|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Heyhat! Onlar o gün Allah'ın hükmüne teslim olmuşlardır. Kendi aralarında çekişip birbirlerinden hesap sorarlar.
Sâffât Sûresi: 26-27
|
22.11.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Hak bir sözü işitip sonra da onu din kardeşine ulaştırarak öğretmen ne güzel hediyedir.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3805
|
22.11.2006
|
|
Çocukların ‘iman dersi’ni ihmal etmemeli
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Birincisi: Risâle-i Nur’un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta, masum çocuklardır. Çünkü bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevî belâ olur. Ahirette de onlara şefaatçi değil, belki dâvâcı olur: “Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?”
İşte bu hakikate binaen, en bahtiyar çocuklar onlardır ki, Risâle-i Nur dairesine girip dünyada peder ve validesine hürmet ve hizmet ve hasenatı ile onların defter-i a’mâline vefatlarından sonra hasenatı yazdırmakla ve ahirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlât olurlar.
Risâle-i Nur’un ikinci kısım talebeleri: Fıtraten Risâle-i Nur’a muhtaç, bir derece de dünyadan ürkmüş veyahut küsmüş kadınlardır. Hususan bir derece yaşlı da olsa, Risâle-i Nur, ona hakîkî bir gıda-yı mânevîdir. Çünkü Risâle-i Nur’un dört esasından birisi şefkattir ki, ism-i Rahim’in mazhariyetinden gelmiş. Kadınların da en esaslı hâssaları ve fıtrî vazifelerinin mayası, şefkattir.
Üçüncü kısım: Fıtrî olmasa da, vaziyeti itibarıyla Risâle-i Nur’a ekmek ve ilâç gibi muhtaç olan hastalar ve ihtiyarlardır. Çünkü, Risâle-i Nur hayat-ı bakiyeyi güneş gibi gösterdiğinden ve dünyevî hayatın fanilik cihetinde mahiyetini tam gösterdiğinden, dünyevî hayatlarına ya hastalık veya ihtiyarlıkla darbe gelen ve gaflet veya dalâlet cihetiyle ölümü idam tevehhüm eden hastalar ve ihtiyarlar Risâle-i Nur’a o derece muhtaçtırlar ve öyle bir tesellî, bir nur alırlar ki, onların hastalık ve ihtiyarlığını sıhhat ve gençliğe tercih ettiriyor.
Emirdağ Lâhikası, s. 39,
Lügatçe:
ders-i imanî: İman dersi.
erkân: Rükünler, esaslar.
fıtraten: Yaratılışça.
istiskal: Sakil, hor ve hakir görme.
defter-i a’mâl: Amel defteri.
hasenat: İyilikler.
hâssa: Özellik, hususiyet.
hayat-ı bakiye: Sonsuz hayat.
tevehhüm: Vehmetme, kuruntu.
|
22.11.2006
|
|
Sorularla Risale-i Nur
Gıybet nedir?
Gıybet, ehl-i adâvet ve haset ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez. Nasıl meşhur bir zat demiş: “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf ve zelil ve aşağıların silâhıdır.”
Gıybet odur ki, gıybet edilen adam hazır olsaydı ve işitseydi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese, hem gıybet, hem iftiradır; iki katlı çirkin bir günahtır.
Gıybetin caiz olduğu yerler var mıdır?
Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir:
Birisi: Şekvâ suretinde bir vazifedar adama der, tâ yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın.
Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i mesai etmek ister, seninle meşveret eder. Sen de, sırf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını edâ etmek için desen: “Onunla teşriki mesai etme. Çünkü zarar göreceksin.”
Birisi de: Maksadı tahkir ve teşhir değil, belki maksadı tarif ve tanıttırmak için dese: “O topal ve serseri adam filân yere gitti.”
Birisi de: O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor, zulmüyle telezzüz ediyor, sıkılmayarak âşikâre bir surette işliyor.
İşte bu mahsus maddelerde, garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir. Yoksa, gıybet, nasıl ateş odunu yer, bitirir; gıybet dahi a’mâl-i salihayı yer, bitirir.
Gıybet edilir veya istenilmeyerek gıybet dinlenirse ne yapmalıdır?
Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit “Allahümme’ğfirlenâ ve li meni’ğtebnâhu” (Allahım, bizi ve gıybetini ettiğimiz zâtı mağfiret et) demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, “Beni helâl et” demeli.
Mektûbât, s. 267, 268
Lügatçe:
ehl-i adâvet ve haset ve inad: İnat, hased ve düşmanlık edenler.
kerahet: Çirkin bulma, istememe, kerih görme.
şekvâ: Şikâyet.
münker: Kötülük, Allah yasakladığı şey.
teşrik-i mesai: İş ortaklığı.
fâsık-ı mütecahir: Açıktan açığa günah işleyen ve bununla sevinen.
seyyiat: Kötülükler, günahlar.
a’mâl-i saliha: Salih ameller.
|
22.11.2006
|
|
Mu'cizât-ı Ahmediye'den (asm.)
Hayvanlar bile onu (asm) tanıyıp itaat ederken..
Hem Hazret-i Ömer'den haber veriyorlar ki, demiş: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına bir bedevî geldi. Arapça “dabb” denilen bir susmar, yani keler (kertenkele) elindeydi. Dedi: “Eğer bu hayvan sana şehadet etse ben sana iman getiririm, yoksa iman getirmem.” Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o hayvandan sordu. O susmar, fasih bir dille, risâletine şehadet etti.
Hem Ümmülmü'minîn Ümmü Seleme haber veriyor ki: Bir ceylân Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmla konuşmuş ve risâletine şehadet etmiş.
İşte bunun gibi çok misâller var. Hem de kati şöhret bulmuş, birkaç numuneyi gösterdik. Ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımayana ve itaat etmeyene deriz:
Ey insan, ibret alınız! Kurt, arslan, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı tanıyor, itaat ediyorlar. Sizlerin hayvandan, kurttan aşağı düşmemeye çalışmanız iktiza eder.
Mektubât, s. 155
|
22.11.2006
|
|
Münâcâtü'l-Kur'ân
ÂDİYAT:
1. Ey nefes nefese koşan atların, nallarıyla çarparak kıvılcım çıkaranların ve ansızın sabah baskını yapanların Rabbi! (1-3)
KARİA:
1. Ey Kıyâmet gününde Onun iradesiyle insanların ateş etrafında yayılmış pervaneler gibi olacağı, dağların da atılmış renkli yüne dönüşeceği! (4-5)
|
22.11.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden
Risâle-i Nur, ispatçılıkla imar ediyor
Dinsiz komitelerin neşriyatlarının vesvese ve şüpheleri neticesinde yıkılan imanları, Risâle-i Nur eserleri ispatçılıkla imar ediyor. İşte gençliğimizin Risâle-i Nur'a elektriklenmiş gibi sarılmalarının en ince sır ve hikmetlerinden bir tanesi de budur. Senelerden beri feragat-i nefisle ve eşsiz bir fedakârlıkla ihtiyar, hasta ve fevkalâde ihtimama muhtaç bir çağda, gizli düşmanları olan komünist ve masonların ve bunlara aldananların çeşitli işkencelerine karşı, tahammülün fevkinde sabrı ile Bediüzzaman Said Nursî; din aleyhindeki birçok sinsi plânları hakikatbîn nazarıyla, realist görüşüyle fark etmiş, dehşetli dessasâne ve perdeli olan bu plânları akîm bırakacak imanî eserleri telif etmiştir.
|
22.11.2006
|
|
Nur'un dilinde Risale-i Nur
Otuzuncu Söz
* “Otuzuncu Söz; tılsım-ı kâinatın üçte birini hallediyor.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 158).
* “O altı saatlik risâle olan Otuzuncu Sözü ne ben, ne de en müdakkik dindar feylesoflar, altı günde o tahkikatı yapamaz. Ve hakezâ... Demek biz, müflis olduğumuz halde, zengin bir mücevherat dükkânının dellâlı ve bir hizmetçisi olmuşuz.” (Tarihçe-i Hayat, s. 268)
* “Ene ve Zerre namındaki Otuzuncu Sözü her mü’minin ezber etmesi zarûrîdir” (Re'fet Barutçu, Kastamonu Lâhikası, s. 185)
* “Tahavvülât-ı zerratta boğulan maddiyyunları susturan ve zerrâtın tahavvülâtı ve harekâtını, vazife ve intizamlarını emsalsiz bir tarzda ispat eden ‘Otuzuncu Söz’ nâmındaki Zerrat Risâlesi (...), maddiyyunlar tarafından tesadüfî ve intizamsız telâkki edilen harekât-ı zerrat dahi, gayet hikmetli ve o zerreler muntazam vazifelerle vazifedar olduklarını gayet kuvvetli ve kat'î bürhanlarla ispat ediyor.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 103)
|
Fatma ÖZER
22.11.2006
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Hz. Talha (ra) diyor ki:
Ben Busrâ panayırına katıldım. Bir rahibin, manastırın kapısına çıkıp:
“Bu panayıra gelenlerden sorunuz. Acaba Mekke’den gelen kimse var mı?” dediğini duydum. Bunun üzerine:
“Evet, ben varım” dedim. Rahip:
“Gel delikanlı!” dedi ve devam etti: “Ahmed geldi mi?” Ben:
“Ahmed de kimdir?” dedim. Rahip:
“Abdullah’ın oğlu, Abdulmuttalib’in torunudur. Peygamberlerin sonuncusudur ve çıkacağı ay bu aydır. Harem’de (Mekke’de) doğacak, hurmalıklı, siyah taşlı ve çorak arazili bir memlekete hicret edecektir. Sen ona hâlâ tabi olmamış gözüküyorsun. Sakın önüne kimse geçmesin. Durma git, ona tâbi ol” dedi.
Rahibin bu sözleri kalbimde yer etti. Sür'atle çıkarak Mekke’ye vardım ve bir haberin olup olmadığını sordum. Bana:
“Evet, haber vardır. Abdullah’ın oğlu Muhammedü’l-Emin peygamber olduğunu söylüyor! Ve Ebu Kuhafe’nin oğlu Ebu Bekir de ona tâbi olmuştur” dediler.
Oradan ayrılarak Ebubekîr’in yanına gittim. Ona:
“Sen bu adama tâbi oldun mu?” dedim. Ebubekîr:
“Evet, oldum” dedikten sonra, bana:
“Onun yanına git ve ona tâbi ol. Çünkü o, hakka dâvet ediyor” dedi.
Ebu Bekir’in bu sözlerinden sonra ben, rahibin sözlerini ona naklettim. Ebu Bekir’le beraber çıkarak Hazret-i Peygamber’in (asm) huzuruna gittik ve ben Müslüman oldum. Ve Resûlullah’a rahibin sözlerini aktardım. Hz. Peygamber gülümsedi.
Ebu Bekir ve ben Müslüman olunca, Kureyş Aslanı denilen İbn-i Adeviyye bizi yakalayarak ikimizi bir ipe bağladı ve bize işkence etti.
Hakim, Müstedrek, 3/369
|
Süleyman KÖSMENE
22.11.2006
|
|
|
|