|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
O dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir halkı getirir.
Fâtır Sûresi: 16
|
24.08.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kim bir hastayı ziyaret ederse, dönünceye kadar Cennet bahçesi içerisindedir.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3693
|
24.08.2006
|
|
Bediüzzaman’ın savaş ahlâkı -7-
Aziz kardeşlerim,
Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.
Meselâ, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hadiselerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.
Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.
Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir. “Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenemez.” (En’am Sûresi: 164.) düsturu ile—ki “Bir câni yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul olamaz”—işte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsâyişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturuyla vazifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâmda âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenâb-ı Hakka âittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”
Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenâb-ı Hakkın vazifesidir” deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’ân’dan ders almışım.
Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müsbet bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenâb-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azîmdir.
Emirdağ Lâhikası, s. 455
|
24.08.2006
|
|
Dünya akademisyenleri “Risale-i Nur’da haşr”i yorumladılar
İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından organize edilen “Risale-i Nur’a Göre Haşir” başlıklı uluslar arası müzakereli toplantı, 14 ilim adamının katılımıyla gerçekleştirildi.
Suriye, Lübnan, Suudi Arabistan, Irak, Fas ve Tunus gibi İslâm ülkelerinin yanı sıra Fransa ve Hindistan gibi çok farklı ülkelerden gelen akademisyenler, iki gün boyunca Bediüzzaman Said Nursî’nin âhiret ve haşir inancıyla ilgili görüşlerini değerlendirdiler. Bu müzakerelere Türkiye’den ve dış ülkelerden katılan akademisyen ve araştırmacıların sağladıkları katılımlar, toplantıların ilmî seviyesini daha da artırdı. İki günlük toplantının ardından gerçekleştirilen tanışma toplantısı, gerek ilim adamları, gerekse 500’den fazla dinleyici açısından çok önemli ve değerli izlenimlerin yaşanmasını sağladı.
“Risâle-i Nur’a Göre Haşir” başlıklı ilmî toplantılarda tebliğ sunan ilim adamlarından bir kısmının gerek toplantılar, gerekse kurdukları diyaloglarla ilgili intibaları şöyleydi:
Muhammed Cekîb (Şuayb ed-Dükâlî Üniversitesi, El-Cedîde-Fas):
KENDİMİ İLİM DERYASINDA BULDUM
Burada katıldığım toplantılar ve yaptığım görüşmeler esnasında gördüğüm büyük ilgi ve misafirperverliği dile getirmekten acizim. Risâle-i Nur’u ilk olarak altı sene önce tanıdım. Bu tanışmayla birlikte kendimi büyük bir ilim deryası önünde bulmuştum. Risâleleri tanımamdan itibaren bu eserlere olan bağlantım ve yakınlığım her geçen gün daha da arttı. Risâlelerle birlikte, bu eserleri okuyan ve iman hakikatlerini insanlara ulaştırma gayretinde olan Nur talebeleriyle olan irtibatım ve onlara olan saygım daha da ziyadeleşti. Çünkü Nur talebelerinin yüzünde, ahlâkında, hal ve davranışlarında bu eserlerdeki iman ve Kur’ân nuru hemen kendisini gösteriyor. Sizi Allah için seviyorum ve sizden bizim için hayır duâlarda bulunmanızı rica ediyorum. Risâle-i Nurlardan daha fazla feyiz almamız, onlardaki nurlardan en ileri seviyelerde ve olması gereken düzeylerde istifade edebilmemiz için duâlarınızı bekliyorum.
Prof. Dr. Ammar Ceydel
(Cezayir Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi, Cezayir):
RİSALE-İ NUR CİDDİ BİR İNKILAP
GERÇEKLEŞTİRİYOR
Risâle-i Nur’u okuyan bir kişi, bu eserlerden istifade maksadıyla ona dört elle sarılması halinde, Türkiye’de de, diğer İslâm ülkelerinde de yaşasa dahi, hayatında çok ciddi seviyelerde bir inkılap gerçekleştirecektir. Kendi hayatında gerçekleşen bu önemli gelişmelerin dışa yansımasıyla da, her bir Nur talebesi ferdî ve içtimâî açılardan örneklik teşkil edecek ve zaman içinde geniş çaplı değişmelere vesile olacaktır. Çünkü, Risale-i Nur’dan hakikat derslerini alan bir Nur talebesi, adeta yürüyen bir Risale-i Nur haline gelecektir. Dolayısıyla içinde yaşadığı toplumun emniyet ve muhabbet üzere gelişmesinde, büyümesinde ve ilerlemesinde büyük katkı sağlayacak, bu yönde diğer toplum bireylerine örnek olacaktır.
İki gün süren ve Risale-i Nur’da işlenen ahiret konusuyla ilgili değerlendirmelerin ele alındığı ilmî toplantılardaki tebliğleri dinleyince, Bediüzzaman’ın gerek ferdî hayatın, gerekse toplum hayatının ıslahını hedeflediğini gördüm. Buradan hareketle başta kendimiz olmak üzere diğer insanların bu eserleri daha iyi tanımalarını, okumalarını ve hayatlarında yaşamalarını temenni ediyorum.
Dr. Burhan İdris (Ümmü’l-Kura
Üniversitesi-Mekke-i Mükerreme):
BEDİÜZZAMAN TEFEKKÜR
İBADETİNİ ÖĞRETİYOR
Türkiye’yi daha önceden yeteri kadar tanımıyordum. Bu vesileyle, hiç beklemediğim ve ummadığım yönleriyle tanıma fırsatı buldum. Gördüm ki, buradaki Müslümanlar, İslâma bağlılar ve ona hizmet için büyük gayret sarf ediyorlar.
Diğer yandan, Bediüzzaman ve eserleri olan Risale-i Nur’la tanışmam iki sene öncesine uzanıyor. Bu eserleri okudukça Allah’ı isim ve sıfatlarıyla daha fazla tanıma, imanımı daha fazla güçlendirme imkânı buldum. Anladım ki, gördüğümüz her bir varlık, her bir canlı beni Allah’ı tanımaya, ona yaklaşmaya vesile olacak birer âyettir. Buradan hareketle diyebilirim ki, Bediüzzaman’ın eserlerinden öğrendiğim en önemli nokta, o zamana kadar bilmediğim ve yerine getirmediğim tefekkür ibadetidir. Ayrıca bu tefekkür ibadeti sayesinde, bütün varlıkların da kendi özellikleriyle ibadet yaptıklarının şuuruna vardım. Böylece ubudiyet ve kulluk açısından kendimi tüm varlıklarla bağlantılı olduğumu gördüm. İşte bütün bunlar kendime ve bütün varlıklara tefekkür nazarıyla yaklaşmamın bir neticesiydi.
Seyyid Abdullah Fed’ak (Mekke-i Mükerreme):
BEDİÜZZAMAN, İLÂHÎ BİR LÜTUFTUR
Bu iki günlük program vesilesiyle Türkiye’ye geldim. Gördüm ki, Bediüzzaman Said Nursî, bu ülkeye ve topluma İlâhî bir lütuftur.
Türkiye’nin varisi olduğu Osmanlı beş yüz seneden fazla bütün âleme hükmetmişti. Bu dönemde, şu an bizim yaşadığımız beldeler sınırları dahilindeydi. Bu kadar uzun süre içinde bizi hep sevdiler. Biz de Türkleri sevdik. Çünkü bu kadar uzun süre boyunca hem Türklerle, hem de onların hakimiyeti altında bulunan diğer beldeler arasında kopmaz bağlar kurulmuştu. Bu bağlar sayesinde, Mekke-i Mükerreme’deki Seyyidlerle diğer beldeler arasındaki sıkı ve sağlam bağlar şimdiye kadar hiç kopmadı.
Günümüzde Türkler, her sene hac mevsiminde, Mekke’de toplanan hacılar arasında üçüncü sırada yer alıyor. Buna ilave olarak, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’de bulunan Nur dersanelerinde iman ve Kur’ân hakikatlerinin anlatıldığı dersler yapılıyor. Bundan dolayıdır ki, Said Nursî’nin Kur’ân’dan yansıttığı Nurlar buralara kadar ulaşıyor ve ulaşmaya devam ediyor. Burada olduğu gibi, dünyanın pek çok köşesinde Bediüzzaman Said Nursî eserleriyle, mesajlarıyla, talebeleriyle, dershaneleriyle aramızda ve içimizde yaşıyor.
Muhammed Zeki Muhammed Hıdır
(Ürdün Üniversitesi):
RİSALE-İ NUR’UN HAŞİR VURGUSU
Ben Said Nursî’yi ve eserlerini otuz senedir tanımaktayım. İhsan Kasım Salihî tarafından Risâle-i Nur eserlerinin Arapça’ya tercüme edilmeye başlanması sayesinde, yirmi beş senedir okumaktayım. Ancak bundan on sene kadar önce tüm Risâlelerin Arapça’ya tercümesinin tamamlanmasıyla birlikte, tamamını birden okuma ve tanıma imkânı buldum. Ayrıca, özellikle Türkiye’de ve çeşitli ülkelerde düzenlenen uluslar arası çaptaki sempozyumlara ve ilmî toplantılara katıldım. Her toplantı sayesinde Risâle-i Nur’u daha fazla tanıma ve bilgi edinme imkânı buldum.
Benden Said Nursî’nin ahiret ve haşir görüşüyle ilgili bir tebliğ hazırlamam yönünde bir talep gelince, “Dâr” (âlem) başlıklı bir tebliğ hazırlamaya karar verdim.
Hazırlık sırasında, ahiretle ilgili konuların Kur’ân-ı Kerim’in niçin üçte birini teşkil ettiğini düşündüm. Pek çok âyette, Peygamberlerin ahiret inancıyla ilgili ümmetlerine tebliğde bulunmalarının vurgulanması üzerinde düşündüm. Âyetlerin yanı sıra, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) aynı konuda ifade buyurdukları hadis-i şerifleri gözümün önüne koydum. Ardından kendi kendime Risâle-i Nur’da haşir ve ahiret konusunun neden bu kadar çok vurgulandığını sordum. Risale-i Nur’da sürekli olarak ahiret ve haşrin vurgulanmasının özellikle Nur talebelerinin üzerinde meydana getirdiği tesirler üzerinde durdum.
Edib İbrahim Debbağ
(Arap Edebiyatı Uzmanı-Irak):
SAİD NURSÎ ESERLERİYLE YAŞIYOR
İslâm ölmedi ve ölmeyecek. İman ölmedi, ölmeyecek. Hidayet nuru ölmedi, ölmeyecek. Ey mü’minler! İşte bu gördüğünüz o nurdur. Gelin bu nurdan doyasıya feyizlenin. Ondan, nurun nasıl yolunuzu aydınlatacağını, varlıkların ardında gizli hakikatlerine nasıl ulaşacağınızı öğrenin. Ey hakikatlere susamış olanlar! İman kaynaklarından kana kana için.
Said Nursî ortaya koyduğu eserleriyle ölmedi ve ölmeyecek de. Siz onun risâlelerini omuzlarınıza yükleyen kişiler olarak onun evlatları ve torunlarısınız. Çünkü siz, bu Risalelerdeki hakikatleri dünyanın her bir köşesine ulaştırabilmek için çabalıyorsunuz. Çünkü siz onun değerini hakkıyla biliyorsunuz.
(www.bediuzzaman.net)
|
24.08.2006
|
|
Mümît
Allah (c.c.), Mümît’tir. Yani hayatı verdiği gibi alan ve ölümü takdir edendir. Cenâb-ı Hak, dilediği anda hayatı geri alır, her canlıyı ölüme mahkûm eder, her nefsi ölüme tâbî tutar.
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Mümît ismi Kur’ân’da fiil sîgasıyla gelmiştir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Muhakkak Biz diriltir ve öldürürüz. Her şeyin vârisi de Biziz!”1
Kaderin takdiriyle, kudretin büyük bir tasarrufu olan ölümün, cesedin bozulup dağılmasına rağmen, rûhun yokluğu anlamına gelmediğini, rûhun bâkî kaldığını beyan eden Bedîüzzaman, ölümün, hayat vazifesinden bir terhis, bir paydos, bir mekân değiştirme, bir cisim yıkılması ve çözülmesi, bâkî hayata bir dâvet, bir başlangıç ve hayat-ı bâkiyenin bir mukaddimesi olduğunu ve bir nîmet hükmünde bulunduğunu kaydeder.
Bediüzzaman Saîd Nursî, bu görüşünü en basit hayat tabakasında bulunan bitkilerin hayat ve ölümlerinden örnek vererek delillendirir.
Bedîüzzaman’a göre, bitkilerin ölümü, hayattan daha muntazam bir san’at eseridir. Zîra tohumların ve çekirdeklerin ölümü, görünüşte dağılmak ve çürümekten ibâret olduğu halde, gerçekte yeni bir filizin hayatını netice vermektedir. Çekirdeğin ölümü, filizin hayatının başlangıcıdır. Veya meyvelerin insan midesinde ölümleri, meyvelerin insânî hayata çıkmalarına bir basamaktır. Bu durumda tohumların ve meyvelerin ölümlerinin, hayatlarından daha muntazam ve mahlûk olduğunu söylemek mümkündür. En aşağı bir hayat tabakasında bulunan bitkilerin ölümleri böylesine mahlûk, böylesine hikmetli ve böylesine intizamlı olursa, hayat tabakasının en ulvîsinde yer alan insan hayatının, elbette yer altına girdikten sonra berzâhta bir bâkî hayat sümbülü vereceği şüphe götürmez.
Bedîüzzaman’a göre, ölümle insan, aslî vatanına sevk olunmakta, ebedî saadet tarafına yönelmektedir. Ölüm, ebedî bir ayrılış değil, yüzde doksan dokuz dostların bulunduğu berzah âlemine kavuşmaktan ibârettir.
Bediüzzaman’a göre, mevcûdât Allah’ın irâdesiyle her an sonsuza doğru akmakta, kâinat Allah’ın emriyle hiç durmaksızın seyretmekte, mahlûkat Allah’ın izni ile zaman nehrinde mütemâdiyen sevk olunmaktadır. Her şey gayb âleminden gönderilmekte, şehâdet âleminde zâhirî vücut giydirilmekte, sonra yine gayb âlemine muntazaman yağdırılmakta ve indirilmektedir. Allah’ın emriyle her varlık mütemâdiyen istikbâlden gelip hâle uğrayarak, mâziye dökülmektedir. Cenâb-ı Hak mevcûdâta kudretiyle hayat verip tavzif etmekte, sonra hikmetiyle terhis etmekte, ölümle âlem-i gayba göndermekte, böylece her şeyi kudret dâiresinden, ilim dâiresine almaktadır. En cüz’î bir hayat sahibinin ölümü dahî Cenâb-ı Hakkın kanunuyla, izniyle, emriyle, kuvvetiyle ve ilmiyle olmaktadır.
Gülerek ve sevinçle hayata gözlerini açan canlıların, ansızın ölüme mahkûm edilerek soldurulmalarının, “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır”2 âyetinde tüm kâinatı ihâta ettiği beyan edilen rahmetle nasıl izah edilebileceğini inceleyen Bediüzzaman Saîd Nursî, Fâtır-ı Hakîmin nöbeti biten her bir tâifeye ekseriyet itibariyle dünyadan bir usandırmak vererek istirahata bir meyil uyandırdığını ve başka bir âleme göçmeye bir şevk ihsân ettiğini beyan eder. Bediüzzaman’a göre, bu dünyadan göçen ruh ve hayat sahibi varlıklara, buradaki vazifelerine ve itaatlerine karşılık rûhânî bir mükâfât hazırlamak Cenâb-ı Hakkın rahmetinden uzak değildir. Îman ehli insanlar için zaten kabir, karanlıklı bir kuyu ağzı değil, tam tersine, dünya zindanında, Cennetin ve nûrâniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya zindanından Cennetler bahçesine çıkmak ise bin can ile arzu edilir bir seyahat ve bir saadettir.
Bedîüzzaman’a göre, küçük âlem denilen insan, ölümden ve harabiyetten kurtulmadığı gibi, büyük insan denilen kâinat da ölümden yakasını kurtaramaz. Kâinatın bir ağacı nasıl ölümden ve dağılmaktan kurtulamıyor ise, hilkat ağacından olan kâinat silsilesinin de harabiyetten kurtuluşu mümkün değildir.
İnsan nev’i bir nefistir, dirilmek üzere ölecektir. Yer küresi de bir nefistir, bâkî bir sûrete girmek için o da ölecektir. Dünya da bir nefistir, âhiret sûretine dönmek için dünya da ölecektir.3 Cenâb-ı Hak, ölümün peşinden bir ebedî saadeti ve bir uhrevî bekâ yurdunu açacağını bütün semâvî fermanlarıyla vaat ve ahdetmiştir. Cenâb-ı Hakkın Mümît ve Muhyî isimleri, Allah’ın bahar kadar kudretine kolay gelen ebedî saadet yurdunu, mükerrem ve müşerref insanlar için açacağını, haşri yapacağını ve kıyâmeti getireceğini bize bildirmektedir. Ebedî saadete mukaddeme ve ilk adım olduğu için ölüm, gerçek bir nîmettir.
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Hicr Sûresi: 23; 2- A’raf Sûresi: 156; 3- Lem’alar, s. 290.
|
24.08.2006
|
|
|
|