|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Evet, kızım okumalıydı |
|
Okuma programları muhteşem meyveler veriyor
Bir haftalık okuma programı sonrası, eve dönen kızımda bir takım müsbet değişiklikler gözlemliyordum. Bunların başında namazı vaktinde ve tadil-i erkânıyla kılmak, namaz sonrası tesbihat ve ders yapmak, ilmihal bilgilerini uygulamak ve ev toplantılarını daha düzenli ve ciddî yapmak… gelmekteydi.
Kızımla değerlendirmeler yaparken, hem kendisinin, hem programa katılan arkadaşlarının ve hem de onlarla ilgilenen ablalarıyla sohbetlerinin sonucu, oluşmuş pek çok sorular ve konularla karşılaştık.
“Başörtülü okuyabilecek miyiz?”
Başörtüsünün farziyetini öğrenen kızım, bana başörtülü nasıl okuyabileceğini soruyordu. Bu konu beni derinden düşünmeye itmişti. Vereceğim cevap, hem çocuğumun okuma hevesi kırılmayacak hem de Allah’ın rızası doğrultusunda bir cevap olmalıydı. Bu soru karşısında çocuğuma,—mevcut Türkiye şartlarından dolayı—rahatlıkla bir cevap verememem bir baba olarak beni üzmüştü.
Avrupa Birliği’ne girme çabasındaki ülkemde çocuğuma, “Eğitimin önünde hiçbir engel yok, bu ülke dine ve dindarlara saygılı, insanların kılık kıyafetleriyle uğraşılmaz, her türlü düşünce demokrasi zemininde ifade hakkı bulur...” diyebilmeliydim. Benim karşılaştığım bu soru ve sorun ile pek çok ehl-i iman anne babanın da karşı karşıya olduğunu düşündüm.
Doğrusu bu sorulardan bir kısmının cevabını devlet, bir kısmının anne baba, bir kısmının da okuyacak bireyin kendisinin vermesi gerekiyordu.
Kızımın anlattıklarından pek çok önemli sonuçlar çıkardım. Bunların başında ehl-i iman kardeşlerimin kız çocuklarına haddinden fazla üniversite okuma noktasında tahşidat yapmaları geliyordu.
Ailelerin, alternatifsiz bir şekilde, çocuğun ilgisi, kapasitesi ve şu andaki içinde bulunulan Türkiye şartları dikkate alınmaksızın, zihinlerini sadece üniversite eğitimine programladıkları görülüyordu. Bu olurken de, seçeceği mesleğin çok para getirmesi ve gözde bir meslek olması önemle vurgulanıyordu. Hatta çocuğunun üniversite okuyamaması gibi bir alternatiflerinin dahi olmadığı anlaşılıyordu.
Ailelerin bu yaklaşımından çocuklar kendilerine, ‘Ne yaparsan yap, oku’, ‘Hangi şartlar içinde olursan ol, oku’ ve hatta ‘Vermen gereken tavizleri vererek, oku’ mesajı alıyorlar. Doğrusu aileler okula giden kız çocuklarına tek şıklı bir hayat sunmaktadırlar. Ya okuyacaksın, ya da okuyacaksın… Okumanın dışındaki bütün şıklar kabulü mümkün olmayan cinsten değerlendiriliyor.
Okumazsan eğer kızım…lı cümleler
Okul ile birlikte bir de, bu yaklaşım çocuğa yük oluyor. ‘Okumazsan eğer kızım’lı bütün cümleler aslında apaçık bir tehdit. Anne babaların üniversitesiz çizdikleri bütün tablolar renksiz, bütün meslekler anlamsız, ayıplanan, hor ve hakir görülen ve hatta tehdit vesilesi bir anlayışla değerlendiriliyor.
Onun için, yüksek tahsil yapmak istemeyen bir kız çocuğuna anne-baba; “Okumazsan, sokaklarda aylak aylak gezersin, dikiş nakışa gidersin, evlenir gider, çocuklarına bakarsın...” gibi daha pek çok cümleyle hayatı daraltan tablo çizmektedirler.
Sürekli bu tehditleri dinleyen çocuk, artık hayatın üniversite okumaktan başka bir şıkkının olmadığını düşünmeye başlıyor. Hatta iş biraz daha ileri gidiyor ki, çocuk, ‘Okumayan insan değersizdir’ gibi bir sonuç çıkarıyor.
Bu sonuç da; aile kurma, annelik ve çocuk yetiştirme gibi aslî vazifeleri bulunan kız çocuklarında, fıtrî sapmalar meydana getiriyor.
Annelik yüce bir meslektir
Oysa ki anne babanın, kız çocuklarına yapması gereken en önemli vurgulardan birisi, en az ‘oku kızım’ kadar, hiç şüphesiz ‘annelik müessesesi’nin yüceliği olmalıdır.
Kadının özellikle yapması gereken meslekler düşünüldüğünde, o meslekleri yapacak kadınların gerekliliği göz ardı edilmemelidir. İlim öğrenmenin kadına da erkeğe de farz olduğu dikkate alındığında, anneliğe vurgu yapmak, ilim yapmanın bir karşıtı gibi değerlendirilmeyecektir.
Şartları müsait olan, dinî emirlerden taviz vermeden okuyabilecek kız çocuklarına kimse, ilim kapısını kapayamayacaktır. İyi yetişmiş, ahlâklı, bilgili, becerikli bir anne olmak, sadece üniversite tahsiliyle alâkalı bir durum değildir. Annelik, beraberinde iyi bir eş olmayı da taşıdığı takdirde, mutluluğu her iki dünyayı da kapsayacak bir sürecin adı olacaktır.
‘İman takviye’ mesleği
Ehl-i iman için, en az dünya kadar önemsenmesi gereken bir kavram da, insanların ahiretlerine hizmettir. Bu tercih büyüklerin önemsedikleri bir tercih olmalı ki, çocuklarda da görülebilsin.
Her ehl-i iman anne baba, kız çocuğunun inançlarından taviz vermeden bir meslek sahibi olmasını arzu etmelidir. Bu amaç doğrultusunda çocuğuna her türlü müsbet desteği vermelidir. Bu mümkün değilse, hal-i hazırda bulunan meslek sahibi hanımlara, iman hizmeti götürme mesleğini elde etmesi amaç edinilmelidir. Yani mevcut görev yapan, doktor, eğitimci vb. meslek sahibi hanımların ‘imanî takviye ihtiyaçları’ misyon edinilmelidir.
Ayrıca, ehl-i iman aileler kız çocuklarına tek şıklı hayatlardan ziyade; çok amaçlı, dünyasını da, ahiretini de mutlu yaşayabileceği hayat alternatifleri sunması gerekmektedir.
Ehl-i iman bir baba, ‘Eğer okumazsan kızım…’ lı bütün cümlelerin devamlarını, müsbet cümlelerle devam ettirmelidir. Yani ‘… İman, Kur’ân hizmeti yapabilirsin; imanlı bir eş; şefkat kahramanı bir anne olabilirsin; pek çok meslekleri meşru daire içinde, rahatlıkla yapabilirsin; araştırmalar yapar, kitaplar yazabilirsin; dil, bilgisayar öğrenebilir, öğretebilirsin; el san’atları becerisi kazanabilirsin…” li cümleler, içerikleri önemsenerek kurulmalıdır.
Anne baba, çocuğunun Kur’ân eğitimine küçücük bir bütçe ayırmazken; OKS veya ÖSS eğitimi için on kat fazlasını ayırabiliyorsa, bu apaçık bir önemseme göstergesidir. Yani “Oğlum paşa olsun diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Çocuğunu ahirette kendisine dâvâcı ediyor.”
Çocuğuna bütün yönlendirmelerini dünyaya dönük yapan bir ehl-i iman anne baba, çocuğun farz ibadetlerindeki gevşekliğini, ilgisizliğini, dinî sohbetlere meyilsizliğini, dinî kitaplara alâkasızlığını ne ile değerlendirebilecektir? Hatta ve hatta çocuktaki ahlâkî zayıflığı, değer yargılarını tanımazlığı, müsbet örf ve gelenekleri uygulamazlığı nereye koyacaktır?
Anne-baba olarak biz hayatımızda neyi önemsersek, çocuk da, genç de ona uygun bir davranış geliştirecektir.
**
Evet, kızım okumalıydı. Ama kendini, hayatı, insanları, olayları, tabiatı, varlığı okumalıydı. Bu okumalarla birlikte inancından tavizler vermeden, üniversitede okumalıydı.
10.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Kurtlar ülkesi |
|
Necati Şaşmaz (Polat Alemdar) dizideki olayların şiddeti tetiklediği ve özendirdiği sorusuna, bilâkis diziyi dikkatle takip edenler, bir devlet görevlisinin, mafyaya sızarak onu nasıl erittiğini bilir diye söyledi. (Defne Samyeli, Show TV ana haber bülteni)
Baştan beridir mafyaya özendirmek yok ama, devlet namına, infaz yapıldığı itirafı var.
Kurtlar Vadisi bir dizi... Gerçek kişilerle yakından uzaktan ilgisi olmadığını söyler.
Ama Türkiye’de olan bitene bakıyoruz.
Hepsi gerçek!
Kıbrıs’taki Yaşar Öz’ün adamlarının kumarhane baskını, dizi filmleri aratmayan görüntülere sahne oldu. Kameraların tesbit ettiği görüntüler sanki bir film sahnesinden alıntı gibi... Ama değil ve düpedüz silâhlar patlıyor ve adam katlediyorlar.
Hrant Dink cinayeti sonrası gelişen olaylara bir bakın.
Matruşka gibi.
Ogün Samast’ın içinden Yasin Hayal çıkıyor... Hayal’in içinden de Erhan Tuncel çıkıyor...
Öte yandan NTV’de (Can Dündar’ın programı) konuşan Eski Mit İstanbul Daire Başkanı Nuri Gündeş’in “Alaattin Çakıcı” ile ilgili sözlerini duymayan kalmadı:
“Onun yanaklarından öpüyorum.... Devlete hizmet etmişse tabiî.”
Kurtlar Vadisi dizisine değil.
Siz bu olaylara bakın.
Diziden daha heyecan verici değil mi?
CIVIK HABERLER
RTÜK Başkanı Zahid Akman'ın, televizyonların haber birimlerinin sorumlularıyla bir araya geldiğini yazmıştık.
Görüşme iki saat sürdü. Ardından da basın toplantısı düzenledi.
Akman, toplantıda geçen hafta içerisinde Türkiye genelinde yaklaşık 3 bin denek üzerinde yaptıkları bir araştırmayı da katılımcılarla paylaştıktan sonra şöyle diyor:
“Bugün sunduğumuz araştırmada ortaya koyduğumuz gerçek, haberlerimizde olumsuz içerik taşıyan haberlerin olumlu haberlere göre yüksek olduğu gerçeğidir.”
“Bugün özellikle reyting savaşları dikkate alındığında, izleyicileri ekran başında tutmak için, bir bakıma insanların zaaflarını da istismar ederek bazı bültenlerde, ağırlıklı olarak sanal, güncel olmayan, gerçekten cıvık, magazin diye nitelendirilen haberlere yer verilmektedir.”
Cıvık haberler... galiba doğru bir tanım.
Ya çare?
Akman çağrıda bulunuyor:
“Tüm televizyonların haber yöneticilerini bu gerçekler karşısında daha duyarlı olmaya dâvet ediyorum. Yüklerinin ağır olduğunun farkındayız, ama ülkemizin demokratikleşmesi için büyük bir hizmet verdiklerini biliyoruz. Basın özgürlüğünü kısıtlayacak hiçbir şeyi de kabul etmiyoruz. Ancak araştırmanın ortaya koyduğu gerçek, Türkiye’de yayınların geneliyle ilgili sıkıntılarla birlikte, özellikle haberlere ilişkin sıkıntılarla ilgili kamuoyunda ciddî rahatsızlıklar var.”
İnşallah haber dairesi sorumluları, sıkıntının giderilmesi için tedbir alır. Zira, rahatsızlıklar arttıkça, rating patlar diye bir kural yok.
10.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Bu dünya insanı doyurmaz |
|
İnsan gece gündüz demeden çalışır, çabalar, didinir, âdetâ kendini yırtar, yer bitirir; saçını, sakalını ağartır ve sonunda birşeyler edinir. Ama bir arzusunu elde eder, bir diğeri önüne çıkar. Onu elde etmek için de didinir. Elde de eder. Bir diğeri çıkar. Ve insan ömrü hep didinme, çırpınma ve emellerine kavuşma telâşıyla geçip gider.
Doymaz ki insan. İhtiyaçları bitmez ki! Sonsuzdur ve sonsuza dek uzanır ihtiyaçları.
Şu fani dünyada kaç kişi arzu ettiği şekilde dört dörtlük bir hayat sürebilir?
Ve her insan arzularına kavuşamaz bu dünyada. Kimileri sıkıntı ve ıztıraplar içerisinde kıvranıp gider.
Ancak bazılarına güler dünya. Yürü kulum der âdetâ Allah onlar için. Önlerine bütün kapılar açılır. Servetleri arttıkça artar. Bir elleri yağda, bir elleri baldadır. O kadar imkânlara kavuşurlar ki her şey emirlerine seferber olur âdetâ.
Ne var ki insan ne kadar didinse, çırpınsa da Sultan Süleyman gibi bir saltanata sahip olamaz.
Demek, “Bu dar, fani dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfî gelmez.”
Öyleyse kafa takmaya, gam edinmeye gerek kalmaz. “Hadsiz arzuların, makasıdın varsa, onları düşünüp muztarip olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yeri başka diyardır ve onları veren de başkadır.”
İnsan bu gerçeği ah bir aklına, kalbine yerleştirebilse!
Evet, dünya insanı doyurmaz; sonsuz arzu ve ihtiyaçlarına kâfi gelmez. İnsanı ancak dünyadan bin kere daha güzel, her arzusuna kavuşabileceği; gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akla hayale gelmeyen nimet ve güzelliklerle dolu Cennet doyurabilir. Hırsın fiyatı ancak böyle bir Cennettir ve böyle bir hayatı kazanmak için insana verilmiştir.
Kısaca Mesnevî-i Nuriye’de denildiği gibi: “Sen burada misafirsin ve buradan da diğer bir yere gideceksin.”
Öyleyse “Misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi bu şehirden de çıkacaksın.”
Asıl hedef, maksat, ihtiyaçlarımızı bütünüyle karşılayabileceğimiz, her yönüyle tatmin olabileceğimiz diyar Cennet.
Gerçek bu iken, “İnsan, eğer kesrete dalıp, kâinat içinde boğulup, dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fanilerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa; elbette nihayetsiz bir hasarete düşer. Hem fena, hem fani, hem ademe düşer; hem mânen kendini idam eder.”
Tercih insanın elinde: Ya hasarete, ya da sonsuz saadete talip olacak!
10.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Meryem TORTUK |
Aile bağları |
|
Gittikçe zayıflayan ilişkilerden biri de aile ilişkileri. Temelinde ne yatıyor bunun üzerinde durmak niyetinde değilim. Bu her ailenin kendi kimlik yapısıyla adını koyacağı bir durum zira. Öyle, televizyona, gelişen teknolojiye de atıfta bulunmayacağım. Yani dışardan bir suçlu aramak niyetinde değilim. Okları kendimize, öz varlığımıza yönelteceğim. Çünkü içtiğimiz suyu kirleten yine kendimizden başkası değil.
İçinde doğup büyüdüğümüz, bebeklikten erişkinliğe kadar bütün evrelerimizde yanımızda bulduğumuz ailemizle aramızda buz dağları varsa bu öncelikle kendi problemimiz demektir.
Fakat dediğim gibi bu problemleri dillendirmek niyetinde değilim. Asıl vurgu yapmak istediğim şey, aile olmanın mutluluğu ve huzuru. Hani der ya yüce Peygamber, “Sıla-i rahim ömrü uzatır” diye. Bu dört kelimelik cümle öylesine derin mânâlar içerir ki, adeta toplumsal ilişkilerin temelini oluşturur.
Bir defa ailesiyle ilişkilerini sıkı tutan biri, hem kendisi mutlu olur; sevmek, sevilmek, hissedilmek, önemsenmek, paylaşmak gibi çok önemli dinamikleri yaşar, hem de ailesine bu duyguları yaşattığı için doyuma ve huzura ulaşır.
Bir insanın öncelikle kişiliğinin temellerinin atıldığı yuvasında onay görmesi ve kabul edilmesi hayatta da başarıyı yakalamasında çok önemli bir ivme. Kendi duruşumuzu ve kimliğimizi koruyarak, öz varlığımızla beraber olduğumuz, kabul gördüğümüz ve sevildiğimiz bir aile ortamı oluşturmuşsak, dışarıda da kendimiz gibi oluruz elbette. Farklı kimliklere bürünmeden, bütün ilişkilerimizde açık ve net, samîmî ve içten bir iletişim içine gireriz.
Yapaylıktan uzak, içten ve samîmî bir paylaşım bütün olumsuz ve yıpranmış ilişkilere rağmen yine de aile içinde mümkün. Bu avantajı güzel ilişkilere, sevgiye, onaya, değere çevirmek ne kadar önemli ve kıymetli bir şey.
Hepimiz deneyimlemişizdir, kardeşlerimizle birbirimize bağırır, çağırır, kızar, bütün öfkemizi aktarır, bir saat sonra yeniden eskisi gibi oluveririz. Başka hangi ilişkide böyle bir son yaşanabilir? Tabiî bunun aksi olan durumlar da olur. Küçücük bir sebepten dolayı yıllarca ailesini reddeden veya, ailesinin kendisini reddettiği kişiler de yok değil tabiî ki. Fakat bu tutumlar asla insanî değil ve cahilce bir inadın sonuçları.
Diyebilirim ki, ailesiyle bağlarını kuramamış biri, dışarıda da samîmî ve içten bir ilişki kurmakta son derece zorlanır. Çünkü en yakın dairesindeki boşluklar ve güven sarsıntısı onun bütün hayatını kapsar.
Eğer bir aileniz varsa, dünyadaki en büyük hazinelerden birine sahipsiniz demektir. Bu hazineyi boşa harcamak yerine, çoğaltmayı, korumayı tercih etmek sizi her şeyden daha zengin kılacaktır.
10.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa... kısa... |
|
Rafet Gümüş: “Sıkıntıya düşen kimse ne yapmalıdır?”
Sıkıntıya düşen kişi Allah’a dayanır, sabrı elden bırakmaz. Sıkıntının bir imtihan olduğunu unutmaz ve sıkıntıyı aşmak için akılcı çözümler bulmaya gayret eder. Çözüm arayışları sırasında bu sıkıntının verdiği ruh darlığı sebebiyle isyan etmez. İsyandan Allah’a sığınır. Kusurları ve günahları için tövbe ve istiğfar eder. İbadetlerini aksatmaz. Namazda ve namazın ardından Allah’a sığınır ve bütün Müslümanların sıkıntılı hallerini de duâsına alarak Allah’a duâ eder. Duâsında bütün Müslümanların sıkıntılardan kurtulmasını ister. Sadece dünyevî sıkıntıları nazara almaz, ahiret sıkıntılarından da kurtulmayı diler ve umar. Duâsının başlangıcında ve bitişinde salâvat getirmeyi ihmal etmez.
***
Talip Aslan: “Eşlerden biri şakadan boş ol derse nikâh tazelemek gerekir mi?”
Resûlullah (asm) buyurdular ki: “Üç şey vardır ki onların ciddisi de ciddi, şakası da ciddidir. Bunlar: 1- Nikâh, 2- Boşama, 3- Ric’at (boşadıktan sonra tekrar eşine dönmek).”1
Hattâbî der ki: Âlimlerin kahir çoğunluğu şu hususta ittifak etmiştir: “Boşamaya delâlet eden açık söz (net lâfız), mükellef (ergen ve akıllı) bir insanın dilinden dökülecek olursa o bundan sorumlu tutulur. Onun: ‘Ben şaka yapıyorum’; ‘Lâf olsun diye söylemiştim’; ‘Boşamaya niyet etmemiştim’ gibi mazeretler ileri sürmesi fayda vermez. Kim bu üç şeyden birini zikrederse gerçekleşiverir.” Bu hükme, bir kısım âlimler şu âyetten delil getirmişlerdir: “Allah’ın âyetlerini eğlence yerine tutmayın.”2
Bir defa; eşler şaka olarak böyle tehlikeli sözlerin etrafında dolaşmamalılar. Bu şaka konusu olamaz. İkinci olarak: Eşlerden biri şaka olarak da olsa eşine “Boş ol!” dediğinde bir boşama gerçekleşmiş olur. Bununla üç boşama hakkından biri gider. Bu durumda böyle “bir” boşamayla geri dönüş imkânsız kılınmış olmaz. Yani eşler ilk üç ay içinde istedikleri anda nikâh kıymaya gerek duymadan (üç ay geçtikten sonra da nikâh kıydırarak) birleşebilirler, evliliklerini sürdürebilirler.
***
Faruk Orka: “Çiğ et yeme hakkındaki dinî hüküm nedir?”
Dinimizde etin helâl olması ve eti yenen hayvanların eti olması şartı vardır. Helâl kazanılmış olmak ve eti yenen hayvanın eti olmak şartıyla; bu etin çiğ yenmesi veya pişirilerek yenmesi ile ilgili dinimiz, sıhhî olmak şartıyla her ikisini de mubah görür. Çiğ et yeme hususunu sıhhat açısından değerlendirmeli, bu konuda tecrübeden başka, konunun uzmanlarının görüş ve bilgilerinden de yararlanmalıdır.
***
Bursa’dan Kasım Ali Güngör: “Evde sarık ile namaz kılmanın camide cemaatle kılmaktan daha sevaplı olduğunu iddiâ edenler var. Bu doğru mudur?”
Sarık sünnettir.3 Fakat cemaatle namaz sünnet-i müekkededir. Nitekim Resûlullah’a (asm) bir gün âmâ bir zat gelerek: “Ey Allah’ın Resûlü! Beni mescide kadar getirecek bir rehberim yok!” diyerek Peygamberimizden (asm) namazı evinde kılmak için ruhsat istedi. Peygamberimiz (asm): “Ezanı işitiyor musun?” buyurdu. Adam: “Evet!” deyince, Peygamber Efendimiz (asm) “Öyleyse icabet et” dedi ve namazı cemaatle kılmanın önemine işaret buyurdu.4
Nevevî der ki: “Bu hadiste ‘Cemaat farz-ı ayndır’ diyenlere delil mevcuttur. Ancak âlimlerin çoğunluğu bu iddiaya: ‘Adam, Resûlullah’tan ‘Namazı evinde kıldığı halde özrü sebebiyle cemaat sevabını da kazanmasına ruhsat var mı?’ diye sormuştur’ şeklinde tevil ederek cevap vermiştir. Çünkü bilindiği üzere, özür sebebiyle cemaate gelme gereğinin düştüğü hususunda görüş birliği vardır.” Fakat özür yoksa namazı cemaatle kılmak kuvvetli sünnetlerden bulunmaktadır.
Şüphesiz efdal olan, namazda ne sarığı, ne de cemaati terk etmemektir.
Dipnotlar:
1- Ebu Dâvud, Talâk 9, (2194); Tirmizî, Talâk 9, (1184)
2- Bakara 231
3- Ebu Davud, Libas 24, (4078); Tirmizî, Libas 47, (1785)
4- Müslim, Mesâcid 255, (653); Nesâî, İmâmet 50, (2, 109); Ebû Dâvud, Salât 47, (552).]
10.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
“Anlayana laiklik,” anlamayana zurna! |
|
Sevgili Güneri Civao?lu onca bilgi ve kültür birikimine ra?men Saly günkü Milliyet’teki “Anlayana laiklik” ba?lykly kö?e yazysynda nasyl olmu?sa uçaklaryn bazen hava bo?lu?una gelmesi gibi, konu gericilik, yobazlyk ve de laiklik olunca bir mantyk bo?lu?una dü?mü?.
Sayyn Cumhurba?kanynyn laiklik konusunda anayasada geçen tanymdan ba?ka tanymyn kabul edilemeyece?ine dair açyklamasy üzerine Sayyn Civao?lu, bunu fyrsat bilip sözü laiklikten çok, Türkçe ibadet ve Türkçe Kur’ân meselesine getirmi?. Görü?lerine saygymyz var. Katylmasak da katlanyyoruz. Ancak yazysynda Türkçe Kur’ân çevirilerinden örnekler verirken Behçet Kemal Ça?lar gibi ?airin Yhlâs ve Leyl Sûrelerini öylesine sena etmi? ki sanyrsynyz Allah Kur’ân’y Türkçe vahyetseydi öyle olacakmy? gibi mübalâ?a zaafiyetine dü?mü?. Oysa ki Ça?lar’yn tercümeleri kendi içinde bir metin olarak yapysal/strüktürel açydan güzel bir dizge olabilirse de, Kur’ân’yn indirildi?i dil olan Arapça ve Kur’ân’da kullanylan Arapça’yy bile a?an Kur’ân Arapça’synyn yanynda cylyz ve pejmürde kalyr.
Tercümeler, bir dilden bir dile aktarymdyr. Hiçbir tercüme çaly?masy, bir edebî metnin orijinalinin yerini tutamaz. Shakespaer’in hangi eserindeki orijinallik ba?ka bir dile aktarylabilir ki? Yunus Emre’nin ?iirlerinin ana dili Türkçe olan bizlerde uyandyrdy?y imaj, idrak, algylama ve ça?ry?ymlar herhangi bir dile tercümesini okuyana ayny imaj, algylama veya ça?ry?ymy veremeyecektir. Birazcyk edebiyattan, ?iirden anlayanlar bunu kesinlikle bilirler.
Motamot tercümelere gelince, orijinal metnin tüm ifadelerini çevirebilmi? olsa bile, cesetteki ruh gibi, lâfyzlardaki mânâyy da aynen aktarmaya muktedir olamayacaktyr. Sözgelimi Kur’ân’daki âyetleri tercüme i?ini Behçet Kemal Ça?lar da yapsa, Mehmet Âkif Ersoy da yapsa ba?aryly olamayacaklardyr. Bunlaryn ?air, edip olarak böylesi bir iddia ile Kur’ân’yn yerine ikame edilsin diye Kur’ân’yn Türkçe versiyonunu yazmaya azmetmeleri mümkün de?ildir. Belki bir emir, rica veya daha ba?ka bir amaçla yapylaca?yna inanarak böyle bir çaly?maya girmi? olabilirler. Nitekim Mehmet Akif Ersoy, meâl konusunda çaly?ma yapmy?, ama neden sonra bu tercüme, meâl metinlerinin camilerde Arapça Kur’ân yerine okutulaca?y haberini alyr almaz Mysyr’da emanet byrakty?y çaly?malarynyn tümünü yaktyrmy?tyr. Akif’e “Softa yobaz, gerici” gözüyle bakan ve naa?yny Ystiklâl Mar?y e?li?inde kaldyryp defnettikleri için o günün gençli?ine yylba?y balosunda “O yobazyn tabutunu niçin ta?ydynyz?” diye azarda bulunan ilericilerimiz biraz da bu sebepten sevmezler.
Sevgili Güneri bilsin ki B. Kemal Ça?lar’yn Leyl Sûresi tercümesinin Kur’ân’daki Leyl Sûresiyle uzaktan yakyndan alâkasy yok. Bir yanly?lyk olmaly Leyl Sûresi tercümesinde. E?er yanly?lyk yoksa aslyyla ba?da?mayacak kadar kötü bir tercümedir bu. Velev ki Ça?lar’yn metni kendi içinde bir edebî de?ere sahip olsa bile. Biraz tutarly gibi görünen Yhlas Sûresinin tercümesine gelince: Tercümedeki “Söyle ki gündüz gece. Tanry tek, Tanry yüce. O do?maz ve do?urmaz. Kimse O’na denk olmaz.” Burada ?air 3+4 durakly 7 hecelik birer dize ile yazma kaygysyyla yani lafyz ve ?iirin teknik kalyp kaygysyyla daha ilk elde “ki” edatyny eklemek yanly?ly?yna dü?mü?tür. “Ki” edatyny kullanmasa ilk mysra’yn hece sayysy 6 olaca?yndan ?airimiz tutmu? Yhlâs Sûresinde sözcük/lâfyz olarak kar?yly?y olmayan bir “ki” eklemek zorunlulu?una dü?mü?tür. Buna mecburdur da. Çünkü yapylan i? nihayetinde bir tercümedir. Aynen bunun gibi: “Kul”, yani “Söyle” emrinden sonra “Daima, her zaman veya ne zaman diyecek olursan” anlamynda Türkçe’ye aktarymda “gündüz-gece” zaman diliminin de orijinal metinde olmady?y halde ve bu ?ekilde ve ikinci mysradaki “Yüce” kelimesiyle kafiye olu?turma kaygysyyla eklendi?i hemencecik anla?ylmaktadyr. Y? burada bitmiyor tabiî ki, ikinci mysrada yer alan “Tanry tek, Tanry Yüce” cümlesi Arapça Yhlâs Sûresinde geçen “Ahad ve Samed” isimlerini kar?ylayamyyor bile. Meselâ Samed’in anlamy Yüce de?ildir. Allah’yn isimleri içinde Yüce’nin kar?yly?y “Aliyy” gibi Vali, Müteâl gibi isimler olabilir ama Samed isminin anlamy tamamen ba?kadyr. Üstelik Yhlâs Sûresinde bu isimlerden önce “Hüve” yani “O” zamiri ile “Allah” ismi es geçilmi? yani atlanmy?tyr. Tanry kelimesinin kar?yly?y daha çok “insanlaryn icad etti?i, kendilerinin olu?turdu?u ilah ve ilaheler”in kar?yly?ydyr. Allah orijinal bir kelimedir. Her neyse bu bahis de ayry bir tarty?ma alanyna girer.
Sayyn Güneri Civao?lu bilir mi, bilmez mi yine de zikredelim. Edebî metinlerin incelenmesinde, irdelenmesinde bir cümlenin “yatay ve dü?ey” iki eksende ele alynmasy söz konusudur. “?u adamla konu?tum. Bu kitaby okudum” cümlelerinin ‘?u’ ve ‘bu’ syfatlary dikey eksende dilin gramer özelli?i dikkate alynyrken ve ad aktarymy, yani mecaz kullanylyrken, yatay düzlemde mânâ, anlam ve daha çok deyim aktarymy yani istiâre kullanymy a?yrlykly olarak göz önüne alynyr. Tercümeler dikey eksenli karakterde olduklaryndan tercümede bir problem olmayabilir ama yatay eksene gelince asyl hareketli ve orijinal ve metin sahibinin yani yazarynyn ki?isel dili, üslûbu, manty?y, maksady, deyi? ?ekilleri kar?ymyza çykar ki burada lâfyzlar, kelimeler yetmez. Ondandyr ki büyük ?airler, edipler ve filozoflar kelimelerden çok çektiklerini ifade etmi?lerdir. ?imdilik bu kadarla yetiniyorum. Gerekirse haftaya Sayyn Civao?lu’na en azyndan ‘yapysalcylyk’ konusunda biraz daha bilgi verebiliriz. ?imdilik Arif’e tarif yeter diyoruz.
10.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Derin reform |
|
Derin devleti “kurumlardaki çeteleşme” olarak niteleyen Başbakan, “Madem iktidarsın, bu işi bitir” çağrılarını cevaplarken “Şu anda çomağı soktuk, bundan rahatsız olanların sesi yükselmeye başladı” diyor.
Ve artık faili meçhuller döneminin kapandığını belirterek, bağlantılar üzerinde yaptıkları çalışmalarla bir yerlere doğru vardıklarını, yüzde 100 olmasa da büyük oranda netice aldıklarını ve alacaklarını söylüyor.
Temennî edelim ki, öyle olsun.
Ancak Erdoğan’ın da söylediği gibi kökü tâ Osmanlı zamanına kadar uzanan, tek parti ve ihtilâl dönemlerinde iyice kuvvetlenip devletin de, toplumun da her yerine dal budak salan esrarengiz bir yapıyı çözmek pek kolay olmasa gerek.
Tek tek hadiseler bazında izleri takip ederek birtakım bağlantıları açığa çıkarmak suretiyle belki bir yerlere varılabilir.
Nitekim Hrant Dink cinayetinde adı geçen kişilerden “muhbir” olarak nitelenen şahsın emniyet ve jandarma bağlantıları iyice aydınlatılabilirse, çeteleşmeye dönüşen bir mekanizma deşifre edilebilir.
Ama bu yöntemle ulaşılabilecek yer yine de sınırlı ve belli bir noktadan sonra işin tıkanması ihtimali hayli kuvvetli görünüyor.
Dolayısıyla, olay bazına dayalı çalışmaların, mutlak surette, sistemin tümüne yönelik kapsamlı reformlarla takviyesi gerekiyor.
Bunun için de, hep söylediğimiz gibi, anayasadan başlayan bir “yeniden yapılanma harekâtı”nın âcilen başlatılması lâzım.
Bu harekâtta çıkış noktası, kaynağını millî iradeden almayan ve buna rağmen çoğu zaman millet iradesine meydan okuyan devlet içi güç odaklarına demokratik hukuk sistemi içerisinde çekidüzen vermek olmalı.
Merkezinde, üyeleri milletin oylarıyla seçilen Meclisin yer aldığı bir sistem kurulmalı.
Demokratik hukuk anlayışını özümsemiş bir entellektüel birikim, böyle bir konumu taşıyabilmesi ve bunun hakkını verebilmesi için TBMM’nin ve siyasetin yanında olmalı.
Darbecilere “fetva” uyduran hukuk profesörlerinin devri, bu birikimle kapatılmalı.
Cumhurbaşkanının, Başbakanın, Genelkurmay’ın, Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere yüksek yargı organlarının, YÖK'ünn, MİT’in, jandarmanın... görev ve yetkileri yeniden tarif edilmeli. Yanlış ve kötüye kullanılan yetkiler ya sınırlanmalı ya da kaldırılmalı. Bürokratik dokunulmazlıklar da kalkmalı ve konumu ne olursa olsun, herkes hesap sorulabilir ve de hesap verir hale getirilmeli. Her yerde açıklık ve şeffaflık hakim kılınmalı.
Kamuoyunun sadece devlet ve örgütlü azınlık görüşleriyle değil, geniş halk kesimlerinin katılımıyla oluşmasını, herkesi ilgilendiren kararların olabildiğince kapsamlı uzlaşmalarla alınmasını sağlayacak kanallar açılmalı, buna yönelik sistemler geliştirilmeli.
Başbakanın, “faili meçhul cinayetleri aydınlatma” bağlamında ifade ettiği “yüzde 100 netice alma” hedefine, sistemin tümünü hukuk zemininde demokratikleştirme anlamında ancak böyle yapılarak ulaşılabilir.
Sadece “çomak sokarak” değil...
10.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Rutin dışı işler |
|
Gündemi meşgul eden “derin devlet” tartışmaları biteceğe benzemiyor. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da ‘bilgi kirlenmesi’ tehlikesi başgöstermiş durumda. ‘Uzman’lar da konuşuyor, uzman olmayanlar da. Ama ortada bir vak’a var: Geçmişte de, günümüzde de hukuk dışı, kanun dışı hadiseler yaşanmış...
12 Mart ve 12 Eylül döneminin Ankara Emniyeti İkinci Şube Müdürü Tahsin Gürdal’ın bir Yeni Aktüel dergisine (sayı: 83, 8-18 Şubat 2007) anlattıkları da ‘tanıdık’ ifadeler olarak yorumlanabilir. Anlatılanlardan anlaşılan, hukuk dışı işler yapanları birilerinin bir şekilde koruduğu. Zaten aksini iddia eden ‘uzman’ var mı ki?
Görev yaptığı dönemden 28 yıl sona ‘ilk defa’ konuştuğu ifade edilen Gürdal’ın tesbitleri özetle şöyle:
*Ben meslek hayatımda hiç muhbir kullanmadım. (...) Meslek olarak muhbirlik yapan biri son derece tehlikelidir. Çünkü sana bilgi veren kişi yeri gelir senin hakkında da başkasına bilgi verir. Muhbirler bazen polisi yanlış yola sevk eder.
*(Katillere) Emir verenlere Türkiye’de hiçbir zaman ulaşılamaz. Soruşturmalarda hep Emniyet’in önü kesilmiştir. Türkiye’de birçok faili meçhul var. Bunlar soruşturmaların belli güçler tarafından kesilmesi nedeniyle durdurulmuştur. 40 yaşında, mesleğin en verimli evresinde emekli edildim.
*O dönemde silâh kaçakçılığının önemli isimlerinden biri de (...) idi. Divan Oteli’nde intihar ettiği söylendi ama öldürüldü mü, intihar mı etti belli değil.
*12 Eylül’den önce silâhlar Bulgaristan üzerinden geliyordu. Son zamanlada silâhlar Lübnan üzerinden Irak’a, oradan da Türkiye’ye girmeye başladı. Fazla değişen bir şey yok. Markalar da hemen hemen aynı. Sadece güzergâh değişmiş oldu. (...) Ama silâh kaçakçılığı artıyorsa kesinlikle büyük bir tehlike vardır.
*(‘Terör olayları’na karışan iki ‘anarşist) Hem P., hem A. idam cezasına çarptırıldı. Ama kararın onanmasından 10 gün sonra Mamak Askeri Cezaevinden kaçtılar.
Anlatılanları da ‘bilgi kirliği’ sayanlar olabilir. Belki onlar da haklıdır! Ancak anlatılanlardan yer ve kişi isimleri kaldırılmış olsa, benzer her olaya uygulanamaz mı? Hukuk dışı işler yapanların korunması, mahkumiyet kararı verilenlerin en kontrollü/ güvenli cezaevlerinden kaçırılması sık tekrarlanan bir hadise değil midir?
Türkiye ne edip etmeli, suç işleyenlerin korunduğu bir ülke olmakdan çıkarılmalıdır. Bu temin edilebilirse faili meçhul cinayetler de kalmaz, muhtemel cinayetler de önlenebilir.
*
Kulak verilsin
Hükümet cenahı, TCK 301. madde ile ilgili olarak “Kanun yapılırken kimse itiraz etmedi” yollu görüşler beyan ediyor. İddiaya göre, ‘taslak’ ilgili kuruluşlara gönderilmiş ve ‘itiraz, teklif vb’ görüşler ortaya konulmamış.
Eğer öyle ise, haklı olabilirler. Öyle bile olsa şu andaki haklı itirazları dikkate almamak savunulabilir mi? Neredeyse ‘dünya âlem’ bu maddenin değişmesi gerektiğini söylüyor.
Diyelim ki STK’lar geç uyandı. O zaman bari hükümet geç kalmasın...
10.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
“Derin”lere “çomak” sokmak |
|
Türkiye iki haftadır “derin” bir konuyu tartışmaya devam ediyor.
Hatırlarsınız bundan bir ay evveline kadar cumhurbaşkanlığı seçimi ve erken seçimler tartışılıyordu. Bu tartışmanın cumhurbaşkanlığı seçim takviminin başlayacağı 16 Nisan’a kadar artarak devam edeceği tahmin ediliyordu. Ancak ne olduysa, gündeme başka tartışmalar sokularak bu tartışmalar adeta rafa kaldırıldı.
Şimdi varsa yoksa, derin devlet…
Laik-antilaik, alevî-sünnî gibi kutuplar oluşturmada usta olan bir ülke olarak bu tartışmada da “derin devlet var” diyenlerle “yok” diyenler şeklinde “zıt kutuplar” hemen oluşturuluverdi. Şimdiye kadar “gizemli” olan konu şimdi kahve köşelerinde dahi tartışılır oldu. Burada dikkat edilmesi gereken konu “derin devlet” kavramının bu tartışmalar arasında “meşrulaştırılmaması…”
Derin devlet kavramını bundan önce, faili meçhul cinayetlerde veya ihtilâllerin arkasında aranırdı. Şimdi her yerde aranıyor.
Önce şunu söylemek lâzım. Belki de son günlerdeki tartışmanın en faydalı tarafa şu oldu. “Derin devlet” dendiğinde artık “hukuksuzluk” veya “kanuna aykırılık” olarak algılanıyor. Kimse “sahiden” derin devleti sahiplenemiyor. Sahiplenenler bile kıyısından köşesinden gezinerek ancak sahiplenebiliyorlar.
* * *
Tartışmayı “Derin devletin varlığına katılmıyorum diye bir şey yok. Katılmıyorum olur mu, neden olmasın. O her zaman olmuş… Ama bunu minimize etmek, mümkünse yok etmek, bunu başarmak gerek” cümlesi ile başlatan Başbakan Tayyip Erdoğan partisinin son grup toplantısında “derin devlet”le ilgili ilginç yorumlar getirirken, önemli açıklamalarda da bulundu.
Başbakan “derin devleti şöyle tanımladı: “Derin devlet dedikleri, devletimizin kurumları değildir, devletin kendisi hiç değildir. Derin devlet, kurumlar içerisinde kendi anlayışları veya kendi kutsalları adına yetkilerini aşarak hukukun dışına çıkmak suretiyle oluşan çeteleşmelerdir…”
Erdoğan’ın bu konuda en çok kızdığı, hatta celâllendiği bir konu “Derin devlet varsa, hadi çözün” sözleri… Başbakan bunları cevaplarken, “Kolaysa siz çözün. Bizden önce de vardı, niye çözemediniz” oluyor.
Başbakan kızmasın, ama bundan önce çözülmemesi mazeret olamaz. Siz icranın başısınız ve ülkenin bütün sorunlarını çözme konusunda görevlisiniz. Millet size “Bundan önceki iktidarın yapamadıklarını yapın” diye tek başına iktidar yetkisi verdi. Sizden önceki iktidarların, enflasyonu iki haneli rakamlardan tek haneli rakamlara indiremediklerini, kendinizin indirdiğini söyleyerek övünüyorsunuz. Bundan önceki iktidarlar “derin devleti” ortaya çıkaramadılarsa siz çıkarın, bununla da övünün…
Başbakan bir de “Biz kovana çomak soktuk” diyor. Umarız, çomak sokmakla kovan dışına kaçanları yakalama konusunda da beceri gösterirsiniz. Yoksa sokulan çomağa sinirlenen arılar bu sefer yanlış işler peşinde koşabilirler. Buna da dikkat etmek lâzım. Çünkü çomak sokmakla iş bitmiyor. Bu “arıları” bir de kaçırmamak gerekiyor…
Erdoğan’ın başlattığı bu tartışma bakalım nerelere kadar dayanacak? Yine bir yerlere kadar gidip duvara toslamazsa bu tartışmalar bazı karanlıkları ortaya çıkarılması adına faydalı olacak.
* * *
Burada şu küçük notları da aktarmak istiyorum.
Başbakanın siyasî danışmanı ve Adana Milletvekili Ömer Çelik bir televizyon programında “derin devletle mücadelenin PKK ile mücadeleden zor” olduğunu söylerken, “Demokratikleşmeyi tam olarak sağlayabilmemiz durumunda derin devleti yok edebiliriz” diye çözüm yolunu göstermişti. Biz de bu görüşe sonuna kadar katılıyoruz.
Başbakan “var” diyor, danışmanı “var” diyor, ancak Başbakan Yardımcısı Abdüllâtif Şener, “Böyle bir yapı olup olmadığıyla ilgili sonuca ulaşılmış değil. Bu kavramı belki de hiç kullanmamak lâzım” diyor ve “Derin devlet var” diyenlere de bir uyarı da bulunuyor. “Devlet kavramını yıpratır…”
Görüldüğü gibi, “derin devlet” konusunda vatandaşlar kadar, ülkeyi yönetenlerde de bir kafa karışıklığı yaşıyor… Önce bu kafa karışıklığını gidermek için hukuk devreye sokulmalı.
Artık, Türkiye, derinlerdeki devleti değil, demokrasiyi, hukuku, inanç hürriyetini, insan haklarını, temel hak ve özgürlükleri konuşmalı…
10.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|