Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Güzel ölüm



Onun “Nurcu”luk serüveni ilginç…

Genç ve asabiydi… İstanbul’da bir kırtasiyede iş bulmuştu. Köye ailesinin yanına bir vesileyle ziyarete gitmişti.

Babası, uzun müddet dershanede hizmet eden kardeşi için:

“Git kardeşini o ‘tembelhane’den kurtar buraya getir” demişti.

Tembelhane! Yani, Nur Medresesi…

Yani: Nurun ilk adresi: Süleymaniye!

Yani: 46 numara.

Adres belliydi. İstanbul’a geri döndü... O gün kardeşini bulamadı.

Ama olsun bekleyecekti. Süleymaniye Medresesi’ne girdi. Ama, orada bulunan topluluk dikkatini çekti. Biri kırmızı kitap okuyor, diğerleri dinliyordu. Okuyan kişi de, Sungur Ağbi’ydi. Sessizce bir köşeye büzüldü ve “ders”i dinlemeye koyuldu.

O konuştukça dinledi. O dinledikçe, ruhunda sert kayalar teker teker kırıldı. Kardeşini tamamen unutmuş, daha önce hiç duymadığı “hakikat”lerle tanışmıştı. Öfkesi dindi. Ruhu bir limanda dinlenen gemi gibi duruldu. Hz. Ömer misali, öfkeyle geldiği bu “tembelhane”den, ruhu dingin bir şekilde yumuşayarak çıkıyordu. Halbuki o “tembelhane” bir “nur fabrikası”ydı ve çok sayıda Risâle-i Nur, Anadolu’ya gönderiliyordu.

Kardeşini bulduğunda onu köye götürmek bir yana, dersanedeki hizmetlerine devam etmesi için önünü açtı... Harçlığını kendisi üstlendi.

Uzun bir zaman, Süleymaniye’de dershanede kalan talebelerin çamaşırlarını topluyor eve getirip, yıkattırıyor, daha sonra geri veriyordu.

Evi hiçbir zaman boş kalmadı. Öylesine misafirperverdi ki, 40 metrekarelik evde neredeyse günde 40 kişiyi ağırlıyor, doyuruyordu.

Memleketinden, köyünden kim varsa, geliyor. Onun rahle-i tedrisinden geçiyordu. Yediriyor. İçiriyor, barındırıyor ve hatta onlara iş buluyordu.

Yetmiyor, dershanelere gönderiyor, “nur”larla tanıştırıyor, yönlendiriyordu.

Cömertliği bununla sınırlı değildi.

Risâle-i Nur hizmetinde okuyan ve dersanede kalan kimi genç talebelere bedava defter ve kalem veriyordu. O defter ve kalem kullananların yıllar sonra doktor, mühendis veya profesör olduğunu görünce, çocuklar gibi seviniyordu.

Her gün Yeni Asya gazetesi alırdı. Alır ve okurdu. Hatta yetmez evdeki kızlarına da okutturuldu. Evini nur mektebi yapmaya özen gösterirdi. Risâle-i Nur, Cevşen veya Kur’ân okurdu. Vakit namazlarını farklı “selâtin” camilerinde kılmaya özen gösterirdi.

Nurun gizli kahramanlarındandı o!

Asabî mizaçlıydı. Bir o kadar da pamuk… Öfkesi sert ve katıydı. Ama duygusallığı da bir o kadar naifti. Duygusal anında gözlerindeki yaşları cömertçe boşanırdı.

Onu ilk ne zaman tanıdım, bilmiyorum. Kimi zaman Beyazıt’a uğramadan önce “Nurtaşı”na uğrar, ayaküstü konuşur, oradan derse geçerdi “Mevlüt Ağbi”yle... Kimi zaman onlar bizden önce giderdi.

Gerek Nurtaşı’nda, gerekse Beyazıt dershanesinde onun yeri hep “özel”di. Başkası oturmazdı. Aslında gittiği her yerde onun mutlaka özel bir yeri vardı.

Süleymaniye’de başlayan “nur” serüveni, onu bu sefer memleketi Ilgaz’a çekecekti. Çünkü, genç Ilgaz Kaymakamı, kardeşini “nurculuktan” tutuklatmış… Avukat Bekir Berk’te kardeşinin dâvâsını üstlenmişti. Bir ağabey olarak Mevlüt Ağbi’ye iş düşüyordu. Nurun Avukatı Bekir Berk onun da gelmesini istiyordu. Kar ve fırtınalı bir havada üstelik Ilgaz’a vasıtanın zor bulunduğu bir halde oraya bir şekilde gitmiş, mahkemeye yetişmişti. Gerçi sonuç değişmedi. 9 aya mahkûm olacaktı biraderi. Ama ne gam? Nurculuk bu değil miydi zaten.

Mevlüt Ağbi, hizmette sınır tanımayan “düzgün” bir şahsiyetti.

Hizmetteki sadakatini hep muhafaza etti. Hizmetle ilgili nerede ne varsa, o ön saflarda olmaktan kaçınmazdı.

Hiç mi boş zamanı yoktu? Vardı... O zaman da, ya hasta ziyaretine gider yahut cenazeye...

Yeni Asya gazetesinin “ınkıtaa” uğradığı dönemlerde maddî yardım yapmaktan hiç çekinmezdi.

Gazetenin maddî ve manevî zor günlerinde ve hizmete büyük desteği olan gizli kahramanlardandı o.

Uzun bir zaman sonra “Mevlüt Ağbi,” “Baba”m olacaktı. Ama o bir “kayınpeder” gibi değil “hasbi” bir babaydı.

Torunları ciğeriydi. Onlarla şakalaşır, oyunlar oynardı.. Cami veya ders dönüşü, hiçbir zaman boş dönmezdi. Torunlarına verecek muhakkak bir hediyesi vardı.

Hastalandı. Kimseye yük olmayı istemiyordu. Etrafında onu canı gibi seven kızları pervane oldu. Öyle kızlar yetiştirdi ki, onlara hiçbir zaman “ağır” gelmedi. Bayram sonrası vücudun direnci düştü. Ahir ömründe herşey onun istediği gibi olmuştu. Etrafında pervane olan ciğerparesi kızları, kadim dostları ve biraderleri hep yanıbaşındaydı. Evi yine bir dershane gibiydi. Çok sevdiği Risâle-i Nur dersini yine çok sevdiği kadim dostu Mustafa Ekmekçi’den dinledi. Öğle ezanında da ruhunu “Rahman”a teslim etti. Ölen insanlarda hep korkunç haller olduğu söylenir... Ama “babam”ın ölümü o kadar güzeldi ki.

Fatih Camii’nden uğurlandı. Eyüp Sultan’da Zübeyir Ağbi, Mustafa N. Polat, Bekir Berk’e komşu oldu.

Çektiği acılar inşallah günahlarına keffaret olmuştur. Allah gani gani rahmet eylesin.

22.11.2006

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Sindirimdeki mucizevî olaylar



Yeryüzünü sayısız nimetlerin sergilendiği bir sofra gibi yaratan ve hakîkî rızık verici olan Cenâb-ı Hak, o nimetlerden istifade edecek olan hârika cihazları da bu insan bedenine yerleştirmiştir. O nimetlerle bu cihazlar arasında tam bir âhenk ve uyum sağlamıştır.

Sindirim sistemini, onu yaratan Allah hesabına incelediğimiz zaman hayretler içinde kalır ve o intizam ve düzen karşısında Sanatkârının ilim ve kudretine hayranlık duyarız.

Sindirim ağızda başlar. Ağız boşluğunu üst damak, yanaklar ve dil, üst ve alt çene kemiklerinde bir inci gibi dizilen dişler teşkil eder. Dişlerin dizilişi bile muhteşem bir ilmin varlığından haber verir. Öğütücü dişler önde, öndeki kesici dişler arkada olsaydı istenilen maksat hâsıl olmazdı. Ağız boşluğunun arka kısmında (uvula) denilen küçük dil yerleştirilmiştir. Bir veya bir buçuk santim uzunluğundaki küçük dil, yutma esnasında yukarı kalkarak burun boşluğunu kapatır ve yenilen şeyin burun boşluğuna kaçmasını engeller. Emme esnasında da ağzın arka tarafını kapatarak, içilen şeyin ağız boşluğunu doldurmasını sağlar ve nefes borusunu korumuş olur. Ne kadar hayret verici bir olay!

Dişlerle parçalanan ve öğütülen besinler, kulak altı, çene altı ve dil altı tükrük bezlerinden gelen salgılarla yumuşatılır ve içindeki enzimlerle kısmen sindirim başlamış olur. Ağzın hemen arkasında, tıp dilinde (tosilla) denilen ve bademcik olarak bildiğimiz sağlı sollu iki adet savunma organımız vardır. Ağızdan vücuda girmeye çalışan zararlı mikropların imhası bu iki nöbetçiye âittir.

Dil ise, hem bütün besinlerin tatlarını anlamak, hem yenilen şeyleri lokmalar halinde mideye göndermek, hem de konuşmayı sağlamak gibi hârika vazifelerle görevlendirilmiştir. Kabaca anlatmaya çalıştığımız bu ağız yapısının muhteşem dizaynından dolayıdır ki, Bediüzzaman “Sen kendi vücudunu yapmaya kadir değilsin ve elin onu îcat etmekten kasırdır; başkaları dahi o işten âciz ve kasırdırlar. İstersen, tecrübe et bakalım. Şecere-i kelimât denilen bir lisanı veya muhaberat ve ezvak santralı olan bir ağzı yap. Elbette yapamayacaksın. Öyle ise, Allah’a şirk yapma!” der. (Mesnevî-i Nuriye, s. 155)

İrâdemiz dahilinde tek yaptığımız şey, yiyecekleri ağzımıza koymak, çiğnemek ve yutmaktır. Ondan sonra gerçekleşen bütün hârika olaylar, tamamen irâdemiz dışında gelişir. Ağza alınan lokma, birkaç çiğnemeden sonra dil tarafından gırtlağa doğru itilir. Bu bölgeye ise, hem yemek borusu, hem de nefes borusu açılır. Yutma esnasında küçük dil ve yumuşak damak burun boşluğunu, aynı anda gırtlakta bulunan ve epiglottis denilen ikinci bir yapı nefes borusunu kapatır. Yutma işinden sonra bu organlar tekrar eski halini alır.

Yemek borusu, 2 cm. çapında ve 20-25 cm. uzunluğunda bir borudur. Yemek borusunun iç cidarlarını tamamen kaplayan salgı bezleri tarafından devamlı salgılanan mukoz bir sıvı sayesinde, yutulan yiyecekler kolayca mideye gider. Yemek borusundaki kasların düzenli hareketleri bu kolaylığın ayrı bir sebebidir. Bizim bunlardan haberimiz bile olmaz. Alınan tedbirlerle hayatımız devam eder gider.

Midemiz ise bir fabrika gibi çalışmaktadır. Açlık hissinin kaynağı olmakla bizi rızık peşinde koşturur. Yediğimiz besinleri depolar ve salgılarıyla onları parçalar. Çeşitli hareketleriyle onları mâcun haline getirir ve vücut tarafından emilmek üzere ince bağırsaklara gönderir. Yemek yendikten 20 dakika sonra mide öz suları salınmaya başlar. Midenin iç yüzeyini dolduran 1 veya 2 mikron büyüklüğündeki 40 milyon civarındaki salgı bezleri bu salgıyı yapar. Bu salgılar besinleri eritecek çok kuvvetli asitleri içinde barındırır. Gastrin hormonu, pepsin enzimi, hidroklorik asit ve mukus bulunur. Hele hidroklorik asit, çinko ve demir levhaları eritebilecek güçtedir. Diğer bir kısım salgılar da mideyi bu asitlerden koruyucu özelliktedir. O mideyi yaratan her şeyi planlamış ve zarar görmesini engellemiştir. Mukus denilen maddenin görevi mideyi asitlerden korumaktır. Gastrin hormonu ise, besinleri sindirecek seviyede asit salgılandıktan sonra devreye girer ve asit salgılaması otomatik olarak durur. Tıpkı bir buzdolabının ısı seviyesine göre çalışıp durması gibi. Çok ince hesap ve ayarlamalarla cereyan eden bu kimyevî olaylar, bizim irademiz dışında gerçekleşir. Yiyecekler vasıtasıyla vücuda giren zararlı mikrobik canlıları öldürmede hidroklorikasit yanında pepsin enzimi de vazife görür. Alınan bütün bu tedbirler, bizim üstümüzde kudretli bir irâdenin varlığını ve tasarrufunu kör olana da gösterir.

Nihayet on iki parmak bağırsağına ulaşan, pankreastan ve karaciğerin safra kesesinden gelen salgılarla iyice karışan mâcun halindeki besinler yedi metrelik ince bağırsağa geldikten sonra tümörler vasıtasıyla emilerek kana karışır. Moleküllerine kadar ayrışan besin maddeleri ve vitaminler vücudun bütün hücrelerine kadar taksim edilir. Göze gidecek olanlar göze, kemiklere gidecek olanlar kemiklere, alyuvarlarla götürülür. En küçük bir karışıklık olsa, göz göz olmaktan çıkar, kemikler de özelliğini kaybederdi. İsrafa meydan verilmeden tamamen vücuda alınan faydalı maddelerden artakalan artık maddeler iki metrelik kalın bağırsaklardan dışarı atılır.

Üzerinde ciltlerle kitaplar yazılan bu sindirim esnasında meydana gelen mûcizevî olaylar zinciri, nihayetsiz bir ilim ve kudret sahibi olan Yüce Yaratıcıyı bildirmekte ve tanıttırmaktadır. Hayat ise, Onu tanımak ve itaat etmekle anlam kazanmaktadır.

22.11.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Fikre linç



Tam da Erdoğan’ın AKP kongresinde “Atatürk ilkeleri mutabakat zemini olmalı” diyerek Çankaya yolunda yeni bir imaj oluşturmaya çalıştığı, Millî Eğitim Bakanı Çelik başta olmak üzere bakanlarının buna katkıda bulunma seferberliğine giriştiği ve bu meyanda Bayındırlık Bakanının dahi “Atatürkçülük daha çok yol, hastane, köprü yapmaktır” nutukları attığı bir ortamda....

AKP İzmir Teşkilâtının düzenlediği bir panelden “bir çuval inciri berbat eden” aykırı ve farklı bir ses yükseldi. Liberal Düşünce Topluluğunun önde gelen isimlerinden Atilla Yayla, Kemalizm eleştirileriyle hem yürüyen tekere çomak sokma, hem de ezber bozma “cür’et”inde bulundu.

Aynı zamanda Gazi Üniversitesinde öğretim üyesi olan Prof. Yayla’nın “İlerlemeden çok gerilemeye tekabül eden Kemalizm medeniyet çözücü bir süreçtir” deyip AB sürecinde muhatap olacağımız suallerden birinin “Neden her yerde Atatürk’ün heykel ve resimleri var?” olacağını söylemesi, anlaşılıyor ki, birilerini fena halde kızdırmış.

Bu öfkenin işaretlerini, Yayla’yı manşetten hain ilân eden yerel gazetenin ardından, “en iri kartel”in yayın organlarındaki gecikmeli tepki haberlerinde görebiliyoruz.

Yayla başına gelecekleri önceden kestirmiş olmalı ki, “Tezime karşı bir tez bekliyorum. Ancak umutlu değilim” demiş ve ardından “Önemli olan bu tartışılsın, ama kavga ortamı doğmasın” diye de eklemiş.

Ve maalesef görünen o ki, iş yine kavga ortamına çekilmek isteniyor ve Yayla sözleri sebebiyle adeta “linç”e tâbi tutuluyor.

Fikre fikirle, teze tezle karşılık vermekten âciz olanların işi hemen kavgaya çevirme noktasındaki sabıkalarını çok iyi bildiğimiz için bu linç kampanyasına pek şaşırmıyoruz.

Ancak burada AKP’lilerin tavrı son derece yakışıksız. Paneli yöneten İzmir Milletvekili Zekeriya Akçam konuyla ilgili beyanlarına yarım ağızla “Yayla’nın konuşması fikir özgürlüğü kapsamında değerlendirilmeli” lâfını sıkıştırsa da, diğer sözlerinin tamamı linççilerin değirmenine su taşır nitelikte.

İl Başkanı Ali Aşlık da partisinin Atatürk ilke ve inkılâplarına ne kadar bağlı olduğundan dem vurup, “haddini aşan sözler söylemek”le suçladığı Yayla’nın konuşmasına tepki olarak salonu terk ettiğini anlatıyor.

İl yönetiminin, daha önce İzmir’e bağlı ilçe yöneticilerinden biri gazinoda bir şarkıcı için 40 şişe şampanya açtırdığında böyle bir tehevvür gösterdiğini hatırlamıyoruz.

Demek ki, o davranışı Atatürk ilke ve inkılâpları açısından sakıncalı görmediler.

Netice: AKP İzmir İl Yönetimi, paneline davet edip konuşturduğu bir akademisyenin fikir ve ifade özgürlüğünü savunmayıp, tam tersine linç peşinde koşanların safında yer almak suretiyle son derece kritik ve çok önemli bir demokrasi imtihanını kaybetti.

Misafirine yönelik haksız saldırıları göğüsleme gibi ahlâkî bir vecibeyi dahi yerine getirememenin ifadesi niteliğindeki bu tavır, hele bir iktidar partisine hiç yakışmıyor.

22.11.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Harran’da bilimin dirilişi



Harran, bir tarih abidesi olduğu kadar Mezopotamya’nın da dilidir. Peygamber serisinin mucizevî devirlerine şahitlik etmiş kudsiyetlerin yaşandığı mekânlar silsilesidir. Hayata can katan, Harran’a hayat veren Hayat-ı Harrânî’den emanet bir inanç iksiridir.

Hazret-i İbrahim’in dergâhına kurulan cömert sofrasıdır. Başağın bereketidir. Suyun üretimidir. GAP’ın 21. yüzyıla mal olmuş teknoloji harikası ve mahsulat ambarıdır.

İşte bu mekânlara 14 yıl önce bir ışık daha düştü: Harran Üniversitesi. Dünyanın ilk üniversitesi olan eski Harran Üniversitesine köprü olurcasına. Tarihin tekrar dirilişi, 1992’de yeniden kurularak yaşandı. Daha yolun başında kendinden söz ettirdi. Kimilerine göre irtica yuvasıydı, laiklik karşıtı bir yapılanmaydı, şeriatçılık provasıydı... Talihsiz gazetelerin talihsiz köşelerine bunlar düştü.

Said Nursî’nin vasiyetinin gerçekleştirildiğini söyleyenler oldu. Bu yüzden, dönemin kurucu rektörü Prof. Dr. Servet Armağan başta olmak üzere, üst yönetim defalarca soruşturmaya maruz bırakıldı. Emekli paşalar, soruşturma yapmak üzere YÖK üzerinden teftiş kurulu üyesi sıfatıyla üniversiteye gönderildi. Bunlardan bazıları—ödül olsun diye mi—başka üniversiteye rektör bile oldu. Ömer Şarlak, bunlardan biridir.

Yetmedi, kampus içinde sözde laik profesör, komşusuna gelen ziyaretçileri gözetledi. Bu nezaket ziyareti “ayin toplantısı” diye jandarmaya bildirildi, evet yanlış duymadınız jandarmaya bildirildi.

Alay komutanı, bunu raporlayıp soruşturmacı paşaya takdim etti. Rapor, “işlem” dosyalarına girdi. Cürmü meşhudun belgesi (!) diyen ilgili komutan, sonradan başka bir ilde yolsuzluktan yargılandı her neyse...

Kız yurduna, yeni bir müstakil bina kiralanınca, mevcut eski binaları fakülteye benzetilmeye çalışıldı. Teftişe gelen YÖK denetçisi, kız yurdundan bozma yeni lavabolarda pisuar arayıp durdu. Bulamayınca da, bunun adı “çağdışılık” oldu. Bu da ayrı bir gülünç manzaraydı.

Kemal Gürüz, dört yıllık kurucu rektörü görevden aldırması yetmiyormuş gibi, dört defa da sipariş rektör gönderip, seçtirmek istedi. Fakat seçtiremedi. Kendi ruh haline yakışır bir militanlıkla “tarikat yuvasını” dağıtmaya kararlıydı.

1992-1996 yıllarında terörün kol gezdiği bir dönemde Şanlıurfa gibi gelişmemiş bir bölgede üniversite kurmanın zor şartlarında huzur ortamını tesis etmenin yüksek şuurunu tebrik etmek bir yana, yöneticiler ha bire taciz salvoları ile boğuşturuldu.

Göreve dönen rektörü başlatmadılar. Seçilmek için Adana ve Ankara’dan getirilen rektör adayları üzerinden misafir hocalar toplayıp oy çokluğu ile rektör olmayı denediler.

Son getirdikleri ise, her önüne gelen ortamda ve konuşmada inançlara, laiklik maskesi ile çamur attı. İnanmış insanların değer yargılarına nezaketsizce dil uzattı. Aslında bürokrasinin kıvraklığına, bir anlamda “söyleneni yapmaya” gönderilmiş bir yöneticiydi.

Bu şahsın ismine bilim listelerinde rastlayamazsınız. Üstelik yıllardır, bilimin onuru ile doktorasını tamamlamış ve doçent olmuş bir çok değerli bilim adamına da hâlâ kadro verilmemekte, bu yetmiyormuş gibi evlilik cüzdanlarındaki resimleri merak edecek kadar istihbarat toplayarak ona göre atamalar geciktirilebilmektedir.

Tıp Fakültesinde uluslar arası ölçekte ödül alan insanların zorlanması, horlanması, dilekçelerine ve yasal taleplerine cevap verilmemesi, görüş isteme bahanesiyle işlemlerin uzatılması da işin cabası.

Harran, bu kastedilmiş vurgunun pençesinde 28 Şubat’ını yaşarken, o incitilen, itilen taze beyinler ve ülkesini seven azimli insanlar çalıştı, azimle makale üretti ve üniversitelerini 1992’de kurulan 23 yeni üniversite arasında birinci, 78 üniversite arasında ise altıncı yaptılar.

Bu mu laiklik karşıtı? Bu mu şeriat özlemciliği? Bu mu hainlik? Bunlar mı, yoksa her türlü keyfîliği ve zulmü bu insanlara reva gören bir avuç azınlık mı problemli?

Harran örneği, umarım herkesi düşündürmüştür. Makaleler, çoğunluğu kuruluşta alınan kadroların eseridir. Sonradan siparişle mevsimlik gelen ve makale yazmaya asla zaman ayıramayanların başarısı değildir. Başarıyı bu kadar parselleme niyetinde değilim, ancak o dönemi yakînen yaşayan biri olarak, Harran’lı bilim adamlarını bütün tazyiklere rağmen ortaya koydukları başarı için kutlamak istedim.

Sonrasında da emeği geçenlere teşekkür ediyorum. Kuruluş aşamasında, Türkiye’nin en büyük kampusuna sahip olan, ulusal düzeyde proje yarışması ile düzenlenen son yirmi yılın ilki, toplamında dördüncüsü Osmanbey Kampusunda bugün rahatlayanlara selâm olsun.

Geçmişi inkâr etmeden her emeği geçene minnet duyanlar, bir gün tarihe not düşerler.

22.11.2006

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Adriyatik’ten Çin Seddine



Türkiye’nin son yüz-yüz elli yıldır devam eden meşhur bir “çağdaş Türk insanı yetiştirme projesi” vardır. Hakim zihniyet her ne kadar Osmanlı’nın döneminde yetkilerinin tam olmadığından yakındı ise de, sonraki dönemde sorgusuz sualsiz dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş şekilde her şeyde tam söz sahibi oldular. Yetişen nesillere bakıldığında bu projesinin başarı ya da başarısızlık macerası ilginçtir. Dünya standartlarına bakıldığında düşük millî gelir, içten ve dıştan sistematik bir soygun düzeni, ihtilâl-darbe ve demokrasi çelişkileri, zaman zaman zayıflamakla birlikte hiç bitmeyen bir terör ve eğitimdeki imkânsızlıklar ve dengesizlik gibi neticelere göz atıldığında projenin çok üzücü noktalara geldiğini görmek mümkün. Teselli veren kısımların ise projede kastedilmeyen ve hedeflenmeyenlerin yani imalat hatası ile meydana gelmesi ise ayrı bir tezat.

Malûmunuz çağdaş Türk insanı yetiştirme projesi, manevî değerlerin bir tarafa itildiği, ahlâkın dinden tecrid edildiği güya Batılı tarzda bir insan modeliydi. Gözden kaçırılan noktalar, en başta Batı insanı ile Doğu insanının mizaçlarının farklı olduğu, ikincisi ise Batının, kilisenin yetkilerinde değişikliğe gitmekle birlikte dinî hiçbir zaman terk etmediğiydi. Hıristiyan kimliklerini çok vurgulamamalarının sebebi, dinleriyle fazla ilgilerinin olmadığından değil, diyaloglarda ortak noktalara daha çok dikkat etmeleridir. Yoksa Filistin veya Irak gibi İslâm ülkelerinde yaşananların yüzde biri bir Hıristiyan ülkesinde yaşansa Hıristiyan dünyası ayağa kalkar dünyanın altını üstüne getirirdi. Yani “Avrupa dinini terk etti, biz de aynısını yapalım” demek büyük bir hata ve bu millete bilerek ya da bilmeyerek yapılan büyük bir ihanettir, milletin iç huzuruna konulmuş bir dinamittir, can damarlarını kesmektir.

Gerçekte eskileri yanıltan en önemli husus, eğitimde sonuçların otuz kırk sene sonra görülüyor olmasıydı. O zamanki yöneticilerin elinde, halkıyla devletiyle, genciyle yaşlısıyla Osmanlı terbiyesinden geçmiş, İslâmî eğitimi almış, bir çok kültüre aşina ve hoşgörü sahibi, cihanşümul düşünebilen, global bakan, devletini ve milletini seven, İslâm ahlâkına sahip bir nesil vardı. Maalesef Osmanlı mirası hoyratça ve acımasızca harcandı. Bin küsur yıldır çok kültürlü bir ortamı yöneten bir millet şimdi kardeş kavgasını yok etmeyi değil, terörle yaşamayı öğrenmeye çalışıyor?

O zamanın yöneticileri ve karar mercileri bu sonuçları göremedi mi, yoksa “bizden sonra tufan” mı dediler, bilemiyoruz. Ama bilinen bir şey var ki o da, demokrasiye geçilinceye kadar dini hatırlatan her türlü ikaza karşı kulakların tıkalı olduğudur. Sonraki dönemde olumsuzlukların acı sonuçlarının görülmeye başlamasıyla bazı yasaklar kaldırılmış, toplumun toptan çöküşü önlenebilmiştir. Çöküş kısmen önlenebilmiş, ama en basit dinî hürriyetlere dahi şiddetle karşı çıkmak gibi baskıcı anlayışların varlığı sebebiyle tehlike hiçbir zaman geçmediği gibi bir çok olumsuzluklar da devam etmektedir.

Aslında içerde görülen, kültürdeki erozyon, millî kimlikteki yıpranma ve ahlâkî çöküş kendisini dışarıda daha da net olarak göstermektedir. Meselâ son yarım asırdır yurt dışına gerek ekonomik sebeplerle gerekse siyasî sebeplerle çok sayıda vatandaşımız gitmiştir. Fakat gidenler Batı Avrupa, Kıbrıs, Ortadoğu ve Orta Asya gibi bölgelerde büyük sıkıntılar yaşamışlar, tepkilerle karşılanmışlardır. Halbuki eski asırlarda Anadolu insanı çeşitli vesilelerle gittiği veya devlet tarafından yerleştirildiği bölgelerde büyük bir hürmet görmüş ve itibar sağlamıştı.

Kim bilir, belki de bu bölgelerdeki insanlar karşılarında basit arzularının peşinde koşan, millî aidiyetin ve kimliğin farkında olmayan insanlar yerine, bir zamanlar dünyaya adaletle hükmetmiş millî bir kimliğin ve şanlı bir tarihin şuurunda olan, ahlâkî yaşantı ve ticarî dürüstlük gibi pek çok konuda kendisinden ilerde bir Anadolu insanı bekliyordu.

Geçen asırda bir cihan devletine son verenler, bölgede kendilerine asla bir rakip istememekte hâlâ ısrarlılar. Bizi hem içte, hem de dışta bu şekilde ablukaya alanlarla, ahlâkî değerleri yok sayan politikaları bize dayatanların aynı kabdan içtiklerinde tereddüt etmemek gerekiyor. Fakat yine de tüm olumsuzluklara rağmen akl-ı selimin galip gelerek, hem bölgenin, hem de dünyanın huzuru için tarihî rolümüzü ekseriyetin kabul edeceği günlerin fazla uzakta olmadığına inanıyoruz.

22.11.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Gafleti dağıtmak için



Kur’ân, “İnsanlar için hesap günü yaklaştı; onlar ise hâlâ gaflette, aldırmıyorlar.”1

“Azap başınıza geldikten sonra mı Ona inanacaksınız?”2 buyuruyor.

Hayalen mahşere gidelim; İlâhî mahkemeyi, sorguyu suâli, Sıratı, Cehennemi ve Cenneti görsek neler hissederdik? Hele hakikaten gitsek,—zaten gideceğiz—bizde bir kısım değişiklikler olur muydu? Hayatımıza yeniden çekidüzen verir miydik?

Şüphesiz bir kısım değişiklikler olur, kendimize bir çekidüzen verme ihtiyacını hissederdik.

Değişiklik için, kendimize yeni bir yol çizmemiz için illâ öbür âlemlere gidip gelmemiz mi gerekiyor?

“Gayb perdesi açılsa yakînim, yani kesin inancım değişmeyecek. Yani görüyor, bizzat yaşıyor gibi inanıyorum” diyen Hz. Ali için öbür âlemlere gitmesiyle dünyada bulunması arasında bir fark yoktu. Oralara gitmiş, görmüş, yaşamışcasına davranıyor, hareketlerini ona göre ayarlıyordu.

“Madem her vakit ecel gelebilir; eğer insanı gaflet içinde yakalasa, ebedî hayatına çok zarar verebilir” diyen Bediüzzaman, önemli olanın ecele gaflet içinde yakalanmamak olduğunu söylüyor.

Her an ölecekmişcesine, Allah huzurunda hesaba çekilecekmişcesine hareket edebilen insan, davranışlarını kontrol altına almayı başarır. “Günahların iyiliklerinden, gafletin zikrinden ve Allah’ın sana verdiği nimetler, yaptığın amellerden daha çoktur” diyen Hz. Ali’nin gafleti dağıtıcı o kadar güzel öğütleri var ki onları okuyup da insanın gözlerinin açılmaması mümkün değil.

O, gafletin karanlık olduğunu söylerken tefekkürün de onu dağıttığına dikkat çeker. İnsan ibretle bakabildiğinde onun dünyasında gaflete yer kalmaz. Gaflet perdesi ibretle yırtılır. Ona göre, “Mutlu, başkalarından ibret alan kimsedir.”

Madem tefekkür ve ibretle gaflet bulutları dağıtılır. Öyleyse insan ham hayallere kapılıp gerçeklerden uzaklaşmamalıdır. “En üstün zenginlik, ham hayalleri bırakmaktır.” “Emelini uzun tutan, amelini kötü yapar” vecizeleri de ona ait.

Hayat fırsat ve imkânlarla doludur. Ahirete azık hazırlama şuuruyla hareket eden bir kimse için hayatın tümü bir fırsattır; fırsatlar içre fırsattır. Ama bu fırsat “bulut gibi geçip gider” diyor o büyük ilim kutbu.

Yapılacak iş, “Bu hayırlı fırsatları elde etmeye bakmaktır.”

Dipnotlar:

1- Enbiyâ Sûresi: 1.

2- Yunus Sûresi: 51.

22.11.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tebliğde şiddete asla yer yoktur!



Günümüz hayhuyları arasında, Müslümanlık ve tebliğ metodunun, şiddet ve terörle karıştırılması, feleğin ters dönmesindendir. Aslında bu, maksatlıdır. Çünkü, İslâmiyetin çığ gibi büyüdüğünü gören bir kısım mahfiller, nezaket, nezahet ve selâmet dini olan İslâmı, şiddet dini olarak gösterme çabasında.

Her mü’minin tebliğ görevi, “emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker” mefhumunda formule edilmiş. Yani, gerçeği, hakikati, doğruyu, iyiyi, güzel anlatma, neşretme, emretme; olumsuz, çirkin, yanlıştan uzaklaştırma.

Mü’min bu görevi de mutlaka şiddetten uzak söz ve hal diliyle olduğu gibi, nezaket ve nezahet kuralları içinde yapmak durumunda. Zira, İslâm barış ve emniyet dini; Müslüman, Allah’a teslim olan, kendisinden emin olunan kişi olduğuna göre; tebliğ de özüne paralel olmalı. Dolayısıyla mü’min, tebliğde de müsbet hareket etmek durumunda. Zira bu, hem İslâm, hem de insanlık âlemi için hayatî önem taşır. Çünkü, müsbet hareket, bir duruş olmanın yanında, Kur’ânî ve Sünnetî bir hizmet metodu ve stratejisidir.

Müsbet hareket, Peygamberimize (asm), Asr-ı Saadet’e dayanır. Kur’ân ve tebliğcisi Hz. Peygamber (asm) rahmeten-lilâlemindir. Bu sonsuz rahmet kaynakları asrımıza da yansımalı.

Tebliğde esas alınması gereken ana prensipler şöyle özetlenebilir:

* Allah rızasını kazanmak için sırf iman hizmetini yapmak.

* Vazife-i İlâhiyeye (Allah’ın işine) karışmamak (Yani kendi üzerine düşen vazifeyi yaparak, neticeyi Allah’a bırakmak)

* Âsâyişi (emniyeti) muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıyı sabır ve şükürle karşılamak, kabul etmek.

* Maddî gücü asla dahilde kullanmamak; cihad-ı mânevî ile (ilim, fikir, ibadet, zikir, tebliğ ve irşad) hareket etmek. Yani, “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenemez”1 hakikatinin çerçevesinde hareket etmek.

* Zarûrî ihtiyaçları karşılamak için çabalamak; bunun dışında zarûrî olmayan şeyler için mücadele vermemek.2 Yani yeme, içme, gezme-eğlenme gibi nefsî, hissî meselelere değil, ulvî hakikatlere kilitlenmek. Aksi halde heva, hisler araya girer ve müsbet hareket zedelenir.

* Siyaseti en geri plana itmek. Etki alanı (kalb, mide, aile, yakın akrabalar) ile ilgi alanını (mahalle, şehir, vatan, dünya ve zîhayatı) karıştırmamak. İslâmın yüzde doksan dokuzu iman, ibadet, ahlâktır. Yüzde biri ise siyasettir.

* Birinci hedef dünya değil, ahireti kazanmaktır. (‘Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Âsâyişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz.’)

* Hak ve hürriyetlere fevkalâde saygı göstermek gerekir. Çünkü, hürriyet imanın özelliğidir. Dolayısıyla Demokrat zihniyete yardımcı olmalıdır.

Görüldüğü gibi, Müslümanlığın gerek özünde, gerekse tebliği metodunda asla şiddete yer yoktur. Nezahet vardır, nezaket vardır. Ayrıca, şiddet, tebliğin esasına aykırı olduğu gibi, sonucu da olumsuz etkiler. Zira, medenîlere galebe çalmak ikna iledir, zorla değildir. Ki, imtihan dünyasında olduğumuza göre, dileyen iman eder, dileyen inkâr!

Dipnotlar: 1. En’am Sûresi: 164.; 2. Emirdağ Lâhikası s. 455.

22.11.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Cennet Bahçesinin Bülbül'ü



Geçtiğimiz hafta 93 yaşında vefat eden Barla'lı Hüseyin Bülbül Ağabeyle, bundan 11 sene evvel, 1995'in Ağustos ayı başlarında Barla'nın Çam Dağında görüştük.

O dağda, bir gün sabahtan akşama kadar birlikte gezip dolaşarak sohbet ettik ve Üstad Bediüzzaman'la alâkalı orijinal hatıralarını dinleyip not ettik.

Eylül ayı başlarında ise, o hatıraları gazetemizde "Barla Dağlarında" başlığıyla uzun uzadıya neşrettik.

Sonraki yıllarda, Hüseyin Ağabeyle iki–üç defa daha ama bu kez Ankara'da görüşme fırsatını bulduk. Evinde ziyaret ederek, ondan yeni bazı hatıraları dinledik.

Onun vefat haberini alınca, bütün o hatıralar gözlerimizin önünde birer birer yeniden canlanıverdi.

Kendisine Cenâb–ı Hak'tan ganî ganî rahmet ve mağfiret dileyerek, bilvesile birkaç hatırasına kısaca temas etmek istiyoruz.

Sıddık Süleyman yolunda

Barlalı Sıddık Süleyman Kervancı'nın hemşirezâdesi, yani öz yeğeni olan Hüseyin Bülbül, 1913 doğumludur.

Kendi ifadesiyle, Üstad Bediüzzaman 1926'da sürgün olarak Barla'ya ilk geldiğinde, henüz 13–14 yaşlarındadır.

Dayısı Sıddık Süleyman'ın Üstad Bediüzzaman'la olan samimî tanışma ve kaynaşma faslından sonra, o da Nur hizmetinin içine girer.

Hatta, zaman zaman Hz. Üstad'a refakat ederek birlikte Çam Dağına giderler. Günlerce orada kalırlar.

O tarihten 1934 yılına kadar da sıklıkla görüşen ve Üstad'ın hizmetinde bulunan Hüseyin Bülbül, zahirî ayrılıktan sonra da Nur hizmetine aynı ihlâs ve sadâkatle devam eder.

Üstad Bediüzzaman, aradan uzun yıllar geçtikten sonra da kendisiyle irtibatı Hüseyin Bülbül'den Emirdağ Lâhikasındaki bir mektubunda şu sözlerle bahseder: "Sabri'nin mektubu içinde, ben Barla da iken bana çok hizmet eden ve çok defa hatırıma gelen Sıddık Süleyman'ın hemşirezadesi Hüseyin'in mektubu beni çok sevindirdi. Hem onun hakkındaki merakımı izale eyledi. Maşaallah, tam Sıddık Süleyman'ın mahiyetinde eski alâkadarlığını muhafaza ediyor." (Emirdağ Lâhikası, s: 196)

Cennet bahsinin şahidi

Bilindiği gibi 28. Söz,"Cennet bahsi"dir. Hüseyin Ağabey'in anlattığına göre, bu bahis, o zamana kadar ismi "Dere Bahçesi" olan şimdiki "Cennet Bahçesi"nde telif edildi.

Kendisi, o ânın şahidi olup kâtipleri bizzat çağıran kişidir. Bize şunları anlattı: "Telif ânı geldiğinde, Üstad Hazretleri, adeta yüksek bir gerilim içine girerdi. Alın damarları alabildiğine şişerdi. İşte, öyle bir anda hemen gidip iki kâtibi çağırdım. Geldiler ve yaklaşık bir saat içinde 28. Söz'ü baştan sona yazdılar. Teliften sonra Üstad'ın bir hayli rahatladığını ve yüzündeki damarların da kaybolduğunu gördüm."

Kendisi de Cennet Bahçesinin varisi, dolayısıyla sahibi olan Hüseyin Bülbül Ağabey, bu güzelim bahçeyi Barla'ya akın akın gelen ziyaretçilerin, misafirlerin istifadesine sunmakla büyük bahtiyarlık hissettiğini anlatıyordu.

Hüseyin Ağabeyin bizlere nakletmiş olduğu daha birçok hatırası var. Onları da çeşitli vesilelerle inşaallah sizlerle paylaşmayı arzu ediyoruz.

Günün Tarihi

Ateşkes, adım adım işgale dönüştü

22 Kasım 1918: Mondros Ateşkes Antlaşmasının (30 Ekim) ardından kafile kafile gelerek İstanbul'u kuşatan düşman (İtilâf) kuvvetleri, mektuplara ve gazetelere sansür uygulamaya başladı.

Mütareke (ateşkes) bahanesiyle başlayan işgal hareketi, adım adım geliştirildi.

İlk etapta İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan donanmasına bağlı yaklaşık 50 gemiden oluşan savaş filoları geldi.

İstanbul Boğazını tutan, hemen ardından limanlara yaklaşan bu gemilerden, karaya peyderpey asker çıkarıldı. Sözde mütareke askerinin karaya ayak basmasıyla birlikte işgal hadisesi de fiilen başlamış oldu. İstanbul işgaliyle eş zamanlı olarak, Anadolu'nun da birçok beldesi, yine aynı ülkelerin kuvvetleri tarafından işgal ve istilâ edilmeye başlandı.

Ancak, en kritik durum yine de İstanbul'daydı. Çünkü, burası hem merkez, hem de cephe savaşına imkân tanımayan bir konumdaydı.

Bu yüzden, İstanbul'daki direniş faaliyetleri silâhsız bir metodla yapıldı. Gizlice ve el altından yürütülen neşriyat ve nasihat hizmetleri, işgal güçlerinin taban bulmasını engellemiş oldu.

Bilinen bir gerçektir ki, bir işgal kuvveti, istenmediği yerde uzun müddet tutunamaz. İstanbul'u işgal edenler için de durum öyle oldu.

Sansür altındaki basın

Bu arada, bir noktaya daha dikkat çekmekte fayda var.

Meselâ, bazıları diyorlar ki: Bediüzzaman Said Nursî'nin de üyesi olduğu Müderrisin Cemiyeti adına İkdam gazetesinde Kuvva–yı Milliye hareketi aleyhine çıkan yazı, niçin sonradan tekzip edilmedi?

Esasında, o tarihte basılan gazetelerin ve hatta matbaaların, bütünüyle işgalcilerin sansürü ve kontrolü altında olduğu gerçeği düşünüldüğü takdirde, böyle bir suâlin ne kadar boş ve abes kaçtığı kendiliğinden anlaşılmış olur.

Zira, işgal komiserliğinin istemediği bir yazının "mütareke basını"nda yer bulması, o günkü şartlarda imkânsız bir realiteydi.

Konu hakkında fikir yürütülürken, bugünkü olağan duruma göre değil, o tarihteki olağanüstü şartları nazara almak gerekiyor.

22.11.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Namazla dirilelim



Namazla Diriliş seferberliği devam ediyor. Kur’ân’ın “İçinizden emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapan bir topluluk bulunsun”1 emri muvacehesinde kıyamete kadar da devam etmesi duâmızdır. Emr-i bi’l-ma’rufun temelinde namaz vardır. Gerek toplum olarak, gerek fert olarak yaşadığımız sıkıntı ve problemlerimizin başında da namazla ilgili kendimizi kurtaramadığımız eksiklikler, hatalar, ihmalkârlıklar, vurdumduymazlıklar geliyor. Peygamber Efendimiz’in (asm) diliyle namaz gözümüzün nurudur, namaz dirilişimizdir, namaz hayatımızdır, namaz iki cihan saadetimizdir, namaz olmazsa olmazımızdır.

Namaz Gönüllüleri Platformu ülkemizi bir baştan bir başa geziyor. Seminerler, paneller, konferanslar düzenliyor, programlar yapıyorlar. Halkımızın onlara karşı ilgisi, hiç de eksik değil. Görülen o ki, halkımız da aslında namazı kendisine dert ediniyor. Bu dert, namaz gönüllülerinin yola çıkışı ile birlikte gün yüzüne çıkıyor. Halkımız böylece gerçek derdi ile yüz yüze geliyor. Halkımız derdine derman için çabalayan Platformu alkışlıyor, alkışlıyor. Geçtiğimiz Cumartesi günü İzmir İlahiyat Fakültesi Konferans Salonunda Namaz Gönüllüleri Platformu’nun paneli vardı. Ensar Vakfı İzmir Şubesinin düzenlediği ve Prof. Dr. Nevzat Aşık’ın yönettiği panele Cemil Tokpınar, Ahmet Bulut, Kerim Buladı ve Ali Kuzudişli panelist olarak katıldı. Salon tıklım tıklım doluydu. İzleyicilerle panelistler arasında tam bir gönül ve fikir birliği vardı.

Namazın yaratılış görevi olduğunu vurgulayarak sözlerine başlayan Kerim Buladı, Cenâb-ı Hakk’ın bizi insan olarak yarattığını, başka bir eşya olarak yaratmadığını, insan olarak yaratılmış olmanın şükrü olarak namazı mutlaka kılmamız gerektiğini, Allah’ın bütün Peygamberlere namazı emrettiğini, namazın maddî manevî yükselişimiz olduğunu açıkladı.

Al Kuzudişli hayat yolculuğu ve namaz üzerinde durdu. İzleyicilerle sorulu diyaloglar kurarak başladığı konuşmasında Kuzudişli, yaş değiştikçe insanın değer verdiği şeylerin değiştiğini vurguladı ve “Ölen bir kimse için değerli olan nedir?” diye sorarak, yolculuğa çıkan birisi için pasaport gerektiğini, pasaport olmazsa çantanızı ne kadar düzseniz de boş olduğunu, ölümden sonraki pasaportumuzun da namaz olduğunu, namaz pasaportumuzu şimdiden almamız gerektiğini açıkladı.

Cemil Tokpınar namazda huşuu anlattı. Tokpınar ayakta devam ettiği konuşmasında Hazret-i Ali’nin (ra) bir savaşta ayağından yaralandığını, vücudundaki oku çıkarmak isteyenlere “Ben namaza durayım da, siz oku o zaman çıkarın” dediğini ve namazda iken okun acısını duymadığını dile getirdi. “Huşûu nasıl yakalarız?” diye soran Tokpınar, bunun için Kur’ân’a bakmamız gerektiğini, Kâinat Sahibinin Kur’ân’da yetmişten fazla âyette namazı emrettiğini, Peygamber Efendimiz’in (asm) 1000 kişilik müşrik orduya karşı 300 kişilik sahabesi ile savaştığı Bedir Savaşında bile namazı terk etmediğini, namazda huşûu yakalamamız için namazın mahiyetini öğrenmemizin, namazın içinde okunan duâ, sûre, zikir ve tesbihlerin anlamlarını bilmemizin ve üniversite sınavına hazırlanır gibi huşû egzersizleri yapmamızın önemli olduğunu açıkladı. Tokpınar, bizim evliyâullah derecesinde huşû sahibi olamasak da, kendi çapımızda huşû ile namaz kılmamızın mümkün olduğunu aktardı. Ülkemizde namaz için daha fazla gayrete ihtiyaç olduğunu vurgulayan Tokpınar, namazın şiirlerle, romanlarla, filmlerle, cd’lerle ve çeşitli iletişim araçlarıyla hep gündemde tutulmaya değer tek meselemiz olduğunu, bunun için programlarının devam edeceğini bildirdi.

Ahmet Bulut ise, bizim mescidlerimizde namaz coşkusunun olmadığını vurgulayarak başladığı konuşmasında, yüzde doksan dokuzu Müslüman olan ülkemizde namaz ahlâkına şiddetle ihtiyacımız olduğunu, namazın kulun Yaratıcısıyla buluşma anı olduğunu, namaz gönüllülerinin bu çabalarla amacının; namaz kılmayan çevremizi namaza başlatmak, namazda huşûu kazanmak ve namaz kılan ve kötülüklerden arınmış bir toplum meydana getirmek olduğunu aktardı. Bu panelin ülke genelinde kırkıncı program olduğunu bildiren Bulut, her yerde her şekilde namazı dile getirmeye devam edeceklerini açıkladı.

Paneli gayet dolu ve dolgun katkılarıyla yöneten Prof. Dr. Nevzat Aşık da, namazın şahsî bir ibadet olduğunu, verilmeyen zekât için varislerin vekâleten zekât vermesinin mümkün olduğunu, fakat namaz için böyle bir vekâletin söz konusu olmadığını, bu açıdan namazın kişiler için öneminin ne kadar vurgulansa da az olacağını bildirdi. Aşık, panelistlere ve dinleyicilere teşekkür ederek oturumu kapattı.

Platform üyeleri namaz elçileri gibiydiler. Bilgi ve heyecan yüklüydüler. İslâm ulemasının tesbit ve görüşleriyle konuşmalarını süslediler. Bir teklifimiz var: “Risâle-i Nur’da Namaz” konusu konular içinde yedirilmekle beraber, namaz hakkında çözümlenmemiş hiçbir sorunun kalmaması için müstakil başlık halinde de işlenmelidir. Platform üyelerini namazla ilgili etkin çabaları sebebiyle tebrik ediyorum.

Dipnotlar:

1- Âl-i İmran Sûresi: 104

22.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Şefkat evinde, vahşet



İsrail’in saldırılarıyla gündeme gelen Beyt Hanun şefkat evi demektir. Şefkat de hilkaten kadını çağrıştırır. Ona mahsustur. Kaderin bir remzi olarak İsrail de Beyt Hanun’da yanı Şefkat Evinde şefkat timsali olan kadınlara yönelik bir katliâm yapmıştır. İsrail topçusu ve askerleri tarafından kıstırılan erkeklere müzaheret etmek ve onların çilesini azaltmak için olayı haber alan bir grup Filistinli kadın olay mahalline damlar. Bunun üzerine kadınlar üzerine rastgele ateş açan İsrail iki kadının ölümüne neden olmuştu. Yine İsrail Beyt Hanun’dan çekildiğini ilân ettikten sonra açtığı topçu ateşiyle bu şehirden en az 19 kişiyi öldürmüştü ve bunların çoğunluğu da aynı aileden kadın ve çocuklardan oluşuyordu.

Olmert bu vahşet ve katliâm üzerine teknik bir yanlışlık olduğunu söyledi. Bununla birlikte İsrail Gazze plajında olduğu gibi bu yanlışları sürekli olarak yapıyor. Zaten İsrail’in mazereti hazır. Ya Beyt Hanun’da olduğu gibi yanlış yaptıklarını ileri sürüyor, sorumluluğu üzerlerinden atıyorlar. Ya da Lübnan’da Almanya ve Fransa ile çatışmanın eşiğine geldikten sonra karşı tarafı tekzip ediyor ve herhangi bir kaza ve çatışma ihtimali yaşanmadığını ileri sürüyor. Ya da HAMAS veya Filistinli militanların canlı kalkanların ve kadın veya çocukların arkasına sığındığını söylüyor. HAMAS’cıların veya Filistinli direnişçilerin gerçekten de Lübnan’daki Hizbullahçıların olduğu gibi arkasına sığınacakları tankları, topları veya uçakları yok. Bundan dolayı, yüksek ateş gücü karşısında evlerini kendilerine siper ediyorlar. İsrail de bu defa ayrım gözetmeden evi başlarına yıkıyor ve ardından da HAMAS gibi direnişçilerin kadınların arkasına gizlendiklerini ileri sürüyor. İsrail eğer gerçekten de mertlik istiyorsa o zaman eşit şartlarda Filistinlilerle çarpışır ve bunun adı da katliâm olmaktan çıkar, savaş olur.

***

İsrail, son sıralarda sakarlıklarının göze batmasından ve uluslar arası tepkilerden sonra bu hususta daha dikkatli olmaya başladı. Saldırılardan önce en azından evdeki sivillere haber veriyorlar. Bu bağlamda, İsrail-Filistin mücadelesinde ve İntifada bağlamında yeni bir süreç başladı. O da kadınların İntifadası. Bu da ilk defa Beyt Hanun merkezli olarak başladı ve yayılıyor. Galeyana gelen Beyt Hanun’lu şefkat abidesi kadınlar eşlerine, çocuklarına ve daha ötesinde hemşerilerine destek olabilmek için toplu halde olay mahalline gidiyorlar. Bunun üzerine İsrail askerleri erkekler yerine kadınları hedef alıyor ve onlardan ikisini öldürüyor. Fakat ölüm korkusunu ve duvarını aşmış olan kadınlar analar, bacılar gerilemiyorlar ve böylece Filistin’de kadınlar intifadası adı verilen yeni bir intifada çeşidi veya yeni bir dönem başlıyor. Artık Filistinliler kimin evi hedef alınırsa orasını canlı kalkanlarla korumaya alıyorlar. Bu uğurda fani varlıklarını çoktan gözden çıkarmışlar. Rachel gibi kendilerini İsrail buldozerlerine veya tanklarına siper ediyorlar. Beyt Hanun’lu kadınlar aslında Amerikalı, hem de Yahudi bir aileye mensup Rachel Corrie’nin geleneğini sürdürüyorlar. Rachel hadisesi de apaçık bir şekilde ortaya koyuyor ki, Filistinli direnişçilerin kadınların arkasına sığınması mevzubahis değil, İsrail propagandasından ibaret. Asıl İsrail zırhlar, buldozerler ve zırhlı birliklerin arkasına sığınıyor. Bu şekilde savunmasız insanları telef ediyorlar. Bilindiği gibi, 16 Mart 2003’te 23 yaşındaki Amerikalı insan hakları fedaisi Rachel Corrie, İsrail ordusunun Filistin Gazze Şeridi’nde bir doktorun evini ve ailesini yok etmesini engellemeye çalışırken, bir askerî buldozer tarafından ezilerek vefat etmişti. İntifada kadınlarının veya Beyt Hanun’lu kadınların öncüsü ve sembolü Rachel’dir.

***

Beyt Hanun’lu kadınlar bizlere tarihi bir gerçeği daha hatırlatmış oldular. O da özelde Müslüman kadının, genelde ise bütün kadınların masuniyeti. Vatan, bayrak gibi kadın da Müslümanların namusudur. Abbasi Halifesi Mutasım billah döneminde Bizanslılar bir Müslüman kadına sataşırlar ve ilişirler. Onun çığlığı yankılanır ta Bağdat’a yol bulur. Halife kulağının üstüne yatmamakta ve buyruğunu geçirmektedir. Mutasım, Mihne ile anılan halifelerden birisi olsa bile hamiyet ve şehamet timsalidir. Müslüman kadının namusuna dokundurtmaz. ‘Yetiş Mutasim/Vamutasımah’ diyen kadının çığlığı üzerine bir ordu tertip eder, bu ordunun önü Bizans sınırında gerisi Bağdat kapılarındadır. Çığlığı sahipsiz bırakmaz. Bizans’ı titretir.

Beyt Hanunlu kadınlar da Bizans’ın eline esir düşen meçhul kadın gibi Araplara ve Müslümanlara çığlıklarını duyurmaya çalışırlar. Şimdi bu çığlık günlerce mesafeden ve yoldan değil canlı yayınlarda ekranlardan anında seyircilere yansımaktadır. Mutasım’a haber yollayan ve Vamutasımah/Yetiş Mutasım diyen kadın örneğinde olduğu gibi Beyt Hanunlu kadınlar da ‘Eyne entüm eyyühe’l Arap/Araplar nerdesiniz, üzerinize ölü toprağı mı serpildi ?’ demektedirler. Çığlık yankılanır, ama karşıdan ses gelmez. Sadece ölüler ses vermez. Nizar Kabbani’nin dediği gibi demek ki bizim veya Arap liderlerinin mermerden şatoları veya kaşaneleri mezaristandan ibarettir.

Beyt Hanun’daki toplu çığlıktan önce de bir Filistinli kızın yürek yakan çığlığı hâlâ kulaklarımızda yankılanmaktadır: Eyne ebi. Babam nerede? Babamı bulun! Gırnata’nın düşmesinden sonra Endülüs’te de böyle feryatlar duyulmuştu. Elbette Filistin Endülüs olmayacaktır. O kayıp Firdevs değil yaşayan Aden’dir. Belki de bu çığlıklardan sonra Arap Birliği Filistin’e yönelik ortak olduğu zalimane ambargoyu delmeye cesaret edebildi. Bir başlangıç temennisiyle, ama kat edilecek çok yol var.

22.11.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Öcalan kavgası



“Amerika, Öcalan’ı bize niye teslim etti, bir türlü anlayamadım” demişti Bülent Ecevit, Oran sitesindeki kütüphane evinde.

Ancak Öcalan’ı Türkiye’ye getiren lider olarak, Kıbrıs Fatihinden sonra Kenya Fatihini de oya tahvil etmişti. 1999 seçimlerinde yüzde 22.5 oyla başbakan olmasında Öcalan’ın getirilmesinin payı büyük olmuştu.

Ecevit getirmişti, ancak ipini Bahçeli çekecekti.

1999 seçimlerinin ikinci partisi MHP de bu amaç için seçilmişti.

Ancak bugün, “Teröristbaşı İmralı da devlet kararıyla durmaktadır” denildiği gibi o gün de devlet kararıyla asılmamıştı.

Bunda ABD’nin, “Asılmayacak” güvencesi karşılığında Öcalan’ı teslim ettiği iddiası eğer doğruysa, büyük bir payı vardı elbette ki.

Ancak Öcalan’ı asmama kararı, 30 bin şehidin acısını içine gömen Türk devletinin, geleceğe ayrılık tohumları ekmeme, yeni acı bırakmama kararlılığının bir ürünüydü.

O gün yapılan doğruydu.

Seyit Rıza’yı unutmamıştı Dersimli.

Diyarbakırlı Şeyh Said’i, Vanlı Muğlalı olayını tarihin hafızalarına terk edememişti bir türlü.

Her biri gelecek kuşaklara aktarılmak için saklanmış bir hatıra, etnik şuurun yapı taşlarını oluşturan simgeler olup çıkmıştı.

Buna bir de Öcalan eklenmemeliydi.

Binlerce insanın ölüm emrini verirken, gözünü kırpmayan birinin, yakalandığında sergilediği tavır, tutukluluğu sürecince ortaya koyduğu şahsiyet böyle birisinin asılmayı dahi hak etmediğini ortaya koyuyordu.

Türkiye seçim sath-ı mailine girdikten sonra sandıktan eski bohçalar çıkarılmaya, prim yapacak mevzular bir bir ortaya dökülmeye başlandı.

1999 seçimlerinde ikinci parti olarak çıkıp, 3.5 yıl koalisyon ortağı olarak Öcalan’ı asmayan, bu kararıyla seçim kaybetme pahasına tarihe yönelik büyük bir hizmet ifa eden Devlet Bahçeli, bugün İmralı canisinin oradan alınıp F Tipine nakledileceğini söylüyor.

Öcalan da bunu talep ediyor.

Peki Bahçeli ile Öcalan aynı noktada buluştu mu?

Ya da Öcalan’ın tezlerini dillendirme işe MHP’ye mi kaldı.

İkisi de değil aslında.

Bahçeli, Öcalan konusunu AKP’ye yönelik bir itham aracı olarak kullanmaya çalışıyor. Ancak milliyetçi duyguları Bahçeli’den bir gram eksik olmayan Adalet Bakanı Cemil Çiçek de, “Öcalan’ın İmralı’da kalması kararının altında imzanız var” hatırlatmasında bulunuyor. İlginç bir nokta bu. Bu karar MGK’da mı alındı, bilmediğimiz bir bakanlar kurulu kararı mı var. Ankara habercileri olarak araştırmamız gereken bir noktayla karşı karşıyayız.

Cemil Çiçek içinden geldiği MHP tabanını da rencide etmemeye özen göstererek, “Teröristbaşının özlemi ile Bahçeli’nin söylemi buluşuyor” diyor. Bu bir itham cümlesi değil. Çünkü ondan önce gelen bir, “Sayın genel başkan bize sorsaydı, ya da bilgi edinme kanunu çerçevesinde başvuruda bulunsaydı” gibi bir ince dokundurmada bulunuyordu.

Peki bunları nasıl okumak lâzım.

Artık tüm yollar seçime çıkıyor. Herkes seçim için dağarcığında ne varsa boşaltmaya çalışıyor.

MHP liderinin çıkışını da bu açıdan görmek gerekiyor.

Ancak her ne kadar Erdoğan ile Baykal usta paslaşmalarla, sun’i gerginliklerle, iki partili meclis yapısını korumaya çalışsalar da bu seçim sürecinin en sert tartışmalarının AKP ile MHP arasında geçmesi sürpriz sayılmamalı.

Çünkü MHP sertliğe oynayacak.

Ha AKP’nin geriye dönüp, “AB’ye uyum yasalarının altında imzan var, Öcalan’ı İmralı’ya koymayan ve onu asmayan, idamı anayasa ve yasalardan çıkaran sensin” deme hakkı var.

Zaten onlar da bunu diyecekler.

“Ürkek değil, erkek olarak geldin, titreyerek gittin” demelerinin önünde hiçbir engel yok.

Hem MHP’nin AKP’ye, hem AKP’nin MHP’ye diyeceği çok söz var.

Ancak enteresan bir şekilde Başbakan Erdoğan bu kavganın hiçbir yerinde yer almak istemiyor.

Dünkü grup toplantısına, Bahçeli’ye ne cevap verecek merakıyla gidenler Erdoğan’dan uzun uzun icraatın içinden dersini dinledi, döndü.

Bahçeli’yi muhatap alıp, tartışmaya girdiği takdirde bunun MHP liderine yarayacağını hesap ediyor olabilir.

Ya da cumhurbaşkanı seçilene kadar tek bir çöpü yerinden oynatmama, gerilim konusu olacak her şeyden uzak durma stratejisinin bir gereği olarak da MHP ile bir sürtüşmeye girmemiş olabilir.

Artık her şey seçime ve seçim sonrasına göre planlanıyor.

CHP lideri Deniz Baykal’ın MHP’ye yönelik övgüleri, Bahçeli’ye ilişkin değerlendirmeleri bir CHP-MHP ortaklığı olarak değerlendirilebilir mi?

Artık bu aşamadan sonra her şey değerlendirilebilir.

Tabiî Baykal’ın bu ilgisi MHP’ye yarar mı getirir, zarar mı o da ayrı bir hesap konusu.

Bu hamur daha çok su kaldırır, seçimlere kadar köprülerin altından daha çok sular akar.

22.11.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Silâha değil, eğitime yatırım



Eski sanayici ve bankacı İbrahim Betil, son yıllarda eğitim alanında gönüllü olarak çalışan bir isim. Betil, önce Eğitim Gönüllüleri Vakfını, ardından Toplum Gönüllüleri Vakfını kurmuş bir kişi olarak, geçen hafta Ankara’da gerçekleştirilen “17. Eğitim Şûrâsı”nı değerlendirmiş. Betil’in tesbitleri bazılarını memnun etmeyecek, ama insaf ehli olanlar “doğruya doğru” demek durumunda.

Betil, imam hatip lisesi mezunlarının önünü kesen ‘katsayı uygulaması’ konusunda şöyle demiş: “Bu ciddî bir ayrımcılıktır, eşitliğe aykırıdır. Bu sistemde, üniversite giriş sınavındaki başarı okullarla bağlantılı değil zaten. Dershane sistemi var. Çoktan seçmeli, ezberci sınav sistemiyle 12 yıllık geçmiş bir kenara itilip 2-3 saatlik performans değerlendiriliyor. Bir de üstüne ‘Ben bu sınavı yaparım, ama insanların hangi okuldan geldiğine de bakarım’ deniyor. Büyük haksızlık, kabulü mümkün değil. (...) Katsayı değişmesin diyenleri Türkiye’nin gelişmesinin önünde durmakla itham ediyorum! Değişmesin diyenler statükoyu koruma adına Türkiye’nin geri kalmışlığının aynen devamını savunuyor durumuna düşüyorlar.” (Star, 19 Kasım 2006)

Konunun Meclis’te ele alınmasını ve haksızlığın bu şekilde sona ermesini teklif eden Betil, “Meclis toplumun bu kadar hassas olduğu bir konuda (katsayı) kararlı davranıp kararı yasalaştırır ve çıkarırsa, toplumun belli kesimlerinde çok önemli bir konuymuşçasına gündemde tutulan sorun aşılabilir” demiş.

Eğitim gönüllüsü Betil, eğitimin problemlerini sayarken de şöyle konuşmuş: “Eğitimdeki geri kalmışlığın iki unsuru var. Biri; yeteri kadar kaynak ayrılmaması,—ki bilinçli yapılıyor—diğeri; eğitim anlayışının ideolojik kaygılarla insan beyninin yaratıcılığını öldürme modeli üzerine yapılandırılması. Bu yüzden eğitimde sınıfta kaldık. Bu, başarısızlığın suçu 40-50 yıldır yönetimi elinde bulunduran siyasî iktidarlarındır.”

“Bir yanlışta bu kadar uzun süre ısrar edilmesinin ardında ne var peki?” sorusunun cevabı da şöyle: “İhmal değil bu, bir strateji. ‘Cahil olanı yönetmek daha kolaydır’ düşüncesinin uzantısı. ABD bugün insanları terör korkusuyla yönetiyorsa, Türkiye’de de yönetimler böyle bir stratejik karar almışlar ve önceliği eğitime vermemişlerdir. Türkiye dünyada askerî harcamalara ayırdığı kaynak itibariyle 10., eğitime ayırdığı kaynaklar itibariyle de 105. sırada.”

Betil’den bir de çağrı var: “Türkiye’deki eğitimin önemini içeriğini ve geleceğini ciddi olarak tartışmak isteyen sorumlulara açık bir çağrım var. Önce şu sorunun cevabını versinler: Türkiye kızların okullaşmasında niçin dünyanın en geri ülkeleri arasındadır? Neden Türkiye Nijerya’dan, Mısır’dan, İran’dan daha geridir? Hepimiz biliyoruz ve bilimsel araştırmalar da gösteriyor ki, kızların okullaşması bir toplumda çocuk ölümlerini, doğumda kadın ölümlerini azaltıyor ve en önemlisi aile yoksulluğunu azaltıp refahını yükseltiyor. Bu gerçekleri elinin tersiyle itip eşitliği bozma pahasına, temel insan haklarına aykırı şekilde insanların bireysel tercihlerine saygı duymaksızın, özellikle de kızların önündeki eğitim fırsatları köreltiliyor. İçim buna razı olmuyor.”

“Her imam hatip mezununun Türkiye’yi irticaya sürükleyeceği varsayımını şiddetle reddediyorum” diyen Betil, din eğitimi konusunda da şöyle konuşmuş: “Herkesin işine geldiği zaman sığındığı Anayasa diyor ki: ‘Din eğitimi anayasal haktır’. Hem demokrasiden bahsedip, hem de imam hatiplere karşı çıkılıyorsa, sormak lâzım: İnsanlar çocuklarına din eğitimini nerede verecekler? Okullarda istemiyorsan, o zaman camilerde ver. Din eğitimi, bu toplumun bir ihtiyacı ise karşılanmalı. Karşılıyor gibi yapıp, oraya yönlenenleri son derece eşitliksiz bir yaklaşımla saf dışı bırakıp, ‘İstediğini veriyorum, ama bunu talep ettiğin için seni üniversiteye almam. Git imam ol’ diyorsun. Bu özgürlüğümü kim, neden alıyor elimden!”

Betil, ‘doğru’ları dile getirmiş. Lütfen, doğruya ‘doğru’ diyelim ve yanlıştaki ısrardan vazgeçelim...

22.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004