|
|
Mustafa ÖZCAN |
Duâ mı, meditasyon mu? |
|
Sultanahmet ziyareti işleri iyice karıştırdı. ‘İşler bulanmayınca durulmaz’ fehvasınca galiba işler karışmadan da düzelmeyecek. Papa nerede geri, nerede ileri adım atacağını şaşırdı doğrusu. Regensburg ezberi Sultanahmet'te bozuldu. Sultanahmet tartışması hâlâ sürüyor ve galiba uzun bir müddet de sürecek. Sultanahmet yeni bir milat yazıyor. Bütün akiller bu işin içinden sıyrılmaya çalışıyorlar, ama sıyrılamıyorlar. Fiilî bir durum oldu. Sultanahmet tartışmasının bizdeki yankısı şöyle oldu: Kıyam mıydı, yoksa huzur duruşu mu (silence pray )? Onlar da, duâ mıydı, yoksa meditasyon muydu, boyutundalar.
Vatikan Birliği Özendirme Kurulu Başkanı Kardinal Walter Kasper Papa’nın, farklı uygarlıklar arasında dostluğu geliştirmeyi önemli bulduğunu ancak bunun ‘senkretizme başvurulmadan yapılması gerektiği’ni de unutmadığını ifade etmiştir. Köln Kardinali Joachim Meisner de ortak dua veya ibadet kanısı uyandıran eklektik veya senkretik duruşlardan kaçınılması gerektiğini astlarına tebliğ etmişti. Meisner’in sözcüsü Stephan Georg Schmidt Köln kentinde yaptığı açıklamada, “Burada sorun, herkesin aynı zamanda kendi tanrısına duâ ettiği dinî kutlamalar. Dinlerin ve tanrı düşüncesinin bu şekilde karıştırılmasının önlenmesi hedeflendi” demiştir. “İnsancıl Okul Eylemi” adlı dinî birliğin başkanı Detlef Traebert ise Meisner’in aldığı kararı sert dille eleştirerek, bu tutumun Hristiyanlığa uygun olmadığını ileri sürüyor. Traebert, daha önce farklı din mensuplarıyla birlikte ayinler düzenlenmesini yasaklayan Meisner’in, şimdi farklı din ve inançlardan insanlarla birlikte Noel şarkıları söylenmesine bile karşı çıktığını kaydediyor.
Papa aslında Köln Kardinalinden önce yaptığı değerlendirmede bunun meditasyon değil, basbayağı duâ olduğunu ve İlâhî kudretin eseri olduğunu söylemişti. Şimdi fiilî durumu bir kalıba dökmeye çalışıyorlar. Bakalım becerebilecekler mi? Papa Vatikan’da 15 bin katoliğin huzurunda Sultanahmet Camiinde yaptığı duânın îlâhî kudretin bir eseri olduğunu söylemiştir. Sultanahmet Camiinde yaptığı ve adeta Türkiye seyahatinin anahtarını oluşturan duânın, gezinin başında öngörülmediğini belirten Papa: "Dinler arası diyalog çerçevesinde, ilâhî kudret seyahatimin sonunda başlangıçta öngörülmeyen bir jesti yapmamı temin etti. İstanbul’un meşhur camisine ziyaret çok anlamlı oldu. Burada birkaç dakika huzura durarak, yerin ve göğün tek tanrısına yöneldim" demiştir (Yasemin Taşkın, Sabah, 6/12/2006). Kimileri bunu Papa’nın Sultanahmet’in cazibesine kapıldığı ve ona çarpıldığı şeklinde yorumlamışlardır. Yalın olarak Papa’yı Sultanahmet ve onun ötesinde, oradaki manevî atmosfer çarpmış veya etkilemiştir. Garaudy’nin de söylediği gibi İslâm mabedleri munistir, kendine çeker, kiliseler gibi insana ürperti vermez.
***
Peki, ertesi gün neden bu ifadeler değiştirildi veya ‘düzeltildi’? Kardinal Walter Kasper yine düzeltme makamında bunun bir duâ değil de meditasyon olduğunu söylemiş. Peki meditasyon bir çeşit duâ değil midir? Esasen güya prensiplerine sadakat için duâ yerine meditasyon tabirini kullanıyorlar, ama denk düşmüyor. Halbuki, meditasyon veya yoga da Hindulara göre bir duâ ve yakarıştır. Hatta ibadettir. İmam Rabbani Mektubat’ın da Müslümanları Hindulara benzetme anlamında yaklaştırdığı için yogadan men eder. Elbette Papa, Sultanahmet'te huzurda durarak duâ etmiş, ama bize göre de ibadet etmemiştir. Kıyam, namazın rükünlerinden biri ise de orada ibadetin bir rüknü olarak yapılmamıştır. Kasper’in bu düzeltmesiyle birlikte Papa’nın senkretik bir şey yapmadığını ve ortak duâda bulunmadığını söylemek istemiştir.
Burada duâ ile ibadet karıştırılıyor. İslâmda ibadet özel, duâ geneldir. Veya her dua ibadettir, ama her ibadet duâ değildir. Bu mânâda gayri müslimlere duâ etmek veya onlarla tevhide zıt düşmeyecek hususlarda ortak duâ seansları tertip etmek mümkündür. İbadet olmadıkça bu senkretik alana girmez. Senkretik alanla ilgili yazımızdan sonra Almanya’dan Şükrü Bulut Ağabey aradı. Bilindiği gibi eskiden Anadolu’da ekim ve hasat mevsimleri duâlarla küşad edilir ve açılırdı. Almanya’da da okul mevsimi törenlerle açılır ve törenlerle kapanırmış. Mezuniyet törenlerinde duâlar da yapılırmış. Mezuniyet törenlerinde Protestan ve Katoliklerden müteşekkil gayri müslimler ortak duâ ederken Müslümanlar bunun dışında kenarda kalırlarmış. Sonunda bu etkinlik veya ortak duâlara Müslümanlar da katılmak istemişler ve karşılıklı görüşmelerden sonra ortak duâya Müslümanlar da dahil olmuş. Şimdi Köln Kardinali Joachim Meisner senkretik gerekçelerle buna karşı çıkıyor. Halbuki bu bir ortak ibadet değil, ortak duâdır. Samîmî ve içten yakarışla birlikte Müslümanlar da buna dahil olabilirler. Papa’nın Sultanahmet'te yaptığı da bundan başkası değildir. Buna farklı mânâlar yüklemek doğru olmaz. Harmanlama veya karma mânâsında bir senkretizm örneği değildir.
***
Detlef Traebert’in buradaki yaklaşımı Meisner’den daha ileridir ve üçüncü bir yılın ilahiyat arayışlarına denk düşmektedir. Ancak bazen seküler kesimler özü esas alarak mahfazayı zorluyorlar, mahfazının yırtılması ise öze zarar verebilir. Sözgelimi, Türkiye’de kadın/erkek karma cemaat yapılması böyle bir anlayışın ürünü idi. Senkretizm bizim açımızdan da doğru değil. Onun yerine asl olana ittiba ve tebeiyet gerekir. Senkretizm tartışmasının ekseni asalet ve tebeiyet noktasına kaydırılmalıdır. Bu temin edilmeden de ilişkiler sağlıklı bir zemine oturmayarak ve semboller ve şeair çekişmesine ve rekabete kapı aralayacaktır.
11.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Medya ve Yeni Asya |
|
Manşetlerimiz, köşe yazılarımız, röportajlarımız, karikatürlerimiz yanında medya grubu olarak neşrettiğimiz kitap ve dergilerimiz de ses getirmeye devam ediyor. Geçtiğimiz hafta içinde de yayınlarımız yazılı ve görüntülü basınla birlikte çeşitli internet sitelerinde yine yer buldu.
Ekseriyetinde müsbet bir yaklaşım sergilenen bu alıntılardan, özellikle iki yazarın köşesine taşıdığı bakış açıları sorunlu idi. ‘Eksik bilgi‘ler, ön yargılar, ya da Yeni Asya’nın misyonunu bilmemekten kaynaklanan bu görüş sahiplerinden ilki Cumhuriyet’ten Oral Çalışlar, diğeri ise Tercüman’dan Mehmet Ayan idi.
Çalışlar, kendi tabiriyle ‘İslâmcı’ ve milliyetçi çizgide yayın yapan birkaç gazeteyi karşılaştırdığı köşe yazısında ‘Nurcuların’ yayın organı olduğunu belirttiği Yeni Asya’nın da AB karşıtı bir politika izlediğini yazma yanlışına düşmüştü. İlgi ve ‘uzmanlık’ alanına girdiği için Yeni Asya’yı yakından takip ettiğini bildiğimiz Çalışlar’ın böyle bir değerlendirme yapması bizi şaşırttı. Yazısı sonrası yaptığımız görüşmede bunun bir ‘sehiv’ olduğunu kabul etti ve açıklama göndermemiz halinde yayınlayacağını belirtti. Biz de şu açıklama metnini gönderdik:
“Sayın Çalışlar,
3 Aralık 2006 tarihli yazınızda gazetemiz Yeni Asya için yaptığınız değerlendirmelerle ilgili olarak bazı noktalara dikkatinizi çekmek istiyoruz.
Birincisi: Yeni Asya için kullandığınız “Nurcuların yayın organı” nitelemesi doğru, ama “radikal sağ kesimin sözcülerinden, milliyetçi ve İslâmcı” ifadelerine itirazımız var.
İkincisi: “AB: Kapıyı kapatmıyoruz” manşetini aktardığınız Yeni Asya’yı, “AB’ye tepki gösterme konusunda ortak tutum” içine girdiklerini yazdığınız “milliyetçi ve İslâmcı” gazetelerle birlikte göstermeniz, aktardığınız manşetle de çelişen bir yanılgının ifadesi. Oysa Yeni Asya başından beri Türkiye’nin AB’ye girmesini kararlılıkla savunan bir gazete ve bu özelliği başka yayın organlarında da zaman zaman vurgulandı.
Üçüncüsü: Papa’nın ziyaretine bakışı da zikrettiğiniz diğer gazetelerden farklı olan Yeni Asya, bu ziyareti, talihsiz Regensburg konuşmasının Müslüman-Hıristiyan diyaloguna verdiği zararı telâfi fırsatı olarak değerlendirdi ve bu amacın önemli ölçüde gerçekleştiği görüşünde. Sultanahmet’in cemaate kapatılmasıyla ilgili haberimiz ise Papa’ya değil, güvenlik tedbirlerini abartan yetkililere yönelik bir eleştiri niteliğinde.
2000 yılında Cumhuriyet’te yayınlanan ve bilâhare kitaplaşan Nurculuk konulu yazı dizisinde Yeni Asya’ya büyük ölçüde objektif bir yaklaşımla yer veren tecrübeli bir gazeteci olarak, tavzih amaçlı bu notlarımızı dikkate alacağınız inancıyla.
Selâmlar, saygılar.”
Çalışlar’a, meslek haysiyetine yakışır bir biçimde, açıklamamızı—son paragraf hariç—köşesinde yayınlama nezaketi gösterdiği için teşekkür ediyoruz.
Tercüman’dan Mehmet Ayan ise köşesinde, Yeni Asya Neşriyat’tan çıkan Okul Günlerim, Dünya Yolcusu Murat, Elif’in Rüyası, Merve Sonsuzluklar Ülkesinde adlı, çocukları masumiyetin, güzelliklerin ve iyiliklerin dünyasına çağırmaktan başka bir ‘suç’u olmayan kitaplardan duyduğu rahatsızlığı dile getirmişti. Yazı, fikrî bir metinden ziyade, görev yaptığı okuldaki çocuklara bu kitapları tavsiye eden bir edebiyat öğretmenini ihbar mektubu niteli-ğinde idi. Yapılan fiili, bazı mahfillere jurnalleme izlenimi uyandıran yazısında Ayan, sözkonusu öğretmenin öğrencilerine ‘Nurcu çizgide yayın yapan’ Genç Yaklaşım ve Zafer dergilerini tavsiye ettiğini de duyurdu. Dinî muhtevalı bu dergileri çocuklara tanıttığı, kitap okumayı sevdirmeye çalıştığı için öğretmeni suçlayan yazar, yetkilileri konuyu soruşturmaya davet ediyordu.
Tavsiye edilen kitap ve dergiler, toplum yapısındaki bozulma ve eğitim sistemindeki yanlış uygulamalar sonucu manevî bunalım yaşayan gençlere, yaşadıkları boşlukları doldurmada çareler sunduğu için teşekkürü hak ediyorken, böyle bir suçlamaya muhatap olması ne acı.
Umarız bir önyargının ürünü olan bu yanlıştan dönülür...
Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.
11.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Seyyar mescide dur! |
|
Namaz ve mescidler aleyhinde yapılan yayınlar maalesef eksik olmuyor. Bir profesörün, seyahat ettiği trende ‘mescid’ istemesi ve aynı şekilde İDO’nun ‘hızlı feribot’larında da ‘mescid’ bulunmasını ‘laikliğe aykırı bulan’lar manşetlerden adeta ‘suç duyurusu’nda bulundular. (Hürriyet, 4 Aralık 2006)
Bu yayınlar yetmemiş olacak ki, “Seyyar mescide dur!” başlıklı haberler yayınlamaya devam ediyorlar. Habere göre Danıştay, Bolu Belediye Başkanını; “eski bir otobüsü mescide çevirerek, pazar yerlerinde halkın namaz kılmasına tahsis ettiği için” soruşturulması kararı vermiş. (Milliyet, 9 Aralık 2006)
Tabiî hadisenin bir geçmişi var. 2004’de başlatılan uygulama, o tarihte bazı şikâyetlere sebep olmuş. Ayrıntılar bir yana, bir belediyenin; kullanılmayan bir otobüsü ‘çöpe atmak’ yerine bir ihtiyacı karşılamak için tahsis etmesi bazılarını rahatsız etmiş. Bu hadisenin elbet bir haber değeri vardır. Ancak, “Seyyar mescide dur!” şeklinde sevinç çığlığı atmak doğru mudur? İtiraz edilen nokta, mescidin ‘seyyar’ olması mıdır? Sabit, seyyar olmayan bir ‘mescid’ olsa, şimdi itiraz edenler itirazlarını geri çekerler miydi?
Gazetelerde yer alan başka bir habere göre de, Cumhurbaşkanı Sezer; “İstanbul Büyükşehir Belediyesinde çalışan türbanlı sayısında artış olduğu iddiaları üzerine” devreye girip “türbanlı personel sayısını” sormuş.
Başörtüsüne ısrarla ‘türban’ denilmesindeki garabet bir yana, Türkiye’nin 301 farklı problemi varken böyle bir meseleyle ilgilenmek neyin nesi? Bu tavırlar; Türkiye ve dünya gerçeklerine uymayan, suları tersine akıtma gayretleri değil midir?
Mescidle, namazla, başörtüsüyle uğraşıldığının yarısı kadar Türkiye’nin gerçek problemleriyle uğraşılsa belki bir mesafe almak mümkün olurdu. Ne yazık ki, tersi yapılıyor.
Peki, başörtüsü sayısındaki artışı merak eden yöneticiler; kumar, içki, uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklardaki artışı merak ediyorlar mı? Asıl merak edilmesi gereken de bu değil mi?
Bütün bunlar, Türkiye’yi ‘idare’ edenlerin yanlışta ısrar ettiğini gösterir. Başörtüsünü, meselâ ‘zararlı alışkanlıklar’dan daha tehlikeli gören bir yaklaşım, haklı olamaz. Kamuoyunu sarsan gasp, kapkaç, soygun ve televizyon yayınlarının sebep olduğu cinayetler niçin aynı hassasiyet ile soruşturulmuyor? Yoksa soruşturuluyor da bunların haber değeri mi yok?
İnsaf ehli herkes, Türkiye’ye zararın nereden geldiğini görmelidir. Mescidden, camiden, namazdan, başörtüsünden zarar geleceği vehmiyle başka yönlere koşanlar, kesin olarak bilmelidirler ki koşulan yön ‘çıkmaz sokak’tır. İnsanı insan yapan manevî değerlerden korkarak ve ürkerek bir yere varmak mümkün değildir.
Lütfen, dostu ve dost olmayanı tesbit ederken yanlışa düşmeyelim.
*
“Çirkinlikler gazetesi” yayınlansın
Gazetelerde yer alan ‘çirkin haber’lerin sayısındaki artış gerçekten dehşet verici. Milleti dinî değerlerden uzaklaştırma çalışmaları bu hızla devam ederse, çok yakında tek başına “çirkin haberler gazetesi” yayınlanmaya başlar!
“İfsat şebekeleri”nin hedefi ve maksadı bu olmasın?
11.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Kıbrıs ile AB’den “çık”artma |
|
AB gündemi, Türkiye yerine Kıbrıs’a kilitlendi. Kıbrıs, Türkiye’nin yumuşak karnı. Ankara Antlaşması, sonrasında Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin AB’ye üyeliği ile birlikte imzaladığımız ve nihayetinde yapmakla yükümlü olduğumuz başlıklar var.
AB’den vazgeçmek istenirse, elbette bu sorumluluklarımızdan kurtuluruz. Benzer şekilde kendini deklare etmiş ve Türkiye’ye karşı her aday ülke gibi sorumlulukları olan AB de bizi unutmak durumunda kalır.
Böylesi bir kırılma, aktüel tabirle “tren kazası” mümkün mü?
Hiç sanmıyorum. Her ne kadar Kıbrıs bahanesiyle bizdeki AB muhalifleri, Denktaş’ın da çözümsüz ve statükocu tavrıyla yıllardır kördüğüm haline getirilen Kıbrıs’la hükümeti bloke etmek isteseler de, esas mesele demokratikleşmeyi durdurmaktır.
Bir de şu açıdan bakalım; faraza Kıbrıs meselesi istediğimiz şekilde çözülse, Rumlar Türkiye’nin özellikle Denktaş-Ecevit-Mümtaz Soysal çizgisinde çözüm üretmemek üzerinden ve yeni şartları engellemek üzerinden iş gören güruh ve bunlara katılan ulusalcı gruplar AB’ye taraftar olacaklar mı? Zannetmiyorum.
Bir başka nokta başörtüsü meselesinde eşit ve adil bir çözüm öneren AB’yi ulusalcı cephe kabul eder mi? Milli Savunma Bakanlığı bütçesinin Sayıştay denetimine alınmasını hazmeder mi?
AB ilke bazında, devletin ideolojik bir format ile herkesi formatlamasını benimsemiyor. Böyle olunca bizdeki “kalıp ustaları” ha bire halkını “kalıba sokma” huyundan nasıl vazgeçecekler?
Eğitimde demokratikleşme gerçekleştiğinde, okul kitaplarının ilk beş sayfasındaki “mecburî tasarım” veya zoraki şablon kalkacaktır. Ya da tercihe bırakılacaktır.
Rejim kaygısı taşıyanların etkilileri aslında kendi telâşlarındalar. Kendi geleceklerinin derdindeler. Eskisi gibi kapalı mevzuat azalıyor. Hikmet-i hükümet ve istediğini yaptırma inisiyatifi azalıyor. Askerî darbeler zorlaşıyor.
Türkiye’yi 28 Şubat sürecine sürükleyen devletin beş STK’sından biri olan Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Federasyonu’nun başkanlığını yapan Derviş Günday, 15 yıldır bu görevde. En son CHP ile Esnaf Kurultayı düzenledi. Kendince o da rejimin savunucusu.
Zaman’ın yazdığına göre aylık maaşı 25 bin YTL. Bir de “esnaf aç” diye siyasi muhalefet yapıyor. Acaba bu zevat klonlanmış hafızalarının dışına çıkar mı? Yenilik ister mi? Bir başkasını kabullenir mi?
Eskisi gibi holdinglerde ve ara dönemlerin sermaye sahiplerinde yönetim kurulu üyeliği ve “danışman” çalıştırması formülleri de işlemiyor.
Rejim kaygısıyla post modern darbe yapılıyor. Sivil olması gereken sendikalar işin baş rolünde. Üniversiteler ilmin özerkliği, evrensel hukuk ve bireyin hakları bir yana askerî alanlarda brifing almaya başlıyorlar. Bir kısım medya, yeni rantların peşinde ve ona göre mevzi alıyor.
Bu filmi defalarca seyretmiş ve zihni bulanıklığın mideye inan bağlarını defalarca görmüş bir toplumda, AB muhaliflerinin kayda değer yaklaşımları yok. Bunların tek derdi saltanatlarını korumak. İmtiyazlı yaşamak.
Konjonktürden yıllarca geçinenler kolay kolay bu “lüküs hayat”larını bırakmak istemiyorlar. Aldıkları yükü ve kazanımları, prestije tahvil edememenin sancısını çekiyorlar. Gerisi lâfı güzaf.
Bu arada, AB sürecinde yaşanan gelgitler olacaktır. Karşılıklı restleşmeler ve zaman zaman kopmalar bile olacaktır. Bu durum bizdeki direncin ve onlardaki sorumluluklarına riayet etmeme tavrının bir sonucudur. Onlara hatırlatmada bulunarak ve kendimizi de gözden geçirerek bu engebeli yolları aşacağız.
Bilinmesi gereken, “ülke, birlik, onur” hassasiyetlerini kullananların, esasta resmi ideolojiye bağımlı veya dolaylı “ağ”a takılıp bir şekilde hurmanın tadını almış zevatlar. Son yıllarda kayıt dışı beslendikleri kaynaklar da işin çabası.
İnşallah bir gün bunların hepsi tam deşifre olur. Sivil ve imtiyazsız, birey merkezli bir demokrasi her metrekarede inşa edilir de, bizler ucuz polemiklerden gerçek gündemlere geçeriz.
Kıbrıs üzerinden AB ile ipleri koparma senaryosu deneniyor. Hükümet metin durmalı. Süreci aksatmamalı ve içeriye cevap vermeden trene kaza yaptırmamaya çalışmalı.
11.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Güzel görmek, güzel düşünmek |
|
Olaylar, açısına göre, şekil ve büyüklük değişikliğine maruz kalabiliyor. Aslında yaşadığımız her şeyin bir izafiliği ve bize göre oluşu hep söz konusu. Bir olayı değerlendirirken bu durum hep dikkate alınmalı ve olayın gözüktüğü boyutla gerçekliği arasında fark olabileceği unutulmamalıdır. Zaman zaman olayların içinde boğulmak ferdi çok yıpratabilir ve varlığın gerçek anlamından da uzaklaştırabilir. Olaylar karşısında sağlam bir duruş ve sağlıklı bir bakış açısı, ancak olayların kişiye göre yansımasını fark etmekle mümkün olabilir. Herkesin muhatap olduğu bir varlık âleminden çok, herkesin bakış açısı ile şekillenen âlemler söz konusudur. Bu bakış açısıyla olayları etkilemekten çok, kendi dünyanızı düzenlemek yolunda çaba sarf edersiniz.
Büyüklük ve küçüklüğün kendi ölçülerimiz içinde değerlendirildiği bu âlemde zaman zaman ölçüler karışabiliyor. Bakış açısı ve içinde bulunduğunuz konuma göre büyüklük ve küçüklük ölçüleri değişebiliyor. Bir ülkenin kralı, onca azameti ve onunla ilgili büyüklük algılarına rağmen gözün göremediği bir mikroba mağlup olabiliyor. Koca bir havuzu bir damla kirletebiliyor. Sadece bir dokunuş çok şeyleri değiştirebiliyor. Bazı zamanlar da yıllarca süren çalışmaların sonucu yalnızca bir dokunuş ile bitebiliyor.
Zaman zaman kafamızda büyüttüğümüz ve dar ölçülerimizle küçük gördüğümüz için kıymetini bilemediğimiz şeyleri sorgulamalıyız. Gelenekler, maddî bakışın oluşturduğu değer yargıları bir gözlük oluşturuyor ve bu gözlük sadece maddî şeyleri büyütüyor. Belki bazı anlarda sadece maddî şeyleri gösteriyor. Oysa madde sadece bazı duyguların yaşanması için bir araç. Bu konumundan öte geçtiğinde ve hak ettiğinden fazla büyütüldüğünde duyguları da gizliyor. Duyguların gizlendiği ve sadece maddenin ön plana çıkarıldığı bir dünyada küçülen ve göz ardı edilen başka bir gerçek de ölüm. Maddî gözlükler ölümü göstermek istemiyor ve çoğu zaman gölgeliyor.
Görmemek ya da görmezden gelmek pek çok zaman çözüm getirmiyor ve çoğu zaman çözümü güçleştiriyor. Kaçarken görülmeyen ve uzaklaştığı hissi ile küçültüldüğü zannedilen şeyler gözlük kırıldığında çok büyümüş olabiliyor. Gözlüklerin oluşturduğu hayal dünyasında yaşamaktansa, mertçe gerçekle yüzleşebilmek pek çok zaman çözümün başlangıcı olabiliyor.
O yüzden hiç bir şeyi olduğundan daha küçük ya da daha büyük algılamak gibi bir yanılgı içine girmemeliyiz. Zaman zaman bu algı bizi rahatlatıyor olsa bile... Her zaman için vaktinde algılanan tehlikeler daha rahat atlatılmıştır. Çoğu zaman çözüm aramak yerine kaçmak korkulan sonuçları daha da büyütmüştür.
Büyüklük ve küçüklük kavramlarını bu ölçülerle yeniden gözden geçirdiğinizde, hayal ve zihin dünyasını şöyle bir dolaştığınızda görülecektir ki çok büyütülen şeyler, aslında çok küçük ve çok küçük görülen şeyler aslında çok büyük. Bazı zamanlarda yürekten bir dokunuş milyarlar harcanarak alınan bir hediyeden daha kıymetli olabiliyor. Çölde bir damla suyun tonlarca altından, zümrütten ve yakuttan daha kıymetli olması gibi. Kaybından dolayı üzüldüğümüz milyarları, ihtiyaç durumunda kolunu, gözünü, kulağını, burnunu ve belki de tek parmağını tekrar elde edebilmek için rahatlıkla harcamayı herkes göze alacaktır. Şu an bütün bu zenginliklerin sahipliğinden kaynaklanan mutluluğun tadını çıkarmaya çalışmalıyız.
Olaylara yeni ve doğru bir bakış açısı geliştirmek için olumluluklar üzerine odaklanmalıyız. Olumluluklar üzerine odaklanabilmek için onların farkında olmamız gerekiyor. Farkındalık bir çok güzelliğin yaşanabilmesi için önemli bir başlangıçtır. Asıl güzel olan ise sahip olduklarımızı kaybetmeden önce fark etmektir. Sabah kalktığında elinin, gözünün, kolunun ve bütün organlarının sağlıklı bir şekilde işliyor olduğunu fark ederek ve bunları Rabbinden gönderilmiş hediyeler olarak algılayarak güne başlayan insan, o günü çok daha enerjik ve mutlu geçirecektir.
Monotonluk farkındalığın önünde ciddî bir engel teşkil ettiği için zaman zaman olayların tek düze işleyişinden sıyrılıp fark etmemiz gereken detaylara odaklanmalıyız. Detaylarda gizlenmiş olayları fark edip incelikleri algıladıkça çok yakınımızda olan güzellikler keşfedilmiş olacaktır. Bu aynen her gün önünden geçtiğimiz, ama odaklanmadığımız için fark edemediğimiz bir işlemenin yolunuz üstünde olmasına rağmen odaklanmamaktan dolayı fark edilmemesine benzer. O halde insan varlık ortasında güzellik avcısı gibi yaşamalıdır. Özellikle güzelliğe odaklanmalı, her türlü olayın detayında ve arka planındaki güzelliği keşfetme gayreti içinde olmalıdır. Bu aslında hayattan lezzet almanın formülüdür. Güzel görmek ve güzel düşünmek başlangıçta özel bir gayret ve yöneliş gerektirecektir zaman içinde refleks şekline dönüşecektir. Bu hayatın her anını ve yaşanan bütün olayları iyi ve kötüsüyle güzellikleri anlatan muhteşem bir tabloya dönüştürecektir.
11.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zeynep GÜVENÇ |
Sağlık çilesi |
|
Amerika’daki sağlık sistemi işleyişinin Türkiye’nin sigorta hastanelerindeki kuyruk çilesini aratmayacak türden olduğunu ve hatta bazı doktorların tıp fakültesi okuyup okumadıkları konusunda şüphe götürür tarzda davranışlar takındıklarını, bütün bunların da insana, “Benim canım memleketimin güzide doktorları nerede?” dedirttiğini biliyor muydunuz?
“Yok öyle değildir aslında, bana öyle denk gelmiştir, onlar işinin ehli olmasa bir sürü insan tedavî olmak için bu ülkeyi seçer mi?” gibi düşünceler ardı arkası kesilmeyen tecrübelerle sabitleşince, ben de kendimi bu konu hakkında yazmak zorunda hissettim.
Sadece “özel hastalıklar”ın (kanser gibi) tedavisinde, teknolojinin gücünden de azamî faydalanarak, dünya çapında söz sahibi olmuş olmalarını takdirle karşılıyorum. Yalnız benim anlatmak istediğim sorunlar, nedense, geçici ya da sıradan sayılabilecek, üzerinde durulmazsa ciddileşecek hastalıkların tedavisi sürecinde yaşanıyor.
Her şeyden önce Amerika’da sigortasız hastahaneye gitmek, neredeyse açık çek imzalamak gibi birşey. Sanki araba ya da gayrımenkul satın almışsınız gibi evinize fatura geliyor. Hastahane faturasını gördüğünüzde küçük dilinizi yutmamak için iyi-kötü bir sigorta almak şart.
Özellikle hafta sonları ya da tatil günlerine denk gelen zamanlarda (maazallah) hastalanmaya kalkarsanız vay halinize. Hastahanelerin acil bölümlerine gitmek ve hastalığınıza numara vermek zorundasınız. Yani 1’den 10’a kadar hangi şiddette hasta olduğunuzu ve acınızın tarifini yapmanız gerekiyor. Diyelim ki, kazara üç ya da beş gibi bir rakam verdiniz, hayırlı olsun! En az beş saat beklemeniz gerekecek. Acile gitmiş olabilirsiniz, ama hastalığınız acil değil, üzgünüz. (Üzgün olduklarını hiç sanmıyorum) Nerede benim memleketimin 24 saat açık poliklinikleri, hey gidi hey!
Tabiî siz bunu okuyunca hemen, “Trafik kazası geçirmiş, ölüm kalım savaşı verenler dururken, basit bir mide bulantısını ya da karın ağrısını mı tedavî edecekler?” diyebilirsiniz. İşte şaşılacak olan şey de bu, hiç öyle acil hasta falan yok. Her şey çok sakin yolunda gidiyor. Ama siz bekliyorsunuz, bekliyorsunuz, zaman akıyor.
Hadi siz şimdi Allah’ın sevgili kulusunuz diyelim, o yüzden hafta içi normal bir vakitte rahatsızlandınız. Doktora gidiyorsunuz, sanki bedavaya ya da yeşil kartla muayene olacakmış gibi saatlerce bekliyorsunuz (önceden randevu alsanız bile) ve inanılması güç ama, öyle hastahane dışına taşan uzun kuyruklar da yok. Kuyruğu bırakın, bu hastahane terk edilmiş herhalde dedirtecek kadar kimsesiz bir ortam var.
İşin can alıcı kısmına daha gelmedim, şimdi sıkı durun, o kadar beklemenize değiyor mu sizce? Yok efendim, nerdeeee! Doktor hanım-bey geliyor, şikâyetinizi soruyor. Buraya kadar klasik. Burdan sonrası ise kamera şakası gibi.
Doktor: Hımmmmm! Evet semptomlar yeterli değil, başka bir belirti yok mu?
Hasta: Yok.
Doktor: Hımmmm, üzgünüm, yani sebebini bilmiyorum, çok özür dilerim.
Hasta: Efendim? Nasıl yani?
Doktor: Anlamadım sorunun ne olduğunu, bence siz hasta değilsiniz!
Bir arkadaşımdan duyduğum ise tam trajik bir olay. Doktor her zamanki gibi hastalığı çözememiş ve hastayı evine göndermiş. Hastanın apandisiti patlayacakmış az daha ölümden dönmüş.
Bütün bunların sebebi ise herhangi bir yanlış teşhiste hastaların doktorlara ödenmesi neredeyse imkânsız rakamlarda tazminat dâvâsı açmaları. İşte bu yüzden doktorlar da sigortalı olmak zorunda. Olan, “Yanlış teşhis koyarsam, yandım” korkusu taşıyan doktora değil, derdine bir hal çaresi arayan hastaya oluyor.
11.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kader hükmediyor |
|
Abdülkadir Bey eşi ve çocuklarıyla Bursa seyahati esnasında emeklilikten sonra da yıllardır görev yapageldiği Gölcük’te kalmaya karar vermişti. Memleketi orası değildi, ama güzel bir yerdi, güzel de arkadaşları ve hizmetler vardı. Onlar öyle arzu etmişti, ama imam-hatip okulu son sınıftaki kızları Nurcan memleketlerine gitmekte direnmişti.
Ne var ki 17 Ağustos Marmara Bölgesi Depresi herşeyi alt üst etmiş, kararlarını değiştirmeye yetmişti. Abdülkadir Bey depremde kızı Nurcan’ı kaybetmiş, fakat hakiki ve kuvvetli bir Kur’ân tefsiri olan Risale-i Nurların verdiği teselli ile, “Rabbimin bir emaneti idi. O verdi, hikmeti iktiza etti, yine O aldı” deyip sabretmişti. Yıllar önce temizlik için doldurdukları yan odadaki su kovasına düşüp vefat eden bir buçuk yaşındaki kızının vefatına fazlasıyla üzülen hanımı da, ne kadar uğraştılarsa çıkaramadıkları enkaz altındaki ikinci kızını kaybedeceğini anlayınca, “Daha önce imtihanı kaybettim. İnşaallah bu imtihanı kazanacağım. Demek Rabbimiz kızımızı bizden daha çok seviyor” diye büyük bir sabırla karşılamaş, üzüntüsünü kalbine gömmüştü. Nitekim arkadaşları ve yakınlarının gördükleri rüyalarla Nurcan, “Ben ölmedim, daha güzel bir yerde yaşıyorum. Şu pembe geceliğimi de falan arkadaşıma verin. Hoşuna gitmiş, alamamıştı” diyerek onları daha da rahatlatıyordu.
Kızları ısrarla memleketlerine gitmeyi istememiş miydi? Hiç olmazsa cenazesini götürmelilerdi. Aldılar götürüp oraya defnettiler ve orada kalmaya karar verdiler. Böylece kader onları Gölcük’te değil Elbistan’ta yeni bir sayfa açacaktı.
Herşeyde bir hikmet arayan ve yüzde yüz ölümle neticelenebilecek bir sûikast planından burnu kanamadan kurtulan Üstadı, “Bundan sonra fazladan yaşıyoruz. Öyleyse kalan ömrümüzü hizmete sarf etmeliyiz” dediği gibi, Abdülkadir Bey de depremden sağ salim çıkaran Rabbine söz vermiş: “Bundan sonraki ömrümü inşaallah hizmete adayacağım” demişti.
Açtığı ‘Al Götür, Oku Getir’ kütüphanesiyle bin kadar üyesine güzel hizmetler sunan Abdülkadir Beyi kader Elbistan’a çektiği gibi bizi de güzel bir vesile ile Elbistan’a götürdü.
8 Ağustos Cuma günü oğlu Fatih’in düğünü vesilesiyle davetleri üzerine konferans vermek maksadıyla gittiğimiz Elbistan’da Belediye konferans salonunda gerçekten dikkatli, meraklı düğün davetlilerine evlilikte mutluluk meselesini işledik. Efendimizin (a.s.m) kızı Fatıma’yı amcasının oğlu Hz. Ali’yle evlendirirken söylediği, “Kızım, sen kocana cariye ol ki, o da sana köle olsun” tavsiyesini genişleterek karşılıklı görevlerin yapılması hâlinde evin nasıl Cennetten bir köye olacağını anlatmaya çalıştık.
Kaderin istihdamı asıl. Bizim cüz’î irademizden çok Kader hükmünü icra ediyor.
11.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Sadece dünya için çalışanlar |
|
Dünyada iken hiç ölmeyecekmiş gibi hareket eden ve görünürde dünyanın en büyük insanları içerisinde yer alan çok kişi bulunmaktadır. İşte bunların emr-i Hak vâkî olduktan sonraki hayatlarında dünyadaki konumlarının kendilerine hiçbir faydası dokunmayacaktır. Çünkü onlar dünyada yaptıklarını sadece dünyanın şan ve şöhreti için yapmışlardır. Bununla birlikte başlarına yeni dünyalarında neler geldiğini de bilemeyiz. Eğer o insanların yeni hayatlarında nelerle karşılaştıklarını açık bir şekilde bilmiş olsaydık, şüphesiz imtihan sırrı bozulacak ve gerideki bütün insanların hayat seyri değişecekti.
Kaldı ki, bizlerin ölüler hakkındaki değerlendirmeleri de çok fazla bir önem arz etmemektedir. Onlar artık dünyada iken işledikleri amellerin karşılığını göreceklerdir. Bizler ancak dünyada yapılanlara bakarak ve İslâmî nasları da baz alarak kişilerin öldükten sonra nelerle karşılaşacaklarını tahmin edebilmekteyiz.
En doğrusu da ölen insanlar hakkında fazla değerlendirmelerde bulunmamak, icap ediyorsa sadece dünyada iken yaptıklarını nazara vermektir. Ancak işin ifade edilebilir gerçeği, ihtişamlı cenaze merasimleriyle ve son yılların modası olan alkışlarla toprağın bağrına terk edilen kişilerin, kendileri için yapılanlardan pek istifade etmeyeceğidir.
Kişilerin, mezara girerken, arkalarında bıraktıkları insanların kendileri için söylediklerinden de, hamaset duygularıyla dile getirilen meth edici ifadelerden de istifade edemeyeceklerini söyleyebilmemiz mümkündür. Ancak bir kısım hareketlerin müteveffaya yaradığını, bir kısım davranışların ise ölenin azabına azap kattığını duymuşuzdur. Her ne kadar kişi öldükten sonra amel defteri kapanmakta ise de, ölümü anındaki faaliyetler yine onu ilgilendirmektedir. Zira hayatta iken nasıl bir görüntü vermişse, ölünce insanlar onun defin işlemlerini inancına ve yaklaşımlarına göre yapmaktadırlar.
Ölen artık ameliyle baş başadır. Misafir olarak bedenlerde bulunan ruhlar buradan ayrıldıktan sonra, dünya hayatında kişinin bir kul olarak yaptıkları baz alınarak bir yerlere gönderilmektedirler. Bir çok insan bu dünyada şah iken, gittiği âlemde insanlara tevcih edilen mertebelerin en düşüğüne ancak lâyık görüleceklerdir. Bir kısım insanlar da dünyada iken fukara bir görüntü içinde olduğu halde, ikinci âlemde mertebelerin en yükseğine çıkarılacaklardır.
Aklı başında olan insanlar, bu dünyanın ihtişamı içinde yaşayan hemcinslerine gıbta etmeyecek, onların acınacak durumda olduğunu görebileceklerdir. Ne anıt mezarlar, ne kalabalık cenaze merasimleri ve ne de alkışlar ölen insanların yeni hayatları için olumlu bir etki meydana getirmeyecektir şüphesiz.
Ruhu bedeninden çıkıp imtihan sonucuna göre lâyık olduğu yere gönderilen insanların ne kadar büyük pişmanlıklar içinde kıvrandıklarını da tam anlayabilmemiz mümkün değildir. Onların bu kıvranmaları bizler tarafından bilinmiş olsaydı, ölümün yakın bir gelecekte bizim dünya hayatımızı da sonlandıracağını düşünecek ve bir nev'î icbarla hayatımızın gidişatını ona göre ayarlamaya çalışacaktık. Ama imtihan sırrı buna imkân vermemektedir.
Biz insanlar gafletten kurtulup, “Kişi sevdiği ile beraberdir” hakikatını düşünmüş olsaydık, dünyada iken Rabbi için doğru dürüst bir amel işlememiş olan insanları sevmeye çalışmaz, küfür ve isyan bataklığı içinde dünya hayatını geçirenlerden mümkün olduğu kadar uzak durmaya çalışırdık.
Diğer yandan dünya için çabalayıp, dünyanın meşhurları arasına girmek için hayatları boyunca mücadele eden insanların başka bir dünyada mükâfat değil mücazata müstehak olacaklarını söyleyebiliriz. Zira onlar dünya için çalışmışlardır. Onların mükâfatı dünyada olacaktır. Zaten meşhurlar sınıfına girmekle de hedeflerine varmışlardır.
Dünyayı esas maksat yapanlar ahirette bir beklenti içinde olma hakkını kaybetmişlerdir. Herkes niyetine göre yaptıklarının karşılığını görecektir. Adil-i Hâkim hiç kimseye haksızlık yapmayacak, herkese yaptıklarının karşılığı eksiksiz verilecektir.
11.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Aydınların sorgulama cesareti |
|
Türk aydınlar, bugün dünden daha cesurâne konuşuyor.
Özellikle, liberaller ve "sosyal demokrat" kesimden aydınların son zamanlarda sergilemiş olduğu medenî ve merdane çıkışlar, cidden alkışlanmaya değer cinsten.
Bunlar, söz ve yazılarıyla "kapu gibi tabu"lara rahatlıkla iliştiriyorlar, tabuların meddahlarını eleştiri bombardımanına tutuyorlar, dikleşmeye kalkışanları ise adeta yerden yere vuruyorlar.
Dahası, geçmişin yanlışlarını, "dokunulmaz hatalar"ını sorgulamaktan hiç çekinmiyorlar.
Meselâ, 1925–45 arasını tek parti diktasını "adam gibi" sorguluyor, hatta bazen yerin dibine batırıyorlar.
Esasen, eğriyi doğruyu olduğu gibi tarif ve tavsif ediyorlar. Üstelik, kimseye yaranmadan ve kimseden de çekinmeden...
Prof. Atilla Yayla'nın, yazar Engin Ardıç'ın, usta kalem Altan kardeşlerin son zamanlardaki bâriz çıkışını bu cümleden saymak mümkün.
Aynı cesaret kervânına katılan, şüphesiz daha başka aydınlar da var.
Bu demokrat aydınları, medenî cesaretlerinden dolayı tebrik ederken, bilvasıta tetiklenmekte olan gelişmeleri hayra yorduğumuzu da, ayrıca ifade etmek isteriz.
Tersine bir gelişme
Liberaller ile sosyal demokrat kesimde görülen ve doğrudan "ilerlemeye tekabül eden" bu hayırlı gelişmenin aksine, dindar veya muhafazakâr görünümlü kimi şahıs ve gruplarda ise, ne yazık ki tam da "gerilemeye tekabül eden" bir takım vaziyetler gözlemleniyor.
Bunlar, meselâ gazete köşelerinde, tv ekranlarında, yahut miting meydanlarında boy gösterip, kaskatı birer "Kemalist" kesilebiliyorlar.
Öyle ki, Kemalistlikte Ecevit'e özenenler bile var; onun tarzında başına bir kasket geçirip meydanlara çıkarak, meselâ...
Şüphesiz, bunların bir çoğu takıyye yapıyor. Bir kısmı ihaleye girmiş, almış olduğu işin yükünü çekiyor.
Bir kısmı da, tam bir "aşağılık kompleksi" içinde debelenip duruyor.
Bu yüzden, yazıp söyledikleri hiç de inandırıcı olmuyor. Yani, yüz defa dâvâ edip "Biz Kemalistiz" deseler, yine de esas Kemalistleri inandıramazlar.
Onun için, yazıp söylediklerinin bir kıymet–i harbiyesi yoktur.
Ama, "dinci kimlikli" olmayanların, bu konuda söylediklerinin, yazdıklarının pekâlâ bir kıymet–i harbiyesi vardır. Vardır ki, onların medenîce çıkışları essah Kemalistleri şiddetle rahatsız ediyor.
Çünkü, kendilerini avutmak için de olsa, onlara "dinci, gerici, yobaz takımı" falan diyemiyorlar.
Bu yüzden de, fikren mukabele edemedikleri bu kimselere sadece kızıp duruyorlar.
Kızgınlıkları ise, bazen had safhaya çıkıyor ki, bu da–keskin sirke misâli–dönüp kendi küplerine zarar veriyor.
Evet, Kemalistler, bütün bu gelişmeler karşısında sadece kızıp öfkeleniyorlar, hiddetlenip küplere biniyorlar ve bu ruh haleti içinde hop oturup hop kalkarak, o köhnemiş küpleri de birer birer kırıyorlar.
Bu gidişle, turşu kurmak için olsun ellerinde sağlam küp kalmayacak gibi...
TIK
1946 seçimlerinde "açık oy,
gizli tasnif" komikliği yaşandı
İnönü demokrasiye falan geçmedi ki!
İnönü, kendi diktasının yerine 'başka bir diktanın gelebilmesinin' önünü açtı; demokrasinin değil.
Hamam, kurna, tas ve sabun aynı kalıp yalnızca tellaklar değişince, birtakım çokbilmişler buna demokrasi dediler.
Engin Ardıç (AKŞAM, 05.12.2006)
Günün Tarihi
İstanbul'da dondurucu soğuklar
11 Aralık 1953: Dondurucu soğuklar, etkisini göstermeye başladı. Yoğun kar yağışı ve şiddetli soğuklar sebebiyle, İstanbul'daki Haliç ve Boğaz suları yer yer kalın buz tabakalarıyla kaplandı.
Özellikle Haliç'te, insanların donmuş deniz suyu üzerinden karşıdan karşıya geçtikleri tesbit edilirken, aynı yüzeyin pekçok noktasında ise, insanların kartopu oynadıklarına şahit olundu.
Bu dondurucu soğuklar sebebiyle, yük gemileri limanlara, yolcu gemileri ise iskelelere yanaşmakta uzun süre zorluk çektiler.
Geçmişte ve günümüzdeki durum
Tarihî kaynaklar, İstanbul'da kış mevsiminde dondurucu soğukların defalarca yaşandığını bildiriyor.
Tarih kitapları, gerek Bizans döneminde ve gerekse Osmanlı döneminde, bütün Haliç ve Boğaz sâhillerinin donduğuna ve bilhassa uzak denizlerden gelerek İstanbul'a erzak ve hububat getiren gemilerin açıklarda kalarak limanlara yanaşamadıklarına dair müşterek bilgileri aktarıyor günümüze.
Osmanlı zamanında kaydedilen ve deniz suyunu donduran en şiddetli kış mevsiminin 1621, 1755 ve 1893 yıllarında yaşandığı belirtiliyor.
* * *
Günümüzde ise, umumî manzara çok farklı bir mahiyet arz ediyor.
Günümüzde, yurt genelinde olduğu gibi, mevsim itibariyle İstanbul'da da hava son derece ılık ve kurak geçiyor.
Hava sıcaklıkları mevsim normallerinin üzerinde seyrederken, yağışlar itibariyle de endişe uyandırıcı bir kuraklığa şahit olunuyor. Barajların suyu azaldı, yer yer dibe vurdu.
Anadolu'nun bazı yörelerindeki durum, İstanbul'dan da vahim görünüyor. Bazı göller bataklığa yüz tutmuş iken, bazıları ise suyu tamamen kurumuş ve yüzey tabakası çatlayan topraklara dönüşmüş.
Buzlar erir
Bugün bir "yalancı bahar" havasının hakim olduğu İstanbul, tarihte aynı mevsimlerde dondurucu soğuklara da sahne olmuş.
İşte, bundan 52 sene evvelki kış mevsiminde buzlarla kaplı Haliç ve Boğaz'da tesbit edilmiş bazı görüntüler.
Bu görüntüleri seyrederken, çekilen bütün sıkıntılara rağmen, insanın yine de "Ah! Nerede o eski kışlar" diyesi geliyor.
Zira, kuraklık ve yağışsızlık, kısa ömürlü buzlanmaya nazaran çok daha büyük fâcialara, dramlara yol açabiliyor.
Soğuk havalarda, giyinerek de olsa korunmak mümkün; ancak, kuraklığın çaresini bulmak, adeta imkânsız.
11.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Gusül hakkında -3 |
|
İzmir’den okuyucumuz: “1- Gusül abdesti ne zaman alınmalıdır? 2- Gusül abdesti alması gereken birisi abdest almadan vücudundan herhangi bir şey koparabilir mi? Mesela tırnak gibi, tüy gibi... Cünüpken aynaya bakılır mı? 3-Bazı ilmihallerde cünüpken el ağız yıkandıktan sonra yemek yenir deniliyor. Bunu nasıl anlamalıyız? 4- Cünüp olan eşlerin yıkanma müddeti nedir? Bekleme müddeti içerisinde mesela tv seyretme, eşler arası sohbet etme gibi işler yapılabilir mi? Vereceğiniz cevaplar için şimdiden teşekkür eder işlerinizde başarılar dilerim.”
Efdal olan, gusül abdestini—mümkünse—gerektiği anda almaktır. Fakat farz namazlara zarar vermemek şartıyla bir süre geciktirmeye cevaz vardır. Meselâ eğer yatsı namazını kıldıktan sonra gusül gerekmişse, bu gusül en geç teheccüt namazına kadar, teheccüt namazı kılınmışsa en geç sabah namazına kadar geciktirilebilir. Nihayet sabah namazından önce gusül abdesti almalıdır. Gusül alabilirken almayıp, hadesten taharet gerçekleşmediği için bir namazı vakti dışına çıkarmak caiz değildir.
Gudayf bin el-Haris (ra) bildiriyor: Hazret-i Aişe’nin (ra) yanına vardım ve:
“Resulullah (asm) gecenin erken saatlerinde mi, yoksa sonunda mı guslederdi?” diye sordum.
Hazret-i Aişe validemiz (asm):
“Her iki vakitte de guslederdi. Bazen gecenin erken saatlerinde, bazen de sonunda guslederdi” dedi.
“Dinde kolaylık tanıyan Allah’a hamd olsun” dedim.1
Bu hadisten, Resulullah’ın (asm), cünüplük gecenin ilk vakitlerinde meydana geldiğinde ilk vakitlerinde, son vakitlerinde meydana geldiğinde de son vakitlerinde guslettiği anlaşılabilir. Fakat Gudayf bin el-Haris’in “Dinde kolaylık tanıyan Allah’a hamd olsun” sözüne Hazret-i Aişe’nin (asm) ses çıkarmamasından da guslü geciktirmenin mubah olduğu anlaşılabilir. Bir diğer hadiste ise Hazret-i Ömer (ra) Resulullah’a (asm) sordu:
“Ya Resulallah! Herhangi birimiz cünüp olduğu halde uykuya yatabilir mi?”
Resulullah Efendimiz (asm) buyurdu ki:
“Evet! Abdest alırsa…”3
Anlaşılıyor ki, cünüp kişinin yemek yemesi, çay içmesi, oturup eşiyle sohbet etmesi, birisiyle musafaha yapması, aynaya bakması, uyuması veya hadesten taharet istemeyen muhtelif işler yapması mubah davranışlardandır. Fakat bunları yapmak için mümkünse abdest alması, en azından elini ve ağzını yıkaması sünnet bulunmaktadır.
Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor: “Cünüp iken Resulullah (asm) ile karşılaşınca, ben geriledim. Gidip yıkandım ve sonra geldim. Resulullah (asm):
“Nerede idin?” buyurdu. Ben:
“Cünüp idim ya Resulallah!” dedim.
Resulullah Efendimiz (asm) buyurdu ki:
“Müslüman necis olmaz.”4
Cünüp birisinin vücudundan saç, tüy, kıl, tırnak gibi bir şey koparmaktan sakınması daha doğru olur. Çünkü haşirde bu sayılan kısımlar da iade edilecektir. Fakat tahkik mesleğine göre ise haşirde insan bedeni, insanın kendi tohumu hükmünde olan kuyruk sokumundaki acbü’z-zeneb üzerine diriltilecektir.6
Dipnotlar:
1-Nesai, Taharet, 142,
2-Tirmizi, Taharet, 88,
3-Tirmizi, Taharet, 89,
4-İşaratü’l-İcâz, s. 60,
11.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Yine başardık |
|
Fransız Le Monde, “Türkiye Kıbrıs konusunda bir jest yaparak Avrupalıları bölecek.”
Fransız Le Figaro, “Önerisi ile Türkiye AB’nin planlarını son dakikada alt üst etti İngiliz Guardian gazetesi, Rumların öneriye karşı Türklerin elini havada bıraktığı yorumunu yaptı.
Independent gazetesi, Türkiye’nin önerisini “sürpriz” olarak nitelendirdi.
Dünyanın önde gelen finans gazetelerinden Financial Times, Ankara’nın yeni hamlesini, “Türkiye Kıbrıs uyuşmazlığında tavrını yumuşattı” şeklinde değerlendirdi.
İspanya’nın önde gelen gazetelerinden El Pais de, AB’nin Türkiye’nin önerisini “yetersiz” olduğunu söylemekle birlikte “olumlu bir adım” olarak nitelendirdiğini yazdı.
Amerikan New York Times gazetesi, Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki gerilimin azalması için bir hamle yaptığını belirtti.
Daha bir hafta önce Türkiye ile AB ilişkilerinin askıya alındığını, Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin yeniden gözden geçirilmesi için Merkel ile Chirac’ın bir araya geleceğini yazıyordu bu gazeteler. Tren raydan çıktı mı, yoksa yavaşladı mı tartışması yapılıyordu.
AB ile ilişkilerini sık sık raydan çıkaran bir ülke olması açısından Türkiye’nin, ”Huylu huyundan vazgeçmez” havasında hareket etmesinden korkuluyordu.
AB’de Türkiye yanlılarının tüm çabası, treni rayda tutmaktı.
Ta ki, Türkiye’nin sürpriz önerisi gelene dek.
Türkiye, Magosa Limanına ve Ercan Havaalanına karşılık olarak Türkiye’den bir havaalanı ve bir limanı açabileceğini bildirdi.
Bu öneri AB içindeki Türkiye yanlılarının elini güçlendirirken, Türkiye karşıtı cephe bölündü. Başından beri Rumların en büyük destekçisi olan Almanya temsilcisi Coreper toplantısında, Rumlara tepki göstererek, Türkiye’nin önerisinin müzakere edilebilecek seviyede olduğunu bildirdi.
Hamle ilk hedefine ulaşmıştı.
1998 yılına kadar havaalanı ve limanlarını Rumlara kullandıran Türkiye, şimdi Kıbrıs’ta izolasyonların kaldırılması karşılığında bir liman ve bir havaalanını açmakla ne kaybedecekti? Rumları mı tanıyacaktık.
Peki, o zaman sormazlar mı adama 1998 yılına kadar açık olduğuna göre yoksa biz ta o zamandan Rumları tanımış mıyız?
Ayrıca Rumların esamesi okunmazken, bizim AB’ye üyeliğimiz için kapımız çalındığında neredeydi bu beyler. Yunanistan ile Türkiye’nin aynı zamanda üye olması için kapımıza kadar gelen teklifi 1979 yılında geri çevirmedik mi?
Biz o zaman AB üyesi olup, Rumların üyeliğini veto etseydik ya da Rumların üyeliğine karşılık KKTC’nin tanınmasını sağlasaydık daha yararlı olmaz mıydı?
Bu soruların cevabını vermemiz gerekiyor.
Tüm bunları ıskaladık. Geldiğimiz nokta da ise Rumları açığa düşüren bir öneri ortaya koyduk. Coreper toplantısında Türkiye’nin bu öneri de bulunurken, ne denli ciddi olduğu tartışması yapıldı.
Bugün ise AB dışişleri bakanları zirvesi yapılacak. Perşembe ve Cuma günü ise AB’nin en üst karar organı olan devlet ve hükümet başkanları zirvesi toplanacak.
Peki Türkiye geçen hafta sürpriz öneri ile elde ettiği avantajlı pozisyonu koruyabildi mi?
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt kendisine bilgi verilmediğini, öneriyi TV’den öğrendiğini söylediği andan itibaren daha önce köşeye sıkışan Rumlar, "Kıbrıs planının arkasında askerler yok, bu planın içi doldurulamaz. Türkiye manevra yapıyor" diye propagandaya girişti. Türkiye’de askerin ağırlığını bilen AB ülkeleri nezdinde bu ciddi bir tereddüde yol açtı.
İngiltere gibi, "Askerler karşı olduğu için AB olarak hükümetin önerisini daha çok desteklemeliyiz” diyenler de oldu, ama Türkiye kendi eliyle kendi gücünü zayıflattı.
Ardından Cumhurbaşkanı Sezer’in, “Bana da bilgi verilmedi” şeklindeki açıklaması geldi.
Türkiye masada elde ettiği pozisyonu sıkıntıya soktu.
Brüksel’in nabzını iyi tutan meslektaşlarım bugün yapılacak olan dışişleri bakanları zirvesi için en önemli noktanın,“Türkiye samimî mi, yoksa bizi oyalıyor mu?” sorusu olduğunu söylüyorlar.
Karşı karşıya olduğumuz şu manzara dahi Türkiye’nin ertelemeden, acilen, ama mutlaka AB’ye girmemiz gerektiğini ortaya koyuyor. Sadece bu tablo bile bizim mutlaka AB üyesi olmamızı gerektiriyor.
Yoksa biz ne yapıp ediyor, kendimizi dünyaya rezil edip, topuğumuza kurşun sıkmayı başarıyoruz. Eğer başka şeyler başarsak, zaten bu durumda olmazdık.
11.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|