|
|
İsmail BERK |
Hükümetin yolu |
|
Türkiye, sonbahara iç siyaseti unutturacak gündemlerle girse bile, bunun bir şaşırtmaca olduğunu düşünebilirsiniz. Şu andaki sıcaklığıyla Lübnan-İsrail çatışması ve asker gönderip göndermeme meselesi olsa da, tarafların diplomasi atakları ve iç dengeler belirleyici olacaktır.
Bu saatten sonra, hükümet, iç politikayı ciddiye alacak ve hareketlerini ona göre belirleyecektir. Son zamanlarda içeride ve dışarıda etkili mahfillerle seçim endeksli politikalar ve Cumhurbaşkanlığını almaya dönük işbirlikleri öne çıkıyor.
Hükümet, askerle olan ilişkilerini sessiz bir buluşmaya/anlaşmaya almış gibi görünüyor. İç tartışma doğuracak konularda daha cimri demeçler veriyor. Tartışma çıkaracak ve taraflar arası sürtüşmeyi arttıracak konulardan uzak duruyor. Başörtüsü, YÖK, yeni üniversiteler ve yeni demokratik düzenlemeler fazla gündemde tutulmuyor.
Bu arada hükümet, yargı mensuplarının maaşlarını da iyileştirdi. Barolar Birliği’nin bazı taleplerini de acilen karşıladı. Askere yönelik konularda daha dikkatli konuşmaya yönelik bir teyakkuz hali var. İhtimam gösteriliyor. Terörle Mücadele Yasası’nın, fikir hürriyetine yönelik kısıtlayıcı maddelerine ve bütün tepkilere rağmen çıkarılması, güvenlik birimlerinin ağırlığını hissettirdi. Şemdinli neredeyse unutuldu.
Basının irtica bunaklığı ile sahilde “serap haberler” peşinde kopardığı kıyamet ve akabinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nı hedef alan hurafeli yayınlar, bir sıkıntının ve hazımsızlığın basın düzeyine indirgenmesidir. Etkili ve yetkili cenahların karışmadığı bu banal haberler erken unutuluyor. Çünkü ifsatçı haber derinleşmedikçe anlaşılan o ki, bir kısım medyayı mutlu etmiyor.
Terörün nefes kesen bunaltıcı baskısı, her gün şehit ailelerinin yaşadığı acı ve keder, çaresizliğimizle birlikte güvenlik ve demokrasiyi nasıl bir arada tutmamız gerektiği konusunda da ciddi uygulama hatalarına sürüklüyor.
Bu acı tablonun bir yolu bulunmalı. Sosyal çözümlerle birlikte, halkla terör şebekesini birbirinden ayıracak caydırıcı ve kalıcı mutabakat zemini vatandaşla paylaşılmalı.
İşsizlik, eğitimsizlik ve gelir dengesizliği, insanları her yerde bunaltıyor ve sefilleştiriyor. Ahlâkî yozlaşmanın arttığı, toplumsal trajedilerin ve geleceğinden umut kesme hallerinin sıklaştığı insanların beyin ve ruh dünyalarını kontrol edemezsiniz. Bu yönüyle de toplumsal yaraların tahlil edilmesi gerekir.
AB ilerleme raporunun Ekim’de açıklanacağı göz önüne alınırsa, Eylül’ün ikinci yarısında Meclisin açılmasıyla birlikte, ilerleme raporunu etkileyecek kısmî “boya-badana” işine girilecek görünüyor. Çünkü daha köklü ve kalıcı hamlelerle yeni bir tartışmaya hükümet girmek istemiyor. Mayıs öncesi durulmuş sularda balığını avlamaya hazırlanıyor.
Sular durur mu? Balığı yedirirler mi? İklim uygun mu? Beklenmedik sürprizler yaşanır mı?... Bunları bekleyip göreceğiz. Şimdiden belli olan bir şey var ki, doğru stratejiyi ve iradeli duruşu sergileyen kazanacak.
Çok taraflılık içinde “yok taraflılık” yaşama riski de var. Bütün bunları doğru zemine aplike etmek, seçmenlerin gözünden kaçmayacak açık bir tavrı sergilemek ve dik dururken kasılmadan rahat bir duruş örneği vermek… Elbette ki kolay değil. Ayık bir insanın narkoz oyunu yapması mümkün de, narkozdaki bir insanın ayık gibi davranması çok zordur. Bu yönüyle bakılırsa, narkozlu iktidarlar, dışarıdaki tepkileri çoğu zaman duyamıyor.
İktidarı her an uyanık görmek, dışardan söylendiği kadar kolay olmasa gerek. Yine de kamuoyunun uyarıcı sesi ve toplumun sivil tepkisi, kamu yönetimini ve siyaseti etkilemeye devam etmelidir. Sivil inisiyatifin eli güçlendirilmelidir.
Hülâsa; Türkiye bu şartlarda Lübnan’a gitmemeli, AB sürecine ve Ekim raporuna kilitlenmeli, terörle ilgili tedbirleri insan hakları ihlâline dönüşmemeli, Mayıs’taki Cumhurbaşkanlığı seçimi Meclisin hür iradesini yansıtmalı, demokratikleşme ve istihdama hız verilmeli.
Bireyin temel hakları kamunun omurgası olacak şekilde, hükümet milletin hükmünü icra etmelidir. Hükümet, görev yüküyle yoluna devam ederken, yolun güvenliğini ve yolcuların taleplerini her zaman düşünmelidir. Rızası alınacak olan halktır. Çünkü demokrasinin güç kaynağı, halkın iradesidir.
24.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Denizli’de bir Mir'ac Gecesi |
|
Ege bölgesinin zengin illerinden biri olan Denizli, tekstil sanayiinde başarılı teşebbüs ve yatırımlarıyla göz doldurmaktadır.
Honaz ve Karcı dağlarının eteklerindeki düzlüklere kurulan bu şehre ne zaman gitsem farklı duygular benliğimi sarar. Zira, orada asrın mânevî sahibi Üstad Bediüzzaman bir müddet kalmış, Denizli hapishanesinden dünyaya iman ve adâlet dersleri vermişti.
Bu seferki yol arkadaşım aşçıbaşı Nurettin Usta idi. Yedi saat süren uzun bir yolculuk bitip terminale ulaştığımızda, fedakâr kardeşim Bedrettin kardeşimiz bizi bekliyordu. Güzel bir tevafuk eseri olarak, Bedrettin gibi fedakâr ve hayatını iman hizmetine adayan Osman kardeşle de görüşme imkânımız oldu. Burdur’daki hizmet mahalline dönüyordu. Ayak üstü kısa bir görüşmeden sonra onu uğurladık. Bizleri terminal dışında bekleyen Emin Ağabeyle buluşup ikrâmına mazhar olduktan sonra, önce dünyaca meşhur Pamukkale’yi ziyaret ettik. Antik çağdan kalan ve Hearapolis olarak bilinen şehrin girişi antika mezarlarla doluydu. Hamamı, antik tiyatrosu ve sâir yapılarıyla zamanının en modern şehirlerinden biri olduğu anlaşılıyordu. Fıtrî haliyle yerin derinliklerinden kaynayıp gelen sıcak suyun bıraktığı tortular, aktığı yerleri beyaz bir kar yığınına çevirmiş. Travertenlerde biriken suya akseden güneşin parıltıları manzaraya ayrı bir güzellik kazandırıyordu. Bütün bu güzellikleri perdeleyen ise, yerli ve yabancı turistlerin hoş olmayan görüntüleriydi. Acele orayı terk etmek zorunda kaldık. Biraz ilerde Kara Hayıt kaplıcaları vardı. Oradan kaynayan sıcak su ise, aktığı travertenleri kırmızı renge boyamıştı. Başta romatizma olarak çeşitli hastalıklara Cenâb-ı Hak bu suyu şifâ vesilesi yapmış. Her taraf pansiyon ve şifâ aramak için gelen insanlarla kaynıyordu. İbretlik bir manzara vardı. Bir taraftan çıkan su etrafı beyaza, diğer taraftaki de kırmızı renge boyuyor, öbür tarafta çıkan su da insanların susuzluğunu gideriyordu. Aynı topraklar, farklı sulara kaynaklık ediyordu. Allah’ın kudret ve rahmetini göremeyenlerin gözlerine sokulan bir ibret tablosuydu bu.
İkinci ziyaret yerimiz, Denizli’nin büyük kabristanıydı. Çünkü, orada Risâle-i Nur’un iki şehit kahramanı yatıyordu. Hafız Ali ve Hasan Feyzi Yüreğil Ağabeyler. Kabristanın hemen girişinde, otuz metre ilerde ve sol yamaçta yatan Hafız Ali Ağabey, Denizli hapishanesinde hastalanmış ve Üstadın bedeline vefat ederek şehit olmuştu. Hasan Feyzi Ağabey de “Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak” şiirinde niyaz ettiği şekliyle o da Üstadın yerine şehit olmuş ve yakalandığı hastalıktan kurtulamamıştı. Onun kabri de, Şeyh Mehmet Efendi namındaki bir zâtın türbesinin yakınındaydı. Her iki mezarın mezar taşları sarıklıydı. Sanki onların hayatta olduklarını temsil ediyorlardı. Çünkü âyetle sabittir ki: “Siz, Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin, onlar diridirler. Lâkin siz bilemezsiniz” hakikati onlarda tecellî ediyordu.
Üçüncü ziyaretimiz, seksen küsur çocuğun eğitilebileceği bir kreş binasıydı. Tadilâtı devam eden bu binadaki çalışma, geleceğimizi ilgilendiren çok önemli bir hizmetti. Emeği geçen herkesi tebrik ediyorum.
Dördüncü ziyaret, inşaatı devam eden kültür merkezimizdi. Bir hayli mesafe alınan inşaat bittiğinde, inşaallah büyük hizmetlere imza atılacak. Böyle mekânlara cidden her yerin ihtiyacı var. “Dünyada mekân, âhirette iman” sözü boşuna söylenmemiş.
Akşam hizmet merkezimizdeyiz. Muğla, Marmaris ve çevre ilçelerden gelenlerin de katılımıyla geniş salon tıklım tıklım doluydu. Gecenin mânâ ve ehemmiyetiyle alâkalı olarak Mir'ac Risâlesinden dersler yaptık. Nurların düzenli bir şekilde sıra takip edilerek okunması ve oradan aldığımız şevkle yaşadığımız topluma bu hakikatlerin anlatılmasının önemi ve derslere gelirken herkesin yeni bir kişi getirme gayretinde olmasının zarureti üzerinde durduk. Risâle-i Nurla ehl-i imanın imanını muhafaza etmenin, her birimizin asıl vazifesi olduğunun mecburiyetinden bahsettik. Hatim duâları ve kandilleşmelerle bir Mir'ac gecesi böyle ihyâ olmuştu.
Bu vesileyle, bütün dostlarımızın geçmiş Mir'ac Kandilini tebrik ederek küllî hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Haktan niyaz ediyorum.
24.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Öfke ve düşünce |
|
İnsanoğlunun fıtratında vardır öfke duygusu. Sınırı konulmamış üç kuvveden biridir. Eski tâbirle kuvve-i akliye, kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiyye. Bunların üçünün de üç ayrı derecesi ve dozu bulunmaktadır. İfrat, tefrit ve vasat.
İnsanoğlu başka hiçbir mahlûka nasip olmayan akıl nimetine sahiptir. Ancak akıl diğer iki kuvvenin etkisinde kalıp kalmama oranına göre sağlıklı değerlendirmeler ya da yanlış davranışlar içine girebilir. Kısaca bu üç kuvve, birbiriyle daimî bir etkileşim içindedir. Sair duygu ve hasseler bu üç motorun dallara ve kollara ayrılmış üniteleri gibi etkileşim ve yönlendirilme pozisyonundadırlar.
Tarihte bir çok şahsiyetin aklını, şehvet ve öfke duygusuyla birlikte ele almak gerekir. Yani öfkesini ve şehvetini (şehvet sadece cinsellik değildir) ne oranda akıl merkezinde kullanabilmiş, aklını hangi ölçüde bu iki kuvveden etkilenmeden ya da onların olumlu ya da olumsuz etkileşimi içinde kullanabilmiş olmasına bakmak gerekir.
Öfkenin aklı giderdiği gerçeği iki açıdan dikkate alınmalıdır. Bunlardan birisi, öfke yüzünden insan aklı azalmaktadır. İkincisi öfke anında insan, aklını devre dışı bırakmıştır, davranışlarda aklîlik seviyesi düşmüştür. Hatta neredeyse akıl devre dışı bile kalabilir.
Öfkenin olduğu ve hâkimiyet kurduğu yerde kişi artık aklî muvazenesini yitirmiş olduğundan hatalar zinciri peşpeşe gelebilir. Öfke ile kalkanın zarar ile oturması vecizesi buna işaret ediyor kanaatimce.
Haklı olmak öfkelendikten sonra yerini haksız olmaya bırakır çoğunlukla. Çünkü öfke ile öylesine yanlış söz, davranış ve tavırlara girilir ki hem üçüncü kişilere haklılığınızı anlatamaz duruma düşersiniz, hem de ikinci kişiye haklı değil de haksız olduğunuz konusunda hiç yoktan malzeme vermiş olursunuz. Böylece ilk etapta haklı oluşunuzu kaybetmenin yanı sıra, haksız durumdaki ikinci kişiyi haksızlıktan haklıymış konumuna getirmiş olursunuz. Üçüncü kişilere kendinizi ifade etmede güçlük çekmeniz, inandırıcılığınızı yitirmeniz ve hatta iletişim kopukluğuna yol açmanız da işin çabası, haybeden zararıdır.
Günümüz sosyal siyasetinde ve uluslar arası ilişkilerde en çok kullanılan taktiklerden birisi herhangi bir lideri, cemaati ya da devleti veya devletleri öfkelendirerek diplomaside yanlış yola sürüklemektir. Yani karşının hata yapmasını sağlamaktır. Hata yapılınca siyasette değil bir cenaha, belki birden daha çok cenaha manevra alanları açılmış olur. Artık satranç tahtasındaki piyonların veya o an için yol tıkayan önemli taşların kolay ve ucuzca kaybı gibi, bir çok mesnet ve dayanak elden bir anda, bir anlık öfke sonucu çıkarılır ve rakibe yeni yollar, fırsatlar sağlanmış olur. Dolduruşa gelmek bir yerde bu şekilde başlar hep.
Karşıyı öfkelendirecek, karşıyı hataya sürükleyecek bir çok tahrike karşı sükûnet ve akl-ı selim sahibi olarak düşünceyi devreye koymak her babayiğidin kârı değildir. Böyle olmasındandır ki tarihte büyük iş başarmış örnek şahsiyetler çok azdır ve farklı konumda olduklarından dolayı da hedeflerine ulaşabilmişlerdir. Onlar bu gibi tahrik edici olaylar ve davranışlar karşısında planlı ya da plansız formüle edilmiş taktiklere asla kapılmamışlar ve tâbiri caizse ezber bozmayı da bilmişlerdir. Yani bu tür davranışa şu tür tepki vereceği hesaplanan kişinin olayı sekînet ve sükûnetle karşılayarak öngörülü biçimde ezber bozması üzerine oyunlar da bozulmakta ve netice elde edilememektedir. Çoğunluğun yaptığı benzer ve ortak davranış ise öfkeyi, gayzı galeyana getirecek olay karşısında hemen düşünceyi öfkenin eline teslim ederek rastgele sonucu hesaba katmadan yapılan fevrî davranışlardan dolayı zarar etmek ve deşifre edilmektir. Bırakınız tarihi, günümüzün alelâde terör, nümayiş, gösteri ve bir takım yerlere ve makamlara saldırı sonrası dengelerin değişmesi hep bunun canlı örnekleriyle doludur. Düşünenlere ve öfkesini yenenlere hatırlatmaya gerek yok.
24.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
O en büyük yükseliş idi.
“Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş” idi.
O olmasa idi, hiçbirşey olmazdı.
O vardı (a.s.m.). Hayatta cismen olmadığı, aramızdan cismen ayrıldığında zamanımızda da kâinat onun nuru ile ayakta duruyor.
Taş, ağaç, kuş, toprak, hayvan, Güneş ve Ay onu biliyor, emrine itaat ediyorlardı.
Allah ona “Habibim” demişti.
Mekke müşriklerinin kin ve adaveti ayyuka çıkmıştı. Hazret-i Hatice (r.a.) validemiz vefat etmişti. Hüzünlü idi. Ve bir gece gelip Cebrail Aleyhisselâm onu uyardı.
Yolculuk vardı. Mukaddes bir yolculuk idi bu.
Hiçbir canlıya masip olmamış ve olmayacak bir yolculuk idi. Bir yükseliş idi.
İnsanlar cehalet ve zalimlikte sırtlanları bile geçmişti.
Karanlıklar en koyu yaşıyordu ve buluşma gerçekleşti.
Bu dâvete ve güzel manzaraya ancak o (a.s.m.) dayanabilirdi.
Musa Aleyhisselâm bir an bile dayanamamıştı.
Bütün kâinat ve içindekilerin selâmını götürdü Rabbimize.
Ve oradan bize hediyeler getirdi.
Peygamberlerin hepsi ile görüştü.
Cenneti gördü.
O (a.s.m.), bunları görmesi gerekiyordu.
En şerefli varlık o (a.s.m.) idi.
Namaz ibadetini getirdi.
Ve ruhen miracı, mü’minlere de hediye etti.
Evet namaz mü’minin Miracı oldu.
Asırlar onun (asm) getirdiği ışık ile en yüksek voltajda hayat bulmuştu.
Bütün şöhretliler, bütün heybetliler, bütün gayretliler, Allah’a secde ettiler.
Sahipsiz olmadığımızı, bu kâinatın bir sahibinin bulunduğunu anladık.
İşte böylesine bir yükseliş idi bu.
24.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Ortadoğu’daki elim olaylarda payımız! |
|
Yolunu şaşırmış, Kur’ân’la barışık olmayan felsefeden beslenen II. Avrupa (birinci derecede ABD), Ortadoğu’da, bilhassa Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da, Afganistan’da dehşetli zulümler, işkenceler ve vahşiyâne katliâmlar yapmaya devam ediyor. Bu, vicdan sahiplerinin ciğerlerini parçalıyor.
Zulmü tel’in ederken ve gerekli maddî-mânevî tepkimizi ortaya koyarken kendimize dönüp düşünmeliyiz: Acaba bu dehşetengiz hadiselerde fert veya Müslüman toplum olarak bizim payımız nedir? Sürekli kaybettiğimize göre kendi kendimize sormalıyız: Neden? Nerede hata yapıyoruz?
Boksörlerden biri sürekli dayak yiyor. İlk raunt sonunda köşesine geldiğinde antrenörü:
“İyisin!” diyor.
İkinci rauntta da yine dayak yiyor; antrenörü yine:
“İyisin, iyisin!” diye tesellî ediyor.
Üçünçüsünde de aynı durum. Boksör zar, zor şöyle diyor:
“Madem iyiyim de, niye dayak yiyorum?”
Bugün dünyanın birçok yerinde sıcak çatışmanın çoğunda Müslümanlar ezilmektedir. Neden bu savaşlar, musibetler, depremler, katliâmlar Müslümanların başında? Öncelikle meseleye ferd olarak şu açıdan bakmalıyız:
* Eğer benim başııma geldiyse, mutlaka bir suçum vardı, adalet yerini buldu. (Bunu zaten çoğu zaman vicdânen tasdik ederiz)
* Eğer diğer din kardeşlerimin başına böyle bir felâket geldiyse, Allah onları imtihan ediyor, diye düşüneceğiz. Öyledir de... Çünkü, kâinatın yaratılmasına sebep olan o nazik, nazenin, hakperest, âdil, paylaşımcı, şefkat ve merhamet timsali insan, Hz. Muhammed (asm) ve güzide Ashabı, büyük zatlar da pekçok eziyet ve sıkıntılar çektiler. Onlar da imtihan ediliyordu... Ve bu muhakeme ve murakabenin ardından meselenin şu yönlerini de derinden derine düşünmemiz gerekmektedir:
* Haksızlığa karşı sükût etmek, hakka karşı bir hürmetsizliktir.1
* Zalime karşı zaaf göstermek onları tecavüze sevk eder.2
* Zulme rıza zulümdür.3
* Zulme taraftar olmak veya sessiz kalmak, umumî musibeti netice verir.4
* Zulümden deniz dibindeki balıklar dahi şikâyet eder.5
* Zulüm içinde bazen adalet tecellî eder.6
* Zulümden kâinat kızar.7
* Zalim Allah’ın kılıncıdır.8
Mazlûmun âhı, arşa kadar giderken;9 nasıl duymazlıktan gelir, nasıl tepkisiz kalırız?
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 227.; 2- Mektûbat, s. 345.; 3- Emirdağ Lâhikası-2, s. 145.; 4- Sözler, s. 158.; 5- Emirdağ Lâhikası-1, s. 32.; 6- Emirdağ-2, s. 78.; 7- Sözler, s. 160.; 8- Mektûbât, s. 353.; 9- Emirdağ Lâhikası-1, s. 11.
24.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Muhtelif sorular |
|
Kıbrıs’tan Yusuf Ateş: “Şükür namazı nasıl kılınır?”
Allah’ın üzerimizdeki nimeti hiç şüphesiz sayamayacağımız kadar çoktur. Daha doğrusu, üzerimizde Allah’ın nimeti olmayan hiçbir şey yoktur. Bunu Kur’ân şöyle ifade ediyor: “O dilediğiniz her şeyi size verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız bitiremezsiniz.”1 Bir diğer âyette Kur’ân, “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız saymakla bitiremezsiniz. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”2 buyuruyor.
Bununla beraber, bazen kaderden bir sürpriz olarak ummadığımız bazı nimetlere kavuşuruz veya bizi üzüp yıpratan bir sıkıntıyı Allah’ın yardımıyla defederiz. Meselâ bir imkân doğar, ağır bir borcu öderiz, ağır bir hastalıktan şifa buluruz, memleketimize kavuşuruz, bir bolluk kazanırız… ve bunlar gibi ummadığımız, ama bizi sevince boğan nimetlere kavuşuruz. Bu anlarda bize yardımını esirgemeyen, her şeyi gönlümüzden geçtiği gibi yürütüveren, işlerimizi rast getiren, önümüzden gelen, elimizden tutan Allah’ın avn ve inayetinin bizimle olduğunu çok daha yakından hissederiz.
Bu sevinç anlarında yapacağımız tek şey vardır: Şükür secdesine kapanmak ve şükür namazı kılmak. Bu sünnettir.
Bir nimete kavuşan veya bir sıkıntıdan kurtulan Müslüman, Allah’a şükrünü ifa maksadıyla, “Niyet ettim Allah’ım senin rızan için şükür namazı kılmaya” der, tekbir alır, ellerini bağlar ve iki rekât namaz kılar. Şükür maksadıyla secde de edebileceği gibi, her ikisini birden de yapabilir.
Şükür maksadıyla yapılan başka ibadetler de vardır: Meselâ fakire sadaka vermek veya bir ihtiyaç merkezine tasadduk etmek, bir miktar para bağışlamak, birisine sıra dışı iyilik yapmak, birisini sevindirmek, nafile oruç tutmak, fakiri doyurmak, adak niyetiyle kurban kesip fakire fukaraya dağıtmak gibi.
***
Kıbrıs’tan Ahmet Mesut Canlar: “Selâmün aleyküm. Suâl: 1- Alevî kardeşlerimizin yapıp da, komşularına, yani biz ehl-i sünnet olan Müslümanlara ikram ettiği yemeği yesek bize helâl olur mu? 2 -Şafiî mezhebine mensubum. Kaza namazlarım var. Fakat sünnetlerimi de kılmak istiyorum. Hazret-i Muhammed’in (asm) şefaatine de mazhar olmak istiyorum. Ne yapmalıyım? İkisini de aynı anda edâ edebilir miyim?”
1-Aleviler Müslümandırlar. Ehl-i sünnet Müslümanlarına ikram ettikleri yemekler elbette yenir. Helâl olur. Kur’ân-ı Kerim ehl-i kitabın yemeğini bile Müslümana helâl kılıyor. “Bu gün size temiz olanlar helâl kılındı. Kitap verilenlerin yiyeceği size helâl; sizin yiyeceğiniz de onlara helâl kılındı.”3 buyuruyor. Kaldı ki, Müslümanın Müslümana yemeği, içinde ayrıca haram bir unsur taşımadıkça elbette helâldir.
2- Şafiî mezhebince önerilen, önce kaza namazlarınızı kılmanız. Kaza namazlarınızı kılmanız sünnete aykırı değildir. Yani o da sünnet ve o da inşallah Şefaat-i Peygambere (asm) ulaştırma kabiliyeti taşıyor. Kaza namazlarınızı bitirdikten sonra sünnet namazlarınızı ihmal etmeden kılmanız sûretiyle inşallah Peygamber Efendimizin (asm) şefaatine olan arzu ve isteğinizi de, hiç istikametinizi bozmadan ifade etmiş olursunuz.
Fakat Hanefi mezhebinin fetvalarından olan hem kazaları, hem sünnetleri kılma tarzındaki içtihada uymanızda da bir sakınca yoktur. Çünkü bu da sünnete uygun bir içtihattır.
Cenâb-ı Allah sizi ve tüm ümmet-i Muhammed’i (asm) Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnetine ve şefaatine mazhar kılsın. Âmin.
Dipnotlar:
1- İbrahim Suresi: 14/34
2- Nahl Suresi: 16/18
3- Mâide Sûresi, 5/5
24.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kana-Kerbala |
|
Uluslararası Af Örgütü İsrail’in Lübnan’da sivilleri kasten (wilful/amden) vurduğunu açıkladı. İsrail sivilleri öldürürken iki mazeret ileri sürmüştü. Bunlardan birisi, önceden bölgeyi terk etmeleri yönünde uyarı yaptıkları, diğeri de, Hizbullah’ın sivilleri kendisine canlı kalkan ve siper yaptığı iddiasıydı. Bunlar analiz edilmeye muhtaç hususlar. Ancak İsrail’in dürüst bir savaş yaptığı söylenemez. O da zırhlı araçların, bombaların ve uçakların gerisine sığınarak sivilleri öldürüyor. Onun ötesinde yasaklanmış silâhlar kullanıyor. Salkım bombaları İsrail çekildikten sonra da tahribat yapmaya devam ediyor. Dolayısıyla İsrail, iğneyi önce kendisine batırsın. İsrail kendisini modern bir devlet olarak tanıtsa da savaş kuralları noktasında Ortaçağ devletlerinin de gerisinde bulunuyor. Sözgelimi, hem Emevîler, hem de Abbasîler döneminde Ehl-i Beyt mensupları veya Alevîler (Ehl-i Beyt taraftarları) çeşitli isyanlarda bulunmuşlardı. Bu isyanların hemen hepsi bastırıldı. Ama hiçbirisinde ne Emevîler, ne de Abbasîler hasımlarına, İmam-ı Ali’nin kendisine huruç eden Haricîlere davrandığı gibi, davranmadılar. İmam Ali, mağlupları, Müslüman olduğu gerekçesiyle takipten kaçınmış ve sadece tedip etmekle yetinmişti. Ama Emevîler ve Abbasîler ‘asiler’in kökünü kazıma siyaseti güdüyorlardı. Bu mânâda modern literatürde eradikatörs olarak anılan ‘mustasilin’dendiler. Cezayir, İslâmî kesimlere böyle mukabele etti. İsrail bugün Filistinlileri toplu olarak cezalandırıyor. Aynısını Emevîler ve Abbasîler de yapmıştı. Keza asilerin veya zanlıların evlerini barklarını başlarına yıkıyorlardı. Emevîler ve Abbasîler de aynı siyaseti izlemişlerdi (Bak: Sevratü’l aleviyyine ve eseruhu fi nuşui’l mezahibi’l İslamiyyeti, Mehdi Abdulhüseyin en Necm, Müessesetü’l belağ-Daruseluni, S: 304, Beyrut). Yahudilerin Filistin’de zeytin ağaçlarını buldozerlerle sökmeleri gibi Emevî ve akabinde Abbasîler de hasımlarının evlerini yıkıyor ve hurmalıklarını yakıyor ve geriye kalanlara da el koyuyordu.
***
Aynen İsrail gibi, Emevî ve Abbasî devletlerinin gizli silâhlarından birisi de zehirdi. Nitekim İsrail bu silâhla hasımlarından Arafat’ı ortadan kaldırmayı başardı. Yani adamlarda her yol var ve hedefe varmak için her yol mubah. 34 günlük bombardıman sonunda İsrail’in katlettiği 1025 Lübnan vatandaşının 341 tanesi çocuk. Bunların arasında 10 günlük bebekler bile var. Enkaz altından çıkarılan, yürek dağlayıcı ölü bebek manzaralarını hepimiz gördük. 31 Temmuz’da ikinci Kana katliamı çerçevesinde öldürülen kişilerin yarısından fazlası, yani 37’si bebek ve çocuk çağındaydı. Daha önce Irak’ı işgal sırasında benzeri bir şekilde Amerikan uçakları da çoluk çocuk ve kadın dolu bir sığınağı delici bombalarla yakmışlardı. Kana’daki manzara adeta Kerbela’nın ikinci kez tekrarıydı. Kerbela’da da katliamdan bebekler bile kurtulamamıştı. Sıffiyn’de karşı taraf Kurânları mızrak ucuna takarak aleyhine sonuçlanmakta olan savaşı durdurmak istemişti. Başarmıştı da. Kerbela’da ise, tam tersi oldu. Susuzluktan kıvrılan Kerbela kafilesinin yanında bulunan sütten henüz kesilmemiş bir çocuk su için orduya gösterilerek şefkati ve rikkati celbedilmek istenmişti. Belki de Hazreti Hüseyin bu hareketiyle, onlardaki son merhamet ve insanlık kalıntılarını harekete geçirmek istemişti. Bunun üzerine karşı tarafın karargâhında bir velvele olmuştu ve ordu sarsıntı geçirmeye başlamıştı. Bunun üzerine içlerinden birisi havadaki çoçuğa nişan alarak çocuğu delik deşik etmişti. Şefkat depremi veya dağılması böylece önlenmişti. Onlar zafer için vicdanlarını dağlamışlar ve öfkelerini bastıracakları yerde, vicdanlarını ve şefkatlerini bastırmayı yeğlemişlerdi. Ama bu zafer suretindeki hezimet, kimseye yar olmamıştı. Geride kalanlar lânetli hale gelmişlerdi. Kerbela katilleri İbni Eşter’in kılıcının satvetinden kurtulamamışlardı.
***
Kerbela gibi Kana’da lânetli olmuştur. 1996’da Kana katliamına imza atan Şimon Peres, daha sonra girdiği seçimlerde sandıkta kalmış ve siyasî mevta haline gelmişti. İkinci Kana katliamından sonra da İsrail hükümeti sallanmaya başladı. Ordu yedekleri şimdi Lübnan’ın hesabını hükümet ortaklarından soruyorlar. Ve Şimon Peres nasıl Netanyahu karşısında yenilmişse, Olmert koalisyonu da muhtemel dağılmadan sonra yine aynı akibete uğrayacak ve yine Netanyahu karşısında sandığa gömülecek gibi görünüyor. Bunlar sertlikleriyle kendilerini ve İsrail’i bu akibete maruz bıraktılar. Daha sert olan Netahayu gelse ne yazar? Keskin sirke küpüne zarar misali, o da olsa olsa İsrail’in toptan imhasına yol açar. İsrail halkı yağmurdan kaçarken doluya tutuluyor. Ders almadıkça hep böyle olacaktır. Kerbela katilleri tarihte Kerbela lânetinden kurtulamadılar. Modernlerini de aynı akibet bekliyor.
24.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Küresel çeteler |
|
İngiltere’nin bir zamanlar çok güçlü ve popüler olan, ama güç belâ kazandığı son seçimin ardından kendi partisinde dahi yoğun tepki ve itirazlara hedef olup “gidici” gözüyle bakılan Başbakanı Blair, birkaç hafta önce çok dikkat çekici bir özeleştiri yaptı.
“Beş yıldır yaptıklarımız yüzünden Müslümanlar bizden uzaklaştı. İnsanların kalbini güçle değil, değerlerimizle kazanmadığımız sürece bu savaşı kaybederiz” diyen Blair “Müslümanlarla Hıristiyanların, zenginlerin ve yoksulların barış içinde yaşamasını sağlamak elimizde” diye ekledi. (Vatan, 3.8.06)
Ama bu sözleri fazla mâkes bulmadı.
Dahası, “Bush’un ve Şaron’la Olmert’in bir numaralı suç ortağı” damgasını taşıyan bir siyasetçi olarak yaptığı bu itirafların ardından, beş yıldır hizmet ettiği küresel çetenin hışmını üzerine çekti.
Suç ortakları tarafından “ihanet”le suçlandı, “Dâvâdan döneni vurun” mantığıyla başlatılan bir taarruzun hedefi oldu.
“Beleş tatil” eleştirileriyle başlatılan yıpratma kampanyası, sonraki günlerde İngiltere’yi alarma geçiren “İslâmcı teröristler on yolcu uçağını havada infilâk ettireceklerdi” balonu ile, farklı bir kulvarda sürdürüldü.
Bu kampanya ile, kariyerinin en zayıf dönemini yaşayan ve koltuğunda daha ne kadar oturabileceği dahi tartışılır hale gelen Blair’in, “Ba’de harabi’l Basra,” fazlasıyla gecikmiş ve “iş işten geçmiş olsa” da, yaptığı özeleştiriyi bloke etmenin amaçlandığı açıktı.
Daha önce Irak savaşının önde gelen mimarlarından, ABD Savunma Bakanı Rumsfeld gibi “şahin” bir isim de “İslâm dünyasının kalbini kazanacak yeni yollar bulmalıyız” (Akşam, 19.2.06) diyerek benzer bir özeleştiri yapmayı denemişti, o da topa tutuldu.
Amerikan askerlerinin Irak’ta yaptığı katliam ve işkenceler, Ebu Garib ve Guantanamo dosyaları gündeme getirilip Rumsfeld’in suratına çarpıldı. Ve dahası, oturduğu koltuk tartışmaya açılarak ayağı kaydırılmak istendi.
Bu iki örnek, Filistin’le başlatılıp Irak’la ve Afganistan’la sürdürülen, Lübnan’a sıçratılan, ardından Suriye ve İran’la devam ettirilmesi hedeflenen fitne ateşinin ardındaki çetelerin “Kullanabildiğin kadar kullan, sonra fırlatıp at” stratejisini ne kadar katı ve acımasız bir anlayışla uyguladıklarını gösteriyor.
Bunların dünyasında “barış, huzur, kalpleri kazanma” gibi kavramların asla yeri yok.
Bunlar karanlık amaçları uğruna yakıp yıkmaktan, emzikli bebeklere dahi acımayan katliamlar yapmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayıp tam tersine menhus bir lezzet alan, insanlıktan nasibi olmayan, gözü dönmüş, vicdansız çetelerden başka birşey değil.
Onun için, bunların “Tek taraflı güç kullanarak barış olmaz, artık geriye dönüp suçlu aramayalım, kin ve nefretten arınmış nesillerle geleceği kucaklayalım” gibisinden nasihatları dinleyip insafa geleceklerini beklemenin safderunluktan başka bir izahı olamaz.
Bunlarla baş edebilmek için evvelâ, bin bir türlü hile ve tuzaklarına düşmeme ferasetine; sonra da vicdan ve sağduyu çizgisinde kurulacak samimî küresel ittifaklara ihtiyaç var.
24.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
MGK bildirisine neden yansımadı... |
|
Bazı konuların askıda bırakılmaması gerekiyor.
Bunlardan biri de, Lübnan’a asker gönderilmesiyle ilgili MGK bildirisinde yer verilmemesi konusu.
Her ayrıntının üzerinde önemle durmamız gereken bir süreçten geçiyoruz.
MGK’da bu konunun ele alınış şekli, bildiriye neden yansımadığı noktası, aydınlatılmayı bekliyor.
4 saat 15 dakika sürmüştü MGK toplantısı… Beklendiği gibi, Lübnan’a asker gönderilmesi konusu MGK’da enine boyuna konuşulmuş. Başbakan Erdoğan liderlerle yaptığı görüşmeler, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Lübnan, İsrail ve Filistin’e yaptığı temaslar hakkında ayrıntılı olarak bilgi vermiş. Yazılı belgeler, yazılı olmayan mesajlar enine boyuna tartışılmış.
Peki, konu neden MGK bildirisine yansımamış?
“Yetki hükümette…”
AB sürecinde, MGK’nın hükümetlere tavsiye etme yetkisine son verdi Türkiye. Demokratik bir ülkede olması gereken buydu. Ancak MGK toplantılarından sonra kuru, resmî ve pek bir şey anlaşılmasa da bir bildiri yayınlanıyor. MGK’nın gündemi doğrultusunda bir değerlendirme de yer alıyor bu bildiride. Ancak, 1 Mart tezkeresi öncesinde olduğu gibi, Lübnan’a asker gönderilmesi konusuna da bir cümle ile yer verilmiyor her nedense.
“Yetki hükümette” denilmesi normal, son sözü sivil irade söyleyecek şeklindeki değerlendirmeler de hem demokratik, hem de makul, ancak tüm bunlara rağmen, bir irade beyanı yok orta yerde.
Israrla sorduğumuz, olumsuz bir hava var mı şeklindeki sorulara hep, “hayır” karşılığını aldık. Ancak şu var ki, hükümette, özellikle de Dışişleri Bakanı Gül’deki coşkulu hava yok. Böylesine kritik bir konuda, ihtiyatlı, diplomasiye daha çok şans tanıyan bir bakış açısının hakim olduğu hissediliyor MGK’da...
Bir emekli generalin değerlendirmesi, TSK’nın bu konudaki bakış açısını ne denli yansıtır onu bilemiyorum, ama en azından bir ışık tutacağını sanıyorum.
“Asker, git denildiğinde gider. Şimdiye kadar hiçbir dış görev için askerin, ‘gitmem’ dediği görülmemiştir. Dünya orduları arasında görev yapmak, Türk Silahlı Kuvvetleri için prestijdir…”
Burada özellikle de “TSK için prestijdir” noktasının altını çizmek gerekiyor.
Peki, tüm güvenceler sağlandı, Türkiye silâhlı çatışmaya girmeme dahil istediği pozisyonu kabil ettirdi de, iş sadece tezkereye mi kaldı?
Hayır. Henüz o noktada değiliz.
Pazartesi günü Bakanlar Kurulu toplanacak. Orada gelinen son aşama tartışılacak, eğer o noktaya gelindiğine karar verilirse, tezkere imzaya açılacak.
Ancak buna rağmen, Başbakan Erdoğan’ın 2-4 Ekim tarihinde ABD Başkan Bush’la yapacağı görüşme ve 6 Eylül’de Annan’ın ziyareti önemli.
Burası Ortadoğu... Ve gidilmek istenen coğrafya Lübnan. Taraflardan biri ise, İsrail. İşe böylesine birbiri içine girmiş bir denklemde her gün yeni bir “Alicengiz oyunu” ile karşılaşacağımız kesin.
Bu yüzden erken niyet beyanları ile kendimizi gereksiz bir angajmana sokmayalım.
Unutmayın, burası devletler oyununun en kanlı bir şekilde oynandığı Lübnan coğrafyası...
24.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|