırma sonuçlarını açıklarken Fransa’yı örnek veren uzmanlar, 70’li yıllarda her yıl 420 bin evlilik gerçekleştirilen bu ülkede, 90’lı yıllarda bu rakamın 280 bine düştüğünü vurguladılar.

Fransa’da, 70’li yıllarda yılda 37 bin boşanma olurken, 90’lı yılların başından itibaren bu rakam yüz bini aştı. Yine 70’li yıllarda 400 bin çiftin evlenmeden birlikte yaşadığı Fransa’da, 1980’lı yıllarda bu rakam 1.3 milyona ulaştı.

Gayrimeşrû çocuk oranı sıralamasında Danimarka başı çekiyor. Buna göre, Danimarka’da doğumların yüzde 45.5’u evlilik dışı ilişkilerden meydana geliyor. Danimarka’yı yüzde 31.8 oranıyla Fransa ve yüzde 30.8’le İngiltere izliyor.

Hemen hemen bütün Avrupa ülkesini bu salgın hastalık sarmış durumda. Çiftlerden herhangi biri, fiilen “boş ol!” diyor ve eşini boşuyor.

23.12.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Iraklı Kürtler, maalesef bir kez daha aldatılıyor



İbret alınmadığı için "tekerrür eden tarih" işte budur: Dış güçlere itimat ederek yola çıkan Kuzey Irak'taki Kürtler, yeni bir aldanmanın ve yeni bir yüzüstü bırakılmanın eşiğine gelmiş bulunuyor.

İşte acı gerçek: İşgal cephesindeki yeni bazı gelişmeler, Iraklı Kürtleri daha şimdiden tedirgin etmeye başladı.

ABD yönetimine tavsiyede bulunmak üzere teşkil edilen Irak Çalışma Grubu, hazırlamış olduğu son raporu açıkladı.

Özellikle Barzanilerin hiç de hoşuna gitmeyen bu raporda, özetle şu iki tavsiye yer alıyor:

1) Kerkük'te gelecek yıl için planlanan referandum ertelensin.

2) Irak'ın geleceği konusunda komşu ülkelerle işbirliği yapılsın.

Gariptir ki, biz de uzun yıllardan beridir, Irak'ta yaşayan Kürtlere bilhassa 2. maddede ifade edilen tavsiyeyi tekrar edip duruyoruz.

Zira, onlar için gerçekçi başka bir çıkış yolu yoktur. Ne var ki, bizi hiç dinlemeyen bu kardeşlerimiz, defalardır Rusya ve Amerika devletlerinin politikacıları tarafından aldatılıyor ve adeta çaresizliğe terk ediliyor.

İşte, şimdi de ne yazık ki yeni bir aldanışın eşiğine gelmiş bulunuyorlar.

Bunun bir ispatı şudur: Kürt yönetiminin istihbarat ve güvenlik şefi Masrur Barzani, Washington Post gazetesinde yayınlanan makalesinde, yukarıda bahsini ettiğimiz rapordaki tavsiyelerden şiddetle rahatsız olduklarını ifade ediyor.

Rahatsızlığın ötesinde ciddî endişelerini de dile getiren Barzani, söz konusu makalesinde şu sözleri sarf ediyor: "Bizi yıldırmaya çalışan otoriter komşularımıza bir kez daha bizi satmayın. Bu projeye (işgal projesi) demokratik şekilde katıldık. Çünkü halkımızın haklarının korunacağı konusunda bize garanti verildi. Biz Kürtler, Başkan Bush ve ABD'den şunu istiyoruz: Irak'ta çok istediğiniz güvenliğin sağlanması için yaptığımız ferâgatleri hatırlayın. Sizden öncekiler sözlerini tutmamıştı. Sizden bu defa sözlerinizi yerine getirmenizi istiyoruz."

Iraklı Kürt kardeşlerimizin, komşu devletlerin politik uygulamalarından şikâyette bulunma hakları elbette olabilir. Zira, Araplar, Türkler ve Acemler, uzun yıllar onlara adeta "ümmetin yetimleri" muamelesi yaptılar. Bu itibarla, vasatî bir serzeniş içinde bulunabilirler.

Ne var ki, nihaî çare ve çıkış yolunu yine de komşu din kardeşleriyle birlikte aramak ve bulmak mecburiyetindeler.

Zira, daima kendi hasis menfaatini öncelleyen ecnebilerden onlara hiçbir hayır gelmez. Sadece şer ve kötülük gelir. Yakın geçmişte mükerreren olduğu gibi...

Amerika öncülüğündeki işgal hareketi, Irak'ta bir batağa saplanmıştır. Bir an evvel bu bataktan çıkmaya uğraşıyor. Çıkarken de, Kürtleri değil, öncelikle kendi menfaatlerini düşünecekler. Menfaatlerine nasıl geliyorsa, öyle hareket edecekler. İcabı halinde "Kürtleri satmak"tan zerrece çekinmeyecekler. Yine geçmişte yaptıkları gibi...

Kürtler, bu acı gerçeğe şimdiden hazırlıklı olmalılar.

Bu hususta defalarca uyarıda bulunduk. Bilvesile aynı uyarıyı bir kez daha tekrarlıyoruz: Ecnebiye güvenmeyin, kardeş ve komşu topluluklarla müşterek çareyi, bir çıkış yolunu bulmaya bakın. Zira, onlar gibi bölgedeki diğer topluluklarının da selâmeti bundadır.

MEDYA

Ertuğrul fâciası (2)

"Gazeteci–yazar"lık mesleği, bir bakıma "Lisân–ı münasiple, zamanında yazma ve yerinde benzetme yapabilme" sanatıdır.

Bu san'atı lâyıkıyla icra edemeyenler, "gazeteci–yazar"lık mesleğinde fazla tutunamıyor.

Dindar camianın bu meslekte en şöhretli isimlerinden biri olan Fehmi Koru, dünkü Yeni Şafak'ta çıkan "Ben onu anlıyorum" başlıklı yazısına aynen şu cümlelerle giriş yapmış: "Hiç kimse anlamasa Ertuğrul Özkök'ü ben anlıyorum. Hürriyet'in manşetinden duyurduğu 'tesettür fâciası', Ahmet Kekeç'in yerinde benzetmesi ile tam bir 'Ertuğrul fâciası'na dönüştü."

Halen Star'da yazan Ahmet Kekeç'in "Tesettür fâciası değil, Ertuğrul fâciası" başlıklı yazısı, evvelki gün, yani 21 Aralık günü yayınlandı.

Sizler de biliyorsunuz ki, aynı konuya dair "Ertuğrul fâciası" başlıklı yazımız, ondan bir gün evvel, yani 20 Aralık günkü Bedesten'de yayınlandı.

Fakat ne hikmetse, bu konudaki "yerinde benzetme" patenti bir başka meslektaşımıza maloldu, gitti...

Diyebilirsiniz ki: Kardeşim, Fehmi Koru ile Ahmet Kekeç nereden bilsin sizin aynı başlıkla aynı konuda yazdığınızı?

Siz böyle düşünmekte haklı olabilirsiniz.

Ancak, burada kısacık bir hatırayı naklederek, mülâhazanızda ona da yer vermenizi arzu ediyorum.

Yeni değil, bundan sekiz sene kadar evvelki (Cemal Kutay'la ilgili) bir yazımızda ve sadece bir tek cümlenin içinde değerli Fehmi Koru'nun ismi geçiyordu.

O yazının neşrolduğu aynı günün sabahında, Fehmi Beyden itirazvâri bir mesaj geldi. Biz de bu mesajını dikkate aldık ve hemen ertesi gün bir "düzeltme" notu düştük.

Basit gibi görünen bu hususla ilgili başkaca herhangi bir söz söylemeden, hadisenin yorumunu sizlere bırakıyoruz.

Kısaca tarihteki fâcia

Osmanlı tarihine "Ertuğrul fâciası" olarak geçen hadise, 18 Eylül 1889 günü yaşandı.

Sultan II. Abdulhamid'in emriyle, içinde 1092 yeni mezun olmuş bahriyeli teğmen bulunan Ertuğrul Fırkateyni Japon'ya imparatoruna "iade–i ziyaret"te bulunmak üzere Japonya'ya gitti.

2344 ton ağırlığa ve 600 beygir gücüne sahip olan bu gemi, Japonya ziyareti dönüşü okyanusta şiddetli bir fırtınaya yakalanarak Serendrip adası açıklarında kayalıklara çarpa çarpa battı.

Gemideki 587 genç Osmanlı teğmeni şehit oldu.

Yaralı halde kurtulanlar ise, Japonya'ya ait iki harp gemisi ile 2 Şubat 1890’da İstanbul Dolmabahçe önüne getirildiler.

23.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Dinî musîbetler



Şanlıurfa/Birecik’ten okuyucumuz: “Bedîüzzaman, Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâmın başına gelen hastalığı işlerken, asıl musîbetin dîne gelen musîbet olduğunu ifâde ediyor. Bu hususu açıklar mısınız?”

Bedîüzzaman Hazretleri, Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâmın hastalığını tahlil ettiği İkinci Lem’ada insanoğlunun başına gelen musîbet ve hastalıkları, belâ ve sıkıntıları, acı ve yaraları ele alır ve bunların altında yatan hikmetlere ışık tutar. Bilindiği gibi Eyyûb Aleyhisselâm pek çok yara bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın büyük mükâfâtını düşünerek, tam bir sabır çağlayanı olmuştu. Yaralarından doğan kurtlar zikir yeri olan diline ve Allah’ı bilme mahalli olan kalbine iliştiği zaman kulluğuna zarar geleceği düşüncesiyle, kendi istirahatı için değil; Allah’a kulluğunun selâmeti için, “Yâ Rab! Zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubûdiyetime halel veriyor” diye duâ ediyor. Cenâb-ı Hak da onun hâlis, sâfî, garazsız ve sırf Allah için yaptığı duâsını hârika bir sûrette kabul ediyor, ona şifâ veriyor ve âfiyet ihsan ediyor.

Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm’ın tüm insanlık için örnek bir sabır kahramanı oluşu ve sabrı hayatıyla tebliğ edişi üzerinde elbette durmamız, dersler çıkarmamız ve ibretler almamız gerekir. İşte Üstad Hazretleri, Eyyûb Aleyhisselâmın duâsını konu alan Enbiyâ Sûresinin 83. âyetini böyle bir ihtiyaca cevap olarak tefsir ediyor ve insanlığın yaşadığı musîbetler, hastalıklar ve dertler hakkında, beş nükte içinde muhtelif ve orijinal değerlendirmelerde bulunuyor. Nükteleri kısaca hatırlayalım:

Birinci Nükte, bütün yoğunluğunu içimizde ve ruhumuzda hissettiğimiz mânevî yaralarımıza tahsis eder. Burada, Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın bedenî yaralarının karşılığında, bizim de rûhî yaralarımızın olduğuna dikkat çekilir; bedenî yaraların nihayet yüz yıllık bir hayatı tehdit ettiği, fakat bizim mânevî yaralarımızın pek uzun olan ebedî hayatımızı sıkıp mahvetmeye çalıştığı kaydedilir. Öyle ki, tevbe ve istiğfarla çabuk imha edilmeyen her bir günah kalbi siyahlandırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır. Günah eğer istiğfarla imha edilmez ise, kurt değil; küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ günahlarının başkası tarafından bilinmesini istemeyen insanoğlu, tevbeye muvaffak olamayınca meleklerin varlığını ağır görmeye başlıyor, hattâ Allah’ın varlığına karşı inkâr meyli içine giriyor ve bu yönde içine girdiği küçük bir zanna büyük bir delil gibi yapışıyor. Bu durum ise, kendisini inkâra götürmeye yetiyor.

Saîd Nursî Hazretleri dînî musîbetin fert bazında en ağırını böylece nazara verdikten ve bundan sakındırdıktan sonra İkinci Nükte’ye geçiyor.

İkinci Nükte, maddî hastalıkları konu alıyor ve insanın hastalıklara karşı şikâyet etmesinin hakkı olmadığını, çünkü insanın vücut elbîsesinin tamâmen Mâlikü’l-Mülke ait olduğunu hatırlatıyor. Bununla berâber maddî musîbetler insana sevap ve feyiz kaynağı teşkil etmektedirler. Nitekim, musîbete uğrayan kişi zaafını ve aczini tam hissederek Rabb-i Rahîm’ine tam sığınmakta, yalnız O’nu düşünmekte, yalnız O’na yalvarmakta ve böylece hâlis bir ibâdet haline ulaşmış olmaktadır. Öyle ki, riyâsız bir ibâdet hükmünde olan böyle maddî musîbetler, bu noktadan, aslında bir Rahmânî hediye olarak karşımıza çıkmaktadır.

Üçüncü Nükte, yine sevap nedeni olan maddî musîbetlerin insanı Allah’a daha çok yaklaştıracağını ve duâya zemin hazırlayacağını nazara verir.

Dördüncü Nükte, maddî musîbetlere karşı sabır kuvvetini kullanma âdâbını konu alır ve bize Hazreti Eyyüb Aleyhisselâmın sabrını öğretir.

Beşinci Nükte’de, asıl musîbetin dîne gelen musîbet olduğu, dînî olmayan musîbetlerin bir kısmının birer Rahmânî ihtar, birer Rabbânî iltifat ve birer arındırma ameliyesi, bir kısmının günahlara kefâret, bir kısmının da aczi ve zaafı tam hissettirip Allah’a sığınmayı netîce verdiğinden tam bir huzur kaynağı teşkil ettiğini beyan eder. Dînî musîbetlerden ise her zaman Allah’ın dergâhına ilticâ edip feryat etmek gerektiği hatırlatılır.

Dînî musîbet nedir? “Hak dîn” ile aramızdaki her türlü “uyuşmazlığı”, “anlaşmazlığı” ve “sürtüşmeyi” birer dînî musîbet saymamız gerektiği gibi, hak dîne karşı olan kabalığımızı, küstahlığımızı, inadımızı, anlayışsızlığımızı ve kulak tıkayışımızı da birer “dînî musîbet” görmemiz mümkündür. Nitekim Üstad Hazretleri, Hastalar Risâlesinin sekizinci devâsında da “dînî musîbete” kısmen temas eder ve şöyle der: “Eğer sen, günahları düşünmüyorsan, yâhut âhireti bilmiyorsan, veya Allah’ı tanımıyorsan sende öyle dehşetli bir hastalık var ki, milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür; ondan feryat et. Çünkü bütün dünyanın mevcûdâtıyla kalbin, ruhun ve nefsin alakadardır. Mütemadiyen ayrılık ve yokluk ile o alâkalar kesilip, sende hadsiz yaralar açılır. Bâhusus âhireti bilmediğin için, ölümü ebedî yok oluş olarak düşündüğünden, yara bere içinde dünya kadar hastalıklı bir vücudun var.”1

Dînî musîbete karşı Cenâb-ı Hakk’ın yardım ve inâyetine sığınmalıdır. Cenâb-ı Hak cümle ehl-i îmânı dînî musîbetlere karşı muhafaza buyursun.

Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 268

23.12.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

“Final”e doğru



Artık ayan beyan belli oldu ki, cumhurbaşkanı seçiminin serencamı bir neticeye bağlanıncaya kadar Türkiye’ye rahat yok.

Bunu öngördüğü için olmalı; Erdoğan aylar öncesinden beri “Finale doğru yaklaştıkça provokasyonlar artacak” deyip duruyor.

“Final”den kastı ise, “Çankaya’ya çıkma hedefine ulaşılması” olarak yorumlanıyor.

Başbakan ve önde gelen AKP’liler bu kritik konuda “Şu anda gündemimizde yok. Hele Nisan ayı gelsin, ondan sonra konuşuruz” diyerek meseleyi savuşturmaya çalışıyorlar.

Ama Çankaya’yı “en son kale” olarak görenlerin sessizce beklemeye pek niyetleri yok.

Aksine, Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmasını engelleyebilmek için, “barikat kurmak” dahil her yolu denemekte kararlı ve ısrarlı görünüyorlar.

Aslında bu yoldaki canhıraş gayretlerini çoktan başlatmış durumdalar.

29 Ekim’de Ankara’da organize ettikleri laiklik yürüyüşü ve Ecevit’in cenazesini böyle bir gövde gösterisine çevirme çabaları, bu yönde sokağı kullanma hesaplarının iki örneğiydi.

Ama umulan netice hâsıl olmadı. İstanbul’da aynı maksatlarla tertiplenen 29 Ekim yürüyüşü ise, ADD Başkan Yardımcısının itiraf ve ikrarıyla da sabit olduğu üzere, tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Eyleme, “binlerce” ADD üyesinden sadece 300’ü iştirak etti.

Bu fiyaskoların acısının, bugün Menemen’de yapılması öngörülen “dev miting”le çıkarılmak isteneceği söyleniyor. Göreceğiz.

Öte yandan, kartel medyasının da tıpkı 28 Şubat’ta olduğu gibi özel olarak servis edilen haberlerle “Çankaya savaşları” için mevzilendiğini görmekteyiz. Son birkaç gün içinde peş peşe çıkan “apronda deve kesilmesi,” “kadın peygamber,” “tesettür faciası” haberleri ve veriliş tarzları bunun yeni örnekleri.

Ama bunlarla da, “istenen hava” bir türlü oluşturulamıyor. Hattâ “tesettür faciası” örneğinde olduğu gibi, “habercilik ve gazetecilik faciası” olarak nitelenmeye müstehak yayınlar bumeranga dönüşüp sahibini vuruyor.

Sonuçta, herşeye rağmen provokasyonların tutmayıp ters teptiği bir iklimi yaşıyoruz.

Ama iktidar partisinin bu imkân ve avantajı değerlendirebildiğini söylemek ise zor.

İşin ilginç ve düşündürücü tarafı, yaz aylarındaki Dim çayı ve geçtiğimiz günlerdeki “apronda deve” olaylarında açık şekilde görüldüğü gibi, provokasyonların malzemesi bizzat AKP bürokratları tarafından veriliyor.

Asıl düşündürücü olan ise, iktidarın dört seneyi aşkın süredir başarılı olamadığı “gündem belirleme ve gündeme hakim olma” bahsinde iyice ipleri elinden kaçırmış olması.

Dahası, bu durumun vahametini pek fark etmiş gibi de görünmüyor. Fark etmiş olsa, sağa sola gidip kurdela kesmekle veya nutuk patlatmakla oyalanıp zaman geçirir mi?

Veya bindiği dalı kesmekten farksız bir tavırla, demokratikleşme reformlarını iyiden iyiye tavsatıp statükonun elini güçlendirir mi?

Bu tavrın hükümet ve Çankaya meselesinin ötesinde, bütün milleti ciddî sıkıntılarla karşı karşıya getirebileceğinden endişeliyiz.

Temennî edelim ki, iş oralara varmasın.

23.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Konuşulanlar...



Ankara’nın gündemini cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi yapılacak erken seçim ve sine-i millet tartışmaları belirliyor. Bu tartışmalar yapılırken “siyaset dışı formüller” zorlanıyor.

Yazılarımızın hafta sonu çıkması dolayısıyla, bazen gündemdeki konuları bir-iki gün de olsa geç yazmak zorunda kalabiliyoruz. Ancak şahit olduğumuz, intibalar edindiğimiz, diğer gazetelere yansımayan, gözden kaçan notları ve düşünceleri burada yansıtmak istiyorum.

Meclis Genel Kurulu’nda bütçe görüşmeleri yapılıyor, adeta kimsenin umurunda değil. Varsa yoksa sine-i millet, erken seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimleri… Ankara şimdi bunları konuşuyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılmasına kalan 143 gün daha bu konular kamuoyunun gündeminde olacak. “Olağanüstü” bir şey olmazsa tabiî… Şu önceden görülebiliyor; Çankaya yolu hayli çetin geçecek…

Ankara’da her gün yeni senaryolar yazılıyor. “Erken seçimi isteyenler ne kadar samîmî?”, “Sine-i milleti savunanlar ne kadar akılcı?” tartışmaları yapılıyor.

***

Geçen Salı günü MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Sheraton otelinde gazetelerin ve televizyonların Ankara temsilci ve yöneticilerinin katıldığı bir “sohbet toplantısı” düzenledi. Bizim de katıldığımız toplantıda Bahçeli’nin söylediği sözlerin birçoğu haberlere yansıdı. Bu konudaki görüşlerimi şimdi aktarmak istiyorum.

Her şeyden önce söyleyelim, Bahçeli’nin yaklaşık 1.5 saat süren toplantısında ara rejim tartışmalarının yapıldığı, ulusalcıların sokaklara indiği şu günlerde demokrasinin yanında yer alması, sağduyulu bir yaklaşım sergilemesi demokrasi adına sevindirici... Bahçeli, siyasetin meselelere meşru ve demokratik zeminde çözüm bulmasını istiyor. Sokak kültürüyle bir yere varılmayacağını kabul ediyor.

Bahçeli ara seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili sorulara uzun cevaplar verdi.

Peki ne diyor Bahçeli? “Cumhurbaşkanlığı seçimi artık tartışılır hale geldi. Bunu aşmanın yolu erken seçim…” O halde, ne zaman erken seçim yapılmalı? 11 Mart 2007… Bunun kararı ne zamana kadar verilmeli? Aralık sonuna kadar… Meclis şu anda yoğun bir şekilde bütçe ile çalışıyor. Böyle bir karar alınabilir mi? Çok zor… Bayramdan sonra bir karar alınsa, 16 Nisan’da başlayacak olan cumhurbaşkanlığı seçim sürecine yetişir mi? Hayır... O zaman bu tartışmalar nedir? Tabana selâm, yola devam…

Hatırlanacağı üzere, Bahçeli 2002 tarihinde de erken seçim tarihini ilk ortaya atan siyasetçiydi. O zaman erken seçim için vakit vardı ve yapıldı. Şartlar farklıydı. Ancak, şimdi erken seçimin cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önceye yetişmesi hayli zor görünüyor.

Bahçeli’nin sesinin yükselmesine sebep olan soru ise, “başörtüsü” konusunda oldu. Bilindiği gibi, 1999 seçimlerinde MHP başörtüsü sorununu çözme konusunda “erkek sözü” vermiş, iktidarda da bu meseleyi kendi “çözme” formülleri ile halletmişlerdi… Bu “çözme” tavrı hem tabanı, hem de vatandaşlar tarafından hep tartışılmıştı. Belki de bu yüzden olacak, biraz da sinirlenerek, “Erkekçe verdiğimiz sözde, yine erkekçe durmaktayız” diye cevapladı. Bu sorunu çözmek için ise, “tek başına iktidar” şartını koştu.

“Tek başına iktidar şansı verin, başörtüsü sorununun nasıl çözüldüğünü görün…” diyerek…

Bahçeli’nin “Milletimizden desteği sağladığımız takdirde, geçmişte yapılan tüm yanlışlıkları yapanlardan anayasal zeminde hesap sormanın yollarını ararız. Yanlışlıkla bir yerlere gelenleri indiririz” sözü hâlâ tartışılmaya devam ediliyor, daha da tartışılacağa benziyor. Bahçeli basın toplantısında bunun çok tartışılacağını bildiği içindir ki, “İndirme derken, demokratik indirmeden bahsediyoruz” deme gereği de duydu.

***

Sine-i millet konusuna gelince, partiler bu konuda topu diğerini artıyor. Bu konu adeta ortada kaldı. Gözler Meclis’te ikinci parti konumunda olan ve 154 milletvekili bulunan anamuhalefet partisi CHP’ye çevrildi. Peki, CHP sine-i millete gitme formülünü deneyebilir mi? Bence hayır. Bunun sebeplerinden birincisi CHP’li vekiller istifa etseler bile, bunu AKP’nin kabul etmesi gerekiyor, bu olmaz. İkincisi, sine-i millete dönmek ara rejimi çağrıştıracağı için, Baykal bunu göze alamaz. Bir de sine-i millet derken, sille-i millet korkusu da bunun cabası… Gelişmelere bakıldığında, sine-i millet konusu senaryo olmaktan öteye gidemeyecek.

Bugüne kadar sine-i millete dönen tek milletvekili olan Murat Sökmenoğlu bu konuda şunu söylüyor: “Cumhurbaşkanlığı seçimi milletin umurunda değil. Millet aş ve iş derdinde. Millete rağmen sine-i millet olmaz…” (Bugün, 20 Aralık 2006) İşin özünde de bu yatıyor. Millete rağmen hiçbir şey olmayacağını, artık herkes kabul etmelidir.

Önümüzdeki günlerde bu senaryolara yenileri eklenecektir. Tâ ki cumhurbaşkanlığı seçilme takviminin başlayacağı 16 Nisan’a kadar… “Ara rejim sevenler ve bağımlıları” bu konuda her türlü antidemokratik adım yolunu deneyeceklerdir. Ama burada önemli olan demokrasinin kazanmasıdır. Umarız böyle olur…

23.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Üfledikçe parlayan nur



İfsat şebekelerinin her türlü plan ve tuzağına rağmen, İslâma koşanlar çoğalıyor. Bilhassa 11 Eylül ‘İkiz Kule’ saldırıları sonrasında başlatılan; ‘İslâmı doğrudan ya da dolaylı olarak karalama kampanyası’na rağmen İslâm ve Kur’ân kitleleri cezbediyor.

Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed’e ‘karikatür’lerle saldırılan Danimarka’da da İslâm ve Kur’ân’a ilgi her geçen gün artıyormuş. “Karikatür krizi”ne imza atanların maksadı, insanları dinden, İslâmdan ve Kur’ân’dan uzaklaştırmaktı. Ancak, şukürler olsun ki; tuzakları kuranlar, kurdukları tuzağa düşmektedir. Bu, Danimarka’da olduğu gibi, bütün dünyada da böyle.

Kur’ân mealinin, Danimarka’da ‘en makbul noel hediyesi’ olduğunu duymak ve öğrenmek başka nasıl izah edilebilir. İlgili haber şöyle: “Danimarka’da Kur’ân-ı Kerim’e giderek artan ilgi olduğu ve Danimarka diline yapılan çevirilerinin en çok aranan Noel hediyelerinin başında geldiği bildirildi. Hıristiyan Kristelig Dagbladet gazetesindeki haberde, Kur’ân’ın Danimarka diline yapılan 5 bin adet çevirisinin 1 ay içinde tükendiği ve en iyi satışlar listesinde de ikinci sıraya yerleştiği belirtildi. İslâm dini uzmanı Jörgen Baek Simonsen, okurların Kur’ân’a ilgisinin artışını, krize yol açan karikatürlerin yayımlanmasından sonra İslâm dininin gündeme taşınmasına bağlıyor. Danimarkalı araştırmacı, karikatür krizinden sonraki dönemde İslâm ya da Müslümanlara değinmeden ne bir haber okunabildiğini, ne de dinlenebildiğini de belirterek, ‘Bu da Kur’ân’da ne yazdığını bilme arzusunu açıklıyor’ diyor. Danimarka gazetesi Jyllands-Posten’de Eylül 2005’te yayınlanan karikatürler daha sonra Avrupa’daki diğer gazeteler tarafından da yayınlanmıştı. Karikatürler, İslâm ülkelerinin tepkisini çekmiş, Danimarka’ya karşı protestoları ve boykotları da beraberinde getirmişti. (Yeni Asya, 21 Aralık 2006)

Danimarka gibi bir ülkede, Kur’ân mealinin ‘en çok satanlar listesi’nde yer alması ve en makbul ‘yılbaşı hediyesi’ olması müjdelerin en büyüğü değil midir? Bahsettiğimiz ülke, halkının Müslüman olduğu bir ülke değil. Üstelik, bir yıl önce Kur’ân, İslâm ve Hz. Muhammed (asm) aleyhinde kampanyaların açıldığı bir ülke. Daha önce de ifade etmeye çalıştığımız gibi, bu tuzakları kuranların maksadının tam aksiyle insanlar Kur’ân’a, İslâma ve dine yönelmeye başlamış.

Aynı şey, Amerika’da da yaşanmadı mı? “İfsat şebekeleri” İslâm aleyhinde yayınlar yapıp, tuzaklar kurdukça, insanlar İslâma daha fazla ilgi gösterdi. Aslında Türkiye’de de yaşanan aynı şey. Her türlü ihtilâl ve ‘süreç’lere rağmen, insanlar daha fazla dine sarıldı, şuurlandı.

Ümit edelim de ‘tuzak kuranlar’ da bunu görüp insafa gelsin.

*

‘Gerici’ diyenler utansın

Müjdeli bir haber de Rusya’dan duyuldu. Rus Pravda gazetesi, Müslümanlarca gerçekleştirilip vazgeçilmez hale gelen ‘keşif ve icatlar’a yer vermiş. Pravda’nın sıraladığı icadlardan bir kısmı şunlar:

* Paraşüt: Endülüslü Abbas Kasım İbn Firnas’ın asıl amacı uçan bir cihaz icat etmekti. İcadı sadece yere çakılmasını engelledi.

* Sabun: Mısır ve Romalılar bazı materyalleri temizlik için kullansa da bitkisel yağları sodyum hidroksit ile birleştirip ilk sabunu yapan Araplardı.

* Çelik yelek: İlk kez ok geçirmeyen giysiler yapanlar Müslümanlar. Hıristiyanlar bunu Haçlı Seferleri sırasında öğrendi.

* Ameliyat: Ebu’l- Kasım El Zehravi’nin, 10’uncu yüzyılda bulduğu ameliyat yöntemleri ve 200 alet hâlâ kullanılıyor.

* Roket: Çinlilerin gösteri amaçlı roketlerinin içine potasyum nitrat katarak askeri amaçlı kullananlar Araplar oldu. (Sabah, 21 Aralık 2006)

“Bizi İslâm geri bıraktı” diyenlerin kulakları çınlasın!

23.12.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Diziler



Binbir Gece (Kanal D)…

Hayatım Sana Feda (atv)…

Hemen ardından: Bebeğim (atv).

Yeni diziler, yine film konularını çalarak ekrana geliyor.

Binbir Gece: Ahlâksız Teklif filminin konusundan yola çıkarak dizi haline dönüştürüldü. Hoş, yapımcılar bunu gizlemiyor. Hatta övünüyor. Hatta dizi filmden bir kaç adım öne çıkıyor ve ahlâksız teklifte fiyat oranı neredeyse her bölüm arttırılıyor. Reytinglerde bir numara olduğu söyleniyor.

Hayatım Sana Feda: Öldüren Cazibe filminin birebir kopyası.

Bebeğim: Bebeği düşen bir kadının bunalıma girmesi ve onun en yakın arkadaşının “taşıyıcı anne” olduğunu anlatan bir dizi.

Televizyon izleyicisi her halükârda bunlara prim vermemeli. Tepkisini “izleme-yerek” gösterebilmeli.

VİZYONUN SONU

“Defne Samyeli ile Vizyon” adlı program reyting alamayınca, sessiz sedasız yayından kaldırıldı.

Kendi adını taşıyan bu haber programında çok iddialıydı Samyeli. Ama samyeli gibi geldi, gitti ekrandan.

Uzun çabalar sonunda kanal yönetimini razı ettiği söyleniyordu. En nihayetinde Show TV Haber Genel Yayın Yönetmeni Alican Değer’in de büyük desteğiyle programı hazırlamaya başladı.

Ancak program istediği gibi gitmedi. Reytinglerde ilk program totalde 73’üncü, AB’de ise 24’üncü oldu. İkinci program ise, totalde ve AB’de ilk yüze giremedi... .

Sonuç acıydı... Üçüncü hafta program yayınlanmadı. Yönetim sessiz sedasız programı kaldırmıştı.

Her program reyting getirecek diye bir kaide yok. İzlenir, izlenmez. Ama belli bir rakam tutturamadığı zaman “reyting yok” diye programı kaldırmak yanlış.

23.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004