|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Daha sonra gelenler arasında ona güzel bir nâm nasip ettik. İbrahim'e selâm olsun.
Sâffât Sûresi: 108-109
|
23.12.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Bilmeyene yazıklar olsun. Bildiği halde uygulamayana da yazıklar olsun.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3840
|
23.12.2006
|
|
Bizler uzun bir seferdeyiz
İ'lem eyyühe'l-aziz!
Felsefe talebesiyle medeniyet tilmizleri, Müslümanları ecnebî âdetlerine ittiba ile şeair-i İslâmiyeyi terk etmeye dâvet ettiklerinde, Kur'ân Nurcuları böylece müdafaada bulunurlar:
"Eğer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa, pekâla, dini de terk ediniz, şeairi de kaldırınız. Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayınız.
"Bakınız arkamızda pençelerini açmış hücuma hazır ecel arslanı tehdit ediyor. Eğer iman kulağıyla Kur'ân'ın sadasını dinleyecek olursan, o ecel arslanı bir burak olur. Bizleri rahmet-i Rahmana ulaştıracaktır. Ve illâ o ecel, yırtıcı bir hayvan gibi bizleri parçalar. Batıl itikadınız gibi, ebedî bir firakla dağıtacaktır. Ve keza, önümüzde idam sehpaları kurulmuştur. Eğer iman, îkanla Kur'ân'ın irşadını dinlersen, o sehpa ağaçlarından, sefine-i Nuh gibi sahil-i selâmete, yani âlem-i ahirete ulaştırıcı bir sefine yapılacaktır.
"Ve keza, sağ yanımızda fakr yarası, solda da acz, zaaf cerihası vardır. Eğer Kur'ân'ın ilâçlarıyla tedavi edersen, fakrımız rahmet-i Rahman'ın ziyafetine şevk ve iştiyaka inkılâp edecektir. Acz ve zaafımız da Kadir-i Mutlakın dergâh-ı izzetine iltica için bir dâvet tezkeresi gibi olur.
"Ve keza, bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz. O yollarda zulümatı dağıtacak bir nur ve bir erzak lâzımdır. Güvendiğimiz akıl ve ilimden ümit yok. Ancak Kur'ân'ın güneşinden, Rahman'ın hazinesinden tedarik edilebilir. Eğer bizleri bu seferden geri bırakacak bir çareniz varsa, pekâla. Ve illâ sükût ediniz. Kur'ân’ı dinleyelim, bakalım ne emrediyor: ‘Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan da Allah'ın azabını unutturup sadece affına güvendirerek sizi isyana sürüklemesin.’ (Lokman Sûresi, 31:33.)
"Hülâsa: Ayık olan sana tabi olmaz. Ancak siyaset şarabıyla veya şöhret hırsıyla veya rikkat-i cinsiyeyle veya felsefenin dalâletiyle veya medeniyetin sefahetiyle sarhoş olanlar senin meşrep ve mesleğine tabi olurlar. Fakat insanın başına indirilen darbeler ve yüzüne vurulan tokatlar, onun sarhoşluğunu izaleyle ayıltacaktır.”
Mesnevî-i Nuriye, s. 186
Lügatçe:
zulümat: Karanlık.
tilmiz: Öğrenci.
ittiba: Uyma.
şeair-i İslâmiye: İslâma ait semboller.
firak: Ayrılık.
sefine-i Nuh: Nuh'un (as) gemisi.
rikkat-i cinsiye: İnsanın kendi cinsinden olana acıması.
îkan: İyi ve yakînen bilmek.
|
23.12.2006
|
|
SORULARLA RİSALE-İ NUR
Bir faydaya binâen yalan söylemek caiz midir?
Kizb, küfrün esasıdır. Kizb, nifakın birinci alâmetidir. Kizb, kudret-i İlahiyeye bir iftiradır. Kizb, hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrip eden, kizbdir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren, ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvâlini fesada veren, kizbdir. Nev-i beşeri kemâlâttan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsâlini âlemde rezil ve rüsvay eden, kizbdir. İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün cinayetler içinde tel’ine, tehdide tahsis edilen, kizbdir. Bu âyet, insanları, bilhassa Müslümanları dikkate dâvet eder.
Suâl: Bir maslahata binâen kizbin caiz olduğu söylenilmektedir. Öyle midir?
Cevap: Evet, kat’î ve zarurî bir maslahat için mesağ-ı şer’i vardır. Fakat hakikate bakılırsa, maslahat dedikleri şey batıl bir özürdür. Zira usûl-i şeriatta takarrur ettiği veçhile, mazbut ve miktarı muayyen olmayan birşey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü, miktarı bir had altına alınmadığından sûistimale uğrar. Maahâzâ, birşeyin zararı menfaatine galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-ı muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur. Evet, âlemde görünen bu kadar inkılâplar ve karışıklıklar, zararın, özür telâkki edilen maslahata galebe etmesine bir şahittir. Fakat kinaye veya tariz sûretiyle, yani gayr-ı sarih bir kelimeyle söylenilen yalan, kizbden sayılmaz.
Hülâsa, yol ikidir: Ya sükût etmektir; çünkü söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır. Veya sıdktır; çünkü İslâmiyetin esası, sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemâlâta îsâl edici, sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyâtın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâmın nizamı, sıdktır. Nev’i beşeri kâbe-i kemâlâta isal eden sıdktır. Ashab-ı Kirâmı bütün insanlara tefevvuk ettiren, sıdktır. Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâmı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.
İşârâtü'l-İ'caz, s. 93
Lügatçe:
kizb: Yalan, yalancılık.
nifak: Münafıklık.
ahlâk-ı âliye: Yüksek ahlâk.
âlem-i beşer: İnsanlık âlemi.
Müseylime-i Kezzab: Yalancı Müseylime, Arabistan'da, Asr-ı Saâdette peygamberlik iddiâsında bulunmuş bir Yemameli.
tel’in: Lânetleme.
maslahat: Fayda, menfaat.
mesağ-ı şer’î: Şeriatın izin ve ruhsatı.
usûl-i şeriat: Şeriatın esasları ve temel meseleleri.
takarrur: Karar altına alınma, kararlaşma.
mazbut: Zaptedilmiş.
muayyen: Belirli.
maahâzâ: Bununla beraber.
mensuh: Hükmü kaldırılmış.
gayr-ı muteber: İtibar edilmeyen.
gayr-ı sarih: Açık olmayan.
sıdk: Doğruluk.
îsâl: Ulaştırma.
tefevvuk: Üstün olma, üstünlük.
meratib-i beşeriye: İnsanlık mertebeleri.
|
23.12.2006
|
|
Nur'un dilinde Risale-i Nur
Bediüzzaman'ın ‘Nefsimin dersi’ dedikleri
“Bugünlerde Salâhaddin'in İstanbul'dan getirdiği Habbe, Katre, Şemme, Hubab gibi Arabî risâlelere baktım, gördüm ki: Yeni Said'in doğrudan doğruya harekât-ı kalbiyesinde müşahede ettiği hakikatler, Risale-i Nur'un çekirdekleri hükmündedir. Zaten bunlar hem Şule ve Zühre, Risale-i Nur'un Arabî parçalarıdır. Onlar, doğrudan doğruya benim nefsimin dersi olduğu için Arabî ve kısa ibarelerle ifade edilmiş; başka adamlar nazara alınmamış.”
(Kastamonu Lâhikası, s. 103)
Katre
“Kâinatın bütün eczaları, her bir cüz elli beş lisan ile Zat-ı Ehad ve Samed’e şehadet eder. Kur’ân-ı Hakim’den fehmettiğim kadar o elsineleri icmalen Katre nâmında bir risale-i Arabî’de beyan etmişim. İstersen ona müracaat et.”
(Nurun İlk Kapısı, s. 100)
Nurun İlk Kapısı
“Risâle-i Nur’un bir fihristesi ve bir listesi ve bir çekirdeği olan bu risâlenin içindeki hakikatler gerçi hem Küçük Sözler’de, hem başka Sözlerde, bir derece yazılıdır; fakat, Said’e karşı Kur’ân’ın birinci dersi ve tam ilmelyakîn ve aynelyakîn derecesinde bir meşhudâtı tarzında olmasından, telifindeki acemilikten gelen içindeki kusurâta ve tekrârâta bakmayıp, Nur şakirtleri onu neşretseler, inşaallah çoklar istifade edecekler.”
(Nurun İlk Kapısı, s. 11)
“Bu risâlenin felsefeye vurduğu tokat, beşere zararlı ve dine zıt olan felsefe kısmıdır. Beşere menfaatli ve diyanete dost olan felsefe değildir. Hem ecnebî kâfirler tabiri, İslâmiyet ve din aleyhinde çalışanlara aittir.”
(Nur’un İlk Kapısı, s. 9)
Sünuhat ve Lemaât
“Ama kâfirlerin medeniyetinde görülen mehâsin ve yüksek terakkiyât-ı sanayi-bunlar tamamen medeniyet-i İslâmiyeden, Kur'ân'ın irşâdâtından, edyân-ı semâviyeden in'ikâs ve iktibas edildiği, Lemeat ile Sünuhat eserlerimde istenildiği gibi izah ve ispat edilmiştir. Onlara müracaat et; orada insanların gaflet ettikleri büyük bir hakikat bulacaksın.”
(Mesnevî-i Nuriye, s. 77)
Hutbe-i Şamiye
“Eski Said'in de Hutbe-i Şâmiye ve zeyilleri gibi hayat-ı içtimaiye medresesinde aldığı dersleri ve konuşmaları, bu bîçâre kardeşiniz bedeline, müştak olduğum kardeşlerimle benim yerimde konuşmalarını tevkil ediyorum.”
(Emirdağ Lâhikası, s. 342)
|
Fatma ÖZER
23.12.2006
|
|
İki âyet, iki yorum
İki âyet hakkında Risâle-i Nur’da geçen iki yorum ve izahı nazarlara sunmak istiyoruz. Zirâ her iki âyetin tefsir ve meâllerde verilen mânâları farklı bir şekilde izah edilmekte, bazı zamanlar da yanlış anlamalara sebep olmaktadır. Risâle-i Nur meseleyi tam olarak halletmiş.
Birincisi Furkan Sûresi 70. âyet hakkındadır:
‘Yubeddilullahu seyyiâtihim hasenât’ âyeti yani.
Bu âyet-i kerime tefsirlerde ve meâllerde ‘Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir’ (Elmalılı Hamdi Yazır meâl ve tefsiri) tarzında ifade edilmiş. Bu tarz bir ifade ise çoğu kez daha farklı bir şekilde anlaşılmaktadır. Sanki ‘insanın işlediği günahları iyiliklere çevriliyor, yani günahları silinip yerine iyilikler veriliyor’ şeklinde düşünülmektedir.
Halbuki bu âyet-i kerime Risâle-i Nur’da çok daha farklı bir anlam ifade edecek şekilde tefsir edilmektedir:
“Elhâsıl: Nefs-i emmâre, tahrip ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir. Fakat, icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz’îdir. Evet, bir hâneyi bir günde harab eder; yüz günde yapamaz. Lâkin, eğer enâniyeti bıraksa, hayrı ve vücudu tevfîk-ı İlâhiyeden istese, şer ve tahripten ve nefse itimaddan vazgeçse, istiğfar ederek tam abd olsa, o vakit ‘Yubeddilullahu seyyiâtihim hasenât’ (Furkan Sûresi: 70) sırrına mazhar olur. Ondaki nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılâb eder; ahsen-i takvîm kıymetini alır, âlâ-yı illiyyîne çıkar.” (Sözler, s. 290)
Mezkur ifadede, âyette geçen kötülüklerin iyiliklere değişmesi konusu ‘nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılâb eder’ tarzında tefsir edilmiş. Buraya dikkat lâzım. Zira çok mühim bir fark ortaya konuyor. Yani siz yüzlerce kötülük işlediniz, tövbe ettiğiniz zaman bu yüz kötülüğünüz yüz iyiliğe değişmiyor. Bir başka deyişle yüz kötülük yerine yüz iyilik yazılmıyor. Ya ne yapılıyor? O yüz kötülüğü işlediğiniz kabiliyetinizle, iyilik işlemeye başlıyorsunuz. Tebdil mânâsı burada işlemeye başlıyor.
Şöyle ki:
İnsanın en çok günaha girdiği kabiliyetlerden birisi dilidir. Yani insan ona kızar, buna söver, onu incitir, bunu taciz eder, hakaret eder, kötü sözler söyler durur. Dil ile yüzlerce günah işlemek mümkün. Şayet tövbe ederse, ‘Bir daha dilim ile günah işlemeyeceğim’ diye söz verirse, bu sefer dil hayır işlemeye başlar. Ona buna kızmaz, dilinde Allah’ın zikri olur, her daim lisanı Kur’ân okur. Hakkı söyler, salâvat getirir, insanlara karşı daha kibar ve nazik olur. İşte o zaman Allah dilin kötülük işleme kabiliyetini iyilik işleme kabiliyetine tebdil eder.
Aynı şekilde elimiz de öyledir. El ile insan hırsızlık da yapar, sadaka ve hayır da verir. Katillik de yapar, can da kurtarır. İşte insan eli ile kötülük ve zulüm yaparken tövbe ederse, Cenâb-ı Hak onun kötülük işleme kabiliyetini iyilik işlemeye döndürür. İnsandaki tüm kabiliyetlerin kötülük işlemekten iyiliğe yönlenmesi âyetin hakiki bir tefsiri olmaktadır. Yoksa adam yetmiş yaşına kadar kötülük yapmış, sonra tövbe etmişse (elbette Allah rahmetiyle—kul hakkı hariç—geçmiş günahlarını affedebilir, ancak) tüm bu kötülüklerinin yerine hasenât veriliyor mânâsında anlaşılmaması gerek. Yoksa ciddi bir adaletsizlik ortaya çıkar.
İkinci âyet ise Lokman Sûresi’nin 25. âyetidir:
Meâl-i şerifi: “And olsun ki, onlara ‘Gökleri ve yeri yaratan kimdir?’ diye sorsan, elbette ‘Allah’ derler.”
İşte bu âyet-i kerime bazen farklı bir şekilde anlaşılmakta. Sanki mutlak olarak tüm insanlara sorsan “Gökleri ve yeri yaratan kimdir?” diye, hepsi ‘Allah’ diyecekler gibi bir mânâ ortaya çıkıyor. Halbuki bir çok kâfir-i mutlak böyle söylemiyor. Öyle kâinatı Allah yarattı da demiyor. Küfr-ü mutlakında inat ediyor.
Peki, âyette geçen mânâyı nasıl anlayacağız?
Aşağıdaki ifade sorumuza cevap veriyor:
“Yirmi İkinci Sözde katî ispat edilmiş ki, bütün mevcudât, bütün zerrât, bütün yıldızlar, herbiri Vâcibü’l-Vücudun ve Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücuduna birer bürhan-ı neyyirdir; bütün kâinattaki silsilelerin herbiri, Onun vahdâniyetine birer delil-i katîdir. Kur’ân-ı Hakîm, hadsiz bürhanlarında ispat ettiği gibi, umumun nazarına en zâhir bürhanları daha ziyâde zikreder. ‘And olsun ki, onlara ‘Gökleri ve yeri yaratan kimdir?’ diye sorsan, elbette ‘Allah’ derler.’ (Lokman Sûresi: 25.) ‘Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine Onun âyetlerindendir’ (Rum Sûresi: 22.) gibi pekçok âyâtla, Kur’ân-ı Hakîm, hilkat-i arz ve semâvâtı, vahdâniyete bedâhet derecesinde bir bürhan gösteriyor ki, ister istemez zîşuur olan her adam, hilkat-i arz ve semâvâtta, bizzarûre Hàlık-ı Zülcelâlini tasdik etmeye mecburdur ki, ‘Allah derler’ der.” (Sözler, s. 554)
İşte âyet-i kerimenin hakikatli tefsiri bu.
İfadeye göre Allah, kâinatta varlık ve birliğine işaret eden öyle güçlü, öyle açık, öyle net, öyle harika deliller yaratmış ki, aklı başında olan, şuur ve hissi hakka açık olan, mantık ve düşüncesi doğru karar verebilen her insan ‘Kâinatın yaratıcısı kim?’ dendiğinde ister istemez Allah demek zorundadır. Yoksa göz önündeki binlerce parlak delil onu tekzip edecektir.
Demek ki âyette geçen ‘ister istemez Allah demeleri’, kâinattaki delillerin ne kadar makul, ne kadar güçlü, ne kadar açık ve net olduğuna işaret etmekte. Yoksa her insanın kabul etmek zorunda kalacağına değil. İşte Risâle-i Nur mühim bir farkı ortaya koyuyor. Âyet-i kerimenin ifade ettiği hakikati tam olarak tefsir ediyor.
|
Halil AKGÜNLER
23.12.2006
|
|
NURDAN DUÂLAR
Bizi emanetinde emin kıl!
İslâm dinini ve mükemmel imân nimetini ihsan ettiği için Allah'a hamd olsun. (Sözler, s. 23)
Emirlerine itaate ve hayırlı işlerde başarıya ulaştırdığı için Allah'a hamd olsun. (Sözler, s. 25)
Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi Kendine kul kabul et. Emânetini kabzetmek zamanına kadar bizi emânette emîn kıl. Amin!
(Sözler, s. 33)
|
23.12.2006
|
|
|
|