Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

AB için kamuoyu



Yeni yıla “Irak, Türkiye için AB sürecinden daha öncelikli bir konu haline gelmiştir” diyerek giren Başbakan, bu çerçevede Irak ve Kerkük odaklı çıkışlarını sürdürüyor.

AB süreci hakkında ise “Zaten bir takvime bağlanmış durumda, herşey bu takvim çerçevesinde otomatik olarak yürüyor, dolayısıyla bizim ekstradan bir gayret sarf etmemize ihtiyaç yok” şeklinde özetlenebilecek sözler söylüyor. Peki, gerçek durum da öyle mi?

Bu sorunun cevabına geçmeden önce, 10 Ocak'ta Dışişleri Bakanının, AB sürecindeki yol haritamızı belirlemek üzere ilgili kurumlarla yaptığı toplantıda “reformları sürdürme kararlılığı”nı bir kez daha vurguladığını ve üyeliğe hazır hale gelme iradesini canlı tutmak için, gerekirse AB’den bağımsız olarak müzakere fasıllarını kendilerinin açıp kapatacaklarını söylediğini hatırlayalım.

Söz konusu toplantıda iki ayrı reform paketinin daha kararlaştırıldığına ilişkin haberler de çıktı.

Bunlara bakılarak, “Galiba hükümet AB konusunda iki seneyi aşkın bir süredir sergilediği rehavetten nihayet kurtuluyor” diye düşünülebilir belki

Ama gelinen noktada önemli olan, uygulama. Artık kanıksanan “Reformlar aynı hızla sürecek, kararlıyız” söylemleri yerine, yapılması gerekenleri bir an önce gerçekleştirmek.

Hal böyle iken, henüz ve hâlâ bu noktada ufukta kayda değer bir işaret belirmiş değil.

Tam tersine, Türkiye AB Daimî Büyükelçisi Volkan Bozkır, TCK 301 gibi içeride de yoğun şekilde tartışılan ve Brüksel’in de yakından izlediği kritik bir konuda, “Seçimden önce değişmez” diyerek farklı bir mesaj veriyor.

Dahası, Başbakan kendisine ağır ve haksız eleştiriler yönelten siyaset ve sansasyon heveslisi bir gazeteciye 301’den dâvâ açılmasını istiyor. Böylece, özünde haklı bir tepkiyi, 301 gibi yanlış ve tartışmalı bir maddeden medet umarak, haksız duruma düşürüyor.

Aslında sorun 301’den ibaret de değil.

Nitekim yeni yılın ilk gününde Radikal gazetesinde “TBMM’ye çağrı” başlığıyla yayınlanan duyuruda belirtildiği gibi, “TCK 301 başta olmak üzere, Türkiye’de düşünce, ifade ve inanç özgürlüğünü engelleyen TCK ve TMK’deki tüm maddelerin kaldırılması ve evrensel standartlar çerçevesinde her düşüncenin özgürce ifade edilebilmesi” gerekiyor.

Ve bu doğrultuda TBMM, 2007 yılının ilk gününden itibaren göreve davet ediliyor.

Çağrının altında, farklı dünya görüşlerine sahip 171 akademisyen, yazar, sanatçı ve aydının imzası yer alırken, imza standlarıyla internet sitesinden kampanyaya katılan 14 bin kişinin de bu çağrıyı paylaştığı belirtiliyor.

Bilindiği gibi, hükümetin konuyla ilgisiz “sivil toplum örgütleri”ne havale ederek çıkmaza soktuğu 301 bahsinde, TÜSİAD doğrudan ilgi alanı içinde olmadığı halde, meselenin AB sürecinde taşıdığı önem ve nezaketi gördüğü için, demokrat bir tavır sergiledi.

Aydınların çağrısı da bu noktada anlamlı.

Umarız, bu ortak tavır toplumun diğer kesimlerine de mal olur ve oluşacak kamuoyu baskısı hükümetle Meclisi ipe un seren tutumundan vazgeçirerek sürecin önünü açar...

20.01.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Ölülerden ses gelmez”



Öldüğünüzü farzedin. Hayat emareleri kalmamış. Hz. İsa (as) gibi birisi gelse sizi yeniden hayata döndürse ne kadar sevinirsiniz.

Yaşarken hareket eden ölü gibi olmak da var. Üstadın, “Ey mezar-ı müteharrik olan bedbahtlar! Gelen neslin kapısının önünde durmayınız. Mezar sizi bekliyor!” hitabı da böyle hareket eden ölüleri anlatmıyor mu?

Allah’ı, Peygamberi, ahireti, kısacası, dini, imanı tanımadan, Yaratıcının mesajlarına kulak vermeden yaşamanın acaba robot gibi hareket eden ölü olmaktan bir farkı var mı?

Hemen belirtelim ki İslâmın hakikatleri hayat veren hakikatlerdir. Meselâ bir âyette açıkça Kur’ân’dan söz edilirken, “kalblere hayat veren Kur’ân”1 tabiri kullanılır. Enfal Sûresinin 24. âyetinde de Peygamberimizin (asm) bizi dâvet ettiği hakikatlerin din ve dünyamıza hayat veren hakikatler olduğuna dikkat çekilmiştir.

İşte İslâmın hakikatleriyle cehalet karanlığından, manevî ölülükten kurtulan Sahabe gerçek hayatı, gerçek diriliği Resûlullah sayesinde hissetmişlerdi.

Yine küfrün karanlığı Kur’ân’da ateşten bir çukur olarak nitelendirilir ve Cenâb-ı Hakkın bu çukura düşmekten kurtardığı bildirilir: “Allah’ın dinine ve Kur’ân’a hep birlikte sım sıkı sarılın; ayrılığa düşüp dağılmayın. Bir de, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, siz birbirinize düşman iken, O sizin kalblerinizi kaynaştırdı da, Onun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarındaydınız; Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Herkes Onun huzuruna döndürülecektir.”2

Sadi, Sevgililer Sevgilisi Kâinat'ın Efendisi Allah Resûlüne gönül verememeyi, onun Sünnetini baştâcı edinememeyi, sevgisiyle yanıp kavrulamamayı ölülük olarak niteler. Der ki: “Bir kimse benden O’nun vasfını sorsa, gönlünü kaptıran kişi, bir nişanı olmayan sevgiliden nasıl bahseder?! Aşıklar, Sevgilinin yolunda can verenlerdir. Ölülerden ses gelmez ki!”3

Onun yoluna nasıl can baş koyulması gerektiğini şöyle anlatır: “Gönül erlerinden biri yakasının içine yumulup murakabeye varmış, manevî âlemleri keşif denizlerine dalmıştı. Kendine geldiği zaman arkadaşlarından biri lâtife etti: ‘Bulunduğun bahçeden bize kerâmet hediyesi olarak ne getirdin?’ Gönül eri cevap verdi: ‘Gönlüme koymuştum ki gül fidanına vardığım zaman, dostlara sunmak için bir etek dolusu gül toplayayım. Ulaşınca gülün kokusu beni öyle sarhoş etti ki, eteğim elimden gitti!’”4

Dipnotlar:

1- Şûrâ Sûresi: 52.

2- Âl-i İmran Sûresi: 103.

3- Gülistan, s. 6.

4- A.g.e.

20.01.2007

E-Posta: [email protected]




Meryem TORTUK

Hayatta garantisi olan bir şey var mı?



Çok duymuşumdur, üniversiteyi kazanan veya bir işe giren biri için “İşte hayatı kurtuldu” cümlesini. Hatta zengin bir aileye gelin giden bir genç kız için de bu cümlenin kuruluverdiğini. Daha neler için kurulmuyor ki bu cümle?

Hayatını kurtarmak! Neye göre hayat kurtulur acaba? Hayatın kurtuluşu için bir işe veya zengin bir eşe mi ihtiyaç vardır? Yani çok paraya, servete ve üne… Daha doğrusu hayatı ne garantiler?

Çocukluk zamanlarımda dahi bu cümlede eksik bir yan olduğunu hissederdim. Eksik ve insan gibi aciz bir ifade ve beklenti olduğunu. Belki bazı noktalarda doğruluk payı olabilir. Hani belli bir imtiyazın olması bakımından kişiye küçük bir şey kazandırabilir dünya cihetiyle. Fakat hayatım boyunca da hiçbir şeyin garantisinin olmadığına şahit oldum. Zira zaman kararsız, eşya kararsız, ruhum kararsızken dünyada sabit ve kararlı, garantilenmiş, adeta tapusu alınmış bir şeyin olması mümkün değil ki.

Aslında garantisi olan şey, garantisizlik ve insanı varlık olarak şekillendiren şey tam da bu durum. İnsana kabiliyetlerini keşfettiren, kim olduğunu, ne olduğunu, iktidar ve gücünün nereye kadar olduğunu gösteren tek güç, garantisizliğin getirdiği güvensizlik duygusu. Bu duygu ile, ruhunun pencerelerinden seyrettiği kendi varlığı ve dünya hayatının gerçek mahiyetini keşfedebiliyor insan ancak. Yani güçsüzlüğü ve zayıflığı aynı zamanda gücünün ve varlığının belirleyicisi oluyor. Şöyle de denebilir; insanın iktidarı; % 99’u zafiyetlik, acizlik ve güçsüzlük, bunların toplamı da elbette garantisi olmayan bir hayat demek. Fakat, bu güçsüzlükte öyle bir güç ve güven kapısı var ki, insanın hem bu dünyada, hem de ebedî hayatında hayatını garantileyecek tek şey o kapıyı açmasında yatıyor. Vücut binası ve hayatında güvenip bel bağladığı her şey, üstelik bir veda bile etmeden çekip giderken, o sadece bu kapıda güven ve teselli bulabiliyor. İktidarsızlığını ve güçsüzlüğünü ne kadar kabul ederse o kapıda ona göre muamele görüyor. Ve o kapıdan başka gidecek hiçbir yeri de yok. Dayanıp medet umacak, yaralarını saran başka bir tesellici ya da güven kapısı da yok.

İşte insanın hayatındaki tek garantisi ve onu terk etmeyen tek güvence Allah. Allah ve onunla olan ilişkisi. Kul her ne durumda olursa olsun, hayattaki tek devamlılığı ve garantisi olan şey bu güçle olan bağlılığı. Hatta sonsuz hayatta bile…

20.01.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Vahdeddin'in mirası



Sultan Vahdeddin'in torunları ile Ecevit ailesi arasında, tarihin tozlu rafları arasında kalmış bir miras dâvâsı ortaya çıktı.

Bu konuyu Sabah gazetesinin Perşembe günkü sayısında gündeme getiren Murat Bardakçı, bağlantılı olarak önemli birkaç noktaya daha dikkat çekiyor.

Kasım ayında ölen Ecevit'in, bir kısmını Diyanet'e bağışladığı Medine'de Cami–i Nebevî yakınındaki mirasına Sultan Vahdeddin'in torun çocuklarının da ortak çıktığını ifade eden Bardakçı, Rahşan Hanımın avukatı vasıtasıyla bu sahiplenmeye itiraz ettiğini nazara veriyor.

Yazıda nazara verilen önemli bir diğer nokta da, Ecevit'in özellikle son demlerinde Sultan Vahdeddin'e "vatan haini" denilmesine karşı geldiğidir.

Bu durumda, ister istemez kafaları kurcalayan bir dizi soru işareti beliriveriyor.

En başta da, "Acaba, Ecevitler'de birden bire ortaya çıkan 'Vahdeddin sevgisi'nin, maddî ve mânevî değeri pek yüksek olan bu miras meselesiyle bir alâkasının olup olmadığı" yönündeki soru işareti.

Sultan Vahdeddin'i beklenmedik şekilde sahiplenmelerinin bir diğer ihtimali ise, acaba "akrabalık bağları" olabilir mi diye düşünmekde mümkün.

Son gelen bilgilere göre, miras dâvâsı güden her iki tarafın da bu işi ciddî tuttuğu yönünde.

Ecevitler Türkiye mahkemelerinin, Vahdeddin'in torunları ise Suudî mahkemelerinin bu meselede söz ve yetki sahibi olduğu iddiasını savunuyor.

Bakalım, "Vahdeddin sevgisi"yle başlayan, ardından varisleri karşı karşıya getiren ve şimdilerde ülkeler arası bir "miras kavgası"na bürünen bu servetli dâvâ nasıl bir seyir takip edecek.

MODA

Galoş delen ayakkabılar

Taktım arkadaş ben bu garabete, ucubeye...

Garabet dediğim, şu uzun ve sivri burunlu ayakkabılar.

Hani o, 10–15 cm fazlalığı bulunan ve 44 numarası adeta bir çocuk mezarını andıran, raflara sığmaz "galoş delen" ayakkabılar.

Bu tür ayakkabıları gördüğüm anda, bendeki nefret katsayısı otomatikman yükselmeye başlıyor.

Elimde olamayarak, aklıma hemen hızar geliyor, testere geliyor.

Mengeneye kıstırıp, fazlalık kısmını şöyle bir güzel kesmek geliyor içimden.

Kendimce haklı gerekçelerim var. Bir kısımını daha evvel de yazmıştım. Okuyunca, eminim siz de bana hak vereceksiniz.

* * *

O tuhaf mı tuhaf, uçuk mu uçuk moda ayakkabılarda en başta bir israf görüyorum.

Sonra hantallık, şapşallık görüyorum. Basitçe, hatta zavallıca bir kompleks ve özentinin izlerini görüyorum onda.

GÜNÜN TARİHİ (20 Ocak 1920)

Maraş'ta şanlı direniş

Maraş'ta işgalci Fransız kuvvetlerine karşı, bütün halktan destek gören şiddetli bir direniş mücadelesi başladı.

Maraş sancağında (kaza ile vilayet arası), mücadele meşâlesi daha evvel de yakılmıştı. Ancak, halkı büsbütün çileden çıkartan ve topyekûn bir mücadelenin fitilin ateşlemeye sebep olan yeni bir gelişme yaşandı.

Bölgedeki işgal kuvvetleri komutanı, bir gün önce Maraş Mutasarrıfına (sancak yöneticisi) bir tebliğ göndererek, bundan böyle Maraş'ta guvarnör olarak bir Fransız binbaşının görev alacağını ve şehrin birinci derecedeki sorumlusunun da o komutan olacağını bildirir.

Bu tebliği duyan halk, birden galeyana gelir. Fransız boyunduruğu altında yaşamak istemeyen Maraşlılar, "Ya ölüm, ya istiklâl" diyerek dillere destan olacak bir mücadeleye girişir.

Maraş'ın hemen her tarafında şiddetli çarpışmalar yaşanır. Eli silâh tutan hemen her vatandaş işgalcilere karşı koymayı, bir vatan ve namus borcu sayar.

Bu şanlı direniş karşısında daha fazla dayanamayan ve günden güne geri çekilmeye başlayan Fransızlar, nihayet 12 Şubat 1920'de işgale son vererek Maraş'ı bütünüyle terk eder.

* * *

Maraş'ın işgali yaklaşık bir sene devam eder.

Şehri, 22 Şubat 1919'da önce İngilizler işgal eder. Ancak, İngiliz kuvvetleri içinde sömürge ülkelerden getirtilen Müslüman askerler de bulunduğundan dolayı, bölge halkına fazla baskı yapılamaz, dolayısıyla işgalde muvaffak olunamaz.

İngilizler, bölgedeki kuvvetlerini Musul'a doğru kaydırmayı tercih eder.

30 Ekim 1919'da ise, bu kez Fransız birlikleri gelerek Maraş’ı işgal eder. Civar köy ve şehirlerdeki Ermeni çetecilerden de kuvvet alan ve müşterek hareket eden Fransızlar, Müslüman ahaliye karşı zalimâne baskılar uygulamaya girişir.

Bu durum, halkın hamiyet duygusunu kamçılar. Sütçü İmam (1878–1922) isimli kahraman, 31 Ekim günü düşmana ilk kurşunu sıkarak, büyük bir cesaretlilik örneği sergiler.

Bir Cuma günü, kale bucundaki ayyıldızlı bayrağın indirilerek yerine işgal bayrağının dikilmesi hadisesi karşısında, imam efendi tarafından Cuma namazının kılınamayacağının açıklanmasıyla galeyana gelen halk, camiden çıktığı gibi doğruca kaleye hücum eder. İşgal bayrağını indirip, yerine tekrar ayyıldızlı Türk bayrağını diker.

Böylelikle, hiçbir şekilde bastırılamayan çetin bir direniş hareketi başlatılmış oldu.

20.01.2007

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Mutlu bir hayat için altın prensipler



Mutluluk, muhabbet, sevgi, saygı ve hürmet insanlık âleminde, hem fert, hem aile, hem de toplum hayatında en büyük aranılan, ihtiyaç olan ama maalesef ki, belki de son asırda ve yıllarda en az bulunan değerler.

Aşağıda bu arzu edilen değerleri hakikî kaynağından küçük bir demet halinde sunmaya çalışacağım, kaynağını tam olarak keşfetmeyi ve bire bir yaşamayı da Rabbim hepimize kısmet eder inşallah.

* Ahlâkî değer olarak: Âdet üzere sarf edilen hiçbir kötü sözü ağzına almamak.

* Allah’a karşı: Allah’tan devamlı af ve mağfiret dilemeyi unutmayan bir hayat sürdürebilmek.

* Şecaat ve kahramanlıkta öncü ve örnek olabilmek.

* Dünyevî noktada: Dünya işleri için kızmamak.

* Evden ayrılırken: Sabahları evden çıkarken “İlâhî, doğru yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan, kanmaktan ve kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık etmekten ve saygısızlık edilmekten sana sığınırım” diye duâyla güne başlayabilmek.

* Giyinmede: Sade kıyafetler giyebilmek, gösterişten hoşlanmamak.

* Günlük hayatta: Boş şeylerle uğraşmamak. Çok konuşmamak.

* İç dünyasında: Affediciliği hiç elden bırakmamak. İntikamı kalp, his ve ruh dünyasından uzaklaştırabilmek.

* Daima düşünceli ve tefekkür âlemlerinde olabilmek.

* Gerçeğe aykırı övgüyü kabul etmemek.

* Hoşlanmadığı şeylere karşı susabilmek.

* Kendi şahsı için asla öfkelenmemek ve öç almayı gündeminden kaldırabilmek.

* Her zaman mütebessim bir haletle durabilmek.

* İnsanî münasebetlerde: Umanı umutsuzluğa düşürmemek.

* İnsanlık ve insanlara karşı: Düşmanlarını sadece affetmekle kalmayıp, onlara şeref ve değer de vermek.

* Fakirlerle birlikte yemek; onlardan kendini ayırt etmemek.

* Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınamamak ve ayıplamamak.

* İnsanlık ve insanlara karşı: Kendisini üç şeyden alıkoyabilmek. Hiç kimsenin kusurunu araştırmamak. Hiç kimseye hakkında hayırlı olmayan sözü söylememek. Hiç kimseyle çekişmemek.

* İnsanlık ve yardımlaşmada: Kapıya yardım için gelen hiç kimseyi geri çevirmemek.

* Konuşurken: Konuşurken kelimeleri parıldayan inci dizileri gibi tatlı ve berrak söyleyip telâffuz edebilmek.

* Lüzumsuz yere konuşmamak; hikmetli konuşabilmek, konuştuğunda ne fazla, ne eksik söz kullanabilmek.

* Konuşurken ses tonu, tavır ve davranışlarıyla çevresindekileri sıcak bir şekilde kuşatabilmek.

* Konuşurken yüzünü muhataplarından başka tarafa çevirmemek, bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir yere oturmamak.

* Sıkıntılı hallerde: Sıkıntılı hallerinde kabalaşmamak, bağırmamak.

* Söz söylerken: Kötü söz söylemeden, günlük ve ömürlük hayat yaşamayı başarabilmek.

* Toplum hayatında: Bulunduğu toplulukta o topluluğa uyarak, gülünecek şeye gülmek; hayret edilecek şeye uyarak hayret edebilmek.

* Sıradan insanlar gibi yaşayabilmek.

* Susmayı konuşmaktan uzun sürdürebilmek.

* Şefkat ve merhamette en zirvede olabilmek.

* Yanında en son konuşanı ilk önce konuşan gibi dikkatle dinleyebilmek.

* Yürürken beraberindekilerin gerisinde yürümek; ayaklarını yerden canlıca kaldırmak, iki yanına salınmamak, adımlarını geniş atmak, yüksek bir yerden iner gibi öne doğru eğilip, vakar ve sükûnetle rahatça yürüyebilmek.

* Hak ve adaletten hiçbir şart ve halde asla ayrılmamak.

* Her zaman ağırbaşlı olabilmek.

* Yeme içmede: İsraf ve tiryakilikten uzak, sabır ve şükrün gereği olan, önüne ne konulursa yiyebilmek.

Evet yukarıda aldığımız hakikatler hiç şüphesiz ki Peygamberin örnek hayatındandır. Allah (cc) başta dâvâ arkadaşlarımız olmak üzere bütün inananlara ve insanlığa örnek alıp yaşamayı nasip etsin.

20.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İslâmdan korkma, cahillikten kork!



Bütün dünyada, ‘İslâmdan korkanlar’ın var olduğu bir gerçek. Ancak bu korkunun ‘kaynağı’nı iyi tesbit etmek gerekir. Kısaca, “İslamofobi/İslâm korkusu” diye adlandırılan bu durum, cihanşümûl İslâm dininin geniş kitlelere yayılmasını da maalesef engelliyor.

İslâmı bilmemek ya da ‘yanlış bilmek’ten kaynaklanan bu durum, sadece Avrupa ya da Amerika’da yaşanan bir durum da değildir. Maalesef, Türkiye gibi ‘İslâm ülkeleri’nde yaşayan bazı kesimlerde de bu korku var. Çünkü onlar da ‘doğru İslâmı bilmiyor.

“Doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu” onların bilmemesi bir ‘kabahat’ ise de, bunu bildirmemek de de başka bir kabahat. Yani, ‘Müslüman çoğunluk’ da bu konuda kabahatli, çünkü yaşayış ve hal diliyle ‘doğru İslâm’a âyine olunamamış.

“İslamofobi” Avrupa’nın da gündeminde. Böyle ‘sanal’ bir korkunun doğru olmadığını onlar da biliyor. Bu sebeple, her zaman konuyla ilgili toplantı ve tartışmalar yapılıyor. Bu cümleden olarak, Fransa’nın başşehri Paris’teki UNESCO Merkezi’nde düzenlenen bir konferansta konu ele alınmış.

“Batı’da Müslümanlara karşı ayrımcılık ve İslamofobi” konulu konferansa katılan 12 konuşmacının görüş birliğine vardığı nokta ise şu olmuş: “Batı’da İslâm korkusu, Müslümanlara karşı her alanda ayrımcılığa dönüşüyor.” (İHA, 19 Ocak 2007)

Haberde şöyle denilmiş: “Avrupa’nın bir çok ülkesinde son yıllarda ‘İslamofobi’ yanlılarının artması, bu ülkelerde yaşayan Müslümanları endişelendiriyor. UNESCO merkezinde, Cojep adlı sivil toplum örgütü tarafından düzenlenen konferansa katılan konuşmacılar, mensubu oldukları sivil toplum kuruluşlarının yaptığı araştırmalar çerçevesinde ele aldıkları konuşmalarında, Batı’da 11 Eylül sonrası Müslümanlara karşı hızla artan bir ayrımcılık olduğunu dile getirdi.

“Samy Debah adlı konuşmacı ise, Batı’daki sağcı partilerin, Müslümanları seçim malzemesi yaptıklarına dikkat çekti. Fransa’dan örnekler verdiği konuşmasına, İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy’nin Roissy Havaalanı’nda çalışan Müslümanları hedef alarak, güvenlik bahanesiyle birçok Müslüman işçinin işsiz kalmasına sebep olduğunu ifade etti.”

Benzer bir “İslâmı yanlış anlama” itirafı da, Türkiye’yi ziyarete gelen Avrupalı gençlerden geldi. Batı’da hızla yayılan İslamofobi ile ilgili ön yargıları ortadan kaldırmak için Avrupalı Genç Yeşiller Federasyonu (FYEG) üyesi 30 öğrenci İstanbul’a gelmiş. Türkiye’deki Yeşiller Grubu üyeleriyle biraraya gelen gençler, Sultanahmet’te bir hafta süren toplantılarında, “İslâm dünyayı ve dünya İslâmı nasıl yorumluyor?”, “İslâmla ilgili korku ve kaygıların nedenleri nedir?” ve “Birbirimizi ne kadar tanıyoruz?” sorularının cevapları aramışlar.

İstanbul’da düzenlenen “İslamofobi toplantıları”na katılan Avrupalı gençlerin ortak değerlendirmesi şöyle: “İslâm dini bize yıllarca yanlış sunulmuş. Özünde barış ve kardeşlik olan İslâmın yaşandığı yerleri gezdikçe, yaşayanları gözlemledikçe önyargılardan kurtulduk. Döndüğümüzde herkese anlatacağız.” (Yeni Şafak, 19 Ocak 2007)

Toplantıya İngiltere’den katılan Alexander Philips ise, “İslâm dinini öğretme sorumluluğu Müslüman ülkelere aittir. Müslümanlar Avrupa’da dinlerinin doğru öğretilmesi için daha çok çaba harcamalı” diye konuşmuş.

Evet, “Doğru İslâm”a önce bizim, sonra da bütün dünyanın ihtiyacı var. Dünyaya güzel örnek olabilirsek “İslâm korkusu”, “İslâm muhabbeti/sevgisi”ne döner ve dönmeli inşallah.

20.01.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Sadizm görüntüleri



Fear Factor’de (Show TV) insan sınırlarını zorlayan yarışmalar ekrana geliyor.

Son olarak yarışmacıların kafasını bir fanusun içine soktular. Fanusun içini de beş lağım faresi, dört avuç içi büyüklüğünde örümcek ve sürüsüne bereket böcekle doldurdular.

Yarışmacılardan iki genç kız tiksinerek bıraktı. İlk yarışmacı uzun müddet kendine gelemedi, diğer yarışmacı da fanusun dışına kendini zor attı ve “Benim burada ne işim var” diyerek kendine sitem etti.

İnsan onuru parayla satın alınmaz.

Üç kuruş için milyonlarca kişinin önünde rezil olmaya değer mi?

İkincisi:

Avrupa’nın işkence metotlarını hatırlatan “sadist” görüntüler, sunucu Acun Ilıcalı’yı oldukça memnun etmişe benziyor.

Acaba ekran karşısındaki insanları?

Korkarım, yeni yarışma programları rekabet için daha “sadist” programlar üretecek...

MAGAZİN HABERCİLİĞİ

İbrahim Tatlıses, kızının evliliği ile ilgili sorulanlara:

“Beni yerden yere vurun, ama kızımı magazine konu etmeyin” diyordu (TGRT Ana Haber)

Dikkat:

Bunu “magazin”den beslenen ünlü biri söylüyor.

Türkiye’deki anlamı itibariyle “magazin” iyi bir şey olsa, kimse şikâyet etmezdi.

Kaldı ki, her ünlü kendinden söz edilmesini ister. Ettirir de.

Ama ne var ki, yeni yetme “magazinci”ler bunu artık “magazin”den saymıyor.

Magazin onlara göre, yakınları her kimse onları afişe etmek.

Peki, taze anne, Gülben Ergen’in yeni doğmuş oğluyla çektirdiği fotoğrafa ne demeli? Magazincilere rota çiziyor adeta. Yarın çocuk büyüdüğünde onunla ilgili sorulara itiraz yok ama.

GAZETECİ VİDİNLİ

Suna Vidinli ilginç bir karakter. Malûm, canlı yayında CNN Türk’ten (Referans Noktası) istifa etti.

Daha sonra Nazlı Ilıcak’ın “Sözün Özü” programında DYP Lideri Mehmet Ağar’a tiz sesiyle soru sorarken gördüm (Kanal 7).

Merak ettim acaba etiketi ne?

“Merkez Medya Grubu İcra Kurulu’nun dış ilişkiler danışmanı” olarak yazıyordu.

Yetenekli bir sunucu... Onu ilk keşfeden Fatih Altaylı oldu. Yanlış hatırlamıyorsan, bir müddet Kanal D gece haberlerini sundu. Ama her zaman yetenek öne çıkmıyor. “Fizik” diyenler kazandı ve gece haberlerini bıraktı.

Georgetown Üniversitesi Siyasal Bilgiler Bölümü’nden mezun olmak, televizyoncular için önemli değil...

Harvard Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler ve Ortadoğu üzerine yüksek lisans eğitimini tamamlamak o kadar mühim değil...

Birleşmiş Milletler nezdinde Türkiye Daimi Temsilciliği ve CNN International’da Diplomatic License programında çalışmış olmak... Hele hele... Dünya Ekonomik Forumu, Avrupa Birliği, Clinton Global İnisiyatifi, Amerikan Kongresi ve düşünce kuruluşlarıyla olan projeleri hazırlayıp lobi faaliyelerini yönetmiş olmak hiç ama hiç önemli değil bizim yapımcılar için...

E, burası Türkiye!

20.01.2007

E-Posta: [email protected]




S. Bahaddin YAŞAR

Saçmalama hakkı



SAÇMALAMAYIN!

Yukarıdaki başlığı görür görmez birilerinin hemen içinden ‘Bu da ne demek?’ dediklerini duyar gibiyim. Yani ‘saçmalamanın da hakkı mı olurmuş’ demeleri, beklenen bir sorudur. Çünkü biz ailede, eğitimde ve iş ortamlarında; çocuk kendini bulmaya başladığından taa ölene kadar, bir emri çok rahat sarf etmekteyiz: “SAÇMALAMA!”

Doğrusu istatistiği çıkarılsa bizim toplumda en fazla telâffuz edilen kavramlardan birisi, bu sözcüktür. Onun için en çok korktuğumuz şeylerden birisi de “saçmalamak”tır. Bu korku öyle hakimdir ki dünyamızda, koca adam olduğumuzda dahi, onun izlerini üzerimizde hissederiz.

Saçmalamamak için, konuşmayız. Saçmalamamak için, tahtaya çıkmayız. Saçmalamamak için, arkadaşlarımız karşısında yorum yapmayız. Saçmalamamak için, denemeyiz. Saçmalamamak için, cesaret etmeyiz. Hasılı saçmalamamak için, hiçbir şey yapmayız. Yazmayız, konuşmayız, yorum yapmayız. Hepsi saçmalamamak için.

Hep içimize konuşuruz. İçimize okuruz. İçimize yazarız.

İçimizle paylaşırız, içimizle dertleşiriz, sevincimizi de kederimizi de içimizle, içimizde yaşarız.

Çünkü saçmalayınca, bizimle alay ederler, bize gülerler, bizi kınarlar. Onun için en iyisi, hiçbir şeye karışmamak, hiçbir şeyle görüşmemek, hiçbir görüş taşımamak ve paylaşmamaktır.

“Biz saçmalamayı da bilmiyoruz ki…”

Yakında meslek icra edecek gençlere, “Arkadaşlar! Lütfen benim dersimde saçmalayın.” diyorum. “Hocam vizelerde de saçmalayabilir miyiz?” diyorlar. Ben de “lütfen!” diyorum. Tabiî kahkahayı basıyorlar. Rahatlıyorlar. Ama akıllarına sığıştıramıyorlar.” Yani hocam, şimdi size saçmalayabilir miyim? mi diyeceğiz?” “Kesinlikle, evet!” diyorum. Bir kahkaha daha atıyorlar. Bu, ezberi bozan bir hoca tavsiyesi olunca, gençler gülmekte haksız da değiller.

İçlerinden birisi, “Hocam, bize evde ‘saçmalama’ diyorlar, okulda ‘saçmalama’ diyorlar, çevrede ‘saçmalama’ diyorlar; siz de kalkmışsınız, ‘saçmalayın’ diyorsunuz. Bu doğrusu pek alışılan bir şey değil. Biz saçmalamayı da bilmiyoruz ki…

Peki bu nasıl doğdu?

Üniversite eğitimi almış genç, seminer ortamında konuşmuyor. Kanaat serdetmiyor. Yorum yapmıyor. Kendisini hep konuşma ortamlarından çekiyor. Hele hele topluluğun karşısına çıkmak deyince, büyük bir suç işlemiş gibi yüzü kızarıyor. Utanıyor, sıkılıyor, terliyor, dilinde kelimeler birbirine dolanıyor, beden duruşu bozuluyor.

Yazılı olarak da, çok şeyler yazabilecek genç, vizede boş kâğıt veriyor. Şaşırıyorum. Neden olduğunu anlamaya çalışıyorum. Epey bir izleme ve anketlerden sonra, durumun ‘saçmalama korkusu’ndan kaynaklandığını tesbit ediyorum. Onun için böyle bir çözüm getirdik.

“LÜTFEN SAÇMALAYIN!”

Bu kavramı sevdiler. Konular konuşulurken, daha önce hiç söz hakkı kullanmayan ve hep kendini ortamlardan çeken öğrenciler gülerek, ‘Hocam saçmalama hakkımı kullanmak istiyorum.” diyorlar. Ben de gayet ciddice, ‘Tabiî efendim, lütfen” diyorum.

Öğrenci konuşmaya başlıyor, konuyla ilgili bir, iki, üç cümle kuruyor. Ben kurulan cümlelere şaşırıyorum. Kurulan cümlelerde hiç saçmalık denebilecek cümle yok. Ama saçmalama kapısını kullanıyorlar. Dikkat çekici.

Bir de saçmalayarak söz başlayan öğrenci konuştukça çok orijinal cümleler kuruyor. Anlıyorum ki, saçmalamadan bir öz doğruya ulaşmak çok da kolay değil. Yazarken de, konuşurken de, insan önce biraz saçmalasa da, biraz sonra konuyla ilgili çok güzel cümleler kurabiliyor. Yani on cümle kuruyorsa, bunlardan üçü dördü öyle kolay bulunan cümlelerden değil. Yeter.

Her meslek, saçmalanarak öğreniliyor

Resim öğretmeni yetiştiren hocalarla konuşuyoruz. Konuyu onlarla paylaşıyorum. Çok isabetli diyorlar. Nasıl diyorum. Anlatıyorlar.

“Biz, karakalemde, bir doğru çizgiyi yakalayabilmek için, en az on, on beş arama çizgileri kullanıyoruz. Yani eskiz de denen, saçmalama çizgileridir bunlar. Bunlar olmazsa, gelişme olmuyor. Hiçbir şey zirveden başlamıyor” diyorlar.

Anlaşılan çıraklık, kalfalık ve ustalık, her meslek için geçerli.

Müzik öğretmeni olacak öğrencilerin çalışma ortamlarını gözlemliyorum. Bir parçayı hatasız okuyabilmek için yüzlerce kez tekrarlar yapıyorlar. Hatta bazı hatalarına kendileri de gülüyorlar. Anlıyorum ki, bir meslekte maharet kazanmak, yüzlerce saçmalama hakkı tanımaktan geçiyor. Yani saçmalamaktan korkmamak gerekiyor.

Konuşmadan kendimizi göremeyiz

Bu, yaptığın işi ciddiye almamak, kendini geliştirmemek olarak düşünülmüyor zaten. Kişi, konuşmalarının saçmalık olduğunu dahi, ancak saçmalayarak anlayabilecektir. Çok isabetli cümlelerinin olduğunu, orijinal bakış açılarının bulunduğunu, yine saçmalayarak görebilecektir.

Siz, muhatap olduğunuz insanlara, risksiz bir kapı olan saçmalama hakkını tanıyın. Göreceksiniz, kimse saçmalamayacaktır.

İnsanlar, birileri kendilerine, “Saçmalama! Saçmalama!” dedikçe, saçmalıyorlar.

Lütfen saçmalayın!

20.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Irak imtihanı



Ankara’nın gündemi Irak ve Kerkük meselesine kilitlendi.

Demokrasi ve özgürlük getireceğiz diye Irak’ı işgal edenler, ülkeyi kan gölüne dönüştürdü. Yüzyıllardan beri birlikte yaşayan insanlar, aralarına sokulan fitne ve fesatlarla birbirlerini boğazlamaya başladı. Irak’ta adı konulmamış bir iç savaş yaşanıyor aslında. Ülkede can güvenliği kalmadı. Halk açlık ve hastalıklarla boğuşuyor. Dünya petrol piyasasını bir dönem elinde tutan bir ülke, şimdi dışarıdan elektrik ve mazot alır konumuna geldi. Her gün yüzlerce insan sokaklarda öldürülüyor. Dünya seyirci… ABD’nin daha çok asker yığması, pek çok insanın ölümüne yol açacağının göstergesi. Zira, işgalci askerlerin Irak halkına şimdiye kadar yaptıkları orta yerde duruyor.

Türkiye yanı başında tarihî ve kültürel bağlarla bağlı, sınır komşusu bir ülkede yaşananlara geçte olsa kayıtsız kalmadı.

AKP ile CHP’nin, Irak’taki gelişmelerle ilgili genel görüşme açılmasına ilişkin verdikleri önergelerin ön görüşmesi, katılan tüm milletvekillerinin oylarıyla kabul edildi. Genel görüşme Salı günü gizli oturumla enine boyuna tartışmayla yapılacak.

Ön görüşmelerde Irak’la ilgili gelişmeler anlatılırken, tartışmalar da yaşandı. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, ANAP’ın kendisi hakkında verdiği gensorunun kabul edilmemesinin hemen ardından, yapılan ön görüşmelerde konuyu şöyle özetledi: “Irak’ta işler kolay değil…”

***

Bu noktada şunu söylemek istiyorum. Dışişleri Bakanı Gül, Irak’taki gelişmeleri ve hükümet olarak bu konuda neler yaptıklarını anlatırken, Başbakan Tayyip Erdoğan ise Meclis’teki makam odasında ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasî İşlerden Sorumlu Müsteşarı Nicholas Burns’le bu konuyu görüşüyordu. Başbakanlık merkez binada 16.30 olarak planlanan, ancak TBMM’deki görüşmeler sebebiyle 17.15’te Meclis’te başlayan görüşme, yaklaşık 1,5 saat sürerken, Burns çıkışta, “Erdoğan’la mükemmel bir görüşme yaptık”larını bildirdi.

Bir tarafta Genel Kurulda Irak konuşulurken, yine Meclis’in başka bir yerinde ABD Dışişleri Bakanlığının üç numaralı isminin de bu konuda başbakanla görüşmesi “ABD’nin gölgesi Meclis’in üzerinde” yorumlarına yol açtı. Türkiye için büyük önem taşıyan Irak konusu görüşülürken, Genel Kurulda üç beş gazetecinin bulunması, diğer gazetecilerin Burns’un ne söyleyeceğini merak için Meclis’in bir başka köşesinde toplanması da bunu adeta doğrular nitelikteydi.

Bakan Gül, aynı saatlerde Genel Kurul’da, “ABD ile Irak konusunda sorunların yaşanmadığı”nı söylerken, ABD’li yetkilinin Kerkük konusunda Ankara’nın duymak istediklerini söylememesi de dikkatlerden kaçmadı. “Hassasiyetinizi anlıyoruz, ancak…” derken, Kuzey Irak’taki Mahmur Kampı’nda yapılan aramanın da PKK’ya karşı arkası gelecek adımların ilki olduğunun altını çizerek, Türkiye’nin ağzına bir parmak bal sürmeyi de ihmal etmedi.

Genel Kurul’da Irak konuşulurken, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın üçüncü adamı ile Başbakan’ın muhatap olması da işin başka bir boyutu…

***

Yeniden Irak ön görüşmelerine dönersek, hem hükümet, hem muhalefet Irak konusunun hassasiyetini dile getirirken, hamaset yapılmaması konusunda ortak görüş bildirmesine rağmen, ortalık “hamasetten” geçilmedi. Gül, “Kuzey Irak’taki Kürtler de, Türkmenler de bizim akrabamızdır. Nasıl Irak, küçük bir Ortadoğu ise, Kerkük de küçük bir Irak’tır” diye konuşmasına cevap Erkan Mumcu’dan geldi: “Sayın Bakan niçin söyleyemiyorsunuz? Irak bir Türkmen şehridir. Zaho’nun Kürt kenti olduğu gibi... Bunu söylemekten neden korkuyorsunuz?” diye cevap vermesi, görüşmelerin ilginç anekdotlarındandı. CHP’li Onur Öymen’in, “Müsterih olun, hamaset yapmayız. Biz dış politikayı iç politika malzemesi yapmayız, yeter ki siz de yapmayın” sözü de Salı günü yapılacak gizli görüşmelerin nasıl geçeceği ile ilgili ipuçları veriyordu.

Yine, Gül’ün, Irak’taki bölünmenin 1990’da Körfez Savaşı sırasında ve sonrasında başladığını söylerken, “Fiilen bölünmüş Irak, bugün adeta yapıştırılmaya, tekrar birleşik bir Irak ortaya çıkartılmaya çalışılıyor” demesi de tartışılması gereken bir cümle olarak ortaya çıktı.

***

Öyle görünüyor ki, Türkiye’yi zor bir yıl bekliyor. Bir yanda cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler, diğer yanda Irak ve Ortadoğu’daki gelişmeler…

Türkiye, dış politikada kararlı olursa kazanır, yoksa böyle savrulur dururuz… Yöneten olmak varken, yönetilen pozisyonuna düşer, olayların peşinden değil, olaylar bizim peşimizden gelir.

Bu açıdan Salı günü yapılacak “gizli görüşme”de hamaset değil, Türkiye’nin dış politikasının yanlışlarıyla, doğrularıyla masaya yatırılıp tartışılması faydalı olacaktır.

20.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004