31 Ocak 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

Karlar ve çocuklar


A+ | A-

Karlar ve çocuklar birbirine ne kadar da benzer.

Öyle değil mi?

Her ikisi de saf ve temizdir.

Bembeyazdır, tertemizdir.

Beyazdan öte renk yok.

Yaratandan gelen rahmet hediyeleridir…

Dantel danteldir her bir kar tanesi. Nazlı nazlı, salına salına inişlerini seyretmek arınmaktır. Rahmetle yıkanmaktır…

Bir düşünelim; her mevsime, her meyveye en uygun rengi nasıl da seçip veriyor Rabbimiz.

Gönderdiği nimet kadar, o nimetin ambalajı da güzeldir, neticesi de. Çünkü, kar yağar bereket artar.

Sokakların köşesinde bir kum yığını aylarca durur da, adam boyu karlar kısa zamanda nasıl da eriyip gider. İndiren de, kaldıran da O’dur. Getiren de, götüren de O’dur.

Ne güzel, bir hikmet tahtında yapılır işler.

Karlar toprağın ve ağacın mayasıdır.

Besler büyütür fidanları, kökleri. Yorgan gibi kaplar her yeri.

***

Çığlık çığlığa sokaklarda çocuklar. Hem de gece vakti… Sessizliğin içindeki bu neşeli sesleri, yakından duymak için sokağın tâ öbür ucundan geri döndüm. İlk karların yağdığı o gece vakti… Zor yürüyorum, sırtım da ağrıyor. Ama bu sancıya değer dedim. Seslerin geldiği yere yöneldim. Sokaklarda ışık yok ama her yer bembeyaz, pırıl pırıl…

Karın aydınlığı, gecenin karanlığını emmiş, yutmuş âdeta. İmanın ışığı, küfrün karanlığını yuttuğu gibi…

Ağaçları kar yağarken seyretmek de güzel. Her biri kendine yakışan elbiseler içindeler. Sanki kefenlerini giyinmişler. Erikler, dutlar ve incirler... Her birinde karlar başka güzel dururlar. Kâbe’nin karşısında duaya açılmış eller gibi, semaya doğru uzanmıştır dallar… Bir mü’min yüreğin ak ve paklığında... Hele de incir ağaçlarını hiç seyre doyamadım. Merakımı gidermeye az kaldı. Bir iki ev daha geçince oradayım, seslerin geldiği yerdeyim. Epey de geç bir vakit. Neden uykuda, yatakta değil de dışarıdaydı çocuklar? Ne yapıyorlar diye, heyecanlandım iyiden iyiye.

Birde ne göreyim; evimizin hemen karşısında, komşumun afacanları el ele vermişler, boyundan büyük işler peşindeler. Kardan adam yapıyorlar. Eh bu şenliğe katılmamak olmaz. “Merhaba, kolay gelsin” dedim. Neşelerine ortak oldum. Hayret üşümüyorlardı. Gülümseyen bir çehreyle yanıma koşuştular. Karların aydınlattığı bir gecede yüzleri ışıl ışıldı. Bir iki oyun oynaştan sonra selâmlaşıp ayrıldım ama aklım oradaydı. Onlarlaydı.

“Her Güne Bir Öykü” kitabımızdan şu öyküyü hatırladım:

Dondurucu bir soğuk var… Kalın paltoma bürünmüş, başımı boynumu yün atkılara sarmış, köy sokaklarındaki kaskatı karları topuklarımla eze eze eve dönüyorum. Üzerinde sadece ince bir zıbın bulunan dört-beş yaşlarında bir çocuğa rastladım. Mini mini ellerini zıbının ceplerine sokmuş, dolaşıyor orta yerde…

‘’Üşümüyor musun?” dedim.

Duru bakışlarını gözlerime dikti önce. Sonra ellerini soktu, mini mini ceplerine işaret etti gözbebekleriyle: “Niye üşüyeyim?’’dedi. “Ceplerim var ya!”

***

A.Gide, Dostoyevski’yi anlatan eserinde: “Karlarda doğdu, karlarda öldü’’ diye nefis bir cümleyle başlar sözlerine…

Gecenin bir vaktinde, her yerin karlarla kaplandığı bu sokağımdan, yeryüzünde tek iz sanki benimmişçesine geçmek, tuhaf bir heyecan veriyor… İçim üşüse de, ne gam. Bir yerden sıcaklık hissediyorum. Ama nereden bilemiyorum.

Mevlâna; “Allah, bir adamı dondurmayı murad ederse; soğuk, o adam yüz tane kürk giyse de yüzünden tesir eder. Vücudu öyle bir titremeye başlar ki, ne elbise ile ısınır, ne de evle’’ der. (Mesnevî, Cilt: 5, s. 135)

Karda her şey güzel. Hele gece vakti okunan Ezan-ı Muhammedi (asm) her şeyden de güzel. İki beyaz rahmet olup beraber yağar dünyamıza. Ezan sesleri ve kar taneleri. Birbirine hiç benzemeyen o kar taneleri.

Karlar neyin işareti?

Temizliğin, saflığın, dirilişin, sevilişin ve unutulmayışın işareti…

Allah (cc) insanları her mevsim ayrı ayrı nimetlerle sevindirir, onlara sevgisini gösterir.

Sevgili Peygamberimiz (asm):

“Allah’ı kullarına sevdiriniz ki Allah da sizi sevsin” diye emreder.

Rabbimiz, Davut’a (as) “Ey Davut, kullarıma yaptığım iyiliklerimi anlat ki, beni sevsinler. Zira, kullarım ancak kendilerine iyilik yapanları severler” buyurur.

Evet, bu mevsim ve içindeki bunca nimetler Rabbimizden gelmiyorsa, nereden gelir?

O’ndan başka bizi kim bilir, kim gönderebilir?

Rabbimizi kullarına bildirmenin ve sevdirmenin vaktidir bu mevsim. Allah’ın her nimeti, her mevsimde güzeldir. Kalbinde iman olana çirkinlik yoktur. Çünkü “Güzelin güzelliğini arttıran, çirkinin çirkinliğidir.’’ Dolayısıyla, o çirkinlik bile güzelliğin derecelerini bildirdiği için güzeldir…

Gafletli nazarlar göremezler nimeti ve başlarlar hemen itiraza ve ard arda felâket senaryoları düzerler. Kar kış kıyamet derler, Allah’ın nimetlerini bir bir örterler. Rahmetten nasiplerini keserler.

Evet, Bediüzzaman Hazretleri bakın ne güzel der: “Kar’ı, pek bâridane ve tatsız telakki ederler. Halbu ki o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.” (Sözler, s. 216)

Yaratan’ın her işinde bir değil, binler hikmet aramalı insan. O’nun her eserinde bu güzelliğini görmeli ve göstermeli. Biz bu dünyada bunun için varız, bunun için yaşıyoruz.

Hiç yoktan bizi ve hayatımızı sayısız nimetlerle donatan, semavat cânibinden de nice sonsuz hediyeler gönderen Allah’tan başka kim olabilir?

***

Karlar çocukları, çocuklar karları sever. Çünkü karları gönderenin kim olduğunu onların o masum ruhları hisseder.

Sekiz yaşındaki Ahmet Zafer, küçük bahçelerindeki kar yığınlarıyla oynamaktan telef olmuş, yanakları al al kızarmış ama şikâyet yok, halinden memnun. Üçümüz bahçede birlikteyiz, kardeşi de yanımızda. Dört buçuk yaşındaki Ayşe Zehra, bir şeyler mırıldanıyor. Ne diyor diye kulak kesildim. Ne diyordu biliyor musunuz?

“Allah’ım gönderdiğin karlar için sana teşekkür ediyorum’’ duâsını ediyordu, hem de arka arkaya…

Kendimden utandım ama yitirdiğim o cenneti bu duada buldum. Ömrümde bana ilk defa ‘dede’ diyen bu çocukların arasında buldum. Onların sesinde ve duasında... Mâşallah, barekâllah…

Bir şeyi anlamak için çocukların gözleriyle de bakmak gerek.

Bırakın siz televizyondaki bir takım felâket tellâllarını, nerede bir istisna varsa onu bulup karşımıza haber diye çıkaran ve rahmeti gölgelemeye çalışanları; aldırmayın, bakmayın onlara! Herkes görevini yapacak. Biz de Rabbimizin sonsuz güzelliğinin şahidi ve dellâlı olacağız. Rabbimizi bildirip tanıtacağız inşallah.

Risâleler bunun için eşsiz fırsatlar sunuyor bize. Bediüzzaman Allah’ı sevdiren adam. Allah, Üstadımızdan râzı olsun.

Karı, çocukları, kışın ardında bekleyen baharları, bir bir anlatmalıyız. Şahidimiz melekler olsun. Şevkimiz, gayretimiz bineğimiz olsun. Anlatmalıyız, dünyanın yaratıldığı günden bugüne kadar, yağan hiçbir kar tanesinin birbirine asla benzemediğini… Düşündürmeliyiz insanları, aklı başında olanları… Hayretle, ibretle temâşâ etmeli ve ettirmeliyiz.

Rabbimiz:

“Onlar, göklerin ve yerin ifade ettikleri manalara bakmazlar mı?’’ (Araf Sûresi: 185) buyuruyor.

Ulvî bir görev bizi bekliyor.

Bahar gelmeden önce de çiçekler açar.

Karlar kışın çiçekleridir.

Karlar baharlar kadar güzeldir.

Karlar toprağa değil ruhlara yağar. Ruhları ak pak yapar. Önce oraya iner ve rahmeti rahmet eder. Bunu çocuklar ve o saflıktaki ruhlar hisseder.

Karlar çocuklara yağar. Çocuklar gibi saflaşmış ruhlara yağar.

Her bir kar tanesinin o temiz diliyle Peygamber Efendimiz’e (asm) salâtü selâm olsun. Ruhumuz hiç üşümesin. Güzelliklere komşu olalım inşallah. Âmin.

Selâm ve duâlarla. Duâlarınızı bekleyerek…

31.01.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Otuzuncu Söz üzerine-3


A+ | A-

Mehmet Ali Akten: “Otuzuncu Sözde izahı yapılan ‘Ene’, İkinci makamında geçen ‘Tahavvülât-ı Zerrât’, ‘İmam-ı Mübîn’, ‘Kitâb-ı Mübîn’, ‘Levh-i Mahv’, ‘Levh-i Mahfuz-u Azam’ terimleri ile Üçüncü Noktada geçen ‘Yedi Kânûnu’ açar mısınız?”

Otuzuncu Söz’ün İkinci Maksad’ında zikri geçen önemli kavramlardan birisi İmam-ı Mübîn, birisi de Kitab-ı Mübîn’dir.

İmam-ı Mübîn ile Kitâb-ı Mübîn, esasen Kur’ân’da zikri geçen sırlı kavramlardandır. Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîmede: “Biz her şeyi İmam-ı Mübîn’de takdîr ettik”1 buyurur. Bir diğer âyette ise: “Size Allah’tan bir Nûr ve Kitâb-ı Mübîn geldi”2 buyurulur.

Âyetlerde; her şeyin kendi muhtevâsında plânı çizildiği, takdir edildiği, yazıldığı, sayıldığı, hesap edildiği bir İmâm-ı Mübîn ile, bu takdirden sonra, yine Cenâb-ı Hak tarafından gönderilen, indirilen, verilen, îcad edilen bir Nûr ve bir Kitâb-ı Mübîn’den bahsedilir. Kur’ân bir başka âyette, İmam-ı Mübîn’in levhası olarak da Levh-i Mahfuz’u nazara verir.3

Kitab-ı Mübîn’den, İlâhî Kelâm noktasında Arş-ı Azamdan gelen Kur’ân-ı Hakîm’i; İlâhî Kudretin tecellîsi noktasında da bu büyük kâinât kitâbını anlamalıyız. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın Kelâm sıfatının tecellîsi Kur’ân-ı Hakîm; Kudret sıfatının tecellîsi de bu şehâdet ve gayb âlemi dediğimiz kâinâttır.4 Bedîüzzaman’a göre Kur’ân, bu büyük kâinât kitâbının tercümânı ve müfessiridir.5

İmam-ı Mübîn’in, Allah’ın ilim ve emrinin bir kısmına bir unvan olduğunu beyan eden Üstad Saîd Nursî, bu deyimin şehâdet âleminden ziyâde gayb âlemine baktığını, zaman olarak şu ândan ziyâde geçmiş ve geleceğe nazar ettiğini, her şeyin görünen varlığından ziyâde aslına, nesline, köklerine ve tohumlarına baktığını ve topyekûn vâki olacaklar için Allah’ın takdir buyurduğu mukadderâtın bir defteri hüviyetinde bulunduğunu kaydeder.6 Üstad Hazretleri bu tanımını şöyle açıklar: Her şeyin kökü, aslı ve başlangıcı gâyet san'atlı ve muntazam bir şekilde eşyanın vücudunu, hayatını ve gelişimini netice veriyor. Bundan anlaşılıyor ki, her şey Allah’ın ilim düsturlarını içine alan bir defter ile tanzim ediliyor. Eşyanın neticeleri, nesilleri ve tohumları ise ileride gelecek mevcûdâtın programlarını ve fihristelerini içerdiğinden, elbette Allah’ın emrinin bir küçük mecmuâsı hükmünde olmaktadır. Meselâ çam çekirdeği Allah’ın tekvînî emirlerini ihtivâ eden bir küçük program hükmündedir. Hattâ her çekirdeğin, tekvînî emirlerin cisimleşmiş bir versiyonu olduğu da söylenebilir.

Çekirdek ile ağaç arasındaki vazgeçilmez ve kopmaz ilişkiyi kâinât çapında büyütecek olursak; İmam-ı Mübîn’in, kâinâtın bir büyük çekirdeği, yani geçmiş, gelecek ve gayb âlemi etrafında dal budak salan yaratılış ağacının bir büyük mukadderât programı ve bir büyük fihristesi ve plânı olduğunu söyleyebiliriz. Bu mânâda İmam-ı Mübîn, Allah’ın varlıklar için takdir buyurduğu kaderin bir defteri ve bir plân mecmuâsıdır. Bu plânın imlâsı, bu programın icrâsı ve bu kader defterinin hükmü ile, atomlar eşyanın vücudundaki hizmetlerine ve hareketlerine sevk edilmektedir.

Bedîüzzaman Hazretlerine göre Kitâb-ı Mübîn ise, gayb âleminden ziyâde şehâdet âlemine bakar. Yani geçmiş ve gelecekten ziyâde şu anki zamana nazar eder. Yani Allah’ın ilim ve emrinden ziyâde, kudret ve irâdesinin bir unvânı, bir defteri ve bir kitâbıdır. İmam-ı Mübîn kader defteri ise, Kitâb-ı Mübîn kudret defteridir. Yani her şeyin vücudundaki, mâhiyetindeki, vasıf ve hallerindeki eksiksiz san'at ve intizam gösteriyor ki, bir Kâmil Kudretin düsturları ile, her şeye hükmü geçen bir İrâdenin kânûnları ile vücud giydiriliyor; sûretleri tayin ve teşhis ediliyor, muayyen bir miktar ve hususî bir şekil veriliyor. Allah’ın Kudret ve İrâdesinin küllî ve kapsamlı bir kânûn mecmuâsı ve büyük bir defteri vardır ki, her bir şeyin husûsî vücutları ve sûretleri ona göre biçiliyor, dikiliyor ve giydiriliyor. Ehl-i gafletin “tabiat” dedikleri şey, bu İlâhî kânundan başka bir şey değildir.

Bedîüzzaman; Levh-i Mahv ve İspat’ın ise, sâbit ve dâim olan Levh-i Mahfûz’un, imkân dairesinde, yani varlıklar âleminde, yani ölüme, hayata, varlığa ve yokluğa sürekli mazhar olan eşya üzerinde bir değişken defter ve bir yazar-bozar tahtadan ibâret olduğunu ve ‘zaman hakikati’nin de bu olduğunu beyan eder. Bir başka ifâdeyle, İmam-ı Mübîn’in imlâsı, hükmünün icrâsı ve programının uygulanması demek olan Kitâb-ı Mübîn üzerindeki bu imlâ ve kitâbetin (yazmanın), yani bu icrâ ve uygulamanın sayfası ve mürekkebi zamandır.7

Maddenin en küçük yapı taşı olarak tanıdığımız atomun hareketleri ise Saîd Nursî Hazretlerinin nazarında, kudret kalemi tarafından, bu ezelî plânın ve kudret âyetlerinin yazımı ve varlıkların yaratılması esnasında meydana gelen ihtizaz, cevelân, cereyân, akım ve titreşimden ibârettir. Yoksa atomların hareketleri, maddecilerin zannettikleri gibi tesâdüf oyuncağı değildir.8 Bu titreşimin, bu akımın, bu cereyânın, bu cevelânın ve bu baş döndürücü hareketin binler hikmetlerinden bir hikmeti ise, zerreleri ve atomları nurlandırmak sûretiyle âhiret âlemine lâyık olmalarını sağlamak ve hayata âşinâ kılmaktır.9

Dipnotlar:

1- Yâsîn Sûresi, 36/12; 2- Mâide Sûresi, 5/15; 3- Burûc Sûresi, 85/22; 4- Sözler, s. 471; 5- İşârât’ül-İ’câz, s. 15; 6- Mektûbât, s. 40; 7- Mektûbât, s. 41; 8- Sözler, s. 504; 9- Sözler, s. 510.

31.01.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Şefkat kahramanları - 2


A+ | A-

Bediüzzaman Hazretleri, Lâhikaların satırları arasında onu her gün dualarında ve manevî kazançlarında ortak ettiği “Nur’un has şakirtleri” sıfatıyla “çok çalışkan hanım şakirdler” arasında “baş”ta saymakta.

Bediüzzaman Hazretlerinin Kastamonu sürgününde tanıdığı simalardan bir tanesi de hapishane müdürü Tahir Beyin hanımı olan Asiye Mülazımoğlu…

Önceki asrın müceddidinin cübbesini Bediüzzaman’a teslim eden bir hanımdır Asiye. Bediüzzaman’ın, icazet almanın alâmeti olan cübbeyi giymesine hep maniler bulunmuş, neticede hiç beklemediği bir anda Hz. Mevlânâ Halid’in cübbesi, o cübbeye sarılan bir sarıkla pek garip bir tarzda Asiye Hanım vesilesiyle Bediüzzaman Hazretlerine ulaşmıştır.

Küçük Aşık’ın torunu…

Mevlânâ Halid-i Bağdadî önceki asrın müceddidi olarak kabul edilen büyük bir veli ve âlimdir.

Küçük Âşık, Mevlânâ Hâlid’in müridi ve talebesidir. Anne babasından izinsiz olarak geldiğinden Mevlânâ Halid, onu almaya gelen ebeveynine teslim ederken kendisinden bir türlü ayrılmak istemeyen müridine “Sen benim hasretime işte şimdi dayanırsın“ diyerek cübbesini giydirmiştir.

Âsiye Hanım Afyon’da müftülük de yapan dedesi Küçük Aşık’tan kendisine intikal eden bu cübbeyi itina ile saklamıştır. Zira dedesi bu emanetin sahibi olduğunu, ona verileceğini tembihlemiştir. İstiklâl Savaşında, Afyon’u Yunanlıların işgalinde, memleketlerini terk etmek zorunda kaldıkları günlerde bile onu yanından ayırmamıştır. Sandıklı, Isparta ve Akşehir’e gittiklerinde zarurî eşyaları ile birlikte bu cübbeyi de daima yanında taşımıştır.

Mübarek emanet…

Hatta oğlu Necati Mülazımoğlu’nun annesinden naklen anlattığına göre Afyon işgali sırasında yanlarına zarurî ihtiyaçlarını alıp şehri terk ederken cübbeyi unutuyorlar. O anda cübbenin bulunduğu duvar öyle sallanıyor ki, duvarın toprakları dökülüyor. Cübbe de bohçasıyla yere düşüyor.

Aslen Afyonlu olan Âsiye Hanım, eşi Tahir Beyin vazifesi münasebetiyle Kastamonu’da bulunmaktadır. Eşi Tahir Bey hapishane müdürüdür. Kıymetli bir aile hatırası olarak saklanan cübbeyi elinde bulunduran Asiye Hanım yine Kastamonu Lâhikası’nda adı sık geçen Ulviye Hanım vesilesiyle Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’larla tanışınca “Bunun asıl sahibi Bediüzzaman’dır” kanaatiyle, cübbeyi Feyzi Efendi vasıtasıyla Üstad’a ulaştırır.

“Bu mübarek emaneti Risâle-i Nur’un Talebelerinden ve ahiret hemşirelerimden Asiye nâmında bir muhterem hanımın eliyle aldım” der Bediüzzaman Hazretleri.

Kaynaklar:

1- Kastamonu Lâhikası, Bediüzzaman Said Nursî.

2- Son Şahitler, 4. Cilt, s.354, Necmeddin Şahiner.

3- Bediüzzaman’ı Gören Hanımlar, s. 70, Nuriye Çeleğen. Asiye Mülazımoğlu (1885-1987) MUHABBET VE ÖZLEMLE AKTARILAN HATIRALAR… Risâle-i Nur’un şefkat kahramanları üzerine çalışmaya başladığımda ulaşabildiğim isimlerle görüşmeler yaptım, yapmaya devam ediyorum. Görüşmelerin hepsinde küçük anekdotlar tarzında da olsa Asiye Hanım ile geçen hatıralar hep vardı. Zira 102 yaşında vefat eden Asiye Hanım, Üstad Hazretlerinin de ifadesiyle “çok çalışkan” hanım talebelerden. Son zamanlarına kadar Nur kardeşleriyle müfritâne irtibatını hep devam ettirmiş. Onu “Anne” sıfatıyla tanımlayarak anlatırlarken hepsinin de yüzünde oluşan tebessüm, muhabbetin ve özlemin işaretlerini taşımaktaydı. İşte onlardan dinlediğim birkaç hatıra: Kâinattaki ahenkli musikînin mütefekkir dinleyicisi İstanbul’da düzenli olarak yapılan ilk hanım derslerini organize eden Şükran Demirel, Asiye Hanımın İstanbul’a geldiğinde zaman zaman Küçükçekmece’deki evlerinde kaldığını anlatıyor. Bir gün “Bu gece sizde deniz dalgalarının ‘Ya Celil, Ya Celil!’ zikrini dinlemeye geleceğim Şükran” dediğini gülümseyerek aktarıyor. “O zamana kadar denizi hiç onun gördüğü gibi fark etmemiştim” sözleriyle… Sırma Öztürk de Risâle-i Nurların İstanbul’da teksir makinesiyle çoğaltıldığı ilk yer olma özelliğini taşıyan Yenikapı’daki dört katlı evin kızlarından biri. Evin en alt katı teksir işleri için kullanılmakta. Asiye Anne bu evi de sık sık ziyaret etmekte, beraber Nur dersleri yapılmakta. Sırma Hanımın şoförlük yaparak geçimini sağlayan eşi, Asiye Annenin geldiği günlerde ona İstanbul’daki işlerinde yardımcı olmakta. Bir gün: “Oğlum Vahap, araba tekerlekleri de Allah’ı zikrediyorlar. Bak nasıl ‘Hu!’ diyorlar, duyuyor musun?” sorusuyla arabanın da zikrettiğini ona hatırlatıyor. Bilgili bir ev hanımı ve anne… Şükran Demirel bir gün etli nohut yemeği hazırlıkları yaparken Asiye Anne “Eti ne şekilde hazırladın?” diye soruyor. O da “kuşbaşı şeklinde” diye cevaplıyor. “Kızım etli nohut yemeği kemikli dana etiyle pişirilir. Hemen çocukları kasaba gönderelim alsınlar!” diyerek yemeğin detaylarını onunla paylaşıyor. Şükran Hanıma oğullarının gelişimi için her geldiğinde yaptığı bir tembih ve ölçüm var. Çocukların iki omuzu arasındaki mesafeyi karışla ölçüyor ve tembihliyor: “Bu çocuklar asker olacak Şükran unutma! Her gün birer elma yiyin çocuklar. Babanıza ağlayın ‘Babacım bize fındık-üzüm al!’ deyin.” Eşler arası iletişimde uhrevî bakış açışı Bediüzzaman Hazretlerinin Emirdağ’da kaldığı günlerde hanımların eğitimi ile ilgili bizzat vazifelendirdiği isimdir Şahide Yüksel. Öğretmen olan beyi ile Nur hizmetinde ellerinden gelen fedakârlığı göstermişlerdir. Şahide Yüksel’in kızı Ülker Ural anlatıyor: Asiye Anne Üstad Hazretlerini ziyaret için geldiğinde bizde kalırdı. Bir sabah namaz hazırlıkları için kalkıldığında babam anneme bir mesele yüzünden kızar. Böyle zamanlarda annem hiç sesini çıkarmazdı. O sabah da öyle yapmış. Bu tabloya kulak misafiri olan Asiye Anne, eşini uğurladıktan sonra annemi bir kenara çekmiş ve ona şu öğüdü vermiş: “A yavrum, sen de ona bir karşılık ver ki dengelensin, adam mânevî tokat yemesin. Bak hiçbir şey söylemedin. Bütün günahları toplayıp gitti. Ya mânevî tokat yerse!” Evet, böyle anlarda uygun bir şekilde hakkı ifade etmek muhatapların da menfaatine! Belki söylenen küçük bir söz karşı tarafın hatasını anlayıp kendisini toparlamasına vesile olacak, manevî bir şefkat tokadını engelleyecek. Allah’a ve ahirete iman etmek, inanan bir insanın olaylara bakış açısını nasıl da genişletiyor değil mi? Örnek mi istersiniz? İşte Asiye Anne!

31.01.2010

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Kim demiş, ‘kayak merkezlerimizde okuma programları olamaz’ diye!


A+ | A-

Niyet amelden, ihlâs niyetten önemliyse,

dünyada olmayacak bir şey yok demektir.

Şu an pek çok şehir merkezimizde kış mevsimi okuma programlarının yapıldığını veya yapılıyor olduğunu öğrendik. Gençlerle birlikte büyüklerin de böyle üç beş günlüğüne de olsa ‘okuma programına’ katıldıklarını öğrenmek memnuniyet verici. Yani her vesileyle okumak.

Tabi bizim 30 kişiyi bulan pazar gençleri de sürekli, ‘Ne oldu hocam bizim kış okuma programı, kayak merkezleri bulunan şehirlerimizde böyle bir program yapamayacak mıyız?’ diyorlar. Tabiî ben de onları gelişmelerden haberdar ediyorum. Özellikle Şubat tatili neden böyle bir program etrafında şekillenmesin diye düşünüyorduk. Ama cevap beklediğimiz bazı merkezlerimizden arzu ettiğimiz cevabı alamadık.

Birkaç gün önce kıymetli büyüğüm Selahattin Yaşar’la mutat telefon görüşmelerimizden birisini yaparken, kendisinin bu günlerde Karadeniz bölgesi gençleriyle birlikte bir okuma programı çerçevesinde, Rize-Hemşin Bilen Köyü'nde olduğunu öğreniyorum. Bizim yaz manzaralarını yaşadığımız mekânlarda onlar, kış manzaralarını yaşıyorlardı. Ama ne güzel ki iki mevsimde de Risâle-i Nur mevsimin rengi oluyordu.

Yani yaz da, kış da, ilkbahar da nuru yoksa anlamı yoktur.

Ağabeyimle biraz hoş beşten sonra, sıra geldi bizim kış okuma programlarına. ‘Biz, kış okuma programına bir kayak merkezine gidemedik. Ama ümidimizi yitirmiş değiliz. Okuma programlarının yaz aylarına münhasır kalmamasını, kış aylarında da kendi şehrimizin dışında, kış nimetlerinden istifade ile programlar düzenlenmesini sağlayacağız İnşallah’.

Baktım birader, bizim teklife gülüyor. Neden gülüyorsun dememi beklercesine anlatmaya başladı. “Kardeşim, kış mevsiminin nimetlerinden istifade etmek o kadar ucuz değil. Öncelikle kayak merkezlerinde kayak yapmak çok pahalı. Her şeyden önce orada ayakta, sağlıklıca kayabilmek için biraz orada zaman ayırmak gerekir. O da oradaki otellerdeki programlara katılmakla oluyor. O da pahalı. Bir de kayak araç gereçleri çok pahalı. Yani kayak merkezlerindeki oteller, 8-9 ay adeta boş olarak bekler ve birkaç aylık kayak dönemlerinde o boş kalan ayları karşılarlar. O kadar pahalıdır.” dedi.

Tabiî konuyu paylaştıkça oldukça uçuk bir hayal kurduğumuzu anlıyor ve gülüyorduk. Dünyadaki Allah’ın bazı meşrû nimetlerinden istifade etmek, pahalı bir meşrû daire oluyor. Sonra tabiî sohbetimiz gülümsemeler içerisinde devam etti. Şöyle dedik, “Okuma programına katılacak gençler, yanlarına birer tane de plastik leğen ya da bolca naylon poşetler alsınlar, bizler de kayak yapanların farklı yamaçlarında naylonlar üzerinde birbirimizi çekerek kayaklar yaparız.” dedik. Yine gülüşüyoruz.

Anlaşılan Allah’ın dünyadaki pek çok nimetleri meşrû da olsa, imkânları olanlara hitap ediyor. Biz de, bu hevesimizi geniş çaplı ve daha ebedî lezzetler içerisinde, öbür âleme havale ediyoruz. Yani her lezzeti meşrû da olsa tatma imkânımız yok gibi.

Esprili durumu gençlerle paylaştığımda onlar da oldukça neşelendiler. Kendilerini, bir okuma programı akabinde, altlarına bağladıkları poşetlerle kayarak tahayyül ettiler ve bolca gülümsediler.

Oysa, yirmili yaşlarda 30 gencin, bir haftalık bir risâle okuma programı için, neler neler verilmezdi ki! Haydin hayırlısı bakalım.

Evet, pahalı da olsa, elimizden geldiği oranda araçları amaçlar için kullanmaya devam edeceğiz. Şimdi birazcık uçuk da görülse, yakın gelecekte kış okuma programlarımızı, en tatlı kış mekânlarında, kayak merkezlerinde doya doya, meşrû eğlenceler içerisinde yapacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın.

Hiç de zor değil. Bu uğurda harcamalar, lüks değil. Yani ehl-i dünyanın ve ehl-i imanın yaz mevsimlerindeki biraz da nefsi harcamaları dikkate alındığında, bu okuma programı harcamaları sadaka gibi netice verecektir.

Biz, okuma programları konusunda bir ihtisas düşünüyoruz. Bu iş çok ciddî ve çok teferruatlı düşünülmesi gereken bir eğitim sürecidir. Herkes hayatında mutlaka en az birkaç kez farklı farklı mekânlarda okuma programına katılmalıdır. Çünkü okuduğumuz eserlerin derinliklerine dalmak, ancak okuma programları ile mümkün olabilecektir.

Türkiye sınırları içerisinde okuma programı yapılmayan mekân kalmamalı. Yine Risâle-i Nurların girmediği, Nur Talebelerinin ulaşmadığı yerler kalmamalı. Âlem nurlanmalı.

Hatta bırakın Türkiye’yi, dünya nurlanmalı.

Uluslar arası okuma programları düşünüyoruz.

Biz, yakın gelecekte, 30 gencimizle birlikte uluslar arası okuma programları düşünüyoruz. Bir dönem 30 gençle Umrede, bir dönem 30 gençle Paris’te, Londra’da, Münih’te okuma programlarımız olacak İnşallah. Bunlar hiç de uçuk hayaller değil.

İki yıldır, 30 gencimizle, her yaz 12-15 şehir gezerek, 10 günlük okuma programımız bize bu şevki verdi. Neden olmasın diyoruz, ‘Bismillah’ diyoruz ve oluyor. Allah’ın maddî ve manevî nimetlerini, maddî ve manevî olarak tefekkür ediyor ve tadad ediyoruz.

Büyük düşünüyoruz, O da bize nasip ediyor.

İstiyoruz, O da bize veriyor.

Ümit ediyoruz, ümidimiz en güzeliyle gerçekleşiyor.

Niyet amelden, ihlâs niyetten önemliyse; dünyada olmayacak bir şey yok demektir.

Hele de hayır yolunda. Haydin bakalım. Mevlâ neylerse güzel eyler…

31.01.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

100 temel yanlış


A+ | A-

Başlık sizi yanıltmasın, “100 temel yanlış”ı sıralayacak değiliz. İstenirse 100 değil, bin temel yanlış da sıralanabilir, fakat bu yanlışların başında her halde ‘yalan söylemek, insanları yanıltmak’ ilk sırayı alır.

Hatırlanacağı üzere Millî Eğitim Bakanlığı, öğrencilerin kitap okumasını teşvik için “100 temel eser” uygulaması başlatmıştı. Bu projeye göre ilköğretim ve lise öğrencileri için seviyelerine uygun olarak “100 temel eser” belirlenmiş ve tavsiye edilmişti. Bu çalışmanın başlatılmasının üzerinden 5 yıl geçti ve Çocuk Vakfı önemli bir araştırma yaparak neticeleri ölçtü.

Vakfın çalışmaları sonucu tesbit edilen konular şöyle özetlenmiş: İlköğretim listesindeki yerli kitapların 22’si çocuk gerçekçiliğine uygun değil. Telifsiz olarak ‘100 Temel Eser’ logosuyla 63 çeşit ‘Dede Korkut Hikâyeleri’, 72 çeşit ‘La Fontaine’den Seçmeler’, 47 çeşit ‘Pinokyo’, 57 çeşit ‘Ezop Masalları‘ basıldı. Uygulama başlatıldıktan sonra basılan, dünya edebiyatından 56 klâsik eser muhtevası tahrif edilerek yayımlandı. Aynı rapora göre ‘100 Temel Eser’ logosuyla 117 farklı yayınevi kitap basmış. Bunlardan kimi telifsiz, kimi kitaplar da orijinaline sadık kalınmadan özet halinde basılmış.

Araştırmayı yapan Çocuk Vakfı’nın Başkanı Ruhi Şirin’in dikkat çektiği bir nokta da şu: “Beş yıl boyunca ve rapor hazırlama süreçlerinde ilk ve orta öğretimde ‘100 Temel Eser’in tamamını okumuş ve kitaplar üzerinde konuşabileceğimiz tek bir öğretmen bulamadık.”

Aslında ‘kitap okumayı teşvik’ anlamındaki böyle bir kampanya her türlü övgü ve desteği hak ediyor. Fakat başka konularda olduğu gibi bu konularda da plansız ve programsız adımlar atılması ‘çok iyi’ olması mümkün olan bir projeyi başarısız kılıyor.

Üzücü olan bir nokta daha var: Tahrif edilmiş bu kitaplar İl Özel İdareleri, Millî Eğitim Müdürlükleri ile Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları tarafından satın alınarak okul kütüphanelerine konulmuş. Bu, yapılan yanlışın uzun yıllar düzeltilemeyeceği anlamına gelir. Ve halen ortaöğretimde ‘100 Temel Eser’ uygulaması piyasada çok ucuza satılan 40 kitapla, ilköğretimdeyse 60 kitapla sürüyormuş. Kısaca, “100 Temel Eser”de de bir nev'i “seri sonu indirimi” yapılmış, kitap sayıları azaltılmış!

Vakfın hazırladığı raporda ‘100 Temel Eser’ uygulamasına son verilmesi istenip şöyle denilmiş: “Okul öncesi, ilköğretim birinci ve ikinci kademe, orta öğretim düzeyinde ve her derse yönelik okuma kitaplarının ilişkilendirileceği okuma programları hazırlansın. Çocuk ve gençlik kitaplarını inceleyecek Çocuk ve İlkgençlik Kitapları Konseyi kurulsun.”

İnsanlar konuşa konuşa meselelerini hallettiğine göre bu konunun da enine boyuna konuşulmasında fayda var. Raporda dile getirilen “her derse yönelik okuma kitaplarının ilişkilendirileceği okuma programları hazırlanması” teklifi çok önemli. Bilhassa ilköğretimde kitap okuma alışkanlığının kazanılması için hemen her gün “kitap okuma saati” uygulanmasında fayda var. Nasıl ki “beslenme saati” uygulanıyor, aynı şekilde her gün “okuma saati” de uygulanabilir.

Kitapları kısaltılarak ve tahrif ederek yayınlayanlar bunu yayınladıkları kitapta ‘not’ olarak belirtmiş olsa, insanlar hiç değilse eserin orijinalini okumadığını bilir. Bu belirtilmediği için “Ben o eseri okudum” diye düşünüyor. Oysa okuduğu tahrif edilmiş, kısaltılmış şekli oluyor.

Yayıncılardan ricamız, eserleri tahrif etmemeleri. Ediyorlarsa da bunu ‘not’ olarak belirtmeleri. Millî Eğitim Bakanlığından da ricamız, bu yanlışlara fırsat vermemesi...

31.01.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Şakaları bile soğuk!


A+ | A-

Geçtiğimiz yılın başlarında Gazze’ye kimyasal silâhlarla saldırıp yüzlerce kişiyi öldüren İsrail her zaman olduğu gibi pişkinliğini sürdürüyor. Birleşmiş Milletlerin yüzlerce kararına rağmen hiçbir kararı ”takmayan” İsrail’e hiçbir yaptırım da uygulanmıyor.

Geçtiğimiz ay giden insanî yardım konvoyunu dahi sınırdan geçirmemek için ellerinden gelen bütün yolları denediler. Gerçi, insanlıktan nasibini almayanlardan insanî yardımı kabul etmelerini beklemek hayaldir, ancak insanlık hâlâ bu zulme kayıtsız ve sessiz.

Son günlerde yaşanan “alçak koltuk skandalı” ile başlayan Türkiye-İsrail arasındaki gerginlik görünürde “özür dilenmesi” ile sona ermiş gibi gözükse de diplomatik teamüllere ve insanlık değerlerine uymayan krizin mimarı Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon, bir televizyon kanalına verdiği demeçte pişkinliğini ortaya koydu. “Her şey bir şakayla başladı. Olay medyaya yansımamalıydı” demiş. Nasıl bir şakaysa… Böyle bir konuda şaka yapılmayacağını bilmeyen birisi o koltukta nasıl oturur? Bu ancak İsrail’e yakışır…

BAKIŞ AÇISI

Neredeyse her hafta bir darbe planı ortaya çıkarken, ne ekonomiyi, ne özgürlükleri, ne başörtüsü yasağını konuşamaz olduk. Elbette akıllarına durgunluk veren, dehşet darbe planlarını konuşacağız. Ancak bunu konuşurken başka konuları da birlikte konuşabilmeliyiz.

Darbe planlarının bir bir ifşa edilmesi demokrasimiz açısından önemli. Darbe planı tartışmalarıyla ilgili en ilginç yorumu Baykal yaptı. “Her hafta yeni bir senaryo; birileri yazıyor, birileri sahneye koyuyor. Millet olarak, ‘acaba bugün ne var’ diye bekliyoruz” diyen Baykal “Sanki Aşk-ı Memnu dizisi” diyerek garip bir yakıştırma yaptı.

Baykal’ın bahsettiği dizi gayr-ı ahlâkî ilişkiler yüzünden son günlerde tartışılan bir dizi olunca dikkat çekiciydi. Onca dizi varken Baykal niye böyle bir benzetme yaptı, herkes gibi biz de merak ettik doğrusu… Bu benzetmeyle insanın meselelere nereden ve nasıl baktığını göstermesi açısından önemini ortaya koydu.

ZAMLAR FAZLAYSA GERİ ALALIM (!)

Tek konuyu tartıştığımız için başka meseleleri konuşamadığımızı söylemiştik. Bunlardan birisi de ekonomik meseleler. Memurlara yapılan yüzde 2.5, asgarî ücrete yapılan 41 liralık artışın ardından zorunlu harcamalara gelen zamlar herkesin belini bükmeye devam ediyor.

Geçtiğimiz günlerde Meclis Genel Kurulu’nda yapılan tartışmalarda ekonomi gündeme geldi, ancak bu da kamuoyuna yansımadığı için sadece tutanaklarda kaldı. Ama biz kamuoyuna yansımak adına tutanaklardan bir bölüm aktaralım:

Alaattin Büyükkaya (AKP- İstanbul)- …Şimdi, biz, nominal rakamların büyüklüğüne hepimiz alıştık geçmişten. Şimdi rakamları küçük görünce diyoruz ki: “Ya, ne 60 lira, 80 lira? Ya böyle bir şey olur mu?”

Ferit Mevlüt Aslanoğlu (CHP-Malatya) - Fazlaysa birazcık geri alalım.

Mustafa Özyürek (CHP-İstanbul) - Geri alalım, fazla zam yapmışız.

Alaattin Büyükkaya - Bizim geri almak gibi bir derdimiz yok.

Kemal Kılıçdaroğlu - İyi de, Tekel işçilerininkini niye geri alıyorsunuz?

Alaattin Büyükkaya- Zam yapmış mıyız? Yapmışız.

Hüseyin Yıldız (MHP-Antalya) - Bir de çay simit hesabı yapsanız maaşlarla.

Alaattin Büyükkaya - Evet, 2010’daki, şu andaki enflasyon, TÜFE artışını da dikkate alırsak ki, en düşük emekli aylığı yüzde 24,2 artmış olacak.

Oktay Vural (MHP-İzmir) - Hangi enflasyon! Pinpon topundaki enflasyon!

Akif Akkuş (MHP-Mersin) - Emekli maaşı 362 lira, 362!

Beytullah Asil (MHP-Eskişehir) - Benzine yaptığın zammı da bir söyle Alaattin Bey.

Akif Akkuş- 362 liraya insan nasıl geçinecek?

Karşılıklı konuşmalar bu minval üzerine sürüp gidiyor. Milletin vekillerinin iktidara mensup bir milletvekiline milletin sormak isteyip de soramadıkları sorular ve aldıkları cevaplar böyle… Cevapların geçim sıkıntısı çeken insanları tatmin etmediği kesin…

UCUBE Mİ, GARABET Mİ?

İbretlik derken, Meclis Adalet Komisyonunda yaşanan ibretlik bir olayı da dikkatinize sunmak istiyorum.

Cumhurbaşkanını halkın seçmesini öngören 2007’deki anayasa değişikliğinin ardından seçimlerin nasıl yapılacağına ilişkin hazırlanan kanun tasarısı Meclis Anayasa Komisyonu’nda görüşürken, “yarı başkanlık, diktatörlük, ucube ve garabet” tartışmaları yaşandı. CHP ve MHP, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin yanlış olacağını savundu. Yeni sisteme MHP’li vekiller “ucube” dedi, CHP’li vekiller ise, “garabet” dediler. Hatta MHP’li Behiç Çelik, cumhurbaşkanını halkın seçmeninin “dikta rejimine” götüreceğini dahi söyledi.

Milletin seçtiğine böyle yakıştırmalar garip bir tartışma değil mi?

31.01.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Kar notları


A+ | A-

Çevre yazarımız Cevat Çakır’ın “kar duası”na çıkmaktan bahsettiği yazısından haftalar sonra, kabule şayan bir dua hükmüne geçmiş olmalı, özlediğimiz kara kavuştuk.

Gerçi doğu vilâyetlerimiz her zaman olduğu gibi aylardır kar altında. Ama onlar için bu durum “olağan” sayıldığından, çoğu zaman haber konusu bile olmuyor. Oysa biz İstanbul’dakiler, kendimizi ülkenin, hattâ dünyanın merkezinde yaşıyor kabul ettiğimiz için, buradaki kar yağışını en önemli gündem konusu olarak görüyoruz.

Haddizatında haksız da sayılmayız. Çünkü İstanbul’da olup bitenler, birçok bakımdan, ülkenin her tarafını, hattâ bütün bölgeyi ve dünyayı yakından ilgilendiriyor. Ne de olsa kıt’aları birleştiren ve bu yıl resmen “Avrupa kültür başkenti” de ilân edilen bir dünya şehrinde yaşıyoruz.

İstanbul’daki zorlu kışların, takvim yapraklarına tarihî vak’alar olarak kaydedilmesi bundan.

Geçtiğimiz günlerdeki fırtına, tipi ve kar dalgası, bizim 32,5 yılı geride bırakan İstanbul ikametimizde yaşadığımız 1987 ve 2004 kışları ayarında olmadı ve onlarla kıyaslandığında hayli hafif geçti.

Hem kar yağışı o kadar yoğun ve sürekli olmadı, hem ara verdikten sonra gelen ikinci ve sürpriz kar dalgası daha yumuşak ve mutedil geçti, hem de belediyelerin ve halkın önceki tecrübelerden hareketle çok daha dikkatli ve hazırlıklı davranmaları, trafik başta olmak üzere muhtemel tıkanıklık ve sıkıntılara meydan vermedi.

Sokaklarda yaşayan evsizlerin karlı günlerde sıcak mekânlarda sıcak çorbalarla ağırlanmaları güzel bir insanî atmosfer oluşturdu, ama aralarında—üstelik tam Kore savaşının yıldönümünde can veren bir Kore gazisinin de bulunduğu—bazı kişilerin sokakta ölü bulunması içimizi yaktı.

İnşaallah şehitlik mertebesine erişmişlerdir...

Bilindiği gibi, “Kâinatta tesadüf yok” diyen Üstad Bediüzzaman, materyalist ve dünyaperest bakış açısının alelâde, sıradan olaylar olarak geçiştirdiği “tabiat hadiseleri”ni de kadere bakan yönleri ve manevî cihetleriyle izah ve tahlil eder.

Meselâ kış şartlarının gayri mutad şekilde ağırlaştığı bir dönemde “hava unsurunu gazaba getiren sebepler”i araştırırken, bunlardan birini, Mecliste solcuların cezalandırılmasını öne çekip dindarların serbestiyetini tehir eden bir düzenlemenin gündeme getirilmesi olarak tesbit eder.

Dine ve dindarlara yönelik umumî taarruzların, felâket ve musibetler için kadere fetva verdirip davetiye çıkardığını ısrarla, defaatle vurgular.

Bu çerçevede, geride bıraktığımız fırtına-tipi-kar dalgasının, cami bombalama, dindarları içeri tıkma, Türkçe ezanı tekrar hortlatma senaryolarını içeren balyoz planıyla eşzamanlı olarak bastırması, herhalde tesadüfî bir olay olmasa gerek.

Bu planların deşifre edilip, perde gerisindeki niyetlerin açığa çıktığı ve buna ilâveten, bir hocanın evvelce Üstad ve Risale-i Nur hakkındaki yanlış anlaşılmaya ve istismara müsait sözlerini tashih ettiği gün havanın açılmaya başlaması da.

Her tarafın karla kaplı olduğu günlerde FatihÇarşamba’nın Çukurbostan’ında çarşaflı genç kızları neşe içinde kartopu oynarken görünce, insanları dış görünüşleri ve kıyafetleriyle yargılayıp mahkûm eden ve dışlayan anlayışın ne kadar yanlış ve ilkel olduğunu bir kez daha düşündük.

Önyargılarla oluşturulan yapay duvarları kaldırmaya ve herşeyden önce “insan” olma ortak paydasının ve buna ilâveten din, dil, vatan, komşuluk, hemşehrilik gibi bizi birbirimize rapteden bağların ne kadar güçlü olduğunu fark etmeye o kadar ihtiyacımız var ki... Masum bir eğlence olan kartopu oyunu bile buna bir vesile olabilir.

Evet, çarşaflılarla “çağdaş” giyimliler bir araya gelip, önce insan, sonra kadın olmanın hassasiyeti ile diyalog kurabilseler herşey çok farklı olur. Esasen o semtte farklı hayat ve giyim tarzlarıyla bunu başarabilen birçok insan var. Ama bunun dışarıya ve medyaya da yansıması lâzım.

Karın beyaz örtüsü, bize bunları da düşündürdü. Paylaşma ihtiyacı duyduk. Takdir sizlerin...

31.01.2010

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Çölde kışın adı, bahar


A+ | A-

“Kış mevsimi Mü'min’in baharıdır.”

Hadis-i Şerif

BİZDE kış mevsimi uzun sürer. Özellikle de Anadolunun iç ve doğu bölgelerinde. Kuveyt’te ise yaz mevsimi çok uzun sürüyor. Mayıs ayında başlayan sıcaklar, Temmuz ve Ağustos aylarında zirveye çıkar. Bu aylardaki cehennemi sıcaklık gölgede 50 dereceye kadar varır.

Kasım ayında serinlemeye başlayan hava, Aralık ayı ortalarında hafifçe soğumaya başlar. Ocak ve Şubat aylarında, gündüz genellikle 15-25 derece arasında değişen hava sıcaklığı, geceleri daha soğuk olur. Çölde ise, hava sıcaklığı şehire oranla hem gündüz, hem de gece çok daha soğuk olur. Geceleri sıfırın altına düştüğü zamanlar da vardır.

Arabistan çöllerine fazla yağmur yağmaz. Yağsa da az yağar. Ender bir şekilde sağnak yağış yağdığında, yağmurun ardından kumların arasında “Fakaa” denilen mantarımsı bir bitki yeşerir. Araplar için bu bitki çok çok makbuldür. Yemeğini yapmak için hususî olarak çöle gidip “Fakaa” toplarlar.

Ocak ve Şubat ayları Türkiye dahil bir çok ülkede karlı geçerken, şu sıralar Kuveyt’te bir nev'i bahar yaşanıyor. Kuveytliler saray gibi modern villalarda yaşasalarda, geçmişlerine özlem duyuyorlar. Çölü, kumu ve kıl çadırları özlediklerinden dolayı havaların serinlemesiyle beraber şehirden çöle doğru göçüyorlar.

Hafta sonları, Irak ve Suudi Arabistan hududuna doğru giden otobanlarda hızla yol alan jipler görürsünüz. İçindeki yolculardan, bu jiplerin çöle gittiğini hemen anlarsınız.

Çölde kurdukları veya kiralamış oldukları çadıra giden Kuveytliler, okullar yarı dönem tatiline girince ailece çadırlarda kalıyorlar. Bu dönemde çöle göçenlerin sayısı onbinleri buluyor. Kuveyt çölünü beğenmeyip Suudi Arabistan çöllerine gidenler de oluyor. Tabiî bu durum sadece Kuveytlilere has değil; bütün Haliç ülkeleri kış aylarında aynı hareketliliği yaşıyor.

Arapların çöl sevdası yeni bir iş sahası meydana getirmiş durumda. Çölde çadır kamp kurma hizmeti gören şirketler var. Bu şirketler, gelir seviyesi farklı olan toplumun her kesimine hizmet sunuyorlar. Çadır şirketlerinin kurmuş oldukları kimi kamplar sadece çadır ve basit tuvaletten oluşuyor. Kimisi de, içinde ocak, buzdolabı hatta mikrodalga gibi elektirikle çalışan eşyalar bulunan hazır mutfak; alafranga tuvalet ve duş yeri; misafirleri ağırlamak için özel bir çadır ve ebeveyn çadırını da içeriyor.

Çadır şirketleri, çocuk ve gençlere yönelik hizmetler de sunuyorlar. Çocuklar için oyun parkları kuruyorlar. Çadır kampların etrafında küçük çapta bir gezinti yapmak isteyenlere fayton, araba ve motor yarışlarını seven gençler içinse, “Buggy” denilen motorları çöle getirip kiraya veriyorlar.

Eserleriyle Bediüzzaman’ı çöle götürdük

KUVEYTLİLER için çöle gitmek zevkten öte bir ihtiyaç. Bu yüzden, özel şirketlerin yanı sıra, bir çok bakanlık kendi bünyesi içinde çalışan elamanları için 5-6 çadırdan oluşan “Muhayyem er-Rabî’i” dedikleri “Bahar Kampları” kuruyor. Gece yatmak için düzenlenmemiş olan bu kamplarda, gün içinde çeşitli eğlenceler ve kültürel faaliyetler düzenleniyor. Evkaf Bakanlığı da kurmuş olduğu kampta her hafta bir faaliyet düzenliyor. Bu yılın ilk faaliyeti İslâm ülkelerini tanıtma amaçlıydı. Faaliyetin sloganı Hucurat Sûresi 13. âyetinin mealini taşıyordu: “Tanışıp bilişesiniz diye sizi farklı farklı milletlerden yarattık.” Büyükçe bir çadırda kurulmuş olan standlarda, Hindistan, Endenozya, İran, Yemen, Fas ve Türkiye tanıtıldı. Dâvet üzerine katıldığımız faaliyette, ülkemizi ve Bediüzzaman’ı elimizden geldiği kadarıyla anlatmaya çalıştık. Standımızı ziyaret edenlerin bir kısmına da Risâle-i Nurlardan küçük kitapçıklar hediye ettik. Bu arada, Türk standından mesul olan Kuveytli Fatma el-Kenderi her defasında söze katılıp “Bakın Said Nursî’nin akidesi çok sağlam; bu sağlam akidesi yüzünden kabrinin bilinmemesini vasiyet etmiş” diyordu. Üstad, Cenâb-ı Hakkın Cemil isminin varlıklar üzerindeki tecelliyatını seyretmek için bahar mevsimi geldiğinde kırlara çıkarmış. Biz de bir bahar mevsiminde Üstadımızı manen de olsa çöle götürelim dedik. İnşaallah mâneviyat âleminde ruhu haberdar olmuştur.

31.01.2010

E-Posta: [email protected]@hotmail.com


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl