|
|
Nimetullah AKAY |
İyilik zannıyla kötülük etmek |
|
Akl-ı selîm sahibi insanların yüreklerini kanatan çok hadiseler zamanımızda meydana gelmektedir. Bunların tümünü bir makalenin sınırları içinde dile getirmek mümkün değildir. Ancak bunların başında dinî hayatımıza vurulan prangaların geldiğini söylemekle düşüncelerimi ifade etmeye başlamak istiyorum.
Halkının büyük ekseriyetinin Müslüman olduğu bir ülkede, İslâmî hayata getirilen yasaklamalardan bahsetmek bile yürek yaralayıcı bir durumdur. Ancak ne yazık ki, bugün bizde İslâmî kimlikle tanınan bir kısım insanlar icrâ makamında olmalarına rağmen halkın inanç yönündeki sıkıntıları giderilememiştir.
Bu durumun bir çok sebebi zikredilebilir. Ancak gelişmeler gösteriyor ki, bu durumun en büyük müsebbibi, dinin siyasete âlet edilmesi ve inançlı insanların iktidara gelmesi için verilen tavizlerin artmasıdır. Zahire bakan dindar insanlarımız, “Siyasal İslâmcılık” akımı mensuplarını çoğu zaman iktidar mevkiine getirmekte ve sıkıntılarının bu sûretle sona ereceği ümidini taşımaktadırlar.
Oysa durumun hiç de görüldüğü gibi olmadığını er geç göreceklerdir. Zira dünyevî makam ve mevkilerini ellerinden kaçırmak istemeyen ehl-i dünya, dindar bilinen insanların iktidara gelmesini hoş karşılamamakta ve iktidara gelseler bile muktedir olmamaları için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Dini siyasî arenada malzeme olarak kullanan çevreler ile, siyaseti dinsizliğe âlet etmek isteyenlerin tepişmesinden ne yazık ki en çok mütedeyyin insanlarımız zarar görmektedir. Bu çekişmelerin neticesindedir ki, bir çok insanımız kendi öz yurdunda inancını yaşama sıkıntısını çekmektedir.
Bugün dinî eğitim veren İmam Hatip Liselerinden mezun olan gençlerimizin haklarının çiğnenmesinin, dinî vecibeyi yerine getirmek niyetiyle tesettüre giren hanımlarımıza ikinci sınıf insan muamelesi yapılmasının ve Kur’ân kurslarına sınırlamalar getirilmesinin temelinde, dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan bir kısım insanların makam ve mevkiyle her şeyin halledilebileceğine inanmaları bulunmaktadır.
Halbuki, bilhassa son yıllardaki ve günümüzdeki manzaraya baktığımız zaman, din adına yüksek makamlara talip olanların kayda değer bir fayda vermedikleri görülmektedir. Dindar diye bilinen insanların iktidar mevkiinde olmalarının getirdiği sıkıntıları bugün bir millet olarak yaşamaktayız. Din, hiçbir zaman maddî makam ve mevkilerle kâim olmamıştır. Çünkü din her şeyden önce gönüllere hitap etmektedir. Bu hitap için mânevî olgunluklar maddî şartlardan çok önce gelmektedir.
Siyasî makam ve mevkilerin dinî hizmetlerle irtibatlandırılması neredeyse mümkün değildir. Tarihte de görüldüğü gibi devletin gölgesine sığınan inanç sistemleri başarılı olamamış, siyasetten uzak bir şekilde, halk nezdinde taban bulan inanç sistemleri daha çok kalıcı olmuşlardır. Çünkü siyaset ile ihlâsın bir arada yürümesi neredeyse mümkün değildir. Dünya makam ve mevkileri siyasette başarılı olmayı gerektirirken, inançta başarılı olmanın yolu ihlâs ve samimiyetten, fedakârlıktan, dünyaya ehemmiyet vermemekten geçmektedir.
Ne yazık ki, siyaset ile din arasındaki uyuşmazlığı henüz tam anlamış değiliz. Bu sebeple de insanlarımız, bir kısım zevatı din adına bazı makam ve mevkilere getirmektedir. Ancak bu durumla ulaşmayı arzu ettikleri huzur dünyasına kavuşma imkânını bulamamaktadırlar. Aslında dindarlık kisvesini kullanarak ve halkın sırtından makam ve mevkileri elde ederek dünyaya dalan insanlar, toplumun manevî dinamiklerinin bağımsız bir şekilde gelişmesine engel olmaktadırlar. Bugün bu durumu kendimiz yaşamaktayız ve bizler halen kusuru daha çok din karşıtı insanlarda arıyoruz.
Dinin kudsî kural ve kaidelerinin yaşanmasında olumlu katkı sağlaması mümkün olmayan günümüz siyasetinin gerçek mahiyetini görmediğimiz sürece, yüreklerimizi kanatan hadiselerin sona ermesi mümkün olmayacaktır. Dinin günlük siyasetten bağımsız olması gerektiği hakikatini görmezsek, daha çok kişiyi dindar olduğu için makam ve mevkilere getirecek ve kendimize zarar vereceğimiz gibi, onların manevî hayatlarının da sönmesine sebep olacağız.
28.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Küçük dalgaların kıyıya hafif dokunurken çıkardığı musikî, anlam denizine çağırır… Kayıkla kıyıdan uzaklaşırken kendinize yaklaşır, ufkun enginliğinde derinliğinize inersiniz… Dalgaların akıntısında bir yolculuktur başlar; ışığa, aydınlığa akan bir yolculuk…
Güneş, gülümseyen ışık ellerini sudan çekerken, gümüşî renge boyanır deniz… Veda dalgalara yansıyan ışık, hüznî bir yol açar denizin yüzeyinde, yüreğinizin ortasında… Işık dalgalanmalar çağırır sizi; batıp da bitmeyen yöne ve yola doğru… Suya toprak adımla basıp, yıldız yöne doğru koşmak istersiniz…
Fanilikten titreyen içinizi serinletir bu yol ve yolculuk… Gölgelere girmeden, yansımalarda yürümeden, hakikate perdesiz muhatap olmak; verâset-i nübüvvet mesleği…
Güneş batmadan ayın doğuşunu, karşılıklı bakışmalarına bakmak; gerçek ile gölgenin görüşmelerine şahitlik etmekti… Bir yanda ışığın kaynağını, bir yanda aynıyla alan ve yansıtanı seyretmek; sonsuzluğu seyretmek gibiydi… Küçük kayıkta arafta değil, hakikatle açıktan yüzleşiyor olmak, gölgesiz güzellikleri görmek; görecelikten öte bir güzellikti…
Bolluk ve bereketle balık tutmak Hızır izler taşırken, gecede deniz Yunus hatırlatmalar yapıyordu…
Her şey bir şeyi hatırlatıyordu; kâinat bir kitap, insan ise onun müdakkik bir okuyucusu…
Dalgalardan dağlara, dağdan aya, yıldıza çıkan tefekkür, yakamoz yol olarak iniyordu suyun yüzeyine… Sen ona giderken, O seni çağırıyordu… Dalgaların raksı, renklerin cümbüşü coşkun bir deniz gibi çağlıyordu mânâ ummanında…
Sema yıldızlarla yaldızlanırken sena ve tevhidî tövbeyle sahil selâmete yaklaşmak, yaklaşan geceyi ubudiyet aydınlığında karşılamaktı…
Kerîm Kur’ân’ın kâinatı okuyuşunu dinlemekti müdakkik yolcuya düşen;
“Yemin olsun güneşe ve aydınlığına. Ve onu takip eden aya. Ve onu gösteren güne. Ve onu örten geceye. Ve gökyüzüne ve onu binâ edene. Ve yeryüzüne ve onu yayıp döşeyene. Ve insana ve intizamla yaratana. Sonra da ona kötülüğü bildirip ondan sakındırmaya ilham edene. Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. Nefsini günahlara daldıran da hüsrana düşmüştür.” (Şems: 1-10)
Sahil selâmete çıkmak, arınmışlık ve günah dalgalara dalmamaktan geçiyor; “Yaratan Rabbinin ismiyle oku”yu iyi okumak; dağı denizi, ayı, yıldızı, güneşi seyrederken her yerde hazır ve nâzır olanın huzurunda olduğunu bilmek ve nefsi dizginleyebilmek, dizlerin bağı çözüldüğü, gözlerin yerinden oynadığı günde fayda etmeyenle oynaşmamaktı…
Güneşe, aya, güne, geceye, gökyüzüne, yeryüzüne, insana yemin eden Rabbi tanımak, ibadetle sevdiğini bildirmek, sakındırdıklarından sakınmak; hikmete ermenin, kurtuluşa varmanın ışık yolu…
“Ben” kayığıyla kâinat denizinde batmadan yüzüyor olmak; yüzün ve yüreğin ışığı bulmuşluğunun, arınmışlığa erişmişliğin işareti… İşaretler nereyi gösteriyorsa oranın yolcusuyuz.
28.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Artık balayı yok |
|
Sandıkta oylarını üçte bir oranında arttırsa da milletvekili sayısı azalmış olarak yeni Meclisteki yerini alan AKP’nin ikinci iktidar dönemine sıkıntılı girdiğini geçen günlerde yazmıştık.
Bunun üzerine yine rahatsızlığını izhar edenler, “Neden önyargılı bakışınızı hâlâ terk etmiyor ve işe olumlu yanından bakmayı denemiyorsunuz?” gibisinden itirazlarını iletenler oldu.
Oysa yazdıklarımızın önyargıyla bir ilgisi yok.
Gördüklerimizi yazıyor ve tesbit yapıyoruz. Bir anlamda, olup bitenlerin fotoğrafını çekip kaydediyoruz. O yazıda yaptığımız şey de bu.
Ve şimdi, sonraki günlerde ortaya çıkan yeni gelişmeleri dikkate alarak, o değerlendirmeye devam etmenin uygun olacağını düşünüyoruz.
Yine beş yıl önceki ortamla da kıyaslayarak...
2002 seçimi sonrasında AKP, görülmemiş bir medya desteği ile yola çıkmıştı. Ama bu defa durum hayli farklı. En azından medyanın bir bölümünden AKP’ye yoğun eleştiri ve tepki var.
Bunun görünürdeki sebebi, AKP yönetiminin epeyce düşündükten sonra, Gül’ün cumhurbaşkanı adaylığında—“Karar da, sorumluluk da kendisine ait” kaydı düşerek—karar kılması.
Oysa Doğan grubu medyasının tercihi Gül yerine başka bir ismin Çankaya’ya çıkmasıydı.
Bu sebeple Gül’e “Oraya gitmek hakkındır, ama feragat etsen daha iyi olur, daha da büyürsün” telkinleri yaptılar.
Dikkate alınmayınca “Gül benim cumhurbaşkanım değildir ve olamaz” yazıları yazdırdılar. Erdoğan’ın bu yazılara tepkisini “Ya kabul et, ya da vatandaşlıktan çık” noktasına vardırması kavgayı daha da büyüttü. Ve kavga sürüyor.
TMSF’nin “Sabah grubu için açılacak ihaleye Doğan giremez, satış yabancılara yapılacak” tavrının bu kavgada bir etkisi ve rolü var mı, bilmiyoruz. Ama netice itibarıyla Doğan’ın AKP’ye yıpratıcı bir savaş açtığı açıkça ortada.
Emin Çölaşan’ı feda eden Hürriyet’in Bekir Coşkun üzerinden kavgayı büyüterek sürdürmesi ne anlama geliyor; henüz belli değil.
Bu savaştan kimin galip çıkacağı veya yine bir ateşkes ve musalâhaya varılıp varılmayacağı ise şimdilik meçhul. Geçen dönemde Uzan ve Ciner örneklerinde yaşananların bu kez Doğan grubu için tekrarlanıp tekrarlanmayacağı da.
Ama şu anki görüntü AKP için de sıkıntılı.
Bilhassa “Seçimle ortaya çıkan Meclis tablosundan hoşlanmayan derin güçler, ya askeri ya da medyayı öne sürerek bu rahatsızlıklarını açığa vururlar” yorumu açısından bakıldığında...
Öte yandan, başka alanlarda da sıkıntı işaretleri var. Özellikle ekonomi cenahındaki gelişmeler pek parlak ve iç açıcı değil. Ekonomiyle ilgili AKP’li bakanların “Seçimden sonra faizler hızla düşecek” öngörüsü şu âna kadar doğrulanmazken, gidişat tam tersi yönde sinyaller veriyor.
ABD’deki mortgage krizine bağlı olarak patlak veren küresel dalgalanmanın en çok Türkiye piyasalarını vurduğu ifade edilirken, Eylül’ün ikinci yarısından itibaren ekonomide yeni kriz senaryolarının gündeme gelebileceği konuşuluyor.
THY'de uzlaşma sağlansa da diğer bazı kritik alanlarda hâlâ devam eden grev riski ile kuraklığın günlük hayatı olumsuz etkileyen sonuçlarının ortaya çıkmaya başlaması tabloyu tamamlıyor.
Görünen o ki, AKP’nin, aldığı oy artışına rağmen bu kez “balayı yapma” lüksü olmayacak.
28.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İdeale doğru |
|
İslâmın hedeflediği insan tipi; kötülüklerden uzak, iyiliklere koşan, güzel huylarla mücehhez bir insan tipidir. Meleklerin dahi saygı duyduğu bir varlıktır o. Gönüllerde taht kurar, başlarda gezer.
Artık İslâma gönül veren insan, bu hedefe ulaşabilmek için canla başla gayret eder. Daha sabahleyin evinden çıkarken, “Allah’ım! İsmine sığınır, onunla başlar, Sana güvenip dayanırım. Allah’ım, doğru yoldan sapmaktan, saptırılmış olmaktan; ayağımın kaymasından, kaydırılmış olmaktan, haksızlık etmekten, haksızlığa uğramaktan; saygısızlık etmekten, saygısızlığa uğramaktan Sana sığınırım” (Riyazü’s-Sâlihîn Terc, 1;119 (Hadis no: 82); Ebu Davud ve Tirmizî’den) der.
Her işin Allah’ın emri, izni ve Onun sonsuz kudretine dayanarak gerçekleşeceğine; iyilikleri yapmak, kötülüklerden uzaklaşmak Onun vereceği güç ve kuvvetle olabileceğine, her an her saniye Ona muhtaç olacağına öylesine inanır ve teslimiyetle hareket eder ki şu duâyı da bir sünnet olarak yapar: “Allah’ım! Senin isminle yola çıktım. Sana güvenip dayandım. Günahlardan korunmam ve Sana itaatte bulunmam ancak Senin muvaffak kılmanla mümkündür. ” (A.g.e. Hadis no: 82)
Bu duygu ve inançla işe başlayan mü’min o kadar azimli ve gayretlidir ki iyilik neredeyse oradadır, kötülükten ise uzaktır.
Maddeten ve mânen bu yolda olabilmek için gayret gösterir artık. Allah Resûlü (asm) iyilik yapmaya o kadar teşvik eder ki, “Her Müslümanın sadaka vermesi; hayır yapması gerekir” buyurur. “Ya tasadduk edecek birşey bulamazsa?” sorusuna, “Eliyle çalışıp hem kendisi istifade eder, hem de sadaka verir” diye karşılık verir. İkinci soru gelir: “Onu da yapamazsa?” “Sıkıntıya düşmüş bir ihtiyaç sahibine yardım eder.” “Ya bunu da yapamayacak durumdaysa?” “O zaman iyiliği emreder.” “Onu da yapamazsa?” “Kötülüğe karşı kendini tutar. Bu da bir sadakadır.” (A.g.e., [Hadis No: 141]; Buharî ve Müslim’den.)
Demek mü’min iyiliklerin, güzelliklerin insanıdır. Elinden geldiğince iyiliklere koşacak, kötülüklerden uzak kalacaktır. Böyle bir insan, değil insanların gıptayla baktığı, meleklerin dahi saygı duyduğu bir insan olmaz da ne olur?
28.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Risâle-i Nur ve akıl |
|
Özellikle felsefeciler, filozoflar akıl üzerine çok şey söylemiş, muhtelif tarifler yapmışlardır. En özlü ve en kapsamlı tanımlamalarından birisini Bediüzzaman Said Nursî yapmıştır. Burada kısa bir değerlendirme yapacağız.
İdrak âleti olan akıl, felsefî anlamda, insana has düşünme ve eşyanın sebeplerini yakalama melekesidir. Diğer duygularımız gibi, aklın da çeşitli tanımları yapılabilir. Bediüzzaman aklı; şuurdan ve histen süzülmüş şuurun bir özeti;1 insanın en kıymetli cihazı;2 nurânî bir cevher;3 kâinatın sırlarını açan bir anahtar;4 âlemde tecellî eden Allah’ın isim ve sıfatlarını inceleyen bir âlet; tabiattaki sırları çözen bir keşşaf; insanı sonsuz hayatın mutluluğuna hazırlayan Rabbânî bir mürşid, yol gösterici;5 delil üzere giden;6 insana yüksek maksatlar ve bâkî meyveler gösteren hikmetli bir hediye;7 zâtıyla maddeden mücerret (soyut), fiiliyle maddeyle ilgili bir cevher, şeklinde tanımlar.
Akıl bir hakemdir. Doğru ile eğriyi, iyi ile kötüyü birbirinden ayırır, güzel ile çirkini ölçer ve zıtları birbirinden ayırır. Algının ve idrakin merkezi olan akıl, kalbe bağlı olarak dimağda/beyindedir. Başta kendimizi, eşyanın hakikatini, sâir varlıklarla aramızdaki münasebetleri ve hadiselerin arkasındaki sırları akılla anlamaya, idrak etmeye çalışırız.
Ancak, göz her şeyi göremediği, görmek için ışığa ihtiyacı olduğu gibi akıl da her şeyi anlayamaz. Güneş ziya ve ışık kaynağıdır. Ay, kendi zatında kesiftir, karanlıktır, parlaklığını, nurunu güneşten almaktadır. Kalbi güneşe, aklı kamere benzetirsek; aklın, ışığı, nuru kalpten gelir.
Akıl, insanoğluna bahşedilen en büyük duygu, en mükemmel latife, en muazzam güç kaynaklarından birisidir. Çünkü mekanik, adale gücü, 1/30 beygir gücü olduğu halde, akıl ve zekâ gücü, tabiattaki büyük güç kaynaklarını kontrol edebilmekte, harekete geçirebilmektedir.8
Psikologlar, doğru düşünme, isabetli karar verebilme kabiliyetinin irsî değil, öğrenme ve çalışmaya bağlı olduğunu vurgularlar. Potansiyel yetenek olarak da verilen akıl diğer duygular gibi geliştirilebilir. Bir alt başlıkta da görebileceğimiz gibi Bediüzzaman’ın, aklı üçe ayıran bu değerlendirmeleri, onu geliştirebileceğimizi veya tamamen dumura uğratabileceğimizi gösterir.
Bir ölçme değerlendirme âleti, cihazı olan aklın ifrat, tefrit ve vasat olmak üzere üç derecesi bulunur:
Tefritinden, yani akıl çalıştırılamayıp veya eğitilemeyip geri bırakılsa “gabavet”, duyarsızlık doğar.9 Gabavetin psikolojideki karşılığı aptallıktır. Bireysel psikolojinin kurucusu Alfred Adler, aptallığı yalnızca zekâ düzeyinin alçak olması değil, aynı zamanda bir düşünme biçimi olduğunu belirtir:
Saf (pür) aptallık, mantığın taleplerine karşı soğuk davranır ve onlara ancak zorlama sonucu uyar. Bir hayat tarzı yoktur. Hayat biçimi de herhangi bir ilgiyi anlayabilmekten uzaktır. Sağduyuya karşı da saygı duymaz.10
Aklın ifratı, çizgiyi aşan aşırı merhalesi cerbezedir. Cerbeze, doğruyu eğri, batılı gerçek gösterecek derecede aldatıcı bir zekâ yapısına sahip olmaktır.
Uzmanlar, bunların zekice iddiaları, fikirleri olabileceğini, zekice hareket edebileceklerini ama aslında korkak ve akılsız olduklarını söylerler.11
Aklın vasatı tercih etmesine, yani rayında olmasına “hikmet” denilir. Hikmet, her şey hakkında doğru, uygun karar verebilme kabiliyetidir. Hikmet sahibi, gerçeği gerçek bilip uyar, yanlışa yanlış der uzaklaşır.
Psikologlar, doğru düşünme, isabetli karar verebilme kabiliyetinin irsî değil, öğrenme ve çalışmaya bağlı olduğunu vurgular. Potansiyel yetenek olarak verilen akıl, diğer duygular gibi geliştirilebilir. Bediüzzaman da Kur’ân’a dayanarak, aklı üçe ayıran bu değerlendirmesiyle akıl gücünü geliştirebileceğimizi veya tamamen dumura uğratabileceğimizi gösterir:
Aklın gelişebilmesi, geliştirilebilmesi için Yaratıcının gönderdiği Kelâm’daki âyetler ile o âyetlerin maddî tezahürleri olan kâinat kitabındaki âyetleri incelemek gerekir. Ki, yüce Yaratıcı, gözlerimizi mütemadiyen oluşsal âleme çevirmemizi, oradaki eserleri temâşâ etmemizi emreder:
“Allah ölüleri diriltir ve size âyetlerini/belgelerini gösterir ki akıllanasınız.”12
Bir kısım filozof veya ilmî otoritelerin, bu delillerden hareketle iman edememesinin sebebi, meseleye direkt bu kast ile yaklaşamamalarındandır. Yani, aklı var, ama aklını hikmet dairesinde kullanmamıştır.
Varlığa iman açısından bakmak da, bir kast, eğilim ve herhangi bir branşa yönelmek gibi bir tahkike dayalıdır.
“Hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız.
“Suâl: Nasıl anlayacağız? Biz câhiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz.
“Cevap: Gerçi cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil... İşte, müştebih ağaçları gösteren semereleridir. Öyleyse, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız.”13 Meseleyi daha da müşahhaslaştırır:
“Sual: Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.
“Cevap: Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün gereği tevazu ve mahviyettir; tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”14
Eğer eleştiri görevini; bu perspektiften ele alıp hakkıyla ifâ, yâni dozajını ayarlayıp ifrat veya tefrite düşmeseydik; ilimde, fikirde, hattâ teknikte çok daha büyük merhaleler kat edecek, daha çok ve büyük kabiliyetlerin inkişâfına zemin hazırlamayacak mıydık?
Eleştirinin de âleti akıldır. Ama, akıl da kalbin emrinde olmalıdır. Zira, kalp, duyguların kumandanıdır. “Akleden kalp” Kur’ân’ın tabiridir. Kalp ile beyin arasındaki çift yönlü muhabere ağını oluşturan, yani, beyinden bağımsız, kendine has, kompleks ve esrarlı 40 bini aşkın, adına “kalpteki beyin” denen bir sinir sistemi bulunduğu ve beyinle dört kanal üzerinden iletişim kurduğu tesbit edilmiştir. Kur’ân’da bu “akleden kalp”şeklinde tanımlanıyor olsa gerek.15
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 103.; 2- Şuâlar, s. 16.; 3- Muhâkemât, s. 15.; 4- Şuâlar, s. 16.; 5- Sözler, s. 25.; 6- Muhâkemât, (eski) s. 67.; 7- Sözler, s. 47.; 8- Prof. Dr. Ayhan Songar, Enerji ve Hayat, Yeni Asya Yayınları, 1979, İst., s. 1-2.; 9- İşârâtü’l-İ’câz, s. 29.; 10- Kişilik Bozuklukları ve Toplumsal Bütünleşme, s. 66.; 11- A.g.e., s. 64-65, 68.; 12- Kur’ân, Bakara, 73.; 13- Münâzârât, s. 48-50; 14- A.g.e., s. 59-60.; 15- Kur’ân, Hac, 46.
28.08.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Uykuda sünnet ölçüleri |
|
Almanya/Aechen’den okuyucumuz:
*“Yatmada sünnet olan hususlar nelerdir? Ayakların kıbleye gelmesinde bir sakınca var mıdır?”
İnsan yaratılışı gereği gündüz çalışmakta ve yorulmakta; gece ise dinlenmek için uyumaktadır. Bünyemiz gece uykusuna muhtaçtır. Kur’ân’da Cenâb-ı Hak, “Uykunuzu dinlenme vakti kıldık”1 âyetiyle bu nimete ve bu beşerî ihtiyaca işâret eder.
Günde en az altı saat uyuyan bir insan, ömrünün en az dörtte birini uyku ile geçiriyor demektir. Ki, küçük bir rakam değildir. Hayatımızda böylesine önemli bir yere sahip olan uykuya sünnet-i seniyye gözetilerek girilirse, âdi bir hareketten ibâret olan uykumuza—inşaallah—ibâdet mahiyeti kazandırmamız mümkün olacaktır.
Yatma esnasında uymamız tavsiye edilen sünnet-i seniyyeler: Yatağa abdestli girmek, sağ yanı üzerine yatmak ve yatarken “eûzü-besmele” çekerek duâ okumaktır.
* Bera’ bin Âzib (ra) bildirmiştir: Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Yatağa vardığında önce namaz abdesti gibi abdest al. Sonra sağ tarafına uzan ve şu duâyı oku: ‘Allahümme eslemtü nefsî ileyke. Ve veccehtü vechî ileyke. Ve fevvadtü emrî ileyke. Ve elce’tü zahrî ileyke rağbeten ve rahbeten ileyke. Lâ melce’e ve lâ mencâ minke illâ ileyke. Âmentü bikitâbike’llezî enzelte ve nebiyyike’llezî erselte.’ (Mânâsı: ‘Allah’ım, nefsimi Sana teslim ettim. Yüzümü Sana çevirdim. İşimi Sana bıraktım. Sırtımı Sana dayadım. Senden hem rahmetini umuyorum, hem korkuyorum. Senden sığınacağım ve kurtuluş bulacağım yer, Senden başkası değildir. İndirdiğin kitabına inandım. Gönderdiğin Peygamberine îmân ettim.) Eğer o gece ölecek olursan, İslâm fıtratı üzerine ölmüş olursun. Bu sözleri, yatarken söylediğin sözlerin sonuncusu kıl.”2
* Hazret-i Âişe (ra) bildirmiştir: Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (asm) her gece yatağa girdiği zaman iki elini birleştirerek, “Kul hüva’llâhü Ehad”, “Kul Eûzü Birabbi’l-Felak” ve “Kul Eûzü Birabbi’n-Nâs” sûrelerini okur ve ellerine nefes verirdi. Sonra iki eliyle vücudundan yetiştiği yerleri; başını, yüzünü, vücudunun önünü, arkasını sıvazlar ve meshederdi. Bunu üç defa tekrarlardı.”3
* Amr bin Hureys (ra) anlatmıştır: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Temiz ve abdestli olarak uyuyan kimse, gündüz nafile olarak oruç tutup, gece ibâdet yapan kimse gibidir.”4
* Ebû Hüreyre (ra) bildirmiştir: Resûl-i Ekrem (asm) şöyle buyurdu: “Sizden biriniz yatarken sağ tarafı üzerine yatsın. Sonra şu duâyı okusun: ‘Bismike Rabbî. Veda’tü cenbî, Ve bike’rfe’uhû. İn emsekte nefsî ferhamhâ. Ve in erseltehâ fe’hfızhâ bimâ tehfezu bihî ıbâdeke’s-Sâlihîn.’ (Mânâsı: ‘Rabb’im, isminle yanımı yere koydum, adınla kaldıracağım. Eğer ruhumu alırsan, ona merhamet et. Eğer almazsan, iyi kullarını muhafaza ettiğin gibi muhafaza et.’)5
* Huzeyfe (ra) bildirmiştir: Allah Resûlü (asm) gece yatağına girdiği vakit sağ elini yanağının altına koyardı. Sonra şu duâyı okurdu: “Allahümme bismike emûtü ve ahyâ.” (Mânâsı: ‘Allah’ım, isminle ölürüm, isminle dirilirim.’ Uyandığı vakit ise, ‘Elhamdülillâhi’llezî ahyânâ ba’demâ emâtenâ ve ileyhi’n-nüşûr.’ (Mânâsı: ‘Hamd, bizi öldükten sonra dirilten Allah’a mahsustur. Son gidiş de ancak O’nadır.’)6
* Yine Peygamber Efendimiz (asm) yatarken “Âyet’el-Kürsî” okuyan kişi için, Allah’ın sabaha kadar bir muhafız görevlendirdiğini, onu tehlikelerden emin kıldığını ve ona şeytanın yaklaşamayacağını bildirmiştir.7
Görüldüğü gibi, uykuya girerken okunan duâların genelinde Allah’a sığınma, ölüm ve diriliş temaları işlenmiştir. Çünkü uyku ölümün küçük kardeşidir ve uyku halinde alıp verdiğimiz nefesler bilinç dışıdır. Bu duâlardan herhangi birini veya bir kaçını okuduğumuzda, Allah’a sığınmış oluruz.
Yatarken, Peygamber Efendimiz’in (asm) uyardığı tek davranış, yüzükoyun, yani karnı üzeri yatmaktır. Allah Resûlü (asm) karnı üzerine yatıştan Allah’ın razı olmadığını bildirmiştir.8 Bunun dışında diğer yatış biçimleri mubah bulunmaktadır. Ancak, necip milletimizde bir saygı alâmeti olarak, yatarken, zorunlu hallerin dışında, ayakların kıbleye getirilmemesine özen gösterilir. Bu içten gelen bir saygı ve hürmettir. Biz de saygı duyuyoruz.
Sağ yanımız üzerine yatmanın bir hikmetini ilk bakışta şöyle açıklamak mümkündür: Bilindiği gibi kalbimiz sol yanımızdadır. Sol yanımız veya karnımız üzerine yattığımız zaman, uyku halinde kalbimize baskı yapmaktan kendimizi koruyamayız. Sıkışan ve rahat çalışması engellenen kalbimiz ise bize uykuda rahat yüzü göstermez; kâbuslar yaşatır. Sabahleyin dinlenmiş olarak değil, tam tersine yorgun olarak uyanırız. Ve bu yorgunluk, gün boyu bütün işlerimizi, verimliliğimizi, aktivitemizi, başarımızı ve iş heyecanımızı engeller. Ayrıca, rahat çalışmaktan alı koyulan kalbimizin “sekteye ve durmaya” daha yakın bir hal içine girdiğini, bunun da sağlığımızı tehdit ettiğini unutmayalım.
Dipnotlar: 1- Nebe’ Sûresi, 78/9 2- Buhârî, Vüdû, 183; Riyâzu’s-Sâlihîn, 80, 811, 812 3- Buhârî, Kur’ân’ın Fazîletleri, 1772 4- Câmiü’s-Sağîr, 2/2607 5- a.g.e., 1/292 6- Riyâzu’s-Sâlihîn, Uyku, 814 7- Buhârî, Vekâlet, 10 8- Riyâzu’s-Sâlihîn, 815
28.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Gündemin içinden |
|
TBMM bugün, normal şartlar altında 11. cumhurbaşkanını seçecek. İnşallah kazasız, belâsız demokrasi testinden geçeriz. Bu ifadeler, geçmişin demokrasi dışı acılarından geriye kalan üzüntülerimizin tercümesidir. Geleceğe ümitle bakma arzusunun da tezahürüdür.
CHP’nin payandasız muhalefeti, hem kel hem fodul. Artık, tahrik ettiği ve motivasyon aldığı kaynaklara eskisi kadar yakın görünemiyor. Belki başarısızlığına, müttefikleri de üzülüyorlar. Ya da “Bu beceriksizlerle bir yere varamayız” noktasına geldiler.
Kim bilir? Bakarsınız, yakında CHP’yi camiye alıştırırlar. Öyle ya, seçmenin nabzını tutmanın asgarî şartı muhafazakârlık olduğunu, bütün sosyal analizler ortaya koyuyor.
CHP böyleyken, onunla dirsek temasındaki bazı devlet organları da temkinli bir sürece girdiler. Meselâ YÖK, dut yemiş bülbül gibi. Suskun ve demokrasiye karşı kabadayı niteliğindeki siyasî söylem ve çıkışlarından geriye gidiyor.
Zaten YÖK başkanı Kasım’da değişecek. Sivil anayasa çalışmalarına göre, yeniden tanzim edilip, tarihe karışırsa, eminim ki, yüksek öğrenimin önü açılacaktır.
Bu kolu-kanadı demokrasi dışı çalışan 12 Eylül kurumu YÖK, CHP’yi yalnız bırakıp gidecekken, CHP’de matem hali var.
Bir sebebi de Cumhurbaşkanı Sezer’in gidişi. Son gününe girmişken bir paragraf açmak yerinde olacak. Siz bu satırları okurken büyük ihtimalle “10. cumhurbaşkanı” veya “Eski cumhurbaşkanı” ünvanına çekilecek.
Sezer, cumhurbaşkanlığında soğuktu. Sempatisi olmadı. Halka mesafeliydi. Görevini yaparken, hukuku ideolojik kalıpta uygulayarak, bir çok atama ve uygulamayı engelledi. Çankaya’ya hapsoldu. Kendi içine kapanık halini sürdürdü.
Bu arada yolda Emin Çölaşan’la karşılaştığında arabasından inip, hoş beş etmeyi, Kanal Türk’ün gecesine katılıp, uzunca bir süre sohbet etmeyi ve mitingçi derneklere para vermeyi ihmal etmedi.
Artık güle güle diyoruz. Birileri üzülürken, demokrasinin yüzü gülecek. Demokratik teamüllerin işlediği, hukukun üstünlüğü çerçevesinde halkın iradesinin yansıdığı her zemin meşrûdur ve takdir edilmeyi, kabullenilmeyi hak etmiştir.
Yanlışlar, uygulama hataları ve beğenmediğimiz sonuçlar, ilkeli olmayı perdelememeli. Kurallar ve kurumlar, beşerî hayatın tanziminde önemlidir.
Ülkemizin hazım kapasitesinde, demokrasi lehine gelişme gösteren olgun tavırlar, herkesçe desteklenmeli ve karşılıklı anlayış ve işbirlikleri arttırılmalıdır.
Bunlar, beraberinde uygulama hatalarını ortaya koymaya, farklı tercihler üzerinde durmaya ve aykırı da olsa eleştirme sınırları içerisinde demokrasiyi çeşitlendirmeye mani değil. Zaten böylede olmalı.
AKP, bugün siyasî sonuç almışsa, bu alternatifsiz olduğu anlamına gelmez. Elbette her dönemin ve başarının bir hakkı vardır. Ancak ilkeli siyasete ve ahlâkî altyapısı güçlü sivil yapılanmaya ve rekabete açık adil yönetimlere duyulan ihtiyaç, daha fazla artmıştır.
Konu cumhurbaşkanı seçimi olunca, gündemde sıkışan CHP ile başörtüsü dikkat çekiyor. CHP’ye bir nebze değindik. Havlu atmaya hazırlanıyor. Baykal bile sonuçlara saygılı olacağını söyledi. Meşrûiyet tartışması yapmayacağını ifade etti.
Bu arada CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu, Dünya gazetesinde çıkan röportajında “CHP olarak 9. köyden kovulmayı göze aldık” demiş. Aslında 16 seçimdir her defasında millet tarafından kovuluyorlar, ancak 9. köyden kovulduklarını yeni fark etmişler.
Hayrünnisa Gül Hanımın üzerinden yürütülen Çankaya polemiği devam ederken, ünlü modacı Neslihan Yargıcı, Zaman’ın ekinde “Türbanın sınırlarını modacılar değil, ilahiyatçılar belirler” demiş. Yerinde bir söz. İlahiyatçıları, bir anlamda göreve çağırıyor. Başörtüsünün gerekliliğini ve dinî vecibesini daha çok anlatmaları için gönderme yapıyor.
Benzer şekilde, modacı Faruk Saraç da “Başörtüsünü magazin malzemesi yapmak hiç doğru değil” diyerek, sınırlarını çizmiş. Sözüm ona başörtüsüne model arayanlara, içerden iki anlamlı cevap.
Anlaşılan o ki, dini konular hangi meslek grubu üzerinden tartışmaya açılıyorsa, en etkili cevap, ilgililerin kendi sınırlarını bilip, dini kurumları ve uzmanları merci olarak öne çıkarmalarından geçiyor.
28.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Protokol başörtüsü |
|
Pazar günü (26 Ağustos 2007) El Cezire Kanalında Hayat ve Şeriat programında ‘örf ile şeriat arasında kadın’ konulu sohbeti dinledim. Bahreynli Rukiyye Ülvani sunucu Osman Osman’ın konuğuydu. Ülvani Hanım kompleksin ötesinde dört dörtlük müteşerri bir çizgiyi temsil ediyordu. Tam da Ayşe Böhürler ile Nihal Bengisu Karaca gibilerinin karşı modelini temsil ediyor. Orada kadın konusunu çok güzel teşhis etti. Eskiden ‘Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim’ diyorlardı. Ülvani de ‘Bana kavramlarını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim’ tarzında bir üslup geliştirdi. Buna göre, ‘kadına karşı ayrım,’ ‘erkek egemenliği,’ ‘erkek bakış açısı’ gibi kavramların da Batılı kavramların bir yansıması olduğunu ve orjinal değeri bulunmadığını, İslâmî feminizmin genel feminist akımların bir altkimliği olduğunu söyledi. Bu da, hadislerde haber verildiği gibi Batılıların (kertenkele deliğine girseler bile) körü körüne Müslümanlarca taklid edildiğinin ispatıdır.
Rukiyye Ülvani’nin ülkemizdeki benzerlerinden olan Nazife Şişman da ‘Küreselleşmenin Pençesi İslâm’ın Peçesi’ adlı kitabında da isabetle bu tezi seslendirmektedir. Bahreyn Üniversitesi hocalarından olan Ülvani Hanım da Muhammed Gazali’nin kitabının ‘Kızıl yürüyüş/ez zahfu’l ahmer’ başlığını hatırlatırcasına Ez Zahvu’l avleme/küreselleşme atağı ve yürüyüşü’den bahsetti.
Bu tesbitlerinde Şişman ile Rukiyye Ülvani ortak bir kanaati paylaşıyorlar. Modernizm döneminde İslâm içtimaiyatının Batı içtimaiyatının bir yansıması olduğunu söylüyor. Batı ile şark toplumları arasında kadın da dahil ilişkinin tek yanlı olduğunu ve mukarebe ve mukarene yolu ile Müslüman kadınların ve toplumların Batılı toplumları taklit ettiklerini söyledi. Karşılaştırma ve yakınlaştırma ile Müslüman toplumlar da küreselleşmenin pençesine takılmış oldular. Bu da değerlerimizin içini boşalttı. Ülvani Hanım İslâm dünyasındaki kadın probleminin ithal bir problem olduğunu ve Batı kavramlarının hayatımıza yansımasından ibaret kaldığını söylemiştir. Bunu Mısırlı filozof Tevfik Tavil şu sözlerle ifade etmişti. “Batılılar çekildi, ama yerlerine kavramlarını bıraktılar...” Buna mukabil telefonla Şam’dan katılan feminist İslâmcılardan Feryal Mehna da Ayşe Böhürler gibi konuştu ve kadınla ilgili İslâm fıkhiyatının ortaçağ ve karanlık devir veya kölelik devri mahsülü ve kalıntısı olduğunu ve bugünkü kimi dinî anlayışların da hâlâ bu dönemden beslendiklerini ve bu devrin etkisinde kaldıklarını savundu.
***
Bu bir medeniyet dönüşümüdür. Kadının rolünün konsolide edilmesi için erkeğin rolünün tahkim edilmesi gerektiğini savunuyor. Kadın yüzyılında kavramlar yer değiştirmiş, Allah’ın erkeğe bahşetmiş olduğu kavvamiyet görevi kadına intikal etmiştir. Kadın çağında kavvamiyet erkekten kadına geçmiştir. Bunun yeniden yerli yerine oturtulması lâzımdır ve bu da üretim ve tüketim modelleriyle yakından alâkalıdır. Üretim ve tüketim modelleri de yine küreselleşmeyle yakından irtibatlıdır. Bu bağlamda, Yeni Asya’dan Hasan Hüseyin Kemal’in sorularını cevaplandıran Nazife Şişman teşhis-i illetde bulunmuş ve savrulmamızı analiz etmiştir. Söyledikleri arasında kulakta kalanlardan birisi de şudur: ‘protokol başörtüsünün’ gerçek başörtüsüne bir faydası yoktur. Bu hususta aşağıdaki değerlendirmede bulunuyor: “Başörtüsü devletin tepesinde görünür hale geldiğinde ne yapabiliriz? Onu nasıl daha şık hale getirebiliriz?” sorularını sormaya başladılar. “Başörtüsünü ahireti hatırlatmayacak hale nasıl getirebiliriz? Başörtüsünü başörtüsü olmaktan nasıl çıkartırız, nasıl ucube bir hale getiririz?” gayretleri içerisindeler. Cumhurbaşkanı eşinin başörtüsünün “Bu ülke Müslüman bir ülke dedirtmeyecek” düzeyde bir aksesuara indirgeme çabası içerisindeler. Başörtüsünü sadece moda unsuru haline dönüştürme ve dinî kıyafet olmaktan çıkartma gayreti içerisindeler. “Bu da başını örtüyor, ama başka bir iddiası yok, örtüsü başka bir dünya görüşünün göstergesi değil. Daha dindar hayat talep etmiyor” demek istiyorlar. Özellikle AKP iktidarında bütün parti liderlerinin, belediye başkanları eşlerinin sürekli sosyal faaliyet içerisinde olmaları, sürekli bir kurdele kesiminde tesbih taneleri gibi yanyana olmaları, sürekli protokolde görünme durumlarının kamusal alanda başörtüsünün görünürlüğüne bir katkısı olduğunu düşünmüyorum. Hatta bazı kesimlere Ak Parti iktidarı eşlerinin görünür olmaları, Türkiye’de başörtü sorunu kalmamış gibi algılattığı söylenebilir...” Canan Barlas’ın Hayrunnisa Gül ile izlenimleri de tam bunu çağrıştırıyor.
***
Müslüman toplumu bekleyen tehlikeler konusunda da şunları arz ediyor: “Yılmaz Esmer’in araştırmasında toplumun “Mayo giymek günahtır” yargısı manşetlere taşındı. Günaha günah deme özgürlüğünün olmadığı, dinî öğretilerin açıklanmasının liberalliğe, özgürlüğe aykırı varsayıldığı ortamda kadınlar çocuklarını nasıl yetiştirecekler? “Başın üstündeki göz” başörtülü kadınları sürekli kendine göre tanımladığı ve onları cahil, gerici olarak tanıttığı için, bazı başörtülüler kendilerinin öyle olmadığını göstermek için anormal davranabiliyorlar. Bu da bazen giyimlerine yansıyor. Size bir anekdot anlatayım. İlahiyat Fakültesi mezuniyet gecesinde bir kız “Gitar da çalarım, İngilizce’yi de çok iyi bilirim” vurgusunu yapıyordu. Burada ondan beklenen gitar çalması değildir, çalarsa ilahiyatçılığına halel gelir anlamında söylemiyorum, ama bu dışarıdaki baskıyla alâkalı anormal bir davranış. Başörtülü, ama her şeyi yapabilen bir yaklaşım... “Örtünmek güzeldir” reklâm sloganının tepki çektiği bir ülkede yaşıyoruz. Bazılarının çok ciddî endişeleri var, ama ben bu endişeleri yersiz buluyorum. Türkiye’de kimsenin tesettürsüzlüğüyle ilgili ne kanunî bir yasak, ne toplumsal bir baskı var. Hem suçlu, hem güçlü olduklarını gösteriyor, sindirimsiz olduklarını gösteriyor. Bu paranoyak bir durum. Türkiye’de tam tersi bir durum var. Başörtüsünün resmen yasak olduğu, belli yerlere girme izni olmadığı halde, birilerinin “başörtüsüz olma özgürlüğümüz kısıtlanacak” diye yaygara koparması şımarıklıktan öte bir durum... ..” Onlarınkisi tam paranoyakça bir yaklaşım. Kimi Yahudilere atfedilen durum gibi. Bir Yahudi hem sopa, atıyor hem de mahalleliye imdat çığlıkları göndererek, bir taraftan da “Yetişin adam dövüyorlar” diye avaz avaz bağırıyor. Aynı hesap. Peki Şişman veya Ülviye gibi hanımların yerine neden Ayşe Böhürler gibilerini daha fazla sahnede görünüyor. Fazladan ne kerametleri var ?
Tahlilin içinde onlar da var. Laikler başörtüsünün kendilerine benzeyenini yani aksesuarını seviyor da ondan...
28.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|