Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Gerilime dikkat



Bir okuyucumuzdan hassas bir not aldık.

Diyor ki:

“Kimi kanallarda yayınlanan dizilerden bazıları konu-tema gereği gerilimlidir. Bu dizilerden bazıları, özellikle ATV ve Kanal D’de yayınlanan gerilimli dizilerin hemen hepsinde insanı fark ettirmeden daha da gerilime sokan, dizi izlenirken konuşan çocuklara, insanlara bağırttıracak kadar etkileri olan suni bir teknik var. Sahnelerin yakın çekimli olanlarında görüntünün sürekli olarak kıpırdadığını göreceksiniz. İnsan oyuncuların mimiklerini dikkatli olarak görmek ister. Fakat bu kıpırtı yüzünden gözler odaklanamamakta ve seyirci ruhen sunî bir sıkıntı yüklenmektedir. Hemen hiç kimse bu kasıtlı görüntü kıpırtısını farketmemiştir siz dahil. Eğlenceli dizilerde böyle kastî bir uygulama göremezsiniz. Yakın çekimler kıpırtısızdır ve odaklanma problemi yoktur.

“Büyük villalar, devasa salonlar, bilmem ne arabaların reklamının yapıldığı dizilerin üstüne üstlük böyle suni ve de insanlarımızın ruh sağlığına kasteden tekniklerle daha da çekilmez hale getirilmesini protesto ediyorum.”

Doğrusu çok mühim bir konuyu hatırlattığı için okuyucumuza teşekkür ediyoruz.

FİLM Mİ GERÇEK Mİ?

Önceki akşam narkotik ekipleri bir “zanlı”nın yolunu kesiyor.

“Zanlı” ekiplere silâh çekiyor ve çatışmaya giriyor. Tıpkı filmlerdeki gibi.

Ve kaçıyor.

Polis, bir uyuşturucu satıcısının müşterileri arasında yer alan ve evinde yapılan aramada neler buluyor neler:

Bir kalaşnikof tüfek ve 3 gram kokain...

Tıpkı filmlerdeki gibi.

Sonunda “zanlı”yı takibe alan polis, Yedikule’de yine filmlerdeki gibi kaçan aracın yolunu kesiyor ve “dur” ihtarı yapıyor.

Çatışma sonrası, Yedikule’den Kocamustafapaşa’ya kadar sahildeki Keneddy Caddesi boyunca bir kovalamaca yaşanıyor.

Kaçan otomobil, polis aracına çarpıp kaçmayı sürdürüyor.

Silâhlar patlıyor.

Sonunda, “zanlı” Aksaray Langa Bostan Sokak’ta aracı terk ederek kayıplara karışıyor.

Tıpkı filmlerdeki gibi.

Filmlerdeki gibi, çünkü bu kaçan kişi, Türkiye’nin çok yakından tanıdığı bir isim:

Sezer İnanoğlu.

Yani nam-ı diğer “Sezercik.”

Küçük yaşta çevirdiği filmlerle tanınan Sezercik o dönem ne kadar masumdu.

Bu filmler halen ekranlarımızda gösterilir.

Mesela, Küçük Ev (1977), Analar Ölmez (1976), Bitirimler Sınıfı 1975, Sezercik Küçük Mücahit (1974), Öksüzler (1973), Sezercik Aslan Parçası (1972), Sezercik Yavrum Benim (1971)...

Masum yüzü ve zekâsıyla kendini sevdiren Sezercik, artık Sezercik olmaktan çıkmış.

Bilindiği gibi Sezer İnanoğlu’nun eşi, başına dayadığı silahla intihar etmişti (1997). Nil Pınar, atv’de “Harika Pazar”ı sunuyordu.

Ancak intiharın ardından “kuşku” bulutları her tarafı sardı.

Nil Pınar İnanoğlu’nun cesedinin altında, Sezer İnanoğlu’nun taşıma ruhsatlı silahı bulundu. Hatta, dosyanın, dönemin Beykoz Cumhuriyet Başsavcısına geldiğini, Nil Pınar İnanoğlu’nun ölümünün intihar olarak kayıtlara geçtiğini hatırlıyoruz. Eşinin ölümünden hemen sonra Sezer İnanoğlu, savcı ile uzun süre görüşmüş, soruşturma başlatmak isteyen polisin önüne Ankara’dan engel konulduğu haberleri gelmişti. Ne hikmetse, telefon kayıtlarının da kaybolması, cinayetin gerisinde soru işaretleri bırakmıştı. Bu haberleri Hürriyet gazetesinde okumuştuk.

Acaba Sezercik’in, Yönetmen Berker İnanoğlu’nun oğlu olması veya ünlü yapımcı Türker İnanoğlu’nun yeğeni olmasında bir katkı(!) var mıdır bilemeyiz.

26.01.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Tevhîd-i Kıble etmek



Adapazarı’ndan okuyucumuz: “Risâle-i Nur’da geçen ‘Tevhîd-i Kıble etmek’ ne demektir?”

İslâm güneşi doğduğu günden beri Kur’ân’ı ve sünneti rehber alan İslâm âlimleri her asırda herkes için manevî ışık olmuşlar; her birisi birer hak yol ve hidayet mesleğinde yoğunlaşarak, insanlığı hak ve hidayet açısından aydınlatmışlardır. “Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah ihsan sahipleriyle beraberdir”1 âyet-i kerimesi ile “Âlimler Peygamberlerin vârisleridirler”2 hadis-i şerifine âlimlerin mazhar oldukları düşünülürse, hakta sebatlarının sırları ve yollarının neden cazip olduğu kolayca anlaşılmış olur. Sonradan gelenlerin, öncekilerin ilim mirasını almaları ve yeni ufuklara ve inkişaflara bu mirasla açılmaları ise ilimde devamlılığın gerektirdiği bir gelenek ve gereklilik olsa gerektir.

Bedîüzzaman Hazretlerinin daha on üç on dört yaşlarında iken Erzurum Bayezıd medresesinde Şeyh Mehmet Celâlî Hazretlerinin nezdinde, medrese usûlüyle yirmi yılda ancak tahsil edilebilecek dev ciltli İslâm ilim, irfan ve kültür hazinelerinden seksen cilt kitabı üç ay zarfında hafızasına almış olması3 Kur’ân ilimlerine hakikî vâris olduğunu göstermesi açısından yeterli bir belgedir. Sonraki yıllarda Gavs-ı Azam Abdulkadir-i Geylânî ve İmam-ı Rabbanî (ra)... vs. tüm ehl-i ilmin ilim ve tefekkür birikimlerini bihakkın aldıktan sonra, tahkik ve hakikat ehli âlimlerin her birisinin büyük cazibe merkezi olduklarını görüyor ve biriyle yetinmiyor, hepsinin ilmine ve irfanına yönelmek istiyor.

Bedîüzzaman Hazretleri, bu esnada bir gün İmam-ı Rabbanî’yi okurken, İmam-ı Rabbanî’nin Mektûbât’ında, “Tevhîd-i Kıble et!” hitabıyla karşılaşıyor. Yani İmam-ı Rabbanî Bedîüzzaman’a, “Birini üstad tut, arkasından git! Başkasıyla meşgul olma!” diyor. Saîd Nursî Hazretleri bu ilmî tavsiyeyi önemsiyor, fakat hangisinin arkasından gideceğine karar veremiyor. Kendisini dinleyelim: “Ne kadar düşündüm, bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim? Tahayyürde kaldım. Her birinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var; biriyle iktifa edemiyordum.”4

Her bir ehl-i ilim ve tahkikte ayrı cazibeler keşfeden ve biriyle yetinmeyerek, hepsinin de ilmine, irfanına, ezkârına ve tefekkürüne mutlak vâris olduğunu gösteren Bedîüzzaman Saîd Nursî, nihayet Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle, bu muhtelif hak yol ve mesleklerin başının, bu cetvellerin kaynağının ve bu seyyarelerin güneşinin Kur’ân-ı Hakîm olduğunu, hakikî tevhîd-i kıblenin de Kur’ân’da olacağını, öyle ise en âlâ mürşidin de, en mukaddes üstadın da Kur’ân-ı Hâkim’den başkasının olmadığını görüyor. Artık doğrudan Kur’ân’a yapışıyor, sadece Kur’ân’a yöneliyor, Kur’ân’da tevhîd-i kıble ediyor. Bundan sonra, Kur’ân’dan inkişaf eden hayat kaynağı ve feyiz sağanağı nurlar, ehl-i imanın müzmin yaralarına çare olabilecek kabiliyette gönlüne açılmaya başlıyor.

Risâle-i Nur’un, Allah’ın izniyle Kur’ân-ı Hâkim’den alınan “feyizler” külliyatından ibaret olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’dan gelen nurların yalnız aklî mes’eleler olmadığını; pek yüksek ve kıymettar olan Allah’ın marifeti hükmünde kalbî, ruhî, halî ve îmânî mes’eleler olduğunu kaydeder.5 Kur’ân’a Tevhîd-i Kıble etmenin, yani yalnızca Kur’ân’a yönelmenin bir meyvesi olan Risâle-i Nur’ların akla ilim dersi verdiği gibi, kalbe iman hâli telkin ettiğini, ruha da iman zevki tattırdığını beyan eder. Hatta dünyevî işlerinde kerâmet sahibi bir şeyhin müridi nasıl ihtiyaçlarına dair şeyhinden medet ve himmet bekliyorsa; Üstad Saîd Nursî de kendisinin, ihtiyaçlarını Kur’ân-ı Hakîm’in kerâmetli sırlarından ummadığı bir tarzda aldığını ve Risâle-i Nûr’da bunları yazdığını belirtir.

Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’a olan bu direkt bağlılığa gelişini talebelerinden Mustafa Sungur Ağabeye şöyle anlatır: “Mahfuzatım olan seksen doksan cilt kitabı ezberden tekrarlardım. Bunlar Kur’ân’ın hakikatlerine çıkmağa basamaklar oldu. Sonra Kur’ân’ın hakikatlerine çıktım. Baktım, her bir âyetin kâinâtı ihâta ettiğini gördüm. Artık başka bir şeye ihtiyacım kalmadı. Kur’ân bana kâfi geldi.”6

Netice itibariyle; Risâle-i Nur’lar, İslâmın bütün ilim mirasını hıfzettikten sonra, doğrudan Kur’ân’a yönelmiş bir âlimin, bu asrın insanı için Kur’ân’dan devşirdiği bir rahmet ışığı olarak gün yüzüne çıkıyor.

Dipnotlar:

1- Ankebût Sûresi, 29/69 2- Keşf’ül-Hafâ, 2/1745 3- Tarihçe-i Hayat, s. 31; Şuâlar, s. 596 4- Mektubât, s. 340 5- Mektubât, s. 340 6- Şahiner, N., B.T.B. Saîd Nursî, s. 81

26.01.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İbret alınırsa



Bir kaç dane uğruna kapana kapılan, tuzağa düşen kuş hiç gördünüz mü?

Gördünüz veya görmediniz. Ama bir başka kuş onun tuzağa düştüğünü görünce, onun gibi daneye doğru eğilmediğini, alçalmadığını bilirsiniz. Çünkü aynı akibetin başına da geleceğinden korkar.

Gülistan’ında böyle bir örneğe yer veren Sadi, “Sen başkalarının felâketlerinden ibret al ki, başkaları senden ibret almasın” (s. 285) der.

Ömür boyu nice ibretlik olaylarla karşılaşır; duygulanır, düşünür, kendi payımıza düşeni çıkarmaya çalışırız. Akıllılık aynı hatalara düşmemek, aynı akibetleri yaşamamak, o tür olaylardan sakınarak kazançlı çıkabilmektir. Aynı yerde Sadi, “Dünyanın verdiği derslerle doğru yola girmeyen kimse ahiret azabına çarpılır” (Gülistân, s. 285) demekten de kendini alamaz ve “Mutlu kimseler, kendi tarihçe-i hayatlarıyla gelecek nesillere kötü örnek olmadan önce, geçmişlerin hikâyelerinden, yaşadıklarından ibret alırlar” der.

Akıl ve ilim yoluyla geçmiş zaman sanki bir bir yaşadığımız olaylar hükmündedir; gözümüzün önünde bir bir canlanıverir: “Kötüden iyiliği öğrendim” diyen bilgin misâli kötü akibetler o kötülüğe bizim de düşmememiz gerektiğini gösterme noktasında ilham kaynağı olur. Kur’ân’da anlatılan helâk olan kavimlerin akibetleri ne kadar ibretlidir. Aynı hatalara düşmeme noktasında Allah uyarır kullarını.

Cehenneme girenlerin iç yandıkları hatalar, acı itiraflar akıl sahiplerini dikkate davet eder. Meselâ bu itiraflardan birini şöyle anlatır Kur’ân: “‘Yazık bana! N’olaydı, filân kişiyi dost edinmeseydim! And olsun ki, Kur’ân bana ulaşmışken, o kişi beni Kur’ân’dan ve Peygamberden saptırdı.’ Şeytan, insanı işte böyle yapa yalnız ve yardımcısız halde ortada bırakır.”1

İşte bu pişmanlıkların sergilendiği ibret tablolarından biri daha: “Sizi Sakara sokan nedir?”

“Derler ki: ‘Biz namaz kılanlardan değildik.

“‘Yoksulları doyurmazdık.

“‘Bâtıla dalanlarla beraber biz de dalar giderdik.

“‘Hesap gününü yalanlardık.

“‘Nihâyet ölüm gelip çattı.’

“Şefaat edeceklerin şefaati onlara bir fayda vermez.”2

Bu kadar ibret tabloları gözünün önünde, elinin altında olan insanın mazerete hakkı olabilir mi?

Dipnotlar:

1. Furkan Sûresi: 28-29.

2. Müddessir Sûresi: 42-48.

26.01.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Demokratikleşme sancıları



Türkiye'de süregelen yüz yıllık (1908), hatta yüz otuz yıllık (1876) demokratikleşme çabalarının, günümüzde olgun meyveler vermeye başladığını sevinerek görüyoruz.

Şüphesiz, bu duruma hiç sevinmeyen ve bu gelişmeden hiç hoşlanmayanlar da var.

Ama dert değil. Önemli olan, ibrenin, göstergenin hangi istikamete doğru meylettiğidir.

Ana göstergeler–şükürler olsun ki–hürriyetten, adâletten, demokrasiden, insan haklarından yana ağır basıyor.

Ve, bu duruma paralel olarak, Türkiye'nin dünyadaki imajı da, bugün dünden daha düzgün, daha müsbet, daha sempatik ve daha güvenilir bir görünüm arzediyor.

Bu meyanda, Hrant Dink cinayeti sonrasında yaşananlar ile TÜSİAD'ın hazırlayıp kararlılıkla savunduğu son "Demokratikleşme raporu", iki çarpıcı örnek teşkil ediyor.

Kezâ, 301. maddeyle ilgili geri adım sinyalleri ile cezaevi şartlarının daha insanî bir şekle sokulması yönündeki mülâhazaları da, aynı kategoride değerlendirmek mümkün.

* * *

TÜSİAD raporuyla alâkalı geniş bilgilere, bugünkü manşet haberimizden de ulaşabilirsiniz.

O bilgiler dikkatle incelendiğinde görülecektir ki, TÜSİAD da önemli bir mesafe katetmiş.

28 Şubat Sürecinde bile çelişkili ve demokrasinin mantığıyla hiç bağdaşmayan bir tavır sergileyen bu teşekkül, hazırlayıp sahiplendiği son raporuyla ümit verici bir gelişme kaydettiğini gösteriyor.

* * *

Öte yandan, doksan yıldır soykırım ticareti yapan ve dünya ülkeleri nezdinde çok etkili bir lobi faaliyeti yürüten "Ermeni diasporası"nın son tavrına bakıldığında da, yine Türkiye'nin hayrına sayılacak önemli bir handikapın aşılmaya başlandığını görürüz.

Bu diasporayla irtibatlı çalışan lobiler, genelde Müslümanların, özelde ise Türkler'in Ermenilere karşı soykırım yaptıklarını anlatarak, buna dünya parlamentolarını inandırabiliyorlardı.

Ne var ki, Hrant Dink hadisesinden sonra, onların bu yöndeki çabalarının hiç de kolay olmayacağı ve hatta büyük ölçüde sekteye uğrayacağı açıktır.

Kaldı ki, onların içinde de aklı başında olanlar vardır ve çıkıp hakperestçe konuşacaklardır. Nitekim konuşuyorlar ve gayet makul yaklaşımlarda da bulunuyorlar.

İşte, bütün bu gelişmelerin, içerdeki gerilim atmosferini rahatlatmanın yanı sıra, dışarda da Türkiye'nin elini güçlendireceğine ve kabaca lanse edilen imajını müsbet yönde değiştireceğine inanmıyoruz.

Şimdi çekilen sancılar, böylesi hayırlı bir gelişmenin habercisi olsa gerektir.

YENİ TREND

Dünyanın ezberi bozuldu

Hrant Dink cinayeti sebebiyle, tarihte bir ilk yaşandı.

Devlet ve millet olarak, "Ermeni meselesi"nden dolayı, dünyanın ezberini bozacak çok tesirli bir tavır sergilemiş olduk.

Saatler süren cenaze merasiminde hükümet de vardı, her kesimden insanlarımız da...

Tırmalayıcı bir–iki slogan dışında, merasim vakar ve ciddiyet yüklü bir gösteriye dönüştü.

Bu mahşerî görüntü karşısında, başta Ermeni diasporası olmak üzere, dünyadaki "soykırım tâcirleri" adeta şoke oldular.

Çünkü, Türkiye'den böylesine vakur ve kendinden emin bir tavır beklemiyorlardı.

Hevesleri ve hesapları gibi, beklentileri de başkaydı. Ancak, hesapları gibi ezberleri de bozuldu. Hevesleri kursaklarına hapsoldu. Böyle olacağını hiç tahmin etmiyorlardı.

Kuvvetle muhtemeldir ki, Hrant'ı hedef seçenler de, neticenin böyle olacağını hiç hesaba katmamışlardı. Onların da hevesleri kursaklarında düğümlendi.

Netice itibariyle, bu şerden de büyük bir hayrın çıktığını görüyoruz.

GÜNÜN TARİHİ 26 Ocak 1948

Meclis başkanlığı: Karabekir'den sonra Cebesoy

Meclis Başkanlığı görevini sürdüren İstiklâl Harbinin en cesur kumandanlarından Kâzım Karabekir Paşa, Ankara'da vefat etti.

Karabekir'den boşalan Meclis Başkanlığına ise, selefiyle benzer vasıflara sahip Ali Fuat Cebesoy getirildi.

Mâlum, ikisinin de aynı dönemlerde hem askerlik, hem de siyaset arkadaşlıkları var. Ayrıca, ikisi de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının en üst düzey yöneticileri olup, yine ikisi birlikte "İzmir Sûikastı" dâvâsında mahkemelik oldular.

1923'ten sonra M. Kemal ve İsmet Paşa ile araları açılan ve yıldızları hiç barışmayan bu iki değerli komutan, İstiklâl Mahkemesinde idam edilmekten kıl payı kurtulmuşlardı.

Karabekir, 1926'da yaşanan bu tehlikeli badireden sonra siyasetten çekildi ve M. Kemal'in ölüm tarihine kadar da siyasetten hep uzak durdu. Zamanını daha çok hatıralarını kaleme almak ve aile nafakasını temin etmekle geçirdi. Maddeten ve mânen çok sıkıntılı bir dönem yaşadı.

1939'da tekrar siyasete dönen ve bir süre sonra Meclis Başkanlığına seçilen Karabekir Paşa, vefatına kadar da bu vazifede kaldı.

* * *

Karabekir Paşayla müşterek bir mukadderatın sahibi olan Ali Fuat Cebesoy, en yakın arkadaşının vefatından bir gün sonra Meclis Başkanlığına seçildi.

O da 1926'dan sonra bir müddet siyasetten uzak kaldı. 1933'te ise, tekrar siyasete dönmeye karar verdi ve Konya'dan bağımsız milletvekili olarak yeniden Meclis'e girdi.

1933–1946 yılları arasında iki kez Bayındırlık Bakanlığı, bir defa da Ulaştırma Bakanlığı yaptı.

1948'de Kâzım Karabekir'in vefatıyla boşalan Meclis Başkanlığı görevini ise, yaklaşık 9 ay yapabildi. Mesafeli de olsa siyaseten DP'ye meyletmesi, CHP'lileri hiddete getirdi.

Cebesoy, 1950–1954 döneminde Eskişehir, 1954–1960 arasında da bağımsız Istanbul milletvekili seçildi. 27 Mayıs Darbesinden sonra siyasetten bütünüyle çekildi. 1968'de vefat etti.

Tarih aynasında, M. Kemal'in, eski silâh ve Millî Mücadele dönemi arkadaşlarından Ali Fuat Paşayı Kâzım Karabekir'e çoğu zaman tercih ettiği ve Karabekir'i her fırsatta aktif politikadan uzak tutmaya çalıştığı görülüyor.

26.01.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İmanı yenilemek



Yenilenmek; hücrelerimizden uzuvlara, bitkilerden unsurlara, günlerden mevsimlere, yıldızlardan galaksilere kadar geçerli olan bir kanundur. Dünya ve kâinat da değişiyor. Her şeyi sık sık yeniliyoruz: Elbiselerimizi, ayakkabılarımızı, koltuklarımızı... İmkân buldukça da arabalarımızı ve evlerimizi yeniliyoruz. Hatta bilgilerimizi yeniliyoruz. Çünkü, yenilenmek mutlak bir ihtiyaç. Ne var ki, ruh/ve duygularımızın asıl yakıtı, dünya ile ahiretimizin huzur ve mutluluğunun yegâne teminatı olan imanımızı yenilemeyi ihmal ediyoruz!

Oysa, hem nefis, hem hevâ (nefsî arzuları), hem vehim, hem şeytan durmadan mü’minin imanını top ateşine tutuyorlar. Aynı zamanda şüphe ve vesveselerle çok gedikler açıyorlar. Hem insan bazen bilmeden inkârı çağrıştıran kelimeler kullanabilmektedir. Onun için, her vakit, her saat, hergün imanımızı yenilemeye ihtiyaç vardır.1

Diğer taraftan, her ne kadar rûh olarak bir ferd isek de çok yönlü ve değişkeniz. Zaman ve mekân kayıtları altında olduğumuzdan ömrümüzün seneleri, ayları, haftaları, hattâ saat ve dakikaları adedince her merhalede başka bir düşünceye girer, farklı cephelere geçer; değişik şahsiyetler kazanırız.

Peygamberimiz (asm), “Kul, çöl ortasında bulunan bir kuş tüyüne benzer ki, rüzgârlar mütemadiyen evirip çevirirler”2 hadîsiyle, insan kalbinin değişken ve her zaman tesir altında kalmaya müsait olduğuna işâret eder.

Midemize giren ekşimiş, kokuşmuş yiyecekleri; yanlış ilâçları temizlediğimiz gibi; kafa ve gönlümüze giren yanlış-bâtıl fikirler; boş, kof, eskimiş düşüncelerden de arınmalıyız. “Akıl, gadap, şeheviye” gibi sınırlandırılmamış temel duygu ve sâir lâtifelerimizin “ifrat ve tefriti” (aşırı uçları) da rûh ve psiko-fizyolojik yapımızı etkileyerek, her “ân” iç âlemimizde gedik ve yaralar açarak bizi başka bir kişiliğe sürükler. Duygularımız, melekî, nefsî, hayvânî ve nebâtî cephemiz de başkalaşır, halden hale, tavırdan tavıra girer. Diğer taraftan şüphe/şek ve zan, rûhumuzu, zihnimizi, mâneviyatımızı kemirir, zaafiyete uğratır. Yakîn-kesin bilgi ve tefekkür ise, cehaleti, şüphe ve vesveseleri yok eder; tahkikî, şuûrlu, gerçek imânı kazandırarak maddî-manevî tekâmülü/olgunlaşmayı sağlar. Bundan dolayıdır ki, yüce rehber Hz. Peygamber (asm),”‘Lâilâhe illallah’ diyerek imânınızı tazeleyiniz”3 tavsiyesinde bulunur.

İşte “Lâ ilâhe illallah, Muhammedürresûlullah” kudsî kelâmıyla arınır, yenilenir, aydınlanır; iç âlemimizi, düşünce ufkumuzu, hayatımızı aydınlatır, nurlandırırız. Ve zihnimize kodlanmış olan bu hakikatı tekrarlayarak değişen ve yenilenen hücrelerimize âdeta nakşederiz.

Dipnotlar:

1- Mektubat, s. 319; 2- İbn-i Mace, Mukaddime, 10.; 3- Müsned, 2:359; el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 2:415; Hâkim, el-Müstedrek, 4:256; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1:52.

26.01.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Halil USLU

Milliyetimiz bir vücuttur



Osmanlı Devlet-i Âliyesi’nin mozaiği ve bir mânâda özü Türkiye’dir. Osmanlı 200 ırkı, 623 yıl muhteşem bir nizam ve âhenk içinde idare etmiştir. Gayr-ı müslimler dahil olmak üzere... Tesbitlere göre Türkiye’de 26 etnik grup var. Dünyada 6 bin etnik grubun olduğunu ilim dünyası söylüyor. Osmanlı’da en büyük ırk Türkler ve ikinci sırada Araplar gelmekteydi. Diğerleri aşağı doğru sıralanmaktadır.

Güçlü devlet ve güçlü devlet adamları bu süreci devam ettireceklerdir. Güçlü iktidar olunabilir, fakat güçlü devlet adamları olmaz ise, bu mevcudiyet ve bu Osmanlı özü aziz vatan parçası sıkıntılara girer. Hele mazisi ülke bütünlüğünü muhafaza eden devlet adamları ile istişare etmezlerse, kendilerine de, millete de yazık olur. Ne muhteşem bir âyet: “İşi ehline veriniz ve âdil olunuz” (Nisa, 58. âyet)

Osmanlı 623 yıl ve 24 milyon km² toprak sahasına mâlik ve takrîben 26 milyon nüfusun sahibi. 2007 itibarıyla Türkiye 73 milyon. 814 bin km² içerisinde, son 22 yılda, 46.000 terör eylemi gerçekleştirilmiş. Terör sebebiyle 36.628 vatandaşımız hayatını kaybetti. 5 milyon insan, terör sebebiyle yaşadığı yeri terk etmek zorunda kaldı. Resmî kayıtlara göre terör eyleminin Türkiye’ye maliyeti 100 milyar dolar, dolaylı maliyetlerle zarar 300 milyar dolar. 300 milyar dolar karşılığında ise, 7 GAP, 30.000 km otoban, 5 milyon derslik okul, 350 tane Boğaziçi köprüsü, 75 tane Atatürk Barajı ve Türkiye’nin 83 yıllık sağlık gideri karşılanabiliyor. Dünü ve bugünü, bu tarih ve nüfus seyrinde kıyas yapmak lâzım. Soruyoruz: Çanakkale’de, Palandöken’de, Bitlis derelerinde, Van’ın dağlarında aziz Türkiye’nin hayata geçmesinde ecdadımız birdi, her şey birdi, siz ne yaptınız da bu hale gelindi?

Dün köyümüz ve ilimiz olan mekânların çete başları bugün bize ahkâm kesmektedirler. İşgalci güçler tarafından ve demokrasiyle hiç alâkası olmayan bir seçimle, bölünmeyle karşı karşıya gelen Irak devlet Başkanlığına getirilen Talabani’yi yıllardır iyi tanıyoruz, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü tahribe çalışmak isteyen birisidir. Daha da işi azıtarak Kerkük’de nüfus katliâmı karşısında “Türkiye içişlerimize karışamaz ve karışmamalı, özelikle Kerkük” diyor. (Basın- Ocak 2007) Bir insan, özellikle bir devlet başkanı sıfatı taşıyanlar, ağzından çıkanlara dikkat etmeli. Talabani edemez, çünkü devlet adamlığı sıfatı yok. Eğer olsaydı Saddam’ın idamında imzası ve rolü olurdu, ne olduğu belli olmayan mahkemeden kafa koparılan idam sehpasına kadar... Çünkü Irak’ta devlet içinde devlet, hükümet içinde hükümet var, her şey kan revan. Talabani küstah beyânâtı vereceğine Irak’ı neden bu hale getirdiklerinin hesabını vermelidir.

Türkiye’nin büyük devlet adamlarından Sn. Süleyman Demirel’in tarihî bir sözü var: “Kanla gelen kanla gider”. Dikkatle baktım, Osmanlı’ya hıyanet ederek ayrılan ve 1921 yılında İngilizlerin desteği ile kurulan Irak’ta başkanlığa gelen liderler, krallar hep katledilmiş ve kanlı ölümlerle gitmişler. Bu tarihî seyir içinde Talabani, Barzani ve emsâli kişilerin akıbetleri de meçhul... Kaldı ki, gelecek 20 bin ABD askeri Irak’ı daha da perişan edecek; namus, hürriyet ve insan hakları daha da kaosa gidecektir. ABD’nin gizli ajanlığını yaparak “Irak’a özgürlük getireceğiz” diyenlerin, Irak’a Saddam’ı arar hale getirenlerin akıbeti Saddam’dan beter olacağı görülmektedir.

Son olarak Türkiye dostu ve vatandaşı Gazeteci Hrant Dink’in katledilmesi, Türkiye-Ermenistan işbirliği ve Kafkas havzasındaki dış politikalarımıza bir darbedir. Kabulü ve tasvibi mümkün değildir. Bunu bilerek yapanların, Türkiye’de ülkenin bölünmez bütünlüğünü ihlâl etmek isteyenlerin açık emelidir. İnşaallah kursaklarında kalacaktır. Ne olursa olsun, bugün Türkiye halkı eskisinden daha çok birbirine fikir, sevgi ve hoşgörü ile bağlanmalıdır, ecdadımız gibi. İşte Irak! Bundan daha büyük bir ders olamaz, keşke olmasaydı...

Büyük gönül sultanı Hz. Bediüzzaman’ın bu güne bakan sözü ile noktalayalım: “İslâmiyet selm ve müsalemettir, dahilde niza ve husumet istemez” ve “Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslâmiyet, aklı iman ve Kur’ân’dır.” (Lemeât ve Münâzarât) Yaşatanlara ne mutlu!

26.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Tabiî ki ‘bu kafa’ ile olmaz!



Umulmadık, sürpriz gündemlerle sarsılan ülkemizin bir de ‘değişmeyen gündem’leri vardır. ‘Değişmeyen gündem’lerin başında da, herkesin bildiği gibi ‘başörtüsü’ ve onunla bağlantılı diğer konular var. ‘Gündem’ hızla değişiyor, ancak başörtüsü konusu her vesile ile yerini koruyor...

Son günlerde gazetelerin birinci sayfalarında ‘cinayet’ haberleri yer alırken, iç sayfalarda da ‘başörtüsüne hayır’ haberleri devam etti. “Bu kafayla olimpiyata!” başlıklı haberlerden biri şöyle: “Buz Pateni Federasyonu, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi ve Millî Eğitim Müdürlüğü işbirliğiyle baş

latılacak ‘Haydi Çocuklar Buza’ projesinin tanıtımı yapıldı. Buz Pateni Federasyonu Başkanı (...) 2011 Dünya Üniversiteler Kış Olimpiyatları’nın Erzurum’da yapılacağını ve üzerlerine düşen görevi yerine getirmenin gayreti içinde olduklarını söyledi. Ancak bu konuşmalara karşın pistte türbanlı bayan sporcu adaylarının boy göstermesi laik kesim tarafından yadırgandı.” (Cumhuriyet, s. 18, 24 Ocak 2007)

Ortada bir “Bu kafayla olmaz” anlamında doğru tesbit var, ama bu “Başörtüsü takmakla olmaz” anlamında değil, “Başörtüsüne hayır diyen kafayla olmaz” anlamındadır! Her fırsatta başörtüsü aleyhinde başlık atmakla acaba ne kazanıyorlar? Tabiî ki fotoğrafta görülen başörtülünün, doğrudan haberle bir ilgisinin olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak ilgili olsa bile, “Başörtüsüyle olmaz” demek Türkiye ve dünya gerçeklerine ne kadar uyar? Niçin başörtüsü ile olmasın?

Başörtüsünün ciddiyetini korumak için, ‘Başörtüsü takarak buz pateni yapılmaz, bu başörtüsünü hafife almak olur’ denilerek karşı çıkılsa belki anlayacağız. Ama bizatihî her fırsatta başörtüsü takılmasına karşı çıkıp “Bu kafa ile olmaz” anlayışıyla bir yere varamayız.

Başörtüsü, Hrant Dink’in cenazesi vesilesiyle de gündeme geldi. Hürriyet’in bir yazarı “Türbanlılar”ın da cenazeye katıldığını yazarken, (Yalçın Doğan, 24 Ocak 2007) diğeri tam aksini iddia ediyor ve “Bir tane bile türbanlı kadın göremedim o kalabalıklar içinde” (Mehmet Y. Yılmaz, 25 Ocak 2007) diyordu. Oysa bir değil, birden çok başörtülü cenazeye katılmıştı. Bu bile var olan ‘önyargı’yı ispatlamış olmuyor mu?

Başörtüsü için asıl tehlike, onu ‘moda’ olarak görmek ve göstermektir. Başörtüsünün ‘moda’ olarak görülmesine en başta başörtüsü takanlar itiraz etmelidir diye düşünüyoruz. Nitekim, bir gazete haberinde “Türban iyice moda oldu” denilmiş. (Sabah, 25 Ocak 2007) Habere göre türban, dünya moda devlerinin yeni gözdesi haline gelmeye başlamış. Ralph Lauren firması da Amerikan basınının önde gelen gazetelerine verdiği ilânda kafasında taşlı bir broşla süslenmiş türban olan bir model kullanmış.

“Türban”ın değil de, “başörtüsü”nün dünyanın gündemine gelmesi ve “moda”yı etkilemesi mümkündür, ancak başörtüsünün “moda” diye sunulması doğru değildir. “Moda” diye takanlar olabilir, ona da itiraz edilmez; ancak bunun öncelikle “inanç” işi olduğunu bilmek lâzım...

26.01.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

İstanbul-Trabzon - Elazığ hattı



Sürmeneli hafızları, Oflu hocalarıyla bilinirdi Trabzon.

Artık katilleriyle anılıyor.

Düşünürlerin şehri olan Diyarbakır’ın kapkaççılarıyla anılır olması gibi.

Ali Şükrü’sü bile gölgelendi Trabzon’un.

O Ali Şükrü ki, Birinci Meclisin en cesur ve en özgür sesiydi.

Susturdular. Cumhuriyetin ilk siyasî cinayetlerinden birine kurban gitti.

Artık kurban vermiyor Trabzon, kurban alıyor.

Bu konunun üzerinde çokça durmamız gerekiyor.

Göç, işsizlik ve “Vatan satıldı” beyanlarının kimleri nerelere sürüklediğini tahlil etmemiz gerekiyor.

Ama öyle mi yapıyoruz.

Sorumsuzluğun bini bir para…

“Trabzon’a asker sevk edilmesi”ni öneren gazeteci kimlikli militarist kafalar mı çıkmadı gazeteci etiketini taşıyanlar arasından, gitar kursundan dönen bir üniversite öğrencisini başında beyaz bir bere olduğu için terörist ilân eden yayıncılar mı?

Polis-adliye haberlerinde yıllarca, şüpheli ve zanlı ile sanık arasındaki farkın kavgasını verdik. Savcılık tarafından iddialar ortaya konulup, mahkemenin suçlu olduğuna hükmettiği kişiye ancak sanık denilebileceğini bazı yayın kuruluşlarına kabul ettiremedik. Sanık olan birçok insan sonradan beraat edip, normal vatandaş olarak hayatlarına devam etti ya da mahkûm oldular. Zanlı ise şüphe uyandıran ancak henüz suçu sabit olmayan kimseydi. Show-TV ve Flash TV bir üniversite öğrencisi Burak T’yi katil olarak milyonlara lanse ettikten sonra, Hrant Dink’i vuran silâhın gencin sırtında asılı duran gitarda saklı olduğuna da hükmetmişti.

Peki Ogün Samast’ın yakalanması ile birlikte bu yayın kuruluşlarımız çıkıp bu gençten ve kamuoyundan özür diledi mi? Ne gezer? Başarılı haberciliklerine(!) devam ettiler. Peki bu genci biri çıkıp vursa ya da linç edilse, bunun sorumlusu kim olacaktı?

Trabzon’a asker sevk etmeyi öneren yayıncılar ne yapıyor şimdi? Haber Türk’e sormak istiyorum. Yasin Hayal ve Ogün Samast’ın oturduğu Trabzon’un Pelitli Beldesi kimin kontrolünde? Cevap verin buna…

Pelitli Beldesi jandarmanın kontrolünde. Bir başka nokta Yasin Hayal’in bu gençlere atış talimi yaptırdığı taş ocakları kimin bölgesinde. Onlar da jandarma bölgesinde. Sıkıyönetimler bu ülkede neyi başardı ki, Trabzon’a gönderilecek asker bu sorunu çözsün.

Bu gençleri Hrant Dink’e ve rahip Santoro’ya karşı kışkırtan militarist zihniyet değil mi? Birçok emekli subayın makaleleri ya da konferansları ile bu hale gelmediler mi?

Yaşanan üç ihtilâl ve bir post modern müdahalenin sonuçları ortadayken, hâlâ mı bazı kafalar ‘çareyi asker’de görüyor, hâlâ mı kışladan medet umuluyor?

Türk basınının Hrant Dink cinayeti kadar vahim bir zihniyet cinayeti ile karşı karşıyayız.

Danıştay baskınında, Atabeyler ya da “sauna olayı”nda hatta rahip cinayetinde Türkiye olayların faillerini bulmayı başarıyor. Hablemitoğlu suikasti belki daha derinlerde olduğu için henüz o katmanlara ulaşılamadı, ama bu bile çok önemli başarı. Ancak fail bulunuyor, bu kez de olay aydınlatılamıyor. Arkasındaki bağlantılar neler? Tetiği kim çektirdi, sorusuna, tatmin edici bir cevap verilemiyor.

Şimdi böylesine önemli bir sorunla karşı karşıyayız. İstanbul Emniyet Müdürü Celalattin Cerrah, Trabzon Valisi Trabzon Valisi Hüseyin Yavuzdemir ve Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay’ın beyanları bu parlak başarıyı gölgeler mahiyette. Bu cinayetin iki ucu var. Biri İstanbul, diğeri Trabzon. İstanbul Emniyet Müdürü ile Trabzon’un mülkî amirleri bu işi dolduruşa gelmiş birkaç gencin işi olarak gösteriyorlarsa, bu iş bitmiş demektir. Kimse bu kadrodan olayların arkasındaki faillerin bulunmasını beklemesin.

Cinayetin arkasından bir şey çıkmayacağını söyleyen Trabzon Valisi Yavuzdemir. Vali sadece bunları söylemiyor, “Amatörce işlenmiş bir cinayet. İdeolojik örgüt yok. İsmini bildiğimiz kişi tarafından kullanılmış ve örgütlendirilmiştir. Teşvik edilmiştir” diyor.

Emniyet Müdürü Altay’ın bakışı ise aynen şöyle: “Mahkemeye çıkıp gazetelerde okuduğumuz pek çok şeyin uydurma olduğunu söyleyecekler.”

Peki bu zihniyetten olayı çözmelerini nasıl bekleyeceğiz? “Mutlaka bir örgüt işi bulunsun, bu iş şunlara havale edilsin” peşinde değiliz. Ama bu iş böylesine şefkatli cümlelerle ortaya konulursa, gelsin yeni Ogün Samast’lar…

Burada sadece Trabzon hattı değil, İstanbul-Elazığ hattı üzerinde de durmalıyız.

Danıştay saldırganı Alparslan Arslan Elazığ’lıydı. Ogün Samast’ı, eline silâh verip, cebine para koyup gönderen Yasin Hayal’in, “abi” dediği Trabzon’da üniversite öğrencisi Erhan Tuncel Elazığlı… Birilerinin yaptığı gibi Elazığ'a asker sevk edilmesini önerecek ya da silâh gitarının içinde hokkabazlığı yapacak değilim, ama emekli bir memur olan babası Ali Rıza Tuncel ile Yasin Hayal’in babasının Erhan hakkındaki açıklamaları dahi dikkate değer bilgiler içeriyor.

Peki iki önemli cinayet ve Elazığlı Alparslan Arslan, Erhan Tuncel yeterince ilginizi çekmiyor mu?

Ayrıca Erhan Tuncel hakkında Elazığlı yerel siyasetçilerden birinin bir partinin liderini, “bu adamın ilişkileri sakat” diye uyardığını aktarsam, bu sizin için bir şey ifade eder mi?

Niyet olayı çözmekse ifade eder elbette ki…

26.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Düşmanlık gerçekle buluşursa



Tasavvura dayalı düşmanlık gerçekle temas halinde çöker, yıkılır. Ermeni diasporası için Dink cenazesi de böyle olmuştur. Tasavvura dayalı önyargıları ve bunun doğurduğu düşmanlık gerçekle ilk temasında sarsılmıştır. Temas derinleştikçe darmadağın olacağından şüphe edilemez. Sabah’ın haberine göre, Paris’te Ermeni Asıllı Avukatlar Derneği Başkanı Alexandre Kuyumcuyan, “Madem ki Türk gazetecisiniz, biz bu olaydan derin üzüntü duyan Türklerin farkındayız. Siz de lütfen aşırı görüşlü Ermenileri değil, bu iki millet arasında köprüleri kuracak, diyalog yolunu açacak şekilde bu üzüntüyü ortak yaşadığımızı anlatın” diyor.

Cenaze demek ki istenmeden de olsa bir buluşma noktası oldu. Belki izi sürülebilirse gelecekte kaynaşma noktası olması da işten bile değil.

Cinayetin arkasından, Türkiye’de aşırı milliyetçilerin tepkileri gibi, Ermeni diasporasında da son derece sert, ırkçı ifadeler içeren, küfür ve hakaretler yağdıranlar da çıktı. Ama daha önce iki toplum arasında yaşanmayacak kadar anlamlı ve duygulu konuşmalar ve yazışmalar da teati edildi. Fransa’da Ermeni diasporası için en etkili olan Nouvelle d’Armenie internet sitesinde bir taraftan Türkiye’deki kamuoyunun tepkileri, gazetelerin ve gazetecilerin yazılarının tercümesi yayınlanırken, diğer tarafta yazıların altında, Türk asıllı ve Ermeni asıllı Fransızlar tepkilerini sıraladılar.

Bunlardan birisi olan Silvia duygularını şöyle terennüm ediyor: “Görebileceğim en tuhaf, en çılgın rüyalarda bile ‘Türklerin hepimiz Hrant’ız hepimiz Ermeni’yiz’ diyebileceğini göremezdim ama gerçekte gördüm. Bu bir mucize. Arkadaşlar ben inançlı biriyim, yıllardır dua ediyorum bir mucize olsun. 1989’da Ermenistan’daki depremle SSCB’nin demir perdesi yıkılmıştı. İşte Allah şerden hayır çıkarır. Türklerin dostluğunu niçin reddedeceğiz ki? Aynı görüşte olmadığımız Ermeniler de var neticede. İstanbul’daki Ermeni Patriği bana dedi ki ‘Türkler iyi insanlardır ve Ermenilere çok benzerler.’ Türkiye’deki Ermeniler denizdeki balık gibidir, o kadar bütünleşmiştir toplumla. Türk devletiyle, Türk milletini ayıralım.”

***

Bir başkası olan Yupangui şunları yazıyor: “Hrant’ın ölümünden daha birkaç gün önce Avrupalılar piçleri (yani Ermenileri) sever” diye döviz taşıyan, slogan atan Türkler görmüştüm. Ama şimdi insanî Türkiye’yi gördüm. Görmek istediğim Türkiye bu. Bravo onlara.”

Bedros durumu şöyle özetliyor: “Dünyanın her yerinden diasporanın temsilcileri gelmişlerdi. Ben İstanbul’a indiğimde şaşırdım. Herkes şaşırdı. Ve tahmin ediyorum diasporanın bir kısmında önyargılar yıkıldı.”

Raffi’nin ağzından ise şu cümleler dökülüyor: “Ermeni kelimesinin küfür ve hakaret gibi kullanıldığı bir ülkede ‘Hepimiz Ermeni’yiz’ demek büyük adım.”

Tevekkeli, Dink boşuna ‘Bu düşmanlığı ve önyargıyı halkların vicdanları ve sineleri aşmalı’ demiyordu! Sanki bilmeden kitleler Dink’in vasiyetini yerine getirdiler. Dink bir yazısında (Birgün, 1 Kasım 2004) şöyle yazıyordu: “Benim geçmiş tarihimin ya da bugünkü sorunlarımın, Avrupalılar’da, Amerikalar’da sermaye yapılması zoruma gidiyor. Bu öpmelerin ardında bir taciz, bir tecavüz seziyorum. Geleceğimi geçmişimin içinde boğmaya çabalayan emperyalizmin alçak hakemliğini kabul etmiyorum artık. O hakemler geçmiş çağlarda arenalarda köle gladyatörleri birbiriyle vuruşturan, onların vuruşmasını büyük bir iştahla seyreden, sonunda kazanana, yaralının işini bitirmesi için başparmaklarıyla işaret veren diktatörlerin kendileridir (sözgelimi, bu adresler 1991 yılında Şii kalkışmasındaki kitleleri Saddam’a yem ettiler, ardından yine onlar bu kitleleri 2003’te kullandılar). Bunun için de, bu çağda, ne bir parlamentonun hakemliğe soyunmasını kabul ediyorum, ne de bir devletin. Gerçek hakem halklar ve onların vicdanlarıdır. Benim vicdanımda ise hiçbir devlet erkinin vicdanı, hiçbir halkın vicdanı ile boy ölçüşemez...”

***

Nouvelle d’Armenie adlı sitenin yöneticisi, eski Ermeni Dâvâsı Dernekleri Federasyon Başkanı Ara Toranyan’ın gerçekle temas anında aklına üşüşen düşünceler şunlar: “Bu Türk halkının çok güzel bir tepkisi. Ben bir şeyler bekliyordum, ama bu kadarını beklemiyordum. Buna karşılık Türkiye’de çok demokratik ve gönül insanları olduğundan hiç kuşku duymadım, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmedim. Bu ülkede olağanüstü güçler var, çok güç durumlarda bile direnen, bir şeyleri değiştirmek isteyen. Bu tören olağanüstü bir ümit mesajıdır, yaşadığımız acının Türkiye’de hissedileceğini, anlaşılacağını ümit ediyorum. Türklerin gönüllerinin açıklığı ispatlandı. 1915’te yaşananlara milisler, ordunun bir kısmı, devlet ve aşiretler katılmıştı. Türk halkından çok az katılım oldu. Hiçbir zaman Türk halkına ne kin, ne kötü hisler duydum.”

Aslında hepimiz önyargılarımızın kurbanıyız.

26.01.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

301 zihniyeti



Hrant Dink’in alçakça katliyle sonuçlanan süreçte, Agos yönetmeni 301’den yargılanırken yaşanan gerginliklerin payını vurgulayan ve bu meyanda suikastı “301 cinayeti” olarak niteleyen yorumlar yabana atılmamalı.

Gerçekten de, duruşma günü mahkeme önünde ve koridorlarında yaşanan itiş-kakış, dâvânın açılmasını sağlayan avukatların üzerlerindeki cübbelerle kavgaya tutuşmaları ve ortaya çıkan “linç” görüntüleri hâlâ hafızalarda.

Aynı utanç verici manzaraları Orhan Pamuk ve Elif Şafak için açılan diğer 301 dâvâlarında da görmedik mi?

Bu durum, 301’in Türkiye’de nasıl bir gerilim kaynağı haline geldiğini, Dink suikastı ise söz konusu gerilimin ne kadar vahim sonuçlara yol açabileceğini göstermekte.

Hükümet de bu noktada ciddî endişeler taşıyor olmalı ki, 301’den yargılanan popüler isimleri korumaya almak için harekete geçtiğine ilişkin haberler çıktı.

Aslında, bunca olup bitene rağmen 301’i muhafaza etmekte direnmek ne kadar mantıksızsa, bu girişim de o derece tuhaf.

Kamuoyunda tanınmış 301’likleri korumaya alacaksınız, ama “gariban”lardan bu tedbiri esirgeyip onları sahipsiz bırakacaksınız!

Nasıl olsa onların buna ihtiyacı yok! Çünkü kendileri de, yargılanmaları da, hattâ mahkûm olmaları da kimsenin umurunda değil!

Böyle olunca, onları ayrıca hedef gösteren zaten olmaz, suikasta uğramaları da beklenmez!

İşte “popüler isimlere koruma” mantığının ürettiği akla ziyan neticelerden sadece birkaçı.

Tabiî, işin temelinde, ortaya çıkan bunca sakıncaya rağmen 301’de direten zihniyet yatıyor.

301 kaynaklı gerilimlerin, linç girişimlerinin, hedef göstermelerin, kavgaların ve nihayet suikastların sorumlusu da bu zihniyet.

(Yeri gelmişken, 216’nın da—eski 312—en az 301 kadar tehlikeli sonuçlar doğurma potansiyeline sahip bir madde olarak, tıpkı bir saatli bomba gibi kenarda bekletildiğini hatırlatmak isteriz. Son örnek, 301’e dayalı suç duyurularında başı çeken Kemal Kerinçsiz’in, “Başörtülü hasta tedavi edilmedi” sahnelerinin yer aldığı dizi hakkında, “Halk kin ve düşmanlığa tahrik edildi” iddiasıyla bu maddeden suç duyurusunda bulunması...)

Durum böyle olunca hükümete ve Meclise düşen âcil görev, 301 ve 216 gibi ceza kanunu maddelerinin demokrasi, iç barış ve huzur ve AB süreci için oluşturdukları tehlikeyi fark ederek gereğini bir an önce yerine getirmek olmalı.

İş işten geçmeden ve bu maddelere dayalı yeni gerginliklerle bunların üreteceği yeni facialara meydan verilmeden bu iş yapılmalı.

Ancak bakıyoruz, en başta Başbakanın gündeminde böyle bir konu yok. Hrant Dink cinayeti sonrasında söyledikleri, daha evvelki benzer hadiselerde seleflerince defaatle ifade edilen alışılmış beyanlardan çok farklı değil.

Erdoğan “Oyunu bozacağız” diyor, ama sözünü ettiği oyunu bozmanın yolu hamaset yüklü sıradan, rutin, basmakalıp nutuklardan değil, somut, sonuç alıcı ve kararlı icraatlardan geçiyor.

Bunun içinse, öncelikle, partisinin Kızılcahamam kampında “Biz demokrasi ve özgürlükler için buradayız, ama siz milliyetçi söylemleri öne çıkarıyorsunuz” eleştirisini azarlayan tavrın terki gerekiyor...

26.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004