Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Fısk bataklığı



Fıtraten mükerrem yaratılan insanın önüne dosdoğru bir yol açılmış ve oraya sevk edilmiştir. Bu istikametli caddenin nihayeti, Allah’ın rızâsı ve ebediyen orada kalmak üzere dâimî cennettir.

Ancak imtihan gereği, mahiyetine yerleştirilen akıl, öfke ve şehvet duyguları, çoğu insanlar tarafından kontrol altına alınmadığı için fısk ve dalâlet bataklığına düşmeye sebebiyet verir.

Fısk, sınırı aşmak, doğru ve hak olan yoldan ayrılmak ve günah çamuruna bulanmak demektir. Allah’ın emirlerini terk ederek Ona isyan eden insanlara da fâsık denilir. Allah’ın emrettiklerini yapmayan, yasak ettiklerini de yapmaya alışmış olan ve büyük günahları işleyen veya küçük günahlarda ısrar eden böyle kimseler, şâyet günahları alenî olarak işleyip bununla seviniyor ve sıkılmadan iftiharla söylüyorsa, bunlara da fâsık-ı mütecâhir adı verilir. Böyle haddini aşmış kimselerin gıybeti, gıybetten sayılmaz. Kebâir denilen büyük günahlara tiryakî olmuş, din ve dindarlarla uğraşan ve alay eden insanlar bu sınıfa girer.

Böyle kimselerin yoldan çıkıp, dalâlete ve sapıklığa düşmelerinin sebebi, işledikleri günahlarıdır. Suç kendilerine âittir. Kadere havale etmeye hakları yoktur. Sapıtmaları, yaptıklarının cezası ve karşılığıdır. Günah ekmişler, sapıklık biçmişlerdir. Zira, ne ekilirse, o biçilir.

Fâsıklar, Allah ile olan ahitlerini bozan kimselerdir. Zira, ruhlar toptan yaratıldıkları zaman, Allah onlara sordu: “ Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Ruhlar cevap verdi: “ Evet , Sen bizim Rabbimizsin.” Bu, ezelî bir ahit ve anlaşmaydı. Bahsi geçen anlaşmayı, fâsık olanlar bu âlemde bozdu. Kâinattaki nizam ve intizamı göremeyerek onu sahipsiz, tabiat ve tesadüfün oyuncağı olarak kabul etti. Semâvî kitapları da peygamberlerin yazması telâkki etti. Bir kısım fâsıklar da bazı peygamberleri tasdik, bazılarını inkâr; bazı âyetleri kabul, bazı âyetleri red; Allah’ın bazı hükümlerini güzel, bazılarını çirkin görmek gibi, çok büyük hatâlara düştüler. Zira, bu tavır, kendi âleminde kâinatın nizamını bozmak gibi, dinin de nizam ve intizamını bozmak ve tahrip etmektir. Böyle fâsıkların akılları, mârifetullah denilen Allah’ı bilmek ve tanımak ilmine kapalı olduğu gibi, akrabalar ve mü’minlere dahi dargın olup gidip gelmeyi keserler.

Yeryüzünde fesat çıkaran ve bozgunculuğa sebep olup, sosyal hayatın dengelerini bozan böyle fâsıklar için, Bediüzzaman Hazretlerinin yaptığı tahlil ve analiz gerçekten çok ilginçtir: “ Fıskla bozulan bir adam, bataklığa düşüp çıkamayan bir şahıs gibi çokların da o bataklığa düşmelerini istiyor ki, mâruz kaldığı o dehşetli hâlet bir parça hafif olsun. Çünkü, musibet umumî olursa, hafif olur. Ve keza, bir şahsın kalbinde bir ihtilâl, bir fenalık hissi uyanırsa; yüksek hissiyatı, kemalâtı sukût etmeye başlar. Kalbinde tahribata, fenalığa bir meyil, bir zevk peyda olur. Yavaş yavaş o meyil kalbinde büyür. Sonra o şahıs, bütün lezzetini, zevkini tahribatta, fenalıkta bulur. İşte o vakit, o şahıs tam mânâsiyle arzda yırtıcı bir hayvan, ihtilâli çıkarıp büyüten bir belâ, fesadı durmayıp karıştıran bir âfet kesilir.”( İ. İ’ caz s.198)

Âyet-i kerimede “İşte onlar, hasârete, zarara düşenlerin ta kendileridir.”diye târif edilen fâsıklar, ahde vefalı olmayı bozarak hasâret ederler. Akrabalar arası gidip gelmeyi keserek, imanda inkâr ile, ıslâhda ifsat yapmakla ve ebedi saadet yerine ebedî azaba düşmekle hasâret, zarar ve ziyana düşerler.

“Hiçbir müfsit, ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse ayranım ekşidir demez. Fakat, siz mihenge vurmadan almayınız. Her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz.” diyen Bediüzzaman çok önemli noktalara dikkat çekiyor. Yaşadığımız sosyal hayatın bütün dokularına sirayet eden ve muhafazakâr kesimleri de etkisi altına alan dünyevileşme hastalığı içinde fıskın her türlüsünü ve fısk bataklığına yuvarlanmış insanların her çeşidini görmek mümkün. Cenâb-ı Haktan, haddini aşmaktan bizleri koruyarak, istikametli yolda hayatımızı noktalamayı nasip etmesini niyaz ediyorum.

22.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Asker “çıldırır” mı?



Genelkurmay kulislerine yakınlıklarıyla iştihar bulan iki gazeteciyle yapılmış röportajlar aynı gün iki ayrı gazetede yayınlandı. Anlattıklarında farklı şeyler de vardı, benzerlikler de. Ama iki ayrı konudan söz ederken, birbirlerinden habersiz olarak, askerin tavrı için aynı kelimeyi kullanmış olmaları özellikle dikkatimizi çekti.

Bu gazetecilerden genç olanı, 27 Nisan e-muhtırasının perde arkasıyla ilgili iddialarını seslendirirken, Neşe Düzel’e şunları söylüyor:

“Bildirinin çok sinirli bir ruh haliyle yazıldığı anlaşılıyor. Yaşar Paşanın ruh halini yansıttığı ortada. 12 Nisan toplantısından sonra Paşanın yakınındakiler anlattı. Basın toplantısının ‘Yaşar Paşanın gardı düştü’ diye yorumlanmasına çıldırmış.” (Metehan Demir, Radikal, 20.8.07)

Karargâh gazeteciliğinin “duayen” ismi ise Nuriye Akman’ın sorularını cevaplarken “Köşkte türban” için “Askeri çıldırtacak birşey” diyor. (Mehmet Ali Kışlalı, Zaman, 20.8.07)

Burada bizim dikkatimizi çeken ve başka dikkatleri de çekmek istediğimiz ifade “çıldırmak.”

Bu sözle ifade edilmek istenen şey ne?

Ordumuzun en tepe noktasındaki komutanların, herhangi bir sebep veya gerekçe ile kontrollerini kaybedip fevrî tepkiler gösterebilen insanlar oldukları mı? Peki, bu doğru mu? Ve böyle birşey olabilir mi? Ülkemizin savunmasını emanet ettiğimiz insanların, olur olmaz sebeplerle gözünü karartıp aşırı duygusal tepkiler vermeleri, aklıselim çizgisinden çıkıp “çılgınca” işler yapmaları düşünülebilir mi?

Evet, bazı konularda farklı ve özel duyarlılıklar olabilir. Ama bunun söz konusu gazetecilerce iddia edildiği şekilde “çıldırma” raddesine çıkabileceğini kabul etmek mümkün değil.

Ki Genelkurmay eski Başkanı Özkök’ün her fırsatta akla, bilime, soğukkanlılığa yaptığı vurgular da, halefi Büyükanıt’ın aynı çizgide verdiği mesajlar da “çıldırma” isnadını yalanlıyor.

Bu çerçevede yine Büyükanıt’ın, tartışmaya açık kimi tavır ve beyanları bir tarafa, özellikle “türban” ve Köşk bahsinde gazetecilerin ısrarlı ve provokatif soruları karşısında bile itidalini bozmayıp “Bizim prensiplerimiz var, ama kimseyle kavga edecek halimiz yok” cevabıyla ortaya koyduğu yaklaşım da bunu gösteriyor.

Dolayısıyla, “Asker çıldırdı” ifadesi, askerden ziyade, bu sözü sarf edenlerin psikolojisini yansıtan bir söz olarak algılansa daha doğru olur.

Tabiî, komutanların, kendilerine böyle bir ruh halini izafe edenleri uygun bir şekilde uyarmaları da gerekir ve beklenir. Nitekim Genelkurmay'ın dünkü açıklamasında bu kısmen yapıldı.

Bu arada, 27 Nisan bildirisine de yeni bir bahis açmak gerekiyor. Demir’in iddiasına göre, “O metni Yaşar Paşa oluşturdu.” Ertuğrul Özkök ise “Büyükanıt’a çok yakın bir kişi”nin “Yaşar Paşanın eli kalem tutar. Bildirinin son halini o bile kaleme almış olabilir” dediğini yazıyor.

Hatırlanacağı gibi, o günlerde, muhtevasıyla da, Türkçesiyle de, zamanlamasıyla da büyük tepki çeken muhtıranın, Büyükanıt’ın bilgi ve haberi olmadan yayınlandığı ileri sürülmüştü.

Şimdilerde ise metni dahi bizzat onun yazmış olabileceği yolunda iddialar seslendirilmekte.

Her iki halde de Büyükanıt’ı zora sokmayı hedefleyen bu iddialarda bir bit yeniği yok mu?

Yine derin hesaplaşmalar mı söz konusu?

22.08.2007

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Ankara Feribotu kazası



20 Ağustos Pazartesi günü yine bir feribot kazası meydana geldi. Ne yazık ki kaza sonunda bir kişi öldü. Kazanın sebepleri henüz açıklanmadı lâkin nasıl olduğunu az çok tahmin edebiliyorum. Merak edenlere bir parça izahatta bulunayım.

Eskiden kaptanlar gemi makinelerine kumanda etmek için “torna telgrafı” adı verilen bir cihazı kullanırlardı. Torna telgrafı hâlâ birçok gemide kullanılmaktadır. Bu cihaz adı üstünde bir telgraf cihazı gibi çalışır. Gemi makinesine direkt kumanda etmez. Köprüüstünden kaptanın verdiği talimatı makine dairesindeki mühendisler veya eski tabirle çarkçılar makineye tatbik ederek geminin hareket etmesini sağlarlar.

Bir önemli faktörde makine pervanesi ile ilgilidir. Pervaneler sabit devirli ve pitch açılı olmak üzere iki türlüdür. Sabit pervaneler bildiğimiz gibi şaft mili hangi yöne dönerse o yönde hareket eder gemiye ileri yol veya tornistan yol kazandırır. Fakat pitch açılı pervanelerde şaft sadece bir yönde döner. Gemiye ileri veya tornistan yol verebilmek için pervane kanatlarını çevirmek gereklidir. Öyle ki pervane sabit hızla dönerken kanatlar sıfır açı ile kullanıldığında gemi stop etmiş demektir. Kısaca bu pervaneler döndüğü halde gemi hareket etmez.

Pitch açılı pervanelere genellikle köprüüstünden kumanda edilir. Yani torna telgrafı bulunmaz. Genellikle yeni gemilerde bu sistem kullanılır. Bu sayede kaptanlar herhangi bir kumanda gecikmesine fırsat vermeden anında makineye kumanda etme imkânına sahiptirler. Bununla birlikte eski sistem makine kumanda cihazları sayısı daha fazladır. Çalıştığım yirmiden fazla ticaret gemisinin çoğunda torna telgrafı bulunmaktaydı.

İşte Ankara feribotunda yaşanan kaza bu telgraf cihazının yanlış kullanılmasından kaynaklanmıştır. Zira benzer bir kazayı anlatırsam çok fazla teknik detaya girmeden olay izah edilmiş olabilir.

Bir Türk gemisinin yanaşmış olduğu bir rıhtımda yük operasyonları devam ettiği bir sırada büyük bir gürültü işitilir. Yanaşma işlemini henüz tamamlamış olan bir gemi ileri hareket ederek bahsettiğim gemimiz ile rıhtım arasına girer. Bütün halatları kopararak gemimizin rıhtımdan açılmasına sebep olur. Bu gemi hâlâ durmaz bizim geminin önündeki gemiyi de aynı şekilde sahilden ayırır. Yine durmaz diğer bir gemiye arkasından çarparak ancak durabilir.

Bu kaza esnasında büyük bir şans eseri ölüm olayı olmaz, fakat gemilerde ağır hasarlar oluşur. Kazanın sebebi araştırıldığında şu sonuç ortaya çıkar. Kazayı yapan gemide torna telgrafı yerine yeni sistem kumanda cihazı bulunmaktadır. Kaptan manevrayı tamamlayıp gemiyi yanaştırdıktan sonra “Makine tamam” kumandasını verir ve köprüüstünden ayrılır. Bu esnada pitch açılı olduğu için pervane hâlâ dönmektedir ve kumanda makine dairesine verilmiştir. Makine dairesindeki Pitch kolu ileri durumda kalmıştır. Halbuki bu kol sıfır durumunda olmalıydı. İşte kaptan köprüüstünden ayrıldığı bir anda gemi bu kolun ileride olmasından dolayı ileri hareket etmiştir. Makine dairesindekiler geminin ilerlediğinden habersizdir. Fakat olan olur dört gemi de ağır hasar alır.

Ankara feribotundaki kazanın benzer bir kaza olduğunu tahmin ediyorum. Olayı anlatan haberlerden anlaşıldığı üzere gemi yanaşmış halatlar bağlanmış hatta yolcular inmeye başlamıştır. Fakat makine henüz stop etmemiştir. Kaptan köprüüstünden inmemiş olsa bile kumandayı makine dairesine vermiş ve görevini tamamladığını zannetmektedir.

Kazanın başka bir sebebi de “bow thurster” adı verilen baş pervane olabilir. Bu pervane de aynı şekilde kumanda edilmekte kanatlara açı verilerek geminin yanaşmasına yardım etmektedir. Eğer bunun kolu sıfır konumunda değilse gemi sahilden açılmaya başlar ve halatları koparabilir.

Yukarıdaki sebeplerden başka bir olayın kazaya yol açabileceğini düşünemiyorum. Neticede bütün cihazlar birer kul yapısıdır. Bazen bakım tutumu yapılmazsa istenmeyen arızalar meydana gelebilir. Kötü olan şey can kaybı olmasıdır.

Denizcilik mesleği ağır ve zahmetli bir iştir. Gemilerin emniyetle işletilmesinde en büyük sorumluluk sahibi ise kaptandır. Başka bir gemici olaya sebebiyet verse de hata kaptanın üzerine kalır. Bu yüzden kaptan gemisini daima kontrol altında tutmak zorundadır. Aldığı ücret buna göre belirlenmektedir.

Derler ki iyi kaptan yoktur. Sadece şanslı kaptan vardır. Gerçekten de çok bilgili ve tecrübeli kaptanlar kaza yapmışlardır. Bir anlık dalgınlık veya küçük bir ihmal çok büyük kayıplara sebep olabilmektedir.

Son birkaç gün içinde İstanbul’da meydana gelen feribot kazalarını da aynı çerçeve içinde düşünmek gerekir. Kaptanları kötülemek, onların işlerini iyi yapmadıklarını ileri sürmek, haksızlık olacaktır. Kaptanları suçlamak yerine emniyet tedbirlerini arttırmaya yönelik tavsiyelerde bulunmak insaflı insanlara yakışan bir davranış şeklidir.

İnsan hayatı da kaptanların hayatı gibidir. Acı ve tatlı birçok olay önümüze çıkmaktadır. Acı olaylar ile karşılaştığımızda feryat etmek değil, tevekkül etmemiz gerekir. Zira belâlar sabır etmeyi, güzel olaylar ise şükürde bulunmayı gerektirir.

Ne mutlu o insana ki bir belâ ve musibetle karşılaştığı vakit, sabır ile Allah’a tevekkül eder, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine iman ederek ahsen-i takvim (en güzel şekilde yaratılmak) mertebesine erişir. Ne yazık o insana ki Allah’ın vermiş olduğu nimetleri görmez ve şükretmeyi bilmez. Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerimize ve mü’minlere altından kalkamayacağı bir yük yüklemesin…

22.08.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Başörtüsü mağduriyeti



Kendimizi güldürecek her malzeme fazlasıyla mevcut.

Mizah ustalarının sıkıntı çekmeyeceği nadir ülkelerden biriyiz.

Nasıl mı? Anlatayım.

Düşünün bir kere, başka ülkede bir başbakanın gittiği kamu alanı, eşine yasaklanır mı?

Böyle bir ülke var mı?

Hem de demokrasi ile övünen bir ülkede.

Bir kez daha düşünün. Başbakan, çocuklarını kendi ülkesinde inandıkları gibi okutamıyor?

Halkın yasa değiştirme, anayasayı yeniden düzenleyecek kadar siyasî yetki verdiği ve irade desteği sağladığı bir iktidarın başı, boynu bükük yaşıyor.

Neymiş efendim “eşinin başı kapalı. Laikliğe aykırı.”

Çok acı. Fotoğraf o kadar hazin ve sıkıcı ki, ekser vatandaşın (yüzde 85) karşı olduğu başörtüsü yasağı, bir türlü çözülemiyor?

Korkak siyasetçilerin yüzünden mi?

Yoksa çok şey mi istiyoruz?

Ya da “kurumsal mutabakat” diyerek bir yerlerden merhamet ve lütuf mu bekliyoruz?

Peki bu duruş, bu sıkıntı ve bu eziklik, sivil siyasete yakışıyor mu?

AB sürecine uygun mu? Bu şekilde mi çağdaşlaşıyoruz?

Ülkeyi, böylesi kasavetli tutmak, insanların inançlarına baskı uygulamak ve buna sıkılmadan kılıf bulmak, 2007 Türkiye’sinde utanç verici değil mi?

Bu yıl iyi bir puan alan bir yakınımın kızı, başörtüsünden dolayı maalesef meslek puanıyla istediği yere gidemedi, gitmedi. Bu travmayı, bu ülkenin insanlarına yaşatanlar mutlu mu acaba? Biz, bunların müsaade ettiğiyle mi yaşayacağız?

Burada hükümet, artık kolları sıvamak zorunda. Mazeret dönemi bitti. Bundan sonra da muvaffak olmak istiyorlarsa, bu gına getiren problemi çözmeliler.

“Çatışalım, radikalleşelim” demiyorum. Meşru ve hukukî zeminde parlamentonun ve siyasi iradenin yapabilecekleri var.

Bundan kaçamazlar. Ertelemek de çare değil. Kaçmak da.

Konsensüs aranıyorsa, otursunlar bulsunlar. Yasa değişikliği gerekiyorsa, Meclis ne güne duruyor?

Anayasa engel görülüyorsa, onu düzenleyecek bir çerçeveyi net bir şekilde ortaya koymaları en öncelikli ödevleri değil mi?

Halkın talepleri arasında bu konu ayrıcalıklı bir gündem olmaya devam ediyor.

Bu sınavı veremeyen bir çok siyasî mevta, yakın tarihin hafızalarında kayıtlıdır. Bunu yapamayan gider, çözülene kadar milletin etkisi ve tepkisi devam edecek.

Siyaset kadar, kamu bürokrasisi de bunu anlamalı, kavramalı.

Hislere ve ideolojilere yenilmeden, sağduyu sahibi makul çoğunluğun sesine kulak verilmelidir.

Bundan kaçış, sadece gerilimi canlı tutar. Burukluğu arttırır. Halkı rencide eder. Devlet millet kaynaşmasını engeller. Kendini dışlanmış hisseden insanlara, bu ülkenin sorumluları müsaade etmemeli.

Birliğe, dayanışmaya ve bütünleşmeye en çok ihtiyacımızın olduğu bir dönemde, toplumda nifak tohumları eken her hareketten kaçınmak gerekir.

İnsanımızı ayıran kanun hakimiyetinden hukukun üstünlüğüne geçmeye mecburuz.

Bugüne kadar sabır taşına dönmüş mağdurların duyguları ile daha fazla oynanmamalı. Hassasiyetleri bu denli incitilmemeli. Hiçbir gerekçe, bu tür keyfiliklerden ve ideolojik saplantılardan beslenmeyi mazur göremez.

Bu gemide beraberiz. Adaletle hükmetmeye ve birliği tesis edecek adımlar atmaya mecburuz.

Kimse bu hassas konuyu görmezlikten gelme, toplumu yok sayma ve inancına saygısızca davranma hakkına sahip değil.

Millet bunu affetmez. Çözüm bekliyoruz…

Mesela yeni eğitim-öğretim daha demokratik başlamalı.

22.08.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Şükür mü, şikâyet mi?



İnsanın başı, dişi, midesi veya herhangi bir uzvu ağrırsa onu dindirmek için az mı didinir. Hele bir tehlike hissettiğinde doktor doktor, hastane hastane dolaşır. Çünkü her şey sağlığa bağlıdır, o olmadan diğer işlerimizi de doğru dürüst yapamayız. O hastalık anında o organlarımızın ne kadar değerli ve büyük bir nimet olduğunu anlarız. İnsanlar genelde böyledir. Ancak rahatsız olduklarından o nimetin kadrini anlarlar.

Ah bununla kalsa, sahip olunan onca nimetin kadrini bilmeme bir yana bir de bir-iki eksik nimet içinde şikâyete başlayıverirler. Mektubat’ta (24. Mektup) minare başına çıkan, büyük bir makama yükselen ve her basamakta büyük nimetler gören, fakat o nimetlere şükretmeyen, “Niçin bu minareden daha yükseğine çıkamadım” diye şikâyet edip ağlayan bir adam örneği verilir. Böyle bir kimsenin ne kadar haksızlık yaptığına küfran-ı nimete girdiğine, ne kadar divanelik yaptığına dikkat çekilir ve “Bunu divaneler dahi anlar” denilir.

Oysa insana düşen şikâyet değil şükürdür; hırs değil kanaattir; israf değil iktisattır.

Kâinatın Efendisi (a.s.m.) her güneşin doğduğu günde insanın her mafsalı için bir sadaka borcu olduğunu bildirir.

Bu sadaka ise bir şükranın ifadesidir. İki kişi arasında adaletle davranması; bir hayvana binerken yardım etmek, yükünü hayvanına yükleyivermek; birisine güzel söz söylemek, namaz için yolu adımlamak, gelip geçilen yoldan insanlara zarar veren şeyleri kaldırmak bir sadakadır. (Riyasü’s-Salihin, Terc, 1.289 Buhari ve Müslim’den.)

Şu satırlar da güzel: “Ey insan-ı müştekî! (Ey şikâyetçi insan) Sen madum kalmadın (yoklukta kalmadın) vücut nimetini giydin, hayatı tattın, camit kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sihhat ve selâmet nimetini gördün ve hakezâ (bunun gibi) (Mektubat, s. 276.)

Demek insana düşen şikâyet değil şükürdür. Hem de o nimetler elindenken, kaybetmeden, rahatsız olmadan.

22.08.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Din başka nasıl alet olur ki!..- 1



Atlara son derece meraklı padişaha güzel bir at hediye edilir. “Buna güzelce bakın, kim kazaya kurban gitti veya öldü’ derse, kellesini uçururum!” diye Ahırcıbaşına, teslim etmiş.

Aksilik bu ya! At ölür; kimse söylemeye cesaret edemez. Herkes kara kara düşünürken Nedime:

“Eğer ben söylersem ne vereceksiniz?”

“Aman, bizi bu belâdan kurtar da ne istersen iste!”

Nedime padişaha gider:

“Padişahım! Sizin çok sevdiğiniz ata bu günlerde bir şeyler oldu: Ne yiyor, ne içiyor, ne duruyor, ne oturuyor, ne görüyor, ne işitiyor, ne nefes alıyor. Devamlı yatıyor!”

“Be adam, böyle anlatacağına, ‘at öldü!’ desene kestirmeden!”

“Aman efendim, başımı kestirecek, efendimizi katil edecek bir sözü nasıl söyleyebilirim!” Buna çok gülen padişah, onu affeder...

Nuray Mert, 16.8.2007 tarihli Radikal’deki yazısında soruyor:

Bu hükümet, bu siyasî heyet, başörtüsü yasağı konusunda hiçbir şey yapmadığı halde dört buçuk yıl boyunca neden sesleri çıkmadı, hele bu kadar gür hiç çıkmadı? Denildi ki, ‘Bu hassas konudur, toplumsal uzlaşma ile çözülecek’. İyi, güzel. Peki, tüm bu yazar, çizer, aydınlar bu tavrı makul buluyor da, iş Gül’ün cumhurbaşkanlığına gelince neden küplere biniliyor? Başörtülü kadınların üniversiteye giremediği, meslek icra edemediği ülkede, artık neredeyse açıkça ilan edilen, cumhurbaşkanı eşinin başörtülü olmasıyla ‘yürekleri soğutmak’ iştahı, ilkelerle, hak peşinde siyaset değil, fetihçilik, rövanşçılık değil de nedir? Partiye emeği geçmiş, liyakat sahibi bir siyasetçinin hakkını teslim etmek konusundaki bu ısrar, parti ve bu siyasal söylem için bunca yıl saçını süpürge etmiş bunca kadının emeğinin hakkı söz konusu olduğunda ne diyor? Bu insanların hakkı, hukukuna nasıl bu kadar kayıtsız kalınabiliyor? Başörtülü kadınların, parti için bunca çalıştıktan sonra, milletvekili olmak hakkını, başı açık kadınlara sessiz sedasız teslim etmesine ses çıkarmayıp, şimdi haktan, demokrasiden, millî iradeden bahsetmek nasıl bir ikiyüzlülüktür? Bırakın, milletvekilliğini, bu kadınlar ne adına, muhafazakâr kesimin yayın organlarında bile, mümkün mertebe gözlerden uzak tutuluyor? Muhafazakâr kesimden birçokları, (askerin, devletin işin içine karışmadığı) özel şirketlerinde, başörtülü kızları, görüntüyü bozuyor diye olsa gerek işe almaz, alırsa da başka imkânları yok diye üç kuruşa çalıştırırken sesi çıkmayan, bunları bir dakika dert etmeyenler, neden Çankaya’yı haysiyet meselesi yapıyorlar? Açık konuşalım, her şey gösteriyor ki, bu ilkede falan değil şahısta ısrardı, demokrasi mücadelesi değil, siyasî iktidar mücadelesi idi…”

3 Kasım 2002’ye kadar süregelen başörtüsü yasaklarını protesto kampanyaları, muhteşem hak ve hürriyet mücadeleleri; AKP iktidarıyla birlikte “şıp” diye kesilmesi, “İktidar geldi, başörtüsü mücadelesi bitti!” yorumu yapanları haklı çıkarmadı mı? “Demokrasi küfürdür, Şeriatı getireceğiz, ABD ve maşası İsraile uşaklığına son!” diye 30 yıl boyunca mücadele edenler; iktidar olduktan sonra bütün bu iddialarından vazgeçmeleri, “mücadele; demokrasi, insan hak ve hürriyetleri değil, iktidar kavgası!” göstergesi değil mi?

Acaba “Değiştik dönüştük!” söylemleri ardından değişim, dönüşüm tehlikeli virajlara doğru yol almıyor mu? Şeriatı getirip sistemi, rejimi dönüştürmek, “Yaşasın şeriat, tek yol İslam, şeriat gelecek dertler bitecek!” diyenler ne yazık ki, kendileri dönüştüler! Kendi ifade ve icraatlarından takip edelim:

“Bundan tam bir yıl önce Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin bana ‘Bizim iktidarımızda iddia edildiği gibi cumhuriyet ve laiklik sahipsiz kalmamıştır; son derece güçlüdür ve halkımıza daha fazla mal olmuştur… Yani cumhuriyet şimdi daha güçlüdür, ilkeleri teminat altındadır’ demişti. Ben de ona “Yani ‘muhafazakâr kesimlerin laiklikle ilgili tereddütlerini giderdik’ mi diyorsunuz?’ diye sormuş ve şu cevabı almıştım:

—Devamı yarın—

22.08.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Gündeme dair



Dertler ve tartışmalar

Türkiye'de yaşanan dertler başka, tartışılan konular ise daha başkadır; ne yazık ki...

Ülkenin büyük bir bölümünde susuzluk ve kuraklık derdi baştan aşmışken, önemli bir devlet kurumunun başkanı durduk yerde "etnik köken tartışması"nı gündeme taşıyor.

Prof. Halaçoğlu, Türkiye'de yaşayan hemen herkesi "Türk ırkından" göstermeye çalışadursun, etkili bir Amerikan gazetesi ise, önemli bazı "Türk büyükleri"nin aslında başka menşeden geldiğini ispatlamaya koyulmuş.

Meselâ bakınız: Bkz: Hillel Halkın'ın 24 Temmuz 2007 tarihli The New York Sun’da çıkan "Atatürk’s Turkey Overturned” başlıklı yazı ve bununla bağlantılı diğer yazılar.

İlim adamlarımız, Türkiye'de fuzûlî işlerle meşgul olmak yerine, biraz da Türkiye ve Türkler hakkında dünyada olup bitenlere dikkat kesilseler, acaba daha faydalı bir hizmet yapmış olmazlar mı?

Cumhur/başkomutan

Abdullah Gül, muhtemelen Meclis'teki 3. tur oylamada Cumhurbaşkanı seçilmiş olacak.

Gül'ün seçilmesi, "seçmen iradesi"yle elbette ki paralellik arz ediyor.

Ancak, önemli bir diğer husus daha var. O da, ordunun bu meseleye bakış ve yaklaşım tarzıdır.

Zira, Köşk'e seçilecek olan kişi "cumhurun başkanı" olmasının yanı sıra, ayrıca "ordunun başı" yani "başkomutan"dır.

Seçmen, son kararını sandıkta verdi. Ordunun da, yine seçmenin iradesi doğrultusunda bir tavır takınacağı kuvvetle muhtemel.

Zaten, beklentiler de bu yönde. Ancak, yine de ortada bazı soru işaretlerinin bulunduğunu hatırlatmak gerekir.

Bundan dolayısıdır ki, değişik kafalardan farklı sesler çıkıyor. Hem öyle ki, bunların bir kısmına mecburen "yalanlama" geliyor.

Bu arada bazılarının ikide bir "Dolmabahçe protokolü"nden söz etmesine rağmen, orada konuşulanların da mahiyet ve muhtevası kamuoyunun bütünüyle meçhûlüdür.

Oysa, demokrasi şeffaflık rejimi demektir.

Şeffaflığın olmadığı noktalar düşüdürücü, hatta bazan endişe verici geliyor.

Akşehir Gölü maya değil, yas tutuyor

Nasreddin Hocanın fıkralarına konu olan Akşehir Gölü de nihayet SOS vermeye başladı.

Göl, yer yer çöl oldu.

Bu büyük gölün şimdiye kadar hiç maya tutmadığı elbette biliniyor.

Acıdır, ama en az bunun kadar açıkça bilinen bir diğer gerçek şudur ki: Akşehir Gölü bugünlerde yas tutuyor.

Tıpkı, diğer bazı göllerimiz gibi...

GÜNÜN TARİHİ 22 Ağustos 1972

Riyakârlıktan ölümüne kaçan şâir

Son dönem şairlerinden Orhan Seyfi Orhon, İstanbul'da vefat etti.

Şairliğin yanı sıra siyaset ve gazetecilikle de uğraşan Orhon, "Beş hececiler"in içinde yer alıyordu.

(Bu kategoride yer alan diğer şairler şunlar: Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy.)

Bir müddet öğretmenlik de yapan Orhan Seyfi Bey, 1890'da İstanbul Çengelköy'de doğdu.

1914'te Hukuk Mektebi’ni bitirdi. Meclis-i Mebusan'da memurluk yaptı. Ardından, kendini gazeteciliğe verdi.

İstiklâl Harbi esnasında İstanbul hükümetini destekleyen "Aydede" dergisinde çalıştı.

1946’da CHP’den Zonguldak milletvekili seçildi. 1950’de gazeteciliğe döndü. 1960’tan sonra Adalet Partisine girdi. 1965’te bu partiden İstanbul milletvekili seçildi.

1922-1946 arasında Milliyet, Tasvir-i Efkâr, Cumhuriyet, Ulus, Zafer, Havadis gazetelerinde mizah ve köşe yazıları yazdı. Hayatının son döneminde Son Havadis gazetesinde yazarlık yaptı.

Orhon'un canını en çok sıkan durum, yakın çevresinde şahit olduğu birtakım riyakârlıklar ve aldatma numaralarıdır.

Bu vaziyetten sıtkı sıyrılmış olmalı ki, yazdığı "Vasiyet" isimli şiirinde, sitem ve şikâyet yüklü şu mısraları sıralıyor:

Dostlarım, toplanın öldüğüm zaman;

Riyâyı bir günlük, bir yana atın!

Tutunuz tabutun kenarından;

Bir derin çukura beni fırlatın!

Kalınca büsbütün sizden uzakta,

Vücudum çürürken kara toprakta,

Uzanın rahatça sıcak yatakta,

Yaşamak gururu içinde yatın!

Yüz yüze getirmez bizi asırlar,

Meydana vurulsun saklanan sırlar,

Sayılsın şahsıma ait kusurlar,

Korkmayın, içine yalan da katın!

Anlayım, kimlermiş dost sandıklarım;

Muhabbetlerini kıskandıklarım.

Anlayım, ne boşmuş inandıklarım.

Şu yalan hayatı bana anlatın!

Dostlarım, anmayın artık adımı,

Siliniz gönülden eski yâdımı.

Kırınız sonuncu itimadımı:

Ölünce bir daha beni aldatın.

22.08.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Cehennem mi, yokluk mu-2



Vahdettin Bey:

*“Yokluk ile Cehennem arasında nasıl bir muvazene vardır? Kur’ân’da kâfirlerin Cehennem’den kaçarak yok olmak isteyecekleri yazıyor. Oysa Üstad Hazretleri, ‘Cehennem de olsa beka isterim’ diyerek, hayatın ve bekanın yokluktan daha tercihe şayan olduğunu söylüyor. Öyleyse, kâfirler neden Cehennem’den kaçarak yok olmak istiyorlar?”

Dünkü yazımızda Cehennem ile ilgili âyetleri veriyorduk. Kaldığımız yerden devam edelim:

*“Rabbimin huzuruna mücrim olarak gelenin cezası cehennemdir. Orada ne ölür, ne de yaşar!”67

*“Allah’tan korkan öğüt alır. Şakiler ise ondan kaçınır. O, ateşin büyüğüne girecek onlardır. Orada ne ölür, ne de yaşar!”68

*“Arkasından onlara bir de Cehennem azabı var. Orada ona Cehennemliklerin yaralarından akan irin ve kan karışımı bir sıvıdan içirilir. Onu yudumlar; fakat boğazından geçmez! Ölüm her yanını kuşatır; fakat ölecek değildir! Arkasından da ağır bir azap vardır.”69

*“Orada uğradıkları gamdan ne zaman çıkmak isteseler, her defasında oraya geri çevrilirler. “Yakıcı azabı tadın!” denir.”70

*“Çılgın bir alev olarak onlara Cehennem yeter! Âyetlerimizi inkâr edenleri ateşe sokacağız. Derilerinin her yanışında, azâbı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Allah güçlüdür, Hakîm’dir.”71

*“Sizi yakın gelecekteki bir azapla uyardık. O gün kişi elleriyle gönderdiğine bakar. İnkârcı da, ‘Keşke toprak olsaydım!’ der.”72

*“Biz onlara zulmetmedik. Ama onlar zâlim kimselerdi. Cehennemin bekçisine şöyle seslenirler: “Ey Mâlik! Rabbin bizim için yeni bir hüküm versin!” Mâlik de: “Siz böyle kalacaksınız!” der.”73

Görüldüğü gibi kâfirler Cehennemin şiddetli azabını tattıkça pişmanlık yaşarlar, yalanlamakla kendi kendilerine zulmettiklerini anlarlar, düşünüp peygamberi dinlemediklerine yanarlar; azabın şiddetini gördükçe oradan çıkmak isterler, toprak olmak isterler veya Allah’ın yeniden bir değerlendirme yapmasını isterler. Cehennemin her azabı onlara ölüm acısından daha beterdir aslında; ama ölmezler. Çünkü artık ölüm yoktur. Onlar, azaptan kurtulmak için Rabb-i Zülcelâlin onlar hakkında yeni bir hüküm vermesini istiyorlar. Öyle bir hüküm olmalı ki bu, Cennetle sonuçlanmasın, râzılar, çünkü yüzleri yok; ama Cehennemden de çıksınlar, hiç değilse azap çekmesinler. Toprak olmaya da râzılar. Onu istiyorlar.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, insan oğlunun fıtratında bulunan şiddetli var olmak isteğini her defasında ön plâna çıkarır ve âhiretin tam da bu isteği karşıladığını beyan eder. Nitekim küçüklüğünde hayâlinden, “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonunda ademe (yokluğa) ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâkî, fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” diye sorduğunu; bu soru karşısında, bâkî, fakat âdi ve meşakkatli bir vücud da olsa “var olmak” istediğini, yokluğu ve hiçliği istemediğini; bu da olmazsa, hiç değilse “Cehennem de olsa bekanın” mutlak yokluktan ve hiçlikten daha iyi olduğunu74 kaydetmekle bu âyeti tefsir eder.

Burada geçen, “Bâkî, fakat âdî ve meşakkatli bir vücud” ifâdesi, Cehennem ehlinin, “Ey Mâlik! Rabbin bizim için yeni bir hüküm versin!” ifadesi ile dile getirdikleri istektir. “Cehennem de olsa beka isterim” ifadesi de, insan fıtratının Cehennemin ve Cennetin dışında üçüncü bir şık olarak adî ve meşakkatli bir vücud şansı olmadığını anlayınca, “yokluk ve hiçlik” şıkkına karşı da, Malik’in cevabı doğrultusunda Cehennemde kalmaya çaresiz razı olacağını vurgular.

Dipnotlar:

67. Tâhâ Sûresi, 20/74, 68. A’lâ Sûresi, 87/10-13, 69. İbrahîm Sûresi, 14/16, 17, 70. Hac Sûresi, 22/22, 71. Nisâ Sûresi, 4/55, 56, 72. Nebe Sûresi, 78/40, 73. Zuhruf sSûresi, 43/76, 77, 74. Asâ-yı Mûsâ, s. 37; Sözler, s. 84.

22.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Hem özde, hem de sözde



12 Nisan 2007 tarihinde Genelkurmay Başkanı Büyükanıt kendileri açısından yeni cumhurbaşkanının profilini veya tarifini vermişti: “Hem özde, hem de sözde laik cumhuriyete bağlı olmak.”

Gül’ün bu tanıma uygun olup olmadığı hâlâ tartışılıyor. Askerî çevrelere yakın olan Metehan Demir kendisiyle yapılmış olan bir mülâkatta hükümet içinde genelkurmay ile en çok anlaşan ismin Abdullah Gül olduğunu; askerî çevrelerin Gül’le bir alıp veremedikleri olmadığını, sadece hanımı Hayrunnisa Hanım’ın başörtüsüyle ilgili bir çekinceleri olduğunu beyan etmişti. Demir’in şu ifadeleri dikkat çekici: “Askerin AKP’de en iyi ilişkisi Gül’leydi. Gül, bir ay içinde defalarca Genelkurmay’a uğrardı. Bir konuyu özel konuşmak için giderdi oraya...”

Acaba Tamer Korkmaz bundan dolayı mı nedir bilinmez Gül’ün devletin adayı olduğunda ısrar ediyor. Gül’ün askerle ilişkisi gibi Amerikalılarla ilişkisi de muamma. Byrza gibi Gül’ün adaylığına fren koyan Amerikalıları dikkate alanlar, ‘ABD 1 Mart’ın intikamını ve rövanşını alıyor’ yorumunu yaparken; Yasemin Çongar gibiler ise ABD’de uçlarda yer almayan Amerikan “establishment”inin Gül’e mesafeli olmakla birlikte, karşı çıkmadığını yazmıştı. Metehan Demir’in Gül ile Genelkurmay’ın ilişkilerini anlatan cümlelerine benzer eski Adalet Bakanı Şevket Kazan da birlikte oldukları dönemlerde Abdullah Gül’ün Amerikan elçiliğinden hiç çıkmadığını söylemişti (28.04.2007 tarihli gazeteler).

Bunlar rivayet mi, gerçek mi elbetteki bilecek durumda değiliz, bizim için karanlık. Genelkurmay hemen bir açıklama ile Demir’in değerlendirmeleri tekzip etmiş oldu. Anlaşılan içine tam olarak sinmese de Genelkurmay, Gül’ün cumhurbaşkanlığı meselesinde bekle gör politikası izleyecek. 22 Temmuz seçimleriyle ilgili bir rolleri oldukları tezini reddeden askerî çevreler seçim sonuçlarıyla birlikte taktik olarak yenilgi aldıklarını ise kabul ediyorlarmış. Daha doğrusu seçim kaybının stratejik değil de taktik düzeyde olduğuna dair mütalaa yürütüyorlarmış.

Neşe Düzel ile konuşan Metehan Demir’in en ilginç değerlendirmelerinden birisi de askerlerin, sistemi büyük ölçüde içselleştiren AKP’yi sistem içi bir parti olarak görmeleri. Dr. Ömer Taşpınar’ın Radikal’de yaptığı analiz de bu açıdan dört dörtlük (20.8.2007). Bu analizinde AKP ve kurmaylarının tam da askerin istediği gibi hem özde hem de sözde değiştiklerini ortaya koyuyor. Yani ne gizli, ne de açıktan bir İslâmlaştırma projeleri var. Özde ve sözde olarak değişmelerinin sonucu Taşpınar’a göre, AKP kurmayları kesinlikle takiyye yapmıyorlar. Tarihte en ciddi ve küllî ve kapsamlı evrimi geçirmişler. Taşpınar bir bakıma AKP’nin Kemalizmin kırmızı çizgilerinin bir ürünü olduğu görüşünde. Bu aslında, Avni Özgürel’in daha önce yapmış olduğu tespite de uygun: AKP 28 Şubat sürecinin dolaylı türevlerinden birisidir.

Hindistan’da Müslümanların 1857’deki hezimetlerinden sonra Seyyid Ahmet Han ve Aligarh ekolünün dönüşümüne benziyorlar. Bu geçirdiği istihale ve evrim sonrası AKP şu formüle benzemiş:

Kemalizm + Kapitalizm + Demokrasi = AKP.

***

‘Modernleşen Müslümanlar’ başlıklı yazısında en uçta duranlardan birisi olsa da Özdemir İnce de liberal çizgideki Ömer Taşpınar’ın tespitlerine aynen katılıyor. Şunu yazıyor: “Hakan Yavuz’a bir soru: ‘Kemalizm’ olarak tanımladığı Cumhuriyet’in kurucu felsefesi olmasaydı, laiklik başta olmak üzere Cumhuriyet devrimleri yapılmamış olsaydı ve Cumhuriyet TSK tarafından korunmamış olsaydı, kitabın alt başlığında yer alan ‘Nurcular, Nakşiler, Milli Görüş ve AK Parti’ modernleşebilir miydi?” Yerinde bir soru. Bakın tam da bu noktada liberal kanattan Mehmet Barlas ne yazmış: “AK Partili kadrolar da modernleşmenin ürünleridir?”

Öyleyse Necdet Sezer gibi diğer modernlerle neyin kavgasını veriyorlar? Paylaşım veya statü kavgası olmalı? Bu da Kemalizm üzerinden klanizme çıkar! Peki The Guardian gazetesinin (20 Ağustos 2007) AKP çevrelerini “neoislâmcı” olarak tarif etmesine ne demeliyiz? Evet The Guardian gazetesi AKP için ‘neoislâmcı’ demiş. Eksik tarif. Doğrusu, ‘yenilikçi kokteyl’dir. Çünkü bütün yenilikçileri böğründe toplamış. Radikal İslâmcısından, radikal liberaline kadar. İslâmî kesimin bütün yenilikçileri ve tayfları ve tonları orada bir araya gelmiş durumda. İslâmî cemaatların bütün yenilikçileri orada. İlaveten solun ve liberal kesimlerin yenilikçileri de orada. Adeta dönmelerin çark-ı feleği gibi. Hakan Yavuz’un tanımıyla AKP, modernleşen Müslümanların buluşma noktasından maada erime potası. Sözde değil özde de değiştiklerinin bir diğer ispatı da Abdullah Gül’e en yakın isimlerden İbrahim Kalın’ın şu ifadeleridir:

“If you look at the political program of the AKP, there is no hidden or (even) open agenda of Islamism. The AKP has been very liberal so far...” Yani mealini şöyle ifade edebiliriz: “AKP’nin siyasi programlarına baktığınız vakit onda ne gizli ne de açıktan İslâmcılık yapıldığını göreceksiniz. AKP, oldukça ve büyük çapta liberalleşti (Turkey: Transformation in Progress, Islamonline.net, 19 Ağustos 2007)...”

Buna dair onlarca şahit ve müşahit getirebiliriz. Bunlardan birisi, Newsweek editörü Ferid Zekeriyya, Newsweek’te yazmış olduğu bir makalesinde AKP’yi ‘Türkiye’nin en liberal politik hareketi’ olarak selamlıyor. Hızını alamayan Saad Muhyu Arapların kurtuluşunun da AKP tarzı liberal İslâm’dan geçtiğini yazıyor. Bu, ‘liberal İslâm’ tabiri de ‘neoislâm’ tabiri gibi iğreti ve zaid bir şey. Egemen Bağış, bir Kanada gazetesine yazmış olduğu mektupta muhafazakârlık referansına hiç atıfta bulunmamıştı ve İslâmcılığı da reddetmişti. Geride sadece liberalizm kalmıştı. Dolayısıyla neoislâmcılık veya liberal İslâmcılık ifadelerinden süreç içinde İslâm düşecek geride sadece neoliberalizm kalacaktır ki, gelinen nokta bunu göstermektedir. Gerisi haşeviyat veya lafu güzaf... Konumuzu Ömer Taşpınar’ın ifadesiyle bitirelim: Bir bakıma Kemalizm aslında kendi başarısının kurbanı oluyor. Başkalarının dönüşümünü görebilmek de bir hazım meselesidir.

22.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri