|
|
Murat ÇETİN |
Bitişler ve kalışlar |
|
Kimi zaman kurşununuz biter. Düşmanınızın karşısında, teslim olmak, kaçmak ve herşeye rağmen savaşmak arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsınız.
Kimi zaman gözyaşlarınız biter. İçten içe ağlamaya devam etmek, boşvermek ya da ayağa kalkıp birşeyler yapmak arasında kalırsınız.
Kimi zaman teselliye dair sözleriniz biter. Susmak ve her türlü teselli sözünden daha etkili bir umudun doğmasını beklemek üzere öylece kalırsınız.
Kimi zaman nasihatler biter. “Ben üzerime düşeni yaptım” rahatlığıyla, bin nasihatten evla bir musibeti beklemeye kalırsınız.
Kimi zaman gücünüz biter. Yığılıp kalmak ya da birşeylerden güç alıp ayağa kalkmak arasında kalırsınız.
Kimi zaman öfkeniz biter. Sıkılmış yumruklarınızı uzatmak, yeni öfkeler için etrafı aramak, yutkunup herşeye razı olmak yollarının kavşağında durup kalırsınız.
Kimi zaman sevginiz biter. Bu bitişi kabul etmek ya da sevginin bitmeyeceğini, bir gün sizi yeniden bulacağını ümit etmeye devam etmek arasında kalırsınız.
Kimi zaman korkularınız biter. Cesaretle, yeni korkularla yeniden titremek arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsınız.
Kimi zaman söyleyecek sözünüz biter. Sözün bittiği yerde olmanın bilinciyle söyleyecek söz düşünmeden bir an öyle kalırsınız.
Kimi zaman haykırışlar biter. Yeni haykırışlar için nefes biriktirmek mi, küçük harflerle büyük cümleler kurmak mı? Arada kalırsınız.
Kimi zaman düşmanlıklar biter. Yeni düşman arayışı ile düşmansızlık arasında kalırsınız.
Kimi zaman film biter. Aynı filmin başka aktörlerle oynanmış versiyonu ile yepyeni bir film izlemek ya da durup düşünmek arasında kalırsınız.
Kimi zaman masal biter. Gökten düşen elmayı ısırmak ile prens ve prensesin düğününe telgraf göndermek arasında tereddütte kalırsınız.
Kimi zaman yol biter. Biraz mola vermek, yakıt ikmali yapıp yola devam etmek yahut mola yerini mesken etmek arasında yol ayrımında kalırsınız.
Kimi zaman şarkı biter. Nakaratlarını mırıldanmakla yeni şarkılar için radyonun sesini açmak tercihleri arasında bir an kalakalırsınız.
Kimi zaman yazı biter. Durup soluklanmak ve durmadan yeni bir yazıya başlamak arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsınız.
05.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Etik ilkeleri mi? |
|
Önce RTÜK’un “etik ilkeleri” konusunda gösterdiği performansı kutlarım.
Hele, Televizyon Yayıncıları Derneği ile birlikte, üstelik Kenan Işık’a okutturulması hoş...
Etik ilkelerini okuduğumda doğrusu yabancı olmadığım satırlara rastladım.
Şimdi RTÜK’un “ilkeleri”ni bir kenara bırakıp, bir başka medya kuruluşunun yazdığı ilkelere bakalım.
Diyor ki:
“Gazeteci, mesleki çalışmalarını her türlü çıkar ve nüfuz ilişkisinin dışında tutar, herhangi bir siyasi partide aktif görev almaz.”
Doğru.
Ancak... “Aktif görev almaz” ama ne yapıyorlar? Hükümet devirip yenisini getirme hakkını kendinde görüyor. Yani mesleki çalışmalarını her türlü çıkar ve nüfus ilişkisine dayandırıyor.
Diyor ki:
“Yayınlarda kimse ırkı, cinsiyeti, sosyal düzeyi veya ilişkisi, dini inançları veya fiziki kusurları nedeniyle aşağılanamaz ve kınanamaz.”
Buyrun. Şu maddeyi alenen ihlal eden o kadar çok haber yaptılar ki... Başta, “Lisede namaz” haberi... İnsanları “namaz kılıyor” diye “suç”layarak inancından dolayı alenen rencide ettiler.
Diyor ki:
“Soruşturmacı gazetecilik olanakları içinde bulunan haberler soruşturulmaksızın ve bundan ne sonuç alındığı belirtilmeksizin ve/veya doğruluğundan emin olunmaksızın yayınlanamaz.”
Şiir gibi... Bu prensibi de az önce verdiğimiz örnekle zaten çiğnediler.
Diyor ki:
“Kişilerin özel yaşamı -ilgilinin açık veya kapalı rızası olduğu anlamanı gelen yaşam şekli ve kamu çıkarlarının durumları dışında- yayınlara konu edilemez.”
Bu maddeye baktığınızda hangi ünlü var ki, özel yaşamı ile ilgili yazı, görüntü ve haberlerden rahatsız olmasın...
Toparlayalım.
Çok izlenen veya çok okunan medya kuruluşların bile kendi “ilkeleri”ne uymadığını görüyoruz. Bu ilkeler niçin var? Cevabı basit: vitrinde bulunsun diye.
Dolayısıyla RTÜK “etik ilkeleri”ne dört elle sahip çıkmalı.
05.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Risâle-i Nur’da Mevlânâ ve Mevlevîlik (1) |
|
Bediüzzaman, maddî varlıkların en küçüğü olan atomların ve en büyükleri olan güneş sistemlerinin “meczup Mevlevî gibi devredip döndüğünü” müteaddit defalar ifade etmiştir.1
“Nihayetsiz kemâlât-ı İlâhiyeyi, hadsiz celevât-ı cemâliyeyi ve gayetsiz tecelliyât-ı celâliyeyi ve gayr-ı mütenâhi tesbihat-ı Rabbâniyeyi şu dar ve mahdut zeminde ve mütenâhi ve az bir zamanda göstermek için, zerrâtı kemâl-i hikmetle, kudretiyle tahrik edip, kemâl-i intizamla tavzif ederek, mütenâhi bir zamanda, mahdut bir zeminde, gayr-ı mütenâhi tesbihat yaptırıyor, gayr-ı mahdut tecelliyât-ı cemâliye ve celâliye ve kemâliyesini gösteriyor, çok hakaik-i gaybiye ve çok semerât-ı uhreviye ve fânilerin bâki olan hüviyet ve sûretlerinden pek çok nukuş-u misâliye ve çok mânidar nüsuc-u levhiyeyi icad ediyor. Demek, zerreyi tahrik eden, şu makasıd-ı azîmeyi, şu hikem-i cesîmeyi gösteren bir Zattır. Yoksa, herbir zerrede güneş gibi bir dimağ bulunması lâzım gelir.
“Daha bu beş nümune gibi belki beş bin hikmetle tahrik olunan zerrâtın tahavvülâtını, o akılsız filozoflar hikmetsiz zannetmişler. Ve hakikatte biri enfüsî, diğeri âfâkî iki hareket-i cezbekârânede zikir ve tesbih-i İlâhî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverâna kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zu’m etmişler. İşte bundan anlaşılıyor ki, onların ilimleri ilim değil, cehildir. Hikmetleri, hikmetsizliktir.”2
Bediüzzaman bu ifadelerde, atomların Mevlevîler gibi zikredip dönmelerinin şuursuz ve amaçsız olmadığını, bilakis çok hikmetlere medar olduğunu ifade etmektedir.
Peygamberimizin (asm) miracını ispat ederek hikmetlerini anlattığı “Mi’rac Risâlesinde” ise Bediüzzaman dünyanın da güneş etrafında Allah’ın kanununa uyarak Mevlevî gibi o büyük cismi ile dönerek gezdiğini hatırlatarak Peygamberimizin (asm) cismi ile semalarda gezmesinin akla aykırı olmadığı izah etmiştir.3
Gerek yıldızların, gerekse dünya gibi gezegenlerin yüce Allah’ın kendilerine verdiği görevinden ve memuriyet neş’esinden dolayı Mevlevî gibi zikir ve sema’a kalktığını ifade ile varlıkların Mevlevî gibi dönmelerinin vazife neş’esinden olduğunu anlatmıştır.4
Bediüzzaman, kâinattaki tüm varlıkların Yüce Allah’ın koyduğu kanunlara harfiyen uyduğunu “Hem hangi kanunla zerreyi Mevlevî gibi tahrik ederse, aynı kanunla küre-i arzı meczup ve semâa kalkan Mevlevî gibi döndürüyor. Ve o kanunla âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor”5 ifadeleri ile belirtir. “Bir sineği ihyâ eden, bütün hevâmı ve küçük hayvânâtı icad eden ve arzı ihyâ eden Zât olacaktır. Hem Mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen mevcudatı tahrik edip tâ şemsi seyyaratıyla gezdiren aynı Zat olmak gerekir”6 diyerek kudret-i İlahiyeyi izah eder.
İnsan vücudundaki kanda görev yapan, “küreyvât-ı hamra ve beyza” (alyuvarlar ve akyuvarlar) tâbir edilen, zerrelerden teşekkül eden küçük kütlelerin de seyyar yıldızlar gibi, Mevlevîvârî iki hareket-i muntazama ile hareket ettiğini7 söyler.
Şems-i Tebrizî gibi bir kısım aşıkların nazarında kâinatta bulunan bütün incizaplar, cezbeler, câzibedar hakikatlerin ezelî ve ebedî bir hakikat-ı câzibedâra işaret ettiğini ve ecramı ve mevcudâtı Mevlevî-misâl pervane gibi raks ve semaa kaldırarak cezbedarâne hareket ve deverâna getirdiğini ifade eder8 ve mevcudâtın bu hareketinin, Allah’ın esmâsına âyine olmasından, bu tezahürâta karşı âşıkane ve vazifedarane bir mukabele olduğunu belirtir.
Bediüzzaman “Bu misafirhane-i dünyaya gelen her zişuur, gözünü açtıkça görür ki; bir kudret, bütün kâinatı kabzasında tutmuş. Ve nihayetsiz, hiç şaşırmayan ezelî, ihatalı bir ilim ve gayet dikkatli, hiç mizansız, faidesiz hareket etmeyen bir sermedî hikmet ve inayet o kudretin içinde bulunup, zerrât ordusundan birtek zerreyi meczub Mevlevî gibi döndürerek çok vazifelerde istihdam ettiği gibi, küre-i arzı aynı anda, aynı kanunla bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede yine bir meczub Mevlevî misillü gezdirir”9 diyerek zerrelerden kürelere kadar tüm varlıkların Mevlevî gibi gezerek vazifesini yaptığını anlatırken, Mevlevîlerin de kâinattaki bu âhenge sema ile ayak uydurduklarını da îmâ etmiştir.
Bediüzzaman’ın Mevlâna ve
Mevlevîlere olan Yaklaşımı:
Bediüzzaman, üstadlarını sayarken bunlardan birinin de Mevlânâ Celâleddin-i Rumî (ks) olduğunu söyler ve onun mensuplarının da Risâle-i Nurlara hizmet edeceklerini ifade eder. Mevlevîlerden bir kısmının Risâle-i Nurlar ile imana ve Kur’ân’a hizmet ederek birer “Nur Kahramanı” olmalarını beklediğini de ifade etmektedir.10
Bütün tarikatlerin hakikatı Esmâ-i İlâhiyenin bir kısmına âyine olarak o âyinede Cemal-i İlâhîyi seyretmek ve bu esmâ yolu ile hak ve hakikate ulaşmaktır. Sonuçta hepsinin toplanacağı yer elbette İlâhî hakikatlerdir. Bunun için Bediüzzaman “İttihat cehl ile olmaz; ittihat imtizac-ı efkârdır; imtizac-ı efkâr, marifetin şuâ-ı elektriğiyle olur”11 der.
Marifet ise, kemalini marifetullahta bulan ilimdir. Tüm hak tarikatlerin amacı da marifetullaha ulaşmak ve müritlerine, müntesiplerine Allah’ı tanıtmaktır.
Bediüzzaman, marifetullahın esası olan Tevhid hakikatinin Mevlevîlerce anlaşıldığını da ifade ederek onların semaının bu hakikatin ifadesi olduğunu her vesile ile anlatır. Tevhid hakikatine kâinatın şehadetlerini anlattığı her yerde “Muvahhid-i ekber ve tevhidin burhan-ı muazzamı olan kâinat, değil yalnız erkân ve âzâsı, belki bütün hüceyrâtı, belki bütün zerratı birer lisan-ı zâkir-i tevhid olarak bu büyük burhanın sadâ-yı bülendine iştirak ederek, hep birden Lâ ilâhe illallah diye Mevlevî-vârî zikrediyorlar”12 diyerek bunu açıkça ifade eder.
Bediüzzaman’ın Mevlânâ’nın Aşk Mesleğine Bakışı:
Bediüzzaman kâinattaki mahlûkatın işlemesinden ve zikir neşvesinden gelen sesleri, mükemmel bir konser ve orkestradan çıkan seslere benzetir. Aşıkların kendi ruh hallerine göre anlamış olduğu ve sevgiliden ayrılmaktan kaynaklanan “elemkârane teşekkiyat-ı firak” değerlendirmelerine katılmaz. “İşte, o neyler, semavî, ulvî bir musikîden geliyor gibi sâfi ve müessirdirler. Fikir, o neylerden, başta Mevlânâ Celâleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyât-ı firâkı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma karşı takdim edilen teşekkürât-ı Rahmâniyeyi ve tahmidât-ı Rabbaniyeyi işitiyor”13 diyerek kendi hissiyâtını ve anlayışını ortaya koyar.
Bediüzzaman’ın bu anlayışı Kur’ân’a daha muvafık ve gerçeğe daha yakındır.
—Devam edecek—
Dipnotlar:
1- Sözler, (2001-İstanbul) s. 157
2- Sözler, 508
3- Sözler, 524
4- Mektubat, (2001-İstanbul) s. 248
5- Mektubat, 281; Lem’alar, (2001-İstanbul) s. 505
6- Mektubat, 320
7- Lem’alar, 532
8- Şualar, (1997-İstanbul) s. 74
9- Şualar, 523
10- Emirdağ Lâhikası, (1998-İstanbul) s. 187
11- Münazarat, 113
12- Hutbe-i Şamiye, (1996-İstanbul) s. 142
13- Sözler, (2001-İstanbul) s. 206
05.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Risâle-i Nur’da sosyal projeksiyonlar - 12 |
|
Projeksiyon mantığının temel bileşenleri ile Risâle-i Nur yaklaşımını, dünün devamı alfabetik maddelerle kıyaslamaya devam edersek;
Pozitif hayata dair ufuk ve heyecan veren Bediüzzaman’ın, inancının gereği olan bir hassasiyetle bir çok yeni konu ve gündemle meşgul olduğunu görmekteyiz. Yeni yüzyılın yeni talepleri ve beşeriyetin muhtaç olduğu yeni fikirleri dinî bir bakışla ilimleştirmiş.
Kaldığımız yerden devam edersek;
e- Risâle-i Nur, müspet kıyasın tahrik edici psikolojisinden yararlanır. Mevcut durumla yetinmeme hakkını ortaya koyar, ümitsizliğe ve bezginliğe yol açmayan bir tarzda onu harekete geçirecek zirve noktalara zihni tırmandırır.
Hâl-i hazırda olmayanı, zihninde mantık süzgeci ile oluşturur. İddiaları, idealin yuvasında barınır ve kendini ümitle besler. Hayaller tasavvura dönüşür.
Terakkîde/kalkınmada Avrupa’yı kıyas merceğine oturtur. Onun modellenecek başarılarını İslâmiyet’in kabullendiği bazı değerlerin yaşaması olarak görür. Aykırı, tırmandırıcı ve aynı zamanda inandırıcı bir sâikle sorar, “Dünya neden herkese terakkî dünyası olsun da, bize tedennî dünyası olsun?”
Yani herkes kalkınırken, neden biz gerileyelim? Evet anlaşılır bir mantıkla, herkes kalkınırken, biz neden kalkınmayalım? Ya da herkes için mümkün olan, bizim için neden olmasın? Menfî bir soru tekniğinden sorgulayan ve müspet kıyasla olumluya yönlendiren bir yaklaşımla, geleceğin yol haritasını, kalkınma projeksiyonunu vermektedir.
f- “Ferd-i âhar” ifadesinde maksada destek veren yeni insan özellikleri vardır. Bir başkası olan, başkalaşan ve tecedddüt/yenilenme ile arayışını sürekli yeni neticelere ve olgunlaşmaya götüren bir insan yolculuğu söz konusudur.
Yeni insanı bu asrın “helâket ve felâket” batağına saplanmadan ve onun isteklerinin ve ihtiyaçlarının, geçmişle kıyaslanmayacak farklılıkta ve zorunlulukta olduğunun idrakiyle önemser ve kafa yorar. Bunalım geçiren dünyanın bulanık mantığına ve başıboş gidişâtına, yeni insanı doğru tarif eden sarsıcı bir orijinallikle izah getirir. Çare bulur.
Projeksiyon tutulacak yeni insan kimyası, toplumun da projeksiyon haritasının temel verileri olacaktır. Bediüzzaman, bunu yerli yerine, endüstri insanının ve bilgi bireyinin yeni toplum inşâsına uygun çerçevelemek, detayları nazik ruhların uygulama alanlarına bırakma serbestliği ile mümkün görür. İrade tercihi yapma desteği veren müşavereci üslubu, aranılan insan dokusuna atıf yapar ve ışık tutar.
g- Bediüzzaman, bilimin projeksiyon tutma görevine, geleceği irdeleme ve analiz etme cehdine, Kur’ân’dan medet delillerle katkı yapar. Bilime projeksiyon tutacak şekilde yönlendirme yapar, alan desteği verir ve tavsiyede bulunur.
Kur’ân’daki “Mugayyebât-ı hamse/Beş bilinmeyen” hususunun, günümüz bilimiyle ‘bilinir’ olduğunu iddiâ eden şeytânî itiraza son derece aklî ve mantikî gerekçelerle zihne yakınlaştırıcı bakış getirir. Meselâ, anne rahmindeki çocuğun durumunu, radyoloji biliminin çözdüğü ve bilinen bir konu olduğu söylendiğinde ve aklı sıra Kur’ân’a alternatif görüş serdedildiğinde, kasdedilenin sûret ve fizikî gelecek tanımına ışık tutacak mevcut halinin yanı sıra, sîret, yani manevî hayatı, karakteri ve kişilik yapısı gibi asla önceden keşfetmemiz mümkün olmayan bir mânâ olduğunu izah eder ve bilimin verileri ile iddia edilenin aksine, Kur’ân’ın destek verdiği tezin güçlü yönünü göz önüne serer.
Sonuçta; ruhumuzun projeksiyonları kadar, midemize inen projeksiyonlar, mekânlara sığmayan projeksiyonlar ve istikbale kucak açmış tasavvurlar, bizi hep yarınlara, ödevlere ve yeni sorumluluklar altında gelişmeci tavırlara ve müteşebbis insanlara yönlendirir.
05.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Keith Dayton |
|
İsrail ile Özerk yönetim arasında güvenlik koordinatörü olan Keith Dayton daha önce Irak’ta görev yapmış ve kitle imha silahlarını araştırmakla mükellef olan ekipte yer almış. Sonra İsrail ile Filistin tarafı arasında koordinasyonu temin etmek üzere görevlendirilmiş. Hamas tarafına göre Muhammed Dahlan gibi isimlerle birlikte Temmuz veya Ekim ayında Hamas’ın kurumlarına yönelik bir darbe planı hazırlamış, ama Hamas’ın erken davranması ve önleyici darbesiyle birlikte bu plan akim kalmış. Bu akametle alakalı olarak İsrail tarafı da kendisini başarısızlıkla suçluyor.
17 Haziran 2007 tarihli Jerusalem Post gazetesinden Yaakov Katz’ın haberinin başlığı şu: Israeli Official: Dayton failed. Dayton başarısız kalmış, zira Hamas’a karşı dışarıda eğitim alan Mahmut Abbas’a bağlı Başkanlık Muhafızlarını vaktinde Gazze’ye sevk edememiş ve yetiştirememiş ve Karni ve Refah sınır koridorlarında vaktinde ve yeteri kadar önlem ve tedbir alamamış. Başkanlık Muhafızları ve öteki kolluk kuvvetleri Tarık Hammude gibi Hamas yanlılarına göre 72 saat içinde enterne edilmişler ve safdışı bırakılmışlar.
Hamas tarafına göre ellerinde iki seçenek varmış. Birisi daha hızlı ama daha kanlı. Diğeri de daha yavaş ama daha selametli. 24 saatlik seri ve kanlı operasyona yanaşmamışlar. Buna mukabil 72 saatlik daha hafif çaplı bir operasyonu tercih etmişler ve bunun sonucunda kayıplar 14 kişi ile sınırlı tutulabilmiş. Halbuki Başkanlık Muhafızlarının rahat ve kolay bir şekilde Hamas güçlerini alt etmesi ve derdest etmesi bekleniyormuş tersi gerçekleşince Dayton da başarısız olmuş. Fetih’in hem siyasi hem de askeri kanadı Hamas’ın operasyonuna vaktinde mukabele edememişler. İsrail bu başarısızlığı da Dayton’un uhdesinde görüyor. Velhasıl başta Dayton ve onun arkasındaki Fetih güçleri faka basmışlar ve Hamas’ın taarruzu karşısında apışıp kalmışlar. Etkisiz ve tesirsiz kalmışlar. Şimdi bunun gecikmiş muhasebesi yapılıyor.
***
Bununla birlikte Gazze ve Batı Şeria arasında açık veya serbest geçiş planı olan Dayton’un Benchmark Planına İsrailliler muhalefet etmişler. ‘İyi ki de muhalefet etmişiz, yoksa Batı Şeria’yı da elden kaçırmıştık’ diyorlar. Amerikalılara kalsaydı ve isteklerine boyun eğseydik Batı Şeria’yı da elimizden kaçırırdık demek istiyorlar. Dolayısıyla Amerikalılar son Gazze operasyonunda Dayton’un rolünü yeniden masaya yatırıyorlar. Bununla birlikte, Dayton’un Hamas’a bu kasıtsız iyiliklerinin dışında Filistinliler arasında Fetihçi veya Hamascı bölünmesini derinleştirmesi itibarıyla kalıcı bir kötülüğü de var. Bu konuda en baş yetkili değilse bile saffı evvellerdendir. Sözgelimi, bizim Kıbrıs’tan tanıdığımız BM yetkilisi Alvara de Soto’nun faaliyetlerini kısıtlama getirmiş. Gazze’ye gidişini engellemiş. Hamas hükümetiyle gerektiğinde sadece telefonla konuşmasına izin vermiş. Aslında, bunların amacı Hamas-Fetih ayrışması üzerinden Filistin meselesini tamamen bitirmektir.
Fehmi Huveydi’nin de ifade ettiği gibi Hamas-Fetih bölünmesinin ardından nihai amaç Gazze’yi Mısır’a bağlamak ve ilhak etmektir. Bu gelişme sağlanırsa Hamas, Fetih yerine Mısır’ın himayesine verilecektir ve değişen bir şey olmuyor. Buna mukabil Batı Şeria da konfederal bir çatı altında Ürdün’e bağlanacak. Böylece Şaron başta olmak üzere Netanyahu gibilerin tarihi Filistin meselesini tasfiye rüyası Filistinlilerin eliyle gerçekleşmiş olacaktır. Bu da atlarnatif vatan yaklaşımının bir parçasıdır. Bu senaryoyu tafsilatlı bir biçimde Muhammed Haseneyn Heykel, 28 Haziran 2007 tarihli Cezire’deki programında dile getirlmiştir.
***
Filistinliler çok kötü bir final yaptılar. Mahmut Abbas Sarkozy’ye Gazze’ye uluslararası bir güç yerleştirilmesi konusunda yardımcı olmasını istiyor. Başta Mısır bu teklife itiraz etti. Bu aynı şekilde Suriye-Lübnan sınırına bir uluslararası güç yerleştirilmesi teklifi gibidir. Anlaşılan Mahmud Abbas’ın başı dönmüş. Buna mukabil, Hamas’a öfkeli de olsa Mübarek Abbas’dan Hamas’la diyalog kapısını açık tutmasını istemiştir. Tarafların birlikte yaşamaktan başka çaresi yoktur, aksi taktirde Filistin’in kalan parçasını da kendileri bölmüş olacaklardır.
05.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Îmanla ölmek için |
|
İman hem dünya, hem de ahiret mutluluğunun anahtarıdır. Bu anahtarı ibadet ve iyiliklerle muhafaza eden insan kurtulur.
Bunun için de herşeyden önce güçlü, tahkikî bir imana sahip olmak gerekir. Onu sağlayan eserleri dikkat ve tefekkürle okuyan insan, kalbine bu imanı sökülmeyecek derecede yerleştirmiş olur.
Bu nasıl gerçekleşir? Bu, Sikke-i Tasdiki Gaybî’de şöyle anlatılır:
“Îman yalnız taklidî ve icmâlî bir tasdikten ibaret değil. Bir çekirdekten tâ hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görünen misâlî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi, îmanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemâlât-ı insaniyenin en büyüğü îmandır ve imanı tahkikîden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir, diye ehl-i tahkik ittifak etmişler.”1
“Îman-ı tahkikî, ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selb edilemeyeceğine [sökülüp alınamayacağına] ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişlerdir. Demişler ki: ‘Sekerat vaktinde [can çekişirken] şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevî îman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor; belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife [duygulara] sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin îmanı zevâlden mahfuzdur [yok olmaktan korunmuştur].2
Peki, bir insanın görünüşüne bakarak onun imanla gidip gitmediğini anlayabilir miyiz?
Bu sorunun cevabını Selman-ı Farisî’nin (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şeriften öğreniyoruz:
“Ben Resûlullahın şöyle buyurduğunu işittim:
‘Ölüm ânındaki kişinin üç hâlini gözetleyiniz:
1- Alnı terlerse,
2- Gözlerinden yaş gelirse,
3- Burun delikleri yayılıp genişlerse. İşte bunlar Allah tarafından kendisine indirilmiş bir rahmettir.
‘Eğer boğulmakta olan deve yavrusunun hırıldaması gibi horlarsa, rengi bozulursa ve ağzının yanları köpürürse, işte bu da Allah tarafından ona gelmiş bir azaptır.’”3
Allah bizleri o anda alnı terleyen, gözleri yaşaran, burun delikleri yayılıp genişleyen kullarından eylesin. Âmin.
Dipnotlar:
1- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 175.
2- A.g.e., 175.
3- Suyutî, Kabir Âlemi, s. 12.
05.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Siyaset yoluyla hizmet ve politik prensipler |
|
Siyaset/politika, parti kurmak veya kurulmuş bir partide aktif rol almak, fiilen siyasî faaliyetlerde bulunmaktır. Siyasî-içtimâî fikirlerini, düşüncelerini belirten ilim adamı, düşünür, yazar ve oy veren vatandaş, herhalde siyasetçi, politikacı değildir. Bir İslâm âlimi, mütefekkiri (düşünürü) ve müceddid olarak Bediüzzaman; Kur’ân ve Sünnet’in siyasî ve içtimâî stratejilerini çizer: Siyasetin ne olduğunu ortaya koyar. Siyasetçi/politikacıların taşımaları gereken vasıfları ve çalışma prensiplerini de belirler. Siyasî hayatta ve diğer zamanlarda tarafgirliğin psikolojik kaynağını tesbit ile tehlikelerine işaret eder. Propagandanın usûllerini belirler.
Bugün, politik prensipler, hizmet ve siyaseti dine âlet meselelerindeki değerlendirmelerini nazara vereceğiz:
* Siyasetçilerin de kendi meslekleri çerçevesinde toplumun kültür, bilhassa din hayatına hizmet etmeleri aslî vazifeleri. Dolayısıyla, iman hizmetlerini herşeyin üstünde görmelidirler.1 Mü’min, siyaseti bir hizmet vasıtası olarak kabul etmeli. Yoksa, maddî çıkar veya iktidar-güç menfaati için yapılan siyaset, onu canavarlaştırır.2
* Siyasî hayatta dikkat edilmesi gereken en önemli prensip, Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir. Siyâset için sevmek, siyâset için düşmanlık beslemek gayet zararlıdır.3 Bu nasıl anlaşılır? Kendi partisindeki fasık adamı övüp; muhalif partideki dindarı tekfir derecesinde yererek, buğzederek… Burada siyasî icraatları, yapılan işleri eleştirmek değil; kişiliğe yönelik değerlendirmeler kast ediliyor olmalıdır.
* Siyaseti, toplumu ve “devleti idâre etme sanatı”4 olarak bilen ve dürüstçe yapmak mükellefiyetinde olan politikacı, mutlaka sözünde durmalı. Hatta, verdiği sözü muhafaza için icap ederse hayatını bile fedâ etmeli; asla ahdine hiyanet etmemelidir.5
* Politikacı, uzmanı olduğu, liyakati bulunduğu makam ve mevkilerde vazife almalı, şahsî ihtiras ve çıkarları için başkasının veya çapının üstündeki makamlara göz dikmemeli. Devlet ve toplum idâresinde, en akıllı, en ehliyetli ve en tecrübeli insanlara vazife vermek,6 Müslümanca siyasetin bir gereği olarak anlaşılıp uygulana gelmiştir.
* Bu zamanda, dine hizmette en önemli mesele, “imâna” çalışmak olduğu halde, siyasetle meşgul olan mütedeyyinlerin bile, imân hizmetini ikinci, üçüncü dereceye attıkları,7 bir vakıadır. Politikacı; bu zamandaki siyasetin, kalbleri ifsat edip asabî ruhları azap içinde bıraktığını; selâmet-i kalb ve istirahat-ı ruh isteyen adamın, siyaseti bırakması gerektiğini8 bilmelidir. Diğer yandan, siyasetçi, ekseriyâ tam müttakî, tam dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar müttakî olanlar da, siyasetçi olamazlar.9
* Politikacı, milleti ve devleti için zarûrî gördüğü temel prensip ve şartlardan asla taviz vermemeli.10
* Politikacının yapması gereken, “Dini siyasete değil, siyaseti dine âlet etmesi” ve “Dinin hiçbir şeye âlet edilemeyeceğini” anlamasıdır.11
Dini siyasete âlet nereden çıktı? Batılılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı, bir kısım dindar siyasetçiler de dini, İslâm siyasetine âlet etmeye çalışmış.12 “Kur’ân’ın bir siyasetinin bulunduğunu”13 ancak, “Kur’ân’ın siyasete âlet edilemeyeceğini”14 kesin bir dille beyan eden Bediüzzaman, bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ederek derdi ki: “Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim.”15
* Birinci vazifesi Kur’ân hakikatleri neşretmek olanların siyasetle uğraşmaya vakitleri yok.16 Fırsat bulanlar, siyaseti dine dost ve âlet yapmalıdır.17
Şahıslar meslek ve meşrebi veya cemaati temsil edemezler. Dolayısıyla politikacı, kendi adına siyasete girebilir.18 Kur’ân ölçüleri içinde yaşamaya çalışanlar, politikaya tâbî ve dahil olmaz, haklı tarafa yardımcı olmalı.
Dipnotlar: 1. Kastamonu Lâhikası, s. 190.; 2. Emirdağ Lâhikâsı-1, s. 204.; 3. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 155.; 4. Safa Mürsel, Bediüzzaman Said Nursî ve Devlet Felsefesi, Yeni Asya Yay., İst., 1980, s. 221.; 5. Hz. Ali’nin Bir Devlet Adamına Emirnâmesi, (terc. Mehmed Akif) İst., 1963, s. 23.; 6. Nizamü’l-mülk, Siyasetnâme, (terc. (M. Ş. Çavuşoğlu) s. 5.; 7. Kastamonu Lâhikası, 80, 81, 139.; 8. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 185.; 9. Emirdağ Lâhikası-I, s. 57.; 10. Mehmed Kırkıncı, Siyasette Ölçü, s. 8.; 11. Tarihçe-i Hayatı, 216-224, 604; Emirdağ Lâhikası-2, s. 81.; 12. Hutbe-i Şâmiye, s. 52-53.; 13. İşârâtü’l-İ’câz, s. 84.; 14. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 155.; 15. Hutbe-i Şamiye, s. 52.; 16. Tarihçe-i Hayatı, s 609.; 17. Emirdağ Lâhikası-2: 145.; 18. Emirdağ Lâhikası-1, s. 177.
05.07.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Sigarayla intihar |
|
Sigara tiryakilerini nasihatle caydırmak zor; sigara bağımlılarını bu alışkanlıktan vazgeçirmek ise, adeta imkânsız...
Eskiden daha çok tiryakilik iptilâsı vardı. Şimdi ise, ortalığı bağımlılık felâketi istilâ etmiş durumda.
Evet, bilhassa dünya piyasalarında rekabete tutuşan fabrikasyon türü sigaralara gayet sinsî ve hileli bir şekilde sindirilen, emdirilen, yahut enjekte edilen öylesine korkunç ve dehşet verici unsurlar vardır ki, bu mereti kullananı tiryakilik seviyesinden bağımlılık derecekesine adım adım sürükleyip götürüyor.
Tiryakiler, doktor raporuyla teşhis edilen ölümcül hastalıkların pençesine düşmemek için, iradesini kullanarak kendini bir derece muhafaza edebiliyor.
Sigara bağımlıları ise, ne yazık ki bu cihetten de birer ümitsiz vak'a halini sergiliyor. Bunlar, âdeta göz göre göre kendilerini ölümcül hastalıkların pençesine terk ediyor.
Evet, yakînen tanıdığımız bazı dost ve arkadaşlarımız var ki, doktorlarının bu mânâdaki açık beyanlarına ve ısrarlı ikazlarına rağmen, bildiklerini okumaya, tüttürdüklerini solumaya aynen devam ediyorlar.
Hatta öyle ki, bu gruba giren dostlarımızdan birinin "Bu meret yüzünden yarın öleceğimi bilsem, bugün yine içerim" tarzındaki sözlerine hayret ve dehşet içinde şahit olduk.
İşte, bu bir nevi "madde bağımlılığı"dır... İşte, bu bir nevi "intihar vak'ası"dır...
Velhasıl, her iki vaziyet de, gerek dinen ve gerekse tıbben haram kılınmıştır.
Bir milyar insanın hayatı tehlikede
Dünya Sağlık Teşkilâtı yetkilileri, geçtiğimiz günlerde bu konuda önlemli bir açıklamada bulundu.
AA'nın haberine göre, söz konusu açıklamada "Tedbir alınmaması halinde, bu yüz yıl içinde yaklaşık bir milyar insanın sigaraya bağlı hastalıklardan öleceği" ifade ediliyor.
Aynı açıklamada, ayrıca şu bilgiler yer alıyor: "Sigara yüzünden yılda 5,4 milyon kişi ölüyor. Bu ölümlerin yarısı gelişmekte olan ülkelerde yaşanıyor. Sigara tüketiminin giderek artması ve yaygınlaşması sebebiyle, 20 yıl sonra bu rakamın da ikiye katlanacağı tahmin ediliyor."
Tehlikenin hızını kesmek için alınması gereken tedbirler noktasında ise, ilgili teşkilatın teklifleri şu iki maddede toplanıyor: "Vergilerin artırılması. Reklâmların yasaklanması."
Bu tarz sıkı ve radikal nitelikteki tedbirlerin uygulandığı Singapur, Avustralya ve Tayland'da müsbet bazı neticelerin alındığı da bir vakıa. Meselâ, Tayland'da yasağın uygulanmaya başlandığı 15 yıllık zaman içinde, sigara tüketimi yüzde 30'dan yüzde 18'lere düştü. Ne var ki, bu umumî belâyı defetmenin, yahut zararını asgariye indirmenin tek yolu kànunlar, yasaklar değil.
İşin bir de tıbbî ve mânevî yönü vardır ki, en önemlisi de bunlardır. Bu tedbirlerin ise, tâ küçük yaşlardan itibaren insanlara ikna edici metodlarla telkin edilmesi ve irade kuvvetlerinin geliştirilmesi lâzım.
Aksi halde, insanlar irade zaafiyeti sebebiyle, bile bile ve göz göre göre kendilerini sigaranın öldürücü dumanına terk edeceklerdir.
İdam tutarsızlığı
MHP lideri Devlet Bahçeli'nin seçim meydanındaki kalabalığa doğru tutup idam ilmeği fırlatması, bazılarına ne kadar hoş ve coşkulu geldiyse, bazılarına da en az o derece itici ve nâhoş gelmiştir.
Bu da bir yana...
Ancak, Öcalan'ın idamı konusunda söz söyleyecek en son kişi, herhalde yine Bahçeli olsa gerektir.
Zira, siyaseten tâ başından beri o bu işin sade istismarını yapıyor; başka bir şey değil.
"Barajı aşması halinde..."
Medya ordusu adeta seferber olmuş, Türkiye'yi bölge bölge, il il dolaşıyor. Meslektaşlarımız, güya seçmenin nabzını yokluyor; topladıkları bilgileri günü gününe merkeze yolluyorlar.
Bilhassa büyük gazetelerde hemen her gün üç–beş seçim bölgesinin genel durumu hakkında bilgiler çıkıyor.
Ancak, hemen hepsinin de DP hakkında şöyle ortak bir noktaları var: "Eğer barajı geçerse, DP buradan bir veya iki milletvekili çıkarabilir."
Meselâ, son üç–dört gündür Vatan, Milliyet, Hürriyet ve hatta Yeni Şafak'ta yayınlanan bilgi ve tahminlere göre "barajı aşması halinde" DP'nin Muş, Ağrı, Diyarbakır, Aydın, Trabzon, Ordu, Samsun, Bursa gibi yerlerden, büyüklüğüne göre bir, iki veya üç milletvekili çıkarabileceği ifade ediliyor.
Aynı tarz bilgiler, daha evvel Antalya, Isparta, Şanlıurfa, Mardin, Batman, Van, Afyon, Kütahya, Niğde, Adana, Manisa'daki muhtemel seçim sonuçları için de yayınlandı. Geri kalan illerde de benzeri bir durumun ortaya çıkacağını tahmin etmek zor değil.
Türkiye'de 85 seçim bölgesi olduğuna ve hemen her seçim bölgesinden ortalama bir veya iki milletvekili çıkarabildiğine göre, DP barajı neden aşamasın ki?
Acaba, bu tarz propagandalar kasıtlı mı yapılıyor diye, düşünmeden edemiyor insan... Bu vesileyle, bundan bir buçuk sene evvel yayınlanmış bir anketin sonuçlarını yeniden dikkatinize sunmak istiyoruz.
İşte size 17 Ocak 2006 tarihli Vatan gazetesinde DYP (DP) hakkında yapılan seçim değerlendirmesi ile beş bine yakın seçmenle yapılmış anket sonuçlarının büyük partilere dağılım oranı.
"DYP, kırsal oylarla yükşelişte...
"Anketin sürprizlerinden biri de, DYP'deki (DP) yükseliş trendini göstermesi. 3 Kasım 2002 seçimlerinden 42 gün sonra, 'Allah yardımcımız olsun' diyerek Tansu Çiller'in koltuğuna oturan Mehmet Ağar'ın DYP'ye kazandırdığı ivme, bugün rakamlarla ortaya çıkıyor. Kırat'ın yeni süvarisi, 2002'de 9.5'lik oy oranıyla baraj altında kalan partisini bugün yüzde 13.5'e çıkarmış durumda. Oy artışı, yüzde 4. AKP'nin yaptırdığı anketlerde oy oranı yüzde 8 olarak verilen DYP'nin, oy oranı bunun çok üzerinde. Sık sık çıktığı yurtiçi gezilerinde binlerce kişiyi miting alanlarına toplayan, özellikle tarıma dayalı ekonomilerin hakim olduğu kentlerde köylü nüfusun yaşadığı sıkıntılara duyarlılık gösteren Ağar'ın, sessiz ve derinden gidişi ilk kez Vatan anketinde tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor."
05.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ayrılık en çok acı veren hayat halidir.
“Ölüm Allah’ın emri şu ayrılık olmasaydı” diyen şair, ayrılığın acı hicranını dile getirmiştir.
Birçok küskünlük ve dargınlıklar ile neticelenir.
Hüzün verir, keder verir, ıstırap verir.
Acıdır ayrılık.
Ayrılanı ve ayrı kalanı da içten içe yakar.
Gurbet elleri, dost hasreti, inadından ayrılıktan zevk alan insanlara vardır.
Onu bir murat alma şekline dönüştürüp intikam hissini tatmin etme şekline döndürenler de olur.
Halbuki şefkat ve merhametin gereği, ne olursa olsun terk etmeme, mutlaka ortak bir noktayı bulma gibi pozitif yaklaşımlar varken, o inat ile ayrılığı ve küskünlüğü, hatta kötü zannı hayatına ortak etmeye çalışır.
Dünya bu.
Hele insan. Anlatılmaz ve anlaşılmaz halleri vardır.
Başkalarına arslan kesilen nice insanlar vadır ki kendi kendine kaldığında iç muhasebesi yaparken bunun farkına varır.
“Ben neden yaptım?”
“Neden kızdım?”
“Neden ayrıldım?”
“Neden üzdüm?” diye hayıflananlar da olur.
Bunun panzehiri insaftır.
Büyükler öyledir.
“Başkalarını sık sık affedin” diyen merhum Zübeyir Gündüzalp, “Kendinizi ve nefsinizi asla affetmeyin” demişti.
Zira “Büyüklüğün şe’ni, tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir (çocuk mizaçlı şeyh). Siz de büyük tanımayınız” diyen Bediüzzaman Hazretleri, ayrılıkların kaynağının “ben”lik olduğunu belirtir.
Tarihte yüksek mefkureleri ve orduları yakan ve yıkanın, bu ayrılıklar olduğuna şahit olmaktayız.
İşte, yiğidi falan-filan bitirmez. Ayrılık bitirir.
05.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Hadis nakli üzerine |
|
İstanbul’dan okuyucumuz:
*“Bazen sohbetlerimizde hadislerin tam metnini hatırlayamayıp, mânâ olarak naklediyoruz. Mânâ ile hadis rivayet etmek caiz midir?”
Hayatımızda, konuşmalarımızda, davranışlarımızda Peygamber Efendimiz’in (asm) sözlerinden feyiz almak, örnekler vermek, yol göstermek, onu rehber görmek ve göstermek sünnet üzere istikamet arayışımızın birer mahsulü ve eseri değil midir? Temelde yaklaşımımız istikameti bulmak olduktan ve niyetimiz halis bulunduktan sonra—inşallah—hatalarımızdan ve unuttuklarımızdan dolayı muaheze edilmeyiz, yani halis niyetimiz inşallah bağışlanmamıza yeterli olur. Cenâb-ı Hakk’ın “Rabbimiz! Bizi hatalarımızdan ve unuttuklarımızdan sorumlu tutma!”1 âyetiyle öğrettiği duâ çerçevesi inşallah acziyetimizin elinden tutar.
Hadis âlimleri çalışmalarında hadis lâfızlarının sıhhat derecesine çok ehemmiyet vermişler, Peygamber Efendimiz’in (asm) hadislerini mümkün mertebe mübarek ağzından döküldüğü kelimelerle almaya özen göstermişlerdir. Hadis Usûlü ilmi, bu ölçülerle doludur. Kılı kırk yaran kriterlerin tespitinde tek hedef, Peygamber (asm) sözüne yalan ve uydurma söz karıştırmamak ve Peygamber Efendimizin (asm) sözlerini bütün safiyetiyle derleyip toparlayabilmektir. Çünkü bir yandan Peygamber Efendimiz’in (asm) “Kim bana yalan söz isnat ederse, Cehennemdeki yerine hazırlansın”2 sözündeki şiddetli uyarısı azamî titizliği emrederken; öte yandan, “Benden bir söz işiten ve onu güzelce belleyip işittiği gibi başkasına ileten kimsenin Allah yüzünü ak etsin” hadisindeki rahmet duâsı, doğru hadis naklini emrediyordu. Hadis uleması da Peygamber Efendimiz’in (asm) hadislerini mümkün olan en doğru sıhhat ölçüleri içinde derleyip toplayarak, ayıkladılar ve sıhhat derecelerine tabi tuttular. Bu gün elimizde bulunan ciltlerle hadis külliyatının hemen hepsi böyle titiz çalışmaların mahsulüdür. Allah yüzlerini ak etsin. Âmin.
Temel mes’ele hadisin vurgu yaptığı mânâyı kavramak olunca; mânâ ile hadis rivayetinin, daha sahabe döneminde âdeta bir mecburiyet halinde yapıldığını görüyoruz. Çünkü sahabeler hadisleri gerektiğinde yıllar sonra rivayet etmişler ve tabiî olarak yıllar önce söylenmiş olan ve bizzat kendi kulaklarıyla işittikleri bazı sözleri lâfız itibariyle hatırlayamadıklarında, mânâ itibariyle rivayet etmek zorunda kalmışlardır.
Meselâ sahabeden Ebû Saîd el-Hudrî (ra) şöyle demektedir: “Hazret-i Peygamber’in (asm) etrafında sekiz on kişi oturur, onu dinlerdik. İçimizden ondan dinlediklerimizi aynen tekrar eden belki iki kişi çıkmazdı. Fakat hepimizin de tekrar ettiğimizde mânâlarda hiçbir fark olmazdı.”3
Tâbiî’nden Hasan-ı Basrî (ra) kendisine: “Bu gün bize bir hadis rivayet ediyorsun; ertesi gün aynı hadisi başka lâfızlarla naklediyorsun” diyen birisine şu cevabı vermiştir: “Manada isabet etmişsem, bunda hiçbir mahzur yoktur!”4
Meşhur Tabiî’nden Muhammed bin Şirin (ra) ise şöyle demiştir: “On kadar sahabeden hadis işittim. Hepsi de lâfızlarda ihtilâf ederlerdi. Fakat mânâ aynı idi.”
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri ise, “Nakl-i hadîs-i bi’l-mânâ câizdir” diyerek, hadisleri yalnız mânâları ile nakletmenin caiz olduğunu bildirmiştir.5 Bizim için hadisleri mânâları ile nakletmek zaten bir zaruret halinde bulunmaktadır. Çünkü hadis metinleri Arapça’dır. Arapça metni tercümeye başladığınız anda, lâfızların yerine koyduğunuz kelimeler, lafızların aynı değil; lâfızları karşılayan mânâlardan ibaret olacaktır. Bütün tercüme ve meâllerde aynı derecede mânâ ile nakil zarureti söz konusudur.
Netice itibariyle ana metnin içerdiği mânâya sadık kalmak; haramı helâl, helâli haram yapmamak, tahrif etmemek ve gereken dikkat ve titizliği göstermek şartıyla; hadisleri mânâ ile nakletmek sahihtir ve caizdir.
Dua
Ey zalimleri helâk eden! Ey kibirlileri alçaltan! Ey burnu büyüklerin burnunu sürçen! Ey günahkârları tövbeye davet eden! Ey tövbekârları affeden! Ey affettiklerini yükselten! Ey yükselttiklerini rızasına alan! Ey tövbe kapısını kıyamete kadar açık tutan! Ey Hafıd-ı Muarra! Bizi zulmedilmekten ve zulmetmekten alı koy! Bizi kibirden, riyadan, gururdan, büyüklenmekten koru! Günahlarımızı bağışla! Bizi tövbekâr kıl! Katında bizi alçaltma! Bizi rızana yükselt! Âmin!
Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi, 2/286 2- Buhârî, 1/90 3- Bağdâdî, Kifâye, s. 205 4- a.g.e., s. 200 5- Mektûbât, s. 89
05.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Aynı tuzak |
|
ABD’nin Arap dünyasındaki siyasî süreçlere yönelik politikalarını değerlendiren bir yorumcu, gözlemlerini şöyle sıralıyor:
“Yemen, Moritanya ve Ürdün örneklerinde Arap rejimleri Müslüman Kardeşler hareketini hazmederek tanımaya yönlendiriliyor. Müslüman Kardeşler’in mevcut bir siyasî parti sıfatıyla tanınmadığı Mısır’da bile onların seçime katılmalarına imkân sağlanıyor. ABD Irak’ta—siyasal İslâmın temsilcilerinden—Şiî kökenli İslâmî hareketle çalışıyor.” (Gazi Dahman, Hayat gazetesi, 1.1.06; iktibas eden: Radikal, 3.1.06)
Bu gelişmelerin, ABD’nin İslâmî oluşumları denetime alma yaklaşımına ilişkin çeşitli soru işaretleri doğurduğunu belirten yazar, şunu soruyor: “Bütün bunlar Türkiye’deki iktidar modelinin bir uzantısı anlamına mı geliyor?” (...)
Planın dayandırıldığı temelin, “cemaatleri siyasallaştırma” olması dikkat çekici. Yazarın bu plandan söz ederken “İslâmî örgüt oluşumlarını denetime alma” ifadesini kullanması da. Ve buradan çıkarılacak netice, cemaatleri denetime almanın en etkili yollarından birinin onları “siyasallaştırmak” olduğu. Nitekim Türkiye’de bu plan başarıyla işledi. ANAP’la başlatılan ve “ticarîleştirme” boyutu da eklenerek sürdürülen operasyon, daha sonra RP, ardından en gelişmiş ve kapsamlı şekliyle AKP üzerinden devam ettirilerek bugünkü noktaya getirildi.
Bir “ara durak” olarak RP için aktaracağımız anekdot, bu açıdan son derece anlamlı.
Erbakan liderliğindeki RP’nin “kitleselleşme” rüzgârlarıyla “yükseliş”e geçtiği 1994’te Amerikan yönetimine Yabancı İlişkiler Konseyi tarafından sunulan raporda şöyle deniliyordu:
“Türkiye’deki İslâmî grup olarak bu parti, kitle partisi olma yolundadır. Dünyevî hale gelmiştir. Temas kurulabilir.” (Yeni Asya, 22.10.1994; ayrıca Din ve Siyaset kitabımız, Yeni Asya Neşriyat: 1996, s. 30)
Bu süreci, en önemli hedefi “dindarları dünyevîleştirmek” şeklinde ifade edilebilecek olan Kemalizm açısından yorumlayan Şerif Mardin’in AKP iktidarını “Kemalizmin başarısı” olarak nitelemesi de (Vatan, 30.9.03) düşündürücü. Keza, askerlere yakınlığıyla tanınan bir yazarın “Atatürk devrimlerini özümsemeden kalan bir grup vatandaş AKP iktidarında kazanılabilir” (M. Ali Kışlalı, Radikal, 24.12.05) yaklaşımı da. İsrailli diplomat Alon Liel’in “Erdoğanizm” diye yeni bir ideoloji uydurup, bunu “Kemalizmin güncellenmiş versiyonu” olarak nitelemesi ve İsrail'in önemli siyasî liderlerinden Şimon Peres’in Edoğan için “İslâmın çağdaş dünya ile ilgili tabularını yıkmak için çok önemli bir rol üstlenebilir” demesi de. (...)
RP, 28 Şubat’la noktalanan iktidar yürüyüşü öncesinde “Amerika düşmanlığını terk edin. Aşırı siyonizm muhalefetini dengeleyin. İran’a karşı net bir tavır ortaya koyun” gibi okyanus ötesi telkinlere muhatap oluyordu. Erbakan bu telkinlere “ABD ile birlikte çalışmaktan memnun oluruz” diyerek ve iktidarında İsrail’le ilişkileri, o zamana kadar görülmemiş ölçülerde geliştirerek mukabele etti. Ama “işi biter bitmez” alaşağı edildi. Ve kendisiyle birlikte, kaderini partiye endekslemiş cemaatler de ağır darbe yedi. Vaktiyle RP’nin düşürüldüğü tuzak, şimdi AKP, içeride ona destek veren cemaatler ve İslâm dünyasında AKP’yi model almaya teşvik edilen diğer gruplar için de söz konusu. (5.1.06)
05.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İngiltere’de sigara, Türkiye’de başörtüsü yasak! |
|
“Muâsır medeniyet seviyesi”ne ulaşan ülkeler ile bu hedeften uzaklaştırılmak istenen ülkemiz arasındaki fark, her hadise sonrası biraz daha netleşiyor. Bakınız, meselâ İngiltere ‘sigara’yı yasaklarken, Türkiye’de ‘başörtüsü’ yasaklanıyor.
“Kamusal alan” sözleriyle başörtülü öğrencileri üniversitelere sokmayanlar, imkân ve fırsat bulsa aynı başörtülülerin sokaklarda da gezmesine mani olmak isterler. “Yok, bu kadarını da yapmazlar” diyenler olabilir. Ama yaşanan hadiseler, daha da fazlasını yapmak isteyen art niyetlilerin varlığını haber veriyor.
Art niyetli olanlar, başörtüsüne ‘türban, siyasî simge’ gibi kılıfları takarak, güya gerçek anlamda başlarını örtenlere bir şey demediklerini iddia ederler. Neymiş, eskiden böyle başörtüsü takanlar yokmuş! Neymiş, ninelerimiz başlarını böyle bağlamıyormuş! İyi de, siz o ninelerinize başlarını niye bağladıklarını hiç sordunuz mu? Onların başörtüsü bağlama şekli farklı da olsa, işin özünde ‘tesettür emri’ yatmıyor mu? Onlar da başörtülerini ‘inançları gereği’ takmıyor mu? Nasıl ki, ‘etek’lerin modeli değişiyorsa, başörtüsünün de modeli değişemez mi? Maksat, ‘tesettürü temin’ değil mi? Niçin ‘şekle’ takılıp kalıyorsunuz? Yoksa maksat başka mı?
“İmkân ve fırsat bulsalar, başörtülülerin sokaklara çıkmasına da müsaade etmek istemezler” tesbiti hayalden ibaret değildir. Yakın geçmişte, bir üniversite rektörü, sırf başörtülüler var diye bir toplantı salonunu terketmemiş miydi? Bu anlayıştaki yasakçılar, imkân ve fırsat bulsa yasağı sokaklara da taşımak istemez mi? Nitekim, geçmiş dönemin Milli Eğitim Bakanlarından biri, “Başörtülüler sokaklarda serbestçe gezebiliyor ya!” demek sûretiyle, başörtülülere sokakları da yasaklamak istediklerini ihsas ettirmişti.
Türkiye’de bu şekilde ‘çağ dışı’ uygulamalar devam ederken, İngiltere de ‘kamusal alan’da yeni bir yasak uygulamaya koydu. Ama onlar ‘başörtüsü’ne değil, ilmen ve tıbben insan sağlığına zararlı olan, içenlerin de kurtulmak istediği ‘sigara’ya yasak koydu!
Artık İngiltere’de iş yerlerinde ve hatta bina kapılarının önündeki sundurmaların ya da stadyumlardaki kapalı tribünlerin altında bile sigara içmek yasak hale getirildi. (Yeni Asya, 2 Temmuz 2007)
Şu çelişkiye bakar mısınız: İngiltere’de ‘sigara’ya ‘kamusal alan’da yasak uygulanırken, Türkiye’de ‘başörtüsü’ne benzer yasak uygulanıyor! Sigara öyle bir ‘belâ’ ki, içenler de bu alışkanlıktan muzdarip. Bu ‘belâ’dan kurtulmak için malını, mülkünü vermek isteyenler çıkabiliyor. İnsanın, “Böyle yasağa can kurban” diyesi geliyor. Gerçekten de, bu ve benzeri uygulamalar, muhatap olanların da desteğini alabilir. Nitekim, Türkiye’de de kapalı mekânlarda sigara içme yasağı uygulanıyor ve bu uygulamadan sigara içenler de şikâyetçi değil. Çünkü sigaranın zararını, en iyi içenler biliyor.
Peki, ya başörtüsü yasağı? En temel insan hakkı olan eğitim hakkını da dolaylı olarak engelleyen bu yasağı Türkiye hak ediyor mu?
05.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|