|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Mehmet Emin Birinci |
|
Risale-i Nur’u neşir hizmetinin öncü kadrolarından ve isimsiz kahramanlarından Hakkı Yavuztürk’ü geçtiğimiz 6 Ocak günü Eyüp Sultan kabristanından ahirete yolcu ettiğimizde, muhterem Mehmet Fırıncı, “Biz, Muhsin Alev, Mehmet Emin Birinci, Ahmet Aytimur, Üzeyir Şenler ve Hakkı Yavuztürk’le bir ekiptik. Ahirete ilk gidenimiz Hakkı Ağabey oldu” demişti.
Üç ay geçmeden, bu kadrodan bir isim daha aramızdan ayrılarak Hakkın rahmetine kavuştu. Muhterem Mehmet Emin Birinci de imtihan meydanı olan bu dünyadaki hizmetini tamamlayarak terhis belgesini alanlar arasına katıldı.
Birinci’nin, Yavuztürk’ü evinde hasta yatağında ziyaret ettikten kısa bir süre sonra hastaneye yattığını daha önce yazmıştık. Aslında kendisi “İnsanlar boşuna telâş etmesinler, gerek yok” diyerek, bunun duyurulmasını istemiyordu. Ama duaya vesile olması düşüncesiyle yazdık.
Onu yakından tanıyanlar, en hassas olduğu konulardan birinin namaz olduğunu yakından bilirler. Nitekim birlikte çalıştığımız yıllarda gazeteye geldiğinde, namaz vakti girdiyse herkesi geciktirmeden namazlarını kılmaları konusunda uyarmayı kendisine adeta vazife edinmişti.
Bu hassasiyeti kendi hayatında da son ânına kadar devam ettirdi. Öyle ki, hastalığının en ağır ve şiddetli anlarında bile namazlarını kılabilmek için olağanüstü gayret gösterdi. Ve o halinde dahi ziyaretçilerine namazla ilgili tatlı ikazlarını devam ettirdi.
Doktoru Said Çeleğen'in anlattığına göre, artık sekrerat sürecine girip kendisini tamamen kaybettiği son dakikalarında can emanetini teslim etmeye kıpır kıpır dudaklarındaki Allah zikriyle hazırlanırken, öğle ezanının okunması üzerine abdest alır ve namaza durur gibi hareketler yaptıktan sonra son nefesini verdi. Ve böylece namazla haşır neşir bir hayatı yine namazla noktaladı.
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz” sözündeki gerçeğin dünya hayatı boyutunda müşahhas bir misalini bu şekilde gösteren Birinci, şüphemiz yok ki, haşir sabahına da namazla gözlerini açacak.
Ne mutlu ona ve onu örnek alanlara...
18 yaşından itibaren hizmete adanmış ömründe, örnek alınması gereken önemli başka özellikleri de vardı. Hizmeti zor şartlarda omuzlayıp çilesini çekenlerdendi. Birçok kez gözaltına alınıp tutuklanmış, hapis yatmıştı. Yeni Asya’yı kuran ekipten ve “Üç Mehmetler”den biriydi.
Son Şahitler’de yayınlanan hatıralarında da görüleceği üzere, üslûp sahibi bir ehl-i kalemdi. Ama nedense bu yönünü pek kullanmadı ve öne çıkarmadı. Buna karşılık, birbirinden güzel nurlu şiirlere imza atmaktan da geri durmadı.
Senelerce birlikte hizmet ettiği Zübeyir Gündüzalp’in vefatının 36. yıldönümünden bir gün sonra Gündüzalp’e ve Üstadına kavuşan Birinci ile ilk kez, 1970’li yılların ortalarındaki İstanbul ziyaretimizde Nurtaşı’nda karşılaşıp, misafiri el üstünde tutan ikramperverliği ile tanışmıştık.
Sonraki yıllarda, Cağaloğlu Yerebatan Caddesindeki gazete binasının en üst katında bulunan özel odasında yazı çalışmalarımız olmuştu.
Son kucaklaşmamız, geçen Kasım’da İstanbul İlim ve Kültür Vakfınca tertiplenen uluslararası Risale-i Nur toplantısının kapanış davetinde oldu.
Ruhu şâd, mekânı Cennet olsun.
05.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Trabzon’da üç gün- 2 |
|
Uzun yıllar kamuda görev yapmış ve hâlâ Trabzon’un nabzını tutan Trabzon Emniyet Müdürü Arif Akkale’yle konuşuyoruz. “Trabzon’un hassasiyetleri var” diyor. Bunları, “Vatan, bayrak ve misak-ı millî” olarak sıralıyor.
“Kötü niyetli insanları, iyi hasletliler düzeltecektir” dedikten sonra Trabzon’un bu kadar ilgi çekmesinin nedeni olarak, “magazin habere merak var. Ayrıca kültürel zafiyet” diye ekliyor. Halkı ve basını iyi gözlemleyen yönetici, görünen sıkıntıları da şöyle sıralıyor:
-Her sokakta internet
-Tahsilsizlik, işsizlik ve boş gezmek,
-Rusya’dan gelen kadınlar
Muhtarlarla yapılan mutat görüşmelerde bu sıkıntıların fazlasıyla gündeme geldiğini belirtiyor. Çare olarak; “ahlâk ve kültür” tahribinin önlenmesinin yanı sıra medyanın kendine abartısız bir rol biçmesi gerektiğini vurguluyor.
Genellikle olumsuz ve dikkat çekici haberlerle kamuoyunun yönlendirildiğini belirtiyor. Bu dar ve az gelişmiş bölgede, ailenin çocuğunu kontrol edemediğinden yakınıyor. Kuzey Anadolu’nun merkezî olması, nüfus sirkülasyonu, deşifre suçlar ve medeni şehrin iç içe girmiş durumda olduğunu belirtiyor.
Sorumluluk içinde duyarlı ve toplumun reflekslerini olumlu tutmanın gereğine değinen Akkale, gençliğin ihmal edildiğini vurguluyor. İnternet kafelerin ders çalışmayı bitirdiği gibi, saatlerce ev ortamında bile internete takılan gençlerin robotlaştığını, duygusuzlaştığını anlatıyor.
“İnsan olduğumuzu unutmadan” sözünün arkasından “hem hatalarımızı, hem de doğrularımızı görmek zorundayız” değerlendirmesini yapıyor. “Gençlere ve çocuklara oyun, spor ve yeşil alan açmalıyız” derken, ihmal edilmiş sosyal aktivitenin ne denli gerekli olduğunu ortaya koyuyordu. Akkale, ekmek ve aile sıcaklığı vereceğimiz ortamların, moral değerlerle birlikte sunulmasının önemine dikkat çekiyor.
Günebakış Gazetesi haber Koordinatörü Ahmet Yoloğlu, “Trabzon nedir?” sorumuza farklı bir yaklaşım katıyor. Ana kırılma ve etkenin ekonomi olduğunu, jeopolitik etkinin baskısı altında, Trabzon’un “Türkiye üzerindeki planlar için orijinal” konumuna değiniyor. İpekyolu üzerinde bulunması, havaalanı, liman ve üniversite altyapısına sahip olması, doğu Karadeniz’in başkenti olması sebebiyle buradaki olayların dalga boyunun fazla olduğunu, refleks verme potansiyelinin varlığına dikkat çekiyor.
Yoloğlu, bölgesel yayının dışında İstanbul ve Ankara’da gazetelerinin okunduğunu belirtiyor. “Birileri, Trabzon’u Diyarbakır ile eşleştirmeye, simetrik refleks oluşturulmaya çalışılıyor” diyor. “Trabzonlu oyunu fark etti” diye ilâve diyor ve devam ediyor Yoloğlu, “Cinayetin Trabzon’la bağdaşmayacağını papazla fark etti. Hrantla bir daha kendini değerlendirmeye aldı. Buna dayalı aydınlar toplantısını yaptı. Trabzon’un hak etmediği değerlendirmeleri çözme ve aşma iradesini ortaya koydu” dediğinde, analitik bir mantığın detaylarını da bizimle paylaştı.
***
Giresun dönüşü Espiye ilçesine varmadan yol üzeri gece 23:30 sularında çay molası veriyoruz. Büfede çay veren gencin yanında, iki arkadaşı daha duruyor. Eren, meslek yüksek okulunda okuyor. Çay büfesi işleten Cemal İmam hatip, diğer arkadaşları Gökhan ise ortaokul mezunu. Sessizce sohbeti dinliyorlar.
Gençlere, gelecek ile ilgili ne düşündüklerini soruyorum. Endişelerini dile getiriyorlar. Daha enteresanı, şahsi ve bencil bir noktadan bakmayan konuşmaları, bana farklı bir pencere açıyor.
Yabancıların, özellikle Avrupa ve Amerika’nın ülkemize çok zarar verdiğini, Müslüman oldukları için dışlandıklarını belirtiyorlar. Ancak, tepkili değiller. Çare bilmemenin saflığındalar. Sanırım önemli bir kesit bu. Bölgedeki gençlere doğru ve sağlıklı bir rehberliğin gerektiği ortada. Neticede gençleri olumlu ve sorumlu gördüm.
Aksakal Kitapevi sahibi Recep Aydın ise, “Biz, halk olarak huzuru kaçıracak hiç bir eyleme müsaade etmeyiz” diyor.
05.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Milliyetçiliğin ürettiği uluslar |
|
Bugün aslında varlığı kalmayan birçok ulus yeniden üretilmiştir. Bu noktada uluslaştırma projesinde iki dayanak noktası var. Bunlardan birisi kan, diğeri de dil. Günümüzde artık kan safiyeti veya arılığı veya duruluğu kalmamıştır. Buna rağmen yine de Almanya gibi ülkeler vatandaşlık bağını kana dayandırıyorlar. Bununla birlikte en azından gayri Almanlar arasında Alman vatandaşlığı alacaklara muayyen düzeyde Almanca şartı getiriyorlar. Böylece yabancılığı aşmak için ortak bir bağ üretmeye çalışıyorlar. Bu tabiî ki kan bağı değil kültürel bağdır. Dili de yabancılar için kan yerine geçirmek istiyorlar.
Esasen şu bir gerçek ki ihtilat veya karma hayatlar sebebiyle ne dilde ne de kan bağında arılık veya sâfiyet kalmıştır. İzdivaçlar yoluyla kan bağı zedelenmiştir. Geriye dil bağı kalıyor. Esasen dil üzerinden bir milliyetçilik üretmek de aynı şekilde defolu ve kusurlu bir yaklaşımdır. Günümüzde bütün diller de yine sosyolojik izdivaç yoluyla birbirinden kelime, kavram devşirmiştir. Sözgelimi bugünkü Farsça neredeyse Arapça’nın istilası veya hakimiyeti altındadır. Bugünkü Farsça’nın bu anlamda Sasani Farsçasıyla fazla bir alâkası kalmamıştır. Buna bir Müslüman gözüyle hatta sosyolojik bir vakıa olarak baktığınızda yadırganacak bir husus yoktur. Fakat ırkçılık ve ırkî arındırma açısından ve damarıyla baktığınızda hazmetmeniz mümkün değildir.
Irkçılar tersini yapmaya çalışsalar da bugünkü dünya itibarıyla din ve kan arılığına ulaşmak mümkün değildir. Tabiat nasıl bekâretini kaybetmişse, tabiatın üzerinde yaşayanlar da bir şekilde sâfiyetlerini kaybetmişlerdir. Aksini iddia eden sadece birini diğeriyle değiştirir. Irak işgali sonrasında Irak’ın kuzeyinde Kürdistan bölgesinde Arapça’nın yerini ikinci dil olarak İngilizce’nin alması gibi. Zira dünyanın realitesinde mahallî dillerin yanında baskın kültür ve medeniyet dilleri de vardır. Geçmişte uluslar arası anlamda diplomasi ve kültür dili bir parça Fransızca idi, günümüzde de onun yerini İngilizce almıştır. Ama Müslümanlar arasında hem anlaşma ve hem de kültür dili Arapça’dır. Kim olursa olsun Arapça’dan yüz çeviren Müslüman bir kavim veya millet aslına sırt çevirmiş ve redd-i mirasta bulunmuş olur. Bu onun kültürel kimlik tercihini de ortaya koyar.
***
Bu iddiamızın en tipik örneklerinden birisi Türklere ve Müslümanlara karşı çıkan Avustralyalı ırkçı milletvekilinin aslen Türk ve Ortadoğu kökenli çıkmasıdır. 13 Şubat tarihli (2007) gazetelere göre, Avustralya’da ırkçı görüşleriyle tanınan One Nation partisinin eski lideri Pauline Hanson’ın kanında Türk geni çıktı. Yabancı düşmanı konuşmalarıyla tepki toplayan Hanson, yapılan DNA testi sonucunda Ortadoğu kökenli olduğunu öğrenince şok geçirmiştir. Hanson, soyunun nereden geldiğini öğrenince de “çok şaşırdığını” ve “hayretler içinde kaldığını” söylemiş.
Hanson’ın izniyle “The Sunday Mail” gazetesi tarafından yaptırılan DNA testinin sonuçları zengin ve çok kültürlü bir geçmişe kadar gidiyor. Test sonuçları Hanson’ın yüzde 9 Ortadoğulu, yüzde 32 İtalyan, Yunan ve Türk karışımı ve yüzde 59 kuzey Avrupalı olduğunu gösteriyor. Sonuçları öğrenince kafası karışan Hanson, bu geçmişi “tecavüzlere” ve “savaşlara” bağlamaya çalışmıştır. Hanson, yine de bu gerçeğe karşı çıkmayacağını belirterek “Kim olduğumu öğrendim” demiş. Ama Hanson yine de yani inadına siyasî görüşlerini değiştirmeyeceğini vurgulayarak, sözlerini şöyle noktalamış: “Bunu benden kimse istemesin. Sadece yüzde 9 Orta Doğulu olabilirim, ancak gördüğünüz bu kız yüzde yüz Avustralyalıdır.” Halbuki bu durumda ırkçılığa tövbe etmesi gerekmez miydi?
“Avustralya geleneklerini yok ettiklerini” söyleyerek Müslümanlara saldıran Hanson, kendi soyunun ise İngiltere ya da İrlanda’dan geldiğine yüzde yüz inanıyordu. Dolayısıyla kavimler mahşeri olan dünyada kendi soyundan veya sopundan bu kadar emin olmamak lâzım.
***
Asıl hayret edilecek şey, insanın bilerek veya bilmeyerek kanını taşıdığı uluslara milliyetçilik damarıyla düşmanlık beslemesi, hasım kesilmesi yani daha yalın bir ifadeyle kendi kökenine yani kendisine düşman kesilmesidir. Ontolojik olarak insanın Allah’a kafa tutması ve hasım kesilmesi gibi. Yasin ve Nahl sûrelerinde Cehab-ı Hakk’ın tekraren vurguladığı gibi, yaratılmış olduğu halde insan yaratıcısına kafa tutar. Irkçılık da sosyolojik düzeyde böyle bir şeydir. İnsan ırkçılık adına kendi kanına ve köklerine yabancılaşabilir. Hatta düşman kesilebilir. Dolayısıyla ırkçılığın en büyük zararı yine ırkınadır. Miloseviç, Hitler ve benzerlerinin yaptığı gibi...
05.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kâinatı ayakta tutan sır |
|
Şu fânî dünyada imanın bir nuru olan ve bu sayede insanın önüne sonsuz bir nimet, saadet ve lezzet sofrası açılan sevginin yerine konulabilecek ikinci bir duygu var mıdır?
Sevme ve sevilmenin olmadığı bir dünya düşünebiliyor musunuz?
Kâinat sevgiyle ayakta durur. Herşey o manevî çekim gücüyle birbirine bağlanır. Kuş yuvasına, anne yavrusuna, hayvanlar bitkilere, insanlar birbirlerine sevgiyle koşar.
Sevgi temel, ruhun çiçeği, aklın direğidir. Sevgi en güçlü silahlardan daha etkilidir.
Civcivler annelerinin etrafında niçin dolaşıp dururlar? Arılar binlerce çiçeği bıkmadan usanmadan nasıl dolaşır? Yırtıcı kaplan yavrusunun önünde niçin diz çöker? Sevgi sebebiyle. Mevlâna, “Şah bile sevgiye kuldur, köledir” der.
Sabah akşam gürültü patırtı kopan bir ev düşünün! Küçüğün büyüğün tanınmadığı, küçüğün ezildiği, büyüğün horlandığı bir toplum hayal edin! Birbirlerine yan gözle bakan, birbirlerinin kuyusunu kazan, bölük pörçük olmuş bir millet farz edin! Çekilen sıkıntı, acı, üzüntü ve ıztırapları anlamada güçlük çekmezsiniz. İlâcı, sevgidir.
Sevgi huzur kaynağıdır. Sevgiyle gönüller coşar, yüzler güler. Yavrusunu bağrına basan annenin gülümsemesinden sevginin ne kadar tatlı olduğunu anlamakta gecikmezsiniz.
Hayatın tadı ancak sevgiyle alınır. Sevgi dolu insan, yaşadığının farkına varabilen insandır. Sevgi dolu insan mutlu insandır.
Sevgiyle insan güçlüklerin üstesinden gelir. Sevgiyle insan bencilliğin yalnızlığından kurtulur. Sevgiyle birlik, beraberlik ve dayanışmanın zevkine varılır.
Kâinatın Efendisi (asm) buyururlar ki: “İnananlar birbirlerini sevme ve merhamet etmede bir vücuda benzerler. Vücudun bir organı hastalandığında diğer organlar uykusuz kalıp yardımına koşarlar.”
O zaman her bir mü’min vücudumuzun bir hücresi olur. Her bir toplum bir organdır; gözümüzdür, kulağımızdır, elimizdir, ayağımızdır.
Gözümüz ağrıdığında çıkarıp atıyor muyuz? Ayağımız yaralandığında “Neme lâzım!” diyebiliyor muyuz?
Öyleyse her bir kardeşimizin, vücudumuzun bir hücresi, bir organı olduğunu düşünüp ona göre hareket etmekle başbaşayız.
İmanın gereğidir bu. Birbirlerini sevenler dertlerine, ıztıraplarına ve sevinçlerine ortak olurlar. Peygamberimiz (asm), “Birbirinizi sevmedikçe tam îman etmiş olamazsınız” buyurmuyor mu?
Seven, sevginin gereğini de yapmalı.
05.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Kur'ân, “Peygamberin (asm) ahlâkını alın” der |
|
Günümüzde alttan alta sürdürülen polemik mevzuların başında “Sünnet-i Seniyye ve hadis-i şerif”ler gelmektedir. Kur’ân’ın mübelliği, ilk ve orijinal müfessiri, Şâri-i Hakîki’nin marziyâtının açıklayıcısı Peygamberimizi (asm), adeta aradan çıkarma fitneleri sürdürülmektedir. İddiâ şu:
“Tek kaynak Kur’ân’dır. Onun dışında kimse hüküm koyamaz. Biz, Kur’ân’dan istediğimizi çıkarabiliriz. Sünnete ve hadîse gerek yoktur. Zaten üzerinde ittifak edilmiş hadîsler azdır...”
Bu şenî kampanyaların, beynelmilel ifsat komiteleri tarafından organize edildiği ve bir kısım “İlahiyat titri” taşıyan şahısları da bir maşa olarak kullandığı muhakkak. Peki, Peygamberimizi (asm) ve onun Kur’ânî ahlâkını aradan çıkarmak, Kur’ân’a uymak mıdır? Ve bu nasıl bir mantıktır ki, kendileri, 15 asır sonra, Kur’ân’ı istedikleri gibi yorumlayacaklar, tefsir edecekler, onlarca kitap yazacaklar, makale kaleme alacaklar; ama Kur’ân’ın inzal edildiği Peygamber (asm), onun hakkında birşey söylemeyecek, yorumlamayacak!
Madem “Tek kaynak Kur’ân’dır. Sünnete ve hadîse gerek yoktur” diyorsunuz, o halde Kur’ân’ı dinleyelim. Eğer siz sözünüzde ve iddiânızda sadık iseniz, buyurun Kur’ân’a. Acaba o “Sünnet-i Seniyye ve hadis-i şerîf”e nasıl bakmaktadır? Bazı âyetlerin meâllerini birlikte takip edelim:
* “Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur” (Nisa: 80)
* “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah’ın azabı şiddetlidir” (Haşr: 7)
* “Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o hükmün dışında kendi heveslerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne isyan ederse ap açık bir sapıklığa düşmüş olur” (Ahzab: 36)
* “Resûlüm, onlara de ki: ‘Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.’” (Al-i İmrân: 31)
* “Allah’a itaat edin, peygambere de itaat edin; emir ve yasaklarına karşı gelmeyin. Yüz çevirecek olursanız, bilin ki, Resûlümüzün üzerine düşen ancak size açıkça bildirmekten ibârettir” (Maide: 92)
* “...Emin olduğunuzda ise, Allah’ı, o size bilmediklerinizi nasıl öğrettiyse, öyle zikredin. İbâdetlerinizi de size öğrettiği gibi yerine getirin” (Bakara: 239)
* “Ey Müslümanlar! Allah ve Resûlüne itaat edin ki, Allah’ın rahmetine erişesiniz” (Al-i İmrân: 132.)
* “Her kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine pek büyük ni’metler bağışladığı peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salih kimselerle beraberdirler. Onlar ise ne güzel arkadaşlardır.” (Nisâ: 69)
* “Peygambere itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. Kim bundan yüz çevirirse, seni öylelerin üzerine muhafız olarak göndermedik; sen ancak doğru yolu gösterip tebliğ etmekle mükellefsin” (Nisa: 80.)
* “...Allah’a ve Resûlüne itaat edin. Ey peygamber âilesi, Allah, günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab: 36.)
* “And olsun ki, Allah’ın rahmetini ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için Allah Resûlünde güzel bir numûne vardır”
(Ahzab: 21.)
* “Ve şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzerindesin” (Kalem: 4.)
* “Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan Cennetine koyar.” (Nisâ: 13.)
* “Kim Allah’a ve Resûlüne itaat eder, Allah’tan korkar ve çekinirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Nur: 52.)
* “Allah’a ve Onun Resûlüne itaat edin. Biribirinizle çekişmeyin. Sonra korku ve zaafa düşersiniz, kuvvetiniz de elden gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl: 46.)
* “Eğer senin üzerinde Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir topluluk elbette seni şaşırtmaya çalışacaktı. Onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar ve sana da hiçbir zarar veremezler. Çünkü Allah, senin üzerine Kur’ân’ı, hikmet ve sünneti indirdi ve sana bilmediği şeyleri öğretti. Allah’ın senin üzerinde lütuf ve ihsanı pek büyüktür.” (Nisâ: 113.)
* “Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Allah Resûlü en güzel örnektir.” (Ahzâb: 21)
İşte Kur’ân, tevile, tekellüfe, zorlamaya, yoruma meydan vermeden, Resûl-i Ekrem’in (asm) en güzel bir örnek, en muhteşem ve yegâne model olduğunu tekrar tekrar vurguluyor...
TAZİYE: Bediüzzaman’ın, özellikle neşriyat hizmetleriyle ilgili olarak vazifelendirdiği yakın talebe ve hizmetkârlarından M. Emin Birinci Hakka yürüdü. Kendisine Allah’tan rahmet ve mağfiret, yakınlarına ve tüm ehl-i imana sabr-ı cemil niyaz ederim.
05.04.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
İttihad-ı Muhammedî ve muarızları |
|
İttihad-ı Muhammedî Cemiyetinin kuruluşu, 5 Nisan 1909'da (98 yıl önce bugün) Ayasofya Camiinde Mevlid-i Şerif okunarak ilân edildi.
Camide okunan mevlidin yanısıra, gün boyunca dinî konuşmalar yapıldı, tesirli vaazlar verildi.
Ayasofya Camii, gün boyunca adeta manevî bir merasim programına sahne oldu.
Ekseriyeti medrese talebeleri olmak üzere, gün içinde yaklaşık 50 bin kişinin gelip ziyaret ettiği Ayasofya Camiinde konuşma yapanlardan biri de Bediüzzaman Said Nursî idi.
Üstad Bediüzzaman, müezzin mahfilinden yaklaşık iki saat boyunca ayakta kalarak cemaate konuştu. Millete, cemiyetin mahiyet ve maksadını anlatmaya çalıştı.
Ne var ki, İstanbul'u saran bu mânevî atmosferden hazzetmeyen karanlık şahıslar ve mihraklar da vardı. Onlar da hemen harekete geçerek, o tertemiz havayı bozmaya ve zehirlemeye koyuldular.
Nitekim, cemiyetin kurulduğu ve Ayasofya'da Mevlid-i Şerifin okutulduğu günün hemen bir gün sonrasında (6 Nisan), Serbestî gazetesinin başyazarı Fehmi Bey, bir sûikast sonucu katledildi. Cinayeti işleyenlerin komitacı İttihatçılar olduğundan kimsenin bir şüphesi yoktu. Ancak, yine de fail meçhûldü ve öyle de kaldı.
Bir hafta sonra ise, mahiyeti yine meçhûl kalan içtimaî pek büyük bir hadise yaşandı: 31 Mart Vak'ası. (13 Nisan 1909)
Cemiyetin maksadı
Kurucuları arasında Süheyl Paşa, Derviş Vahdeti, Şeyh Mehmed Sadık, Ferik Rıza, Seyyid Müslim, Muhammed Efganî, Tevfik Efendi ve Üstad Bediüzzaman'ında bulunduğu cemiyetin maksadını şu şekilde özetlemek mümkün: Umum İslâm milletlerinin içtimaî ve ahlâkî hayatını tanzim eden Kur'ân-ı Azimüşşân'ın getirdiği hükümlerin kıyâmete kadar devam etmesi yolunda çalışmak, bu maksatla Müslümanların faaliyetlerini geliştirmek, onları birleştirmeye çalışmak, aralarında meşvereti tesis ve muhafaza etmek, onları ibadete, Sünnet–i Seniyyeye ittibaa sevk etmek, keza umum Müslümanları dış saldırılara karşı korumak ve Meşrûtiyet dairesinde faaliyette bulunan bütün partilere destek olurken, içtimaî düzeni bozan, tehdit edenlerin ise karşısında durmak...
Görüldüğü gibi, yakaşık 100 yıldır bazılarının itham ettikleri gibi, İttihad–ı Muhammedî siyasî bir cemiyet olmadığı gibi, irticaî faaliyeti hedefleyen bir teşekkül de değildir.
Bütün mü'minlere şâmil
İttihad–ı Muhammedî Cemiyetinin hedef–i maksadını, tıpkı Ayasofya'daki konuşmasında olduğu gibi, daha sonra kaleme aldığı Divan–ı Harb–i Örfî isimli eserinde de dile getiren Üstad Bediüzzaman, kendi ifade ve üslûb–u beyanına göre bunu şu şekilde tarif ve tavzih eder: İttihad-ı Muhammedi'nin reisi Hz. Peygamber'dir (asm.) Bu ittihadın merkezi Mekke, kulüpleri cami, medrese ve tekkelerdir. Neşriyat unsurları bütün dinî kitap, gazete ve dergilerdir. Âzâ kayıt defteri Levh-i Mahfuzdur. Müntesipleri gelmiş ve gelecek bütün Müslümanlardır. Mesleği, herkesin kendi nefsiyle mücadele etmek, yani İslâmiyeti yaşamak ve başkalarına da anlatmaktır. Nizamnâmesi Sünnet-i Nebeviye, tüzüğü Cenâb-ı Allah'ın emir ve yasaklarıdır. Silâhı ise, kat'i delillerdir.
Plânlar, tuzaklar, taarruzlar...
İttihad-ı Muhammedî Cemiyetinin kuruluşundan bir gün sonra gazeteci Hasan Fehmi Bey vurulduğu gibi, bir hafta sonra da dehşetli 31 Mart Vak'ası yaşandı.
Genel kanaat, bütün bunların birer tertip olduğu ve arka planda ise komitacı İttihatçıların bulunduğu şeklindeydi.
Nitekim, Rumî 31 Mart'tan, yani Miladî 13 Nisan'dan sadece on gün sonra, yani 23 Nisan günü (bu tarihe özellikle dikkat!) İstanbul'a gelen çapulcu sürüsü Hareket Ordusu, kanlı bir ihtilâl yaparak hükümeti devirdi, yönetimi koyu İttihatçılara devretti ve üç gün sonra (27 Nisan) da 33 yıllık padişahı tahttan indirerek onu Selanik'e yolladı.
Bu arada, şu birkaç hususu asla hatırdan çıkarmamak gerekir.
Bir: İdareye el koyan darbeciler, Sultan II. Abdulhamid'i hal ettikten sonra, özellikle İttihaçılara muhalif olan Ahrar Fırkası ile İttihad-ı Muhammedî mensuplarının çoğunu yargılayarak, onları en ağır cezalara çarptırdılar. Bir çoğunu idam ettiler. İdamları, korku ve dehşet salmak için alenî yaptılar, cansız bedenleri günlerce darağacında öylece beklettiler.
İki: Darbeciler, Bediüzzaman Said Nursî'yi de özellikle idam ettirmek istediler. Ancak, buna muvaffak olamadılar. Zira, ithamlarına haklılık kazandıracak en ufak bir delil, hatta bahane dahi bulamadılar. Onu serbest bırakmaya mecbur oldular.
Üç: İsyana karışanların çoğu, oyuna gitirilmiş asker ve sivil halktan da cahil, gafil, safdil ve muhakemesi kıt kimselerdi. Tertipçiler, böylesi bir kalabalığı işleterek oyuna getirdiler, ellerine malzeme geçirdiler.
Dört: Hareket Ordusundaki çapulcular, Yıldız Sarayını da basarak burayı yağmaladılar, Padişah'ın haremine kadar girerek hanımlarının ziynet eşyasını da çaldılar.
Beş: Padişahı indirmek için vazifeli heyetinin içine özellikle Selanik Yahudîsi Emanuel Karasso'yu dahil ederek, artık saltanatın el değiştirdiği, bundan böyle ülke idaresinin Selaniklilerin eline geçtiği bir nevi ilân edilmiş oldu. Tarihin bu cihette seyrinin, kısmen de olsa devam ettiği ve henüz tam olarak değiştiği söylenemez.
TAZİYE
Neşriyat hizmetinin gayyur ve sebatkâr hadimi Mehmed Emin Birinci Ağabeye Cenâb–ı Hak'tan rahmet ve mağfiret niyaz eder, yakınlarına taziyetlerimizi sunarız. MLS
05.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Nisan yağmurları |
|
Bu “Nisan bir” şakası değil. Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyorken gündemimize susuzluk su kattı.
“Küresel ısınma”, “kuraklık” gibi âfetler uzaktan uzağa ses verir hale geldi.
İnsanlar, bulaşık ellerinin ulaştığı her yeri bulamaya devam ediyor.
Ve duâ ve niyazlar arşa yükseliyor.
“Yağdır Mevlam su” nağmeleri nerede ise ciğerlerimizden kopup geliyor.
İnsanların endişesi fazla... “Gün” ile yetinen insanların telaşı ise daha başka.
“Tevekkül”, sebepleri bütün bütün terk etmek anlamına gelmiyor.
Dünya sakinlerinin ise bu İlâhî sisteme uygun hayat halleri ile örnek olmaları gerekiyor.
Hatta hadiste vardır: “Deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zalimlerden şekva ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hatta ‘Bizim de nafakamız azalır’ derler.”
Hiçbir şey tesadüfe bağlı değil. Hoyratça kullanılan dünya nimetleri, sonunda insanın hüsranını hazırlayabilir.
Öyle, kimse “Su bulamıyorsanız, pet şişe suyu kullanın” diye tavsiyede bulunmasın.
Pet şişe sular bir mu’cizenin eseri değil. O da yeryüzündeki kaynaklardan üretilip bize sunuluyor.
Ümidimiz, meşhur “Nisan yağmurlarına” kaldı. Onun rahmeti öylesine geniş ki akıl tarifinden acizdir.
Beli bükülmüş masum ihtiyarlar hürmetine, daha ağzı süt kokan masum yavrular hürmetine Allah bizleri susuz bırakmasın. “Nisan yağmurları”nın ayrı bir nostaljik esintisi vardır.
Yağmurda yürümek, yağmurda kahvaltı yapmak, yağmurda uyumak, yağmurda çalışmak, yağmuru seyretmek...
Bunlar bile Allah’ın nimetlerini haz etmeye yetiyor. Yağmursuzluk dahi, yağmur duâsı ve namazının vaktidir. Yoksa yağmuru yağdırmak için değil. Böyle olduğu için yapılan duâlar bazan kabul olmaz. Çünkü ibadet yalnız Allah’ın rızası için yapılır.
Bizler ise gönülden gönüle “Yağdır Mevlam su” diye niyaz ediyoruz.
Umudumuz Nisan’a kaldı.
05.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
İbadet borçları nasıl düşer? |
|
İzmir/Işıkkent’ten H. Avni Duman:
“Öldükten sonra ölen kişi hakkında yapılan ıskat ve devir ne demektir? Hükmü nedir? Ölünün
ibadet borçları nasıl düşer?”
Ölüm, dünya cihetiyle bütün imkân ve fırsatların kapanması ve iyisiyle-kötüsüyle, hayrıyla-şerriyle, yaptıklarıyla-ettikleriyle, yaşadıklarıyla-amelleriyle kulun dönüşsüz biçimde âhirete intikalinden ibarettir. Öyle bir “intikal” ki, ölümü tattıktan sonra kulun, yaptıkları şerlerden pişman olacağını, yapmadıkları hayırlar için hayıflanacağını ve bunun için bir daha dünyaya dönüp hayırlı amel yapmak isteyeceğini Kur’ân bildiriyor.1 Böyle bir dönüşsüz yola çıkan mü’min için mümkünse yardımcı olmak isteği, ince ruhlu insanların gündemini hep meşgul etmiştir.
Ölen kişinin zimmetinde olması muhtemel iki türlü hak vardır: 1-Kul hakkı, 2-Allah hakkı. Ölenin zimmetindeki kul hakkı, yani insanlara olan borçları, bıraktığı maldan, öncelikle ödenir.
Sonra ödeme sırası, vasiyet etmişse Allah hakkına gelir. Vasiyet etmemişse, Allah hakkını ödemek vârislerin üzerine vacip değildir. Dilerlerse öderler. Bir kişinin; öldükten sonra Allah hakkının ödenmesi için vasiyet edebileceği en fazla tutar, bıraktığı malın üçte biridir. Daha fazla bir tutarı vasiyet edemez; vârislerini maldan ve mirastan mahrum bırakamaz.
Allah hakkı, kişinin üzerine farz olduğu halde vaktiyle eda etmediği için zimmetinde kalan namaz, oruç, zekât, hac, yemin, kurban ve kefaretlerden ibarettir. Bu da iki guruptur:
1- Ayetin ve hadisin, malî bedel ile ödenmesine imkân verdiği Allah hakkı. Bunlar: Zekât borcu, hac borcu, yemin borcu ve sürekli hastalık nedeniyle tutulamayan oruç borcudur.
2- Malî bedel ile ödenebilirliği hakkında âyet ve hadis bulunmayan Allah hakkı. Namaz borçları ile sürekli hastalık nedeni dışında, başka nedenlerle veya ihmal sonucu tutulamayan oruç borçları da bu tür haklardandır.
Kişi vasiyet etmişse, bu haklardan birinci grupta olanların fidyesi terekesinin üçte biriyle ödenir.
İkinci grupta olanlara gelince; bunlar için fidye ödenebileceği hakkında âyet ve hadis olmadığından, kişinin; namaz ile ihmale dayanan oruç borçları için her hangi bir ödeme yapılmasına gerek yoktur. Bunlar için, Allah’ın affını ummaktan başka çare de yoktur.
Vasiyet etmesi halinde; ölen kimsenin zekât borcu varsa eksiksiz ödenir, hac borcu varsa vekâleten gidilir veya gönderilir, yemin borcu varsa, her bozduğu yemin için on fakire fidye verilir, sürekli hastalık nedeniyle tutamadığı oruç borcu varsa her günü için fakirlere fidye verilir.
Ödemeler için, ölünün bıraktığı malın üçte biri kullanılır. Malın üçte biri yeterli olmadığında vârislerin rızaları çerçevesinde malın geri kalanından eksiği tamamlanabilir. Fakat vârisleri razı olmazlarsa, bu ödemeler için üçte birden fazla mal kullanılmaz. Geri kalanı Allah’ın affına havale edilir.
Bıraktığı malın üçte biri ile bu fidyeleri ödeme imkânı olmayan fakirlere gelince:
1- Fakirler için zaten zekât farz değildir ki, borcu kalmış olsun.
2- Fakirler için hac farz değildir ki, gitmemekle üzerinde hac zimmeti bulunsun.
3- Fakir olduğundan; sürekli hastalık nedeniyle tutamadığı oruç borçları için ödemesi gereken fidyeler de, ölümle beraber düşer. Zaten imkânı olsaydı, böyle oruç borçları için sağlığında da fidye ödeyebilecekti.
Bununla beraber, ölen kişinin, ağır hastalık nedeniyle zamanında tutmaya güç yetiremediği, sonra da yine sağlığının elverişsizliği nedeniyle imkân bulamadığından artık tutamadığı Ramazan orucu için mümkünse fidye verilmesi; bunun için vârislerinin yardımcı olması ölüye yapılabilecek en büyük hayırdır.
4-Ölünün; her hangi bir biçimde Allah adına yemin etmiş ve yeminini bozmuş olması ihtimali varsa, her bozduğu yemin için on fakire fidye vermesi de bir diğer Allah hakkıdır. En yakınına sorulur, soruşturulur; yeminli konuşan birisi değilse, büyük ihtimal böyle bir haktan da söz edilmez. Fakat tüm hayatı nazara alındığında, ihtimal ki bilinmeyen günlerde yemin etmiş ve yeminini bozmuş olabilir düşüncesiyle, eğer mümkünse, bunun için verilebildiği kadar fakirlere fidye verilebilir. Bunun için de vârisleri yardımcı olmalıdır.
5- Bunların dışında; namaz ve ihmale dayalı oruç borçları için fidye yoktur. Bu borçlar kul ile Rabb’i arasında bir sırdır. Rabb-i Rahîm dilerse affeder, dilerse hesap sorar; onu biz bilemeyiz. Bizim duamız hiç şüphesiz affetmesi yönündedir. Bunun için ölen kişi hakkında mağfiret talep ederiz. Mağfiret talebinin Kur’ân’da da, hadislerde de yeri vardır.
Fakat bunlar yapılmayıp, ölü için ıskat ve devir yapılması caiz değildir. Çünkü ıskat ve devir yapmak dinde yoktur ve bidattir. İmkân nisbetinde; yukarıda sıralamaya çalıştığımız manevî borçları ödenmeye çalışılırsa baş göz üstüne; ölü için en büyük hayır ve yardım yapılmış olur.
Özet olarak: Ölünün bıraktığı malın üçte birinin,—az da olsa—böyle bilinen-bilinmeyen fidyelerden doğan manevî borçları için fakirlere sadaka olarak verilmesi, ölünün Allah hakkını ödemeye inşallah kifayet eder. Ölünün malı yoksa ölü için verilebildiği kadar sadaka verilerek, onu Allah’ın mağfiretine ısmarlamak, ıskat ve devir gibi bir şekilcilikten çok, ama çok daha evlâdır.
Dipnotlar: 1- Mü’minûn Sûresi, 23/99, 100; Secde Sûresi, 32/12; Nebe’ Sûresi, 78/40
05.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
O bir ‘Nur Talebesi’ydi |
|
Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin talebelerinden ve Risâle-i Nur’un hizmetkârlarından Mehmet Emin Birinci Ağabey, Salı günü hakkın rahmetine kavuştu. Cenaze namazı da dün İstanbul Fatih Camii’nde kılındı ve Eyüp Sultan Kabristanındaki ‘dâvâ arkadaşları’nın yanına defnedildi.
Allah rahmet eylesin, “Birinci ağabey”i ortaokul yıllarında tanımıştım. Biraz da ‘hemşehri’ olmamız sebebiyle onunla tanışmayı çok arzu etmiştim. Bediüzzaman’ın ‘mektupları’nda isminin geçmesi ve ‘Son Şahitler’de hatıralarını görmüş olmamız, bu hatıraları kendisinden dinleme arzusunu doğurmuştu. Rize’de okuyan bir ortaokul öğrencisi olarak, “Birinci Ağabey Rize’ye geliyor” haberini duyunca bütün arkadaşlarımızla birlikte çok heyecanlanmış ve o günü sabırsızlıkla beklemeye başlamıştık.
Doğrusu onu ilk defa görüp ‘ders’ini dinlediğimizde tahminlerimizden farklı bir ‘ağabey’ olduğunu anlamıştık. (Birinci Ağabey kesinlikle el öptürmezdi, ama biz ‘çocuk’ olduğumuz için elini öpebilmiştik...) ‘Ders’in bitip de hatıralara sıra gelmesini sabırsızlıkla beklemiştik. Ama Birinci Ağabey, ‘hatıralar’ı çok kısa nakledip, ısrarla Risâle-i Nur okumamız gerektiğini söyledi. “Üstad, eserlerinde kendisini anlatmamış ki, biz ‘hatıralar’ı anlatalım. Risâle-i Nur’u okuyan, hem Üstad’la görüşmüş gibi olur, hem de en güzel hatıraları dinler” anlamında nasihatlerde bulundu.
Birinci Ağabeyin namaz konusundaki hassasiyeti de ap ayrı bir güzellikti. Nasip oldu ve Yeni Asya çatısı altında ‘dergiler’ biriminde çalışırken de görüşme imkânımız oldu. 1990 öncesi çalıştığımız mekânı ziyaretleri sırasında her fırsatta bizlere ve herkese namazı hatırlatırdı. Namazı, takkesiz ve geciktirerek kılmayı asla tasvip etmezdi. Üstadın bütün diğer talebeleri gibi Birinci Ağabeyin de kendisine has hususiyetleri vardı. Onu elbette çok daha yakından tanıyan dâvâ arkadaşları var ve onlar varken bize söz söylemek düşmez.
Son defa hastalanıp hastahaneye yatırıldığını duyunca gazetemizde “geçmiş olsun” ilânı yayınlamak istedik. Bu sebeple önce kendisini arayıp hem geçmiş olsun demek, hem de böyle bir ilân vermek istediğimizi ifade ederek bir anlamda ‘izin’ istedik. Hastahaneyi aradık. “Önce refaketçisi ile görüşürüz” diye düşünürken, bir anda Birinci Ağabeyi telefonun diğer ucunda bulduk. Selâm ve geçmiş olsun temennilerimizi ilettikten sonra meramımızı ifade ettik. “İlân vermeye gerek yok. Arkadaşlar gereksiz yere telaş etmesin. Duyan ziyarete gelmek isteyecek, onun yerine Risale-i Nur okusunlar. Ben iyiyim hamdolsun. Arayanlara da öyle söyleyin” anlamında sözler söyledi. Bunun üzerine biz de tekrar geçmiş olsun dileklerimizi ifade ettik. Sonraki günlerde vücudunun tedaviye cevap verdiği şeklideki haberleri sevinçle duyduk ama nihayet emr-i Hak vâkî oldu ve Birinci ağabey, Üstadına ve diğer dâvâ arkadaşlarına kavuştu.
Vefat ânını anlatan Dr. Said Çeleğen’in ifadesi Birinci Ağabeyin hayatını özetliyor aslında: O bir nur talebesiydi. Üstadından ve Risâle-i Nur’dan aldığı derse göre yaşadı ve ölürken dahi ‘namaz’ kılıyordu. Muhtemeldir ki Münker-Nekir melekleri de onu namaz kılarken bulacaklar inşallah. Tıpkı, Hafız Ali Ağabey’in, meleklerin sorularına Risâle-i Nur’dan cevap vermesinde olduğu gibi, o da Risâle-i Nur diliyle cevap verecek...
Bereketli Nisan yağmuru gibi toprağa düşen Birinci Ağabeyin vefatının, milyonlar sümbül gibi Risâle-i Nur’a hizmet etmesini Allah’tan niyaz ediyor ve kabrinin nurlarla dolmasını temennî ediyoruz. Allah rahmet eylesin. Âmin.
05.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Bu savaşı Altaylı başlatmıştı |
|
Taktı mı takanlardan değilim.
Ancak bir avcı gibi iz takibi yapmanın da yararlı olduğuna inanırım.
Arkada yazılardan, gazete arşivlerinden izler bırakıldığı için medyada karda yürüyüp izini belli etmeme durumu pek geçerli olmaz.
Hem de bembeyaz karın ortasına bırakılan kömür karası gibi izler takip eden insanı.
Sabah ve ATV’ye el konulması sadece Turgay Ciner ile Dinç Bilgin ya da ikisi ile TMSF arasındaki bir mücadele değil elbette ki. Bu kavganın diğer ucunda Aydın Doğan, bir başka boyutunda ise Fatih Altaylı ile Ertuğrul Özkök kavgası var.
“Sabah'a el konulmasını şampanya ile kutlayan rakiplerimiz,’müsterih’ olmasınlar. Biz buradayız” diye yazmadı boşuna Fatih Altaylı.
Hürriyet yönetimi şampanyalı kutlama yaptı mı bilmem, ama Altaylı, “Türk medyasında tekelcilik rüyası görenlerin hayallerini yıkacağız” dedi. Hayal görenden kasıt Aydın Doğan’dı elbette ki. O da bunun farkında olmalı ki, ilk günden Sabah ve ATV’nin satış ihalesine katılmayacaklarını ilân etti. Hükümete yönelik, “Uzan’ı yıktınız Aydın Doğan’a yaradı, Sabah ve ATV’ye de onun için mi el koydunuz?” sitemleri kulağına da gitmiş olmalı Aydın Bey, pişmiş aşa su katmamak için böyle bir açıklama yaptırma gereği duydu.
TMSF’nin el koyma kararından sonra Sabah gazetesinin ne yapacağı, Fatih Altaylı’nın ne yazacağı merak konusuydu elbette ki. Altaylı, kendisinden bağımsız gazeteciliği sürdürme konusunda ricada bulunan Ahmet Ertürk’ten aldığı teminatla yollarına devam edeceklerini açıkladı. Ama bu açıklamayı yaparken de, “Batık Etibank’ın ve o dönemde Sabah’ın da sahibi olan ve ‘hortumculuk’ suçlamasıyla yargı önünde bulunan Dinç Bilgin” diye başladığı cümlesinin devamında Bilgin’in kendini ihbar ettiğini anlattı.
“Gönlümüzün istediği gibi Ciner haklı çıkarsa”demeyi de ihmal etmedi.
Ayran gönüllü mü orasını bilmem, ama 15 Temmuz 2005 tarihine kadar çalıştığı Hürriyet de Altaylı’nın gönlü başka şeyler istiyordu.
O zaman satışa çıkan Sabah ve ATV’ye Aydın Doğan 550 milyon dolar vermişti. Dinç Bilgin ise Turgay Ciner ile TMSF huzurunda yaptığı anlaşmada 1 yıl içinde devlete sadece 2 milyon dolar kira ödemişti.
Aydın Bey, sadece Sabah’ın 1 yıllık reklâm gelirinin 200 milyon dolar olduğunu belirterek, burada muvazalı bir durum olduğunu ileri sürüyordu.
İşte o zaman Altaylı, TMSF Başkanı Ertürk’ün ağzından Ciner’in çok düşük fiyatla gazete ve televizyona sahip olmaya çalıştığını yazmıştı.
“Turgay Ciner’ni verdiği teklifin 200 milyon dolar civarında olduğunu da öğrendim” diye yazacaktı 15 Ocak 2005’te...
Şimdi nasıl Aydın Doğan-Ertuğrul Özkök ikilisi yürütüyorsa savaşı o zamanda Aydın Bey ateş hattına Fatih Altaylı’yı sürüyordu. Altaylı’nın Bilgin-Ciner işbirliğinden gelen kötü kokulara dikkatleri çekmesi o sırada Sabah yönetiminde olan Ciner’in has adamı Yavuz Semerci’yi rahatsız etmişti.
Semerci kısa bir süre önceye kadar Vatan gazetesindeydi. Vatan biliyorsunuz Aydın Doğan’ın desteği ile yayınını sürdürüyor. O zaman Aydın Doğan-Fatih Altaylı ikilisine Ciner adına savaş açan Semerci kısa bir süre önce Vatan’da Sabah’ın matbaalarını satışa çıkardığı için Ciner’i yaylım ateşine tutup, satışı engellemişti.
Sık sık rol değişikliği olduğu için bu tartışmalar arasına girip, pozisyon tespiti yapma durumunda kalıyorum. Millî takımın kalesinde Volkan vardı. Tümer de Fenerbahçe’de oynuyordu gibi bir durum bu.
Nasıl bir süredir Ciner için Ertuğrul Özkök, Uzan benzetmesi yapıyorsa, o zaman da Fatih Altaylı aynı dokundurmalarda buluyordu.
“Ben Cem Uzan’la ilgili olarak yazdığım zaman da, onlar da aynı şeyi yaptılar” demişti 17 Mart 2005 tarihli yazısında.
Yani hem Uzan benzetmesinin patenti Altaylı’ya ait, hem de Ciner ile Bilgin arasındaki satışın muvazaalı olduğunu ilk olarak yazan ve bu işi ısrarla takip eden gazeteci Fatih Altaylı.
Yani topu bu kaleden çekip, sonra diğeri kaleye koşup, golü yeme gibi bir durumu yaşıyor Sabah’ın Genel Yayın yönetmeni.
Öyle ki, 18 Ocak tarihli yazısında, “Anlaşmayı açıklayın da eksik yazmayalım” diyen yine kendisi.
Hatta “Ciner ve Bilgin ile her yerde tartışırım” diyen Aydın Doğan’a, Yavuz Semerci’nin, “Bilgin yok. Ciner tartışacak” diye gazetesi aracılığıyla yaptığı teklifi soran da yine Altaylı.
Aydın Bey’in “Muhatabım mal sahibidir; kiracı değil” açıklamasını da onun kaleminden okumuştuk.
Altaylı 24 Ocak 2004 tarihli yazısında Aydın Bey’in, “Turgay Ciner karşıma oturup, kendi durumunu legalize etmek istiyor. Bana göre Turgay Ciner henüz medya patronu değil, kiracı. Karşıma çıkacak ve patron sınıfına yükselecek. Hayır, yok öyle bir şey” sözlerini aktarmıştı.
Ciner’in Sabah ve ATV’yi cep harçlığı denecek bir paraya ele geçirmesine ve Dinç Bilgin’in 800 milyon dolarlık borcun üzerine yatmasına izin vermemeye kendini adamıştı Fatih Altaylı. Hatta TMSF’ye Ciner’in verdiği paranın birkaç misline bu yayın organlarına talip olduğu teklifini de iletmişti Hürriyet gazetesindeki köşesinden.
15 Temmuz 2005 tarihin de, “Veda etmek de var mıydı!” başlıklı bir yazıyla demir almıştı Hürriyet limanından Fatih Altaylı.
11 yıl görev yaptığı kurumda hırsızının, uğursuzun, hortumcunun peşine düştüğünü belirtmiş, Aydın Beyle Özkök’ü yere göğe sığdıramamıştı. Şimdi ise tam 180 derece tersini yazıyor.
Bu kavga burada bitmez. Çünkü bu medya terazisinde tartılamayacak kadar kirli bir savaş.
05.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|