Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Gaflet bulutlarını dağıtmak



Tefekkür müthiş bir iksir. Öyle ki onunla gaflet bulutları dağıtılır, hayatın anlamı daha iyi anlaşılır, incelikleri kavranır ve hayatın tadına varılır.

Tefekkür ehlinin hayatı hep böyle geçmiş ve geçmektedir. Onlar hayatlarında monotonluğa, meskenete aslâ yer vermezler. Çünkü her şeyden ders ve ibret almasını bilirler. Kâinat onların gözünde zerreden kürelere kadar her şeyiyle bir tefekkür hazinesidir.

13. yüzyılın kargaşalı döneminde Bostan ve Gülistan gibi düşündüren, gafletleri dağıtan ibretli, nefis çalışmalara imza atan Sadi de, kâinat sergisini tefekkür imbiğinden geçirmeyi başarmış, asırlara damgasını vurmuş büyük bir tefekkür ehli.

Bize ihsan ve ikram edilen her şey tefekkür ufkumuzu genişletmeli, şükür deryasına daldırmalı değil mi? Kalp gözü açık Sadi, Gülistan’ında, “Allah’ın şükrünü hakkıyla ödeyebilmek kimin elinden, kimin dilinden gelir?” der ki: “Alınan her nefes hayatı uzatır; verildiği zaman da vücudu ferahlatır. Demek her nefeste iki nimet var. Her nimet için ise bir şükür gerek.” (Gülistân, s. 3).

Yeryüzü Sadi için de bir sergi, bir fuar gibi açılmış, bir nimet sofrası hâlinde önümüze serilmiş, herşey emrimize sunulmuştur. Sadi bunu anlatırken, “Rahmetinin hesapsız yağmuru herkese saçılmış. Nimetinin cömertlik sofrası her yere açılmış. Çirkin bir günah yüzünden kullarının namus perdesini yırtmaz; uygunsuz bir kusur için onların rızık gelirini kesmez” (s. 4) der.

Yeryüzü bütün şaşaası, güzellikleri ve bin bir türlü nimetiyle bir saray hâlinde emrimize verilmemiş midir? Bunu şu nefis örneklerle anlatır Sadi:

“Bir döşeyiciyi andıran sabah rüzgârına, ‘Yeryüzüne zümrüt yeşili yaygı ser!’ demiş. Bir süt nineye benzeyen bahar bulutuna, ‘Bitki kızlarını yer beşiğinde besle!’ diye emretmiş. Nevruz bayramlığı olsun diye ağaçlara yeşil yapraktan elbiseler giydirmiş. Bahar mevsiminin gelmesiyle mini mini dalların başlarına çiçekten taçlar koymuş. Şeker kamışının özsuyu Onun kudretiyle halis bal olmuş. Hurma çekirdeği Onun terbiyesiyle boylu boslu fidan haline gelmiş” (s. 4)

Çiçekten kelebeğe, bitkilerden yıldızlara kadar herşey emrine verilirken ya insan kimin emrinde olacak? Bu hususta da şunları söyler Sadi:

“Bulut, rüzgâr, ay, güneş ve gök, sen eline bir lokma ekmek alasın da gafletle yemeyesin diye çalışmaktalar. Senin yolunda hepsi dönerek, dolaşarak Allah’ın buyruğunu yerine getirirken, sen emre uymayasın, insafa sığmaz.” (s. 4) “Kula yakışan odur ki, Allah katında kusurlarının özrünü dilesin. Yoksa Onun ulûhiyetine lâyık olanı kimse yerine getiremez.” (s. 5)

Hayatın zevkine varabilmek için herşeye tefekkür gözlüğüyle bakmak lâzım.

19.01.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Soğan sarımsak yemek ve gaflet



İzmir’den okuyucumuz: “Soğan ve sarımsak yenilen yere melekler gelmez mi?”

1- Soğan ve sarımsak Allah’ın yeryüzünde bitirdiği nimetlerdendir. Şifalıdırlar. Kendilerine mahsus tatlarıyla, şifa verici özellikleriyle, Allah’ın birer ikramı ve hediyesidirler; hiç şüphesiz şükrü gerektirirler.

2- Bu demek değildir ki, soğan ve sarımsak yemenin bir âdâb-ı erkânı yoktur. Adapsız, erkânsız ne var ki, soğan ve sarımsak yemek adapsız olsun? Bu adaba riayet ettikten sonra, melekler gelmez mi diye kendimizi helâk etmemize gerek kalmaz. Çünkü melekler âdâb ve erkâna riâyeti severler.

Soğan ve sarımsak yemenin adabına gelince:

* Hazret-i Ömer (ra) bir Cuma hutbesinde Allah’a hamd ettikten sonra şunları söyledi:

“Ey İnsanlar! Siz, benim kokusunun çirkin olduğunu gördüğüm soğan ve sarımsak denilen şu iki yeşilliği yiyorsunuz. Hâlbuki Resûlullah Efendimiz (asm) hayattayken; mescitte kendisinden soğan ve sarımsak kokusu gelen adam görürdüm. Böyleleri Baki tarafına çıkarılıncaya kadar elinden tutuluyor, götürülüyordu. Şu halde kim soğan ve sarımsak yiyecek olursa, pişirmek sûretiyle kokusunu gidersin!”1

* Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin muhtereme zevcesi Ümmü Eyyûb (ra) anlatıyor:

“Ben Peygamber Efendimize (asm) içinde soğan, sarımsak ve pırasa gibi çirkin kokulu yeşillikler bulunan bir yiyecek hazırladım. Fakat O (asm) bundan yemedi ve şöyle buyurdu:

“Ben arkadaşım Cebrail’e (as) eziyet etmek istemem!”2

Malûm; melekler rayiha-yı tayyibeyi, yani iyi ve hoş kokuları severler, kötü kokulardan ise hoşlanmazlar.

Bu durumda, soğan ve sarımsak yemenin adabı konusunda şunlar söylenebilir:

1-Soğan, sarımsak ve pırasa gibi ağızda koku yapan yeşillikler yendiğinde ağız kokusu giderilmelidir.

2-Bunun için dişlerin fırçalanması, ağızda karanfil… vs. gibi koku giderici baharat çiğnenmesi tavsiye edilmektedir.

***

İzmir’den okuyucumuz: “‘Gaflet şu üç şeyde olur: Allah’ı anma meselesinde, sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar geçen sürede ve kişinin ne derece borca girdiğini düşünmeden ödeyemeyecek kadar borç alması halinde’ (Câmiü’s-Sağîr, 3/2797) hadisini açıklar mısınız?”

Bu hadis-i şerifte Sevgili Peygamberimiz (asm) beşer olarak zafiyetimiz bulunan konuları zikretmiştir. Gaflet, zafiyetten gelir. Bu maddeleri sırayla görelim:

1- Allah’ı zikretmek: Şeytan Allah’ı anmaktan, Allah’ı zikretmekten ve Allah’a kulluk yapmaktan bizi her fırsatta alıkoymak ister. Bunun için bize gaflet verir, bizim ilgi ve alâkamızı dağıtır, bize sabırsızlık verir... vs. Bunu baştan peşinen bilirsek; kalbimizi pek fazla itham etmeden, düşman gördüğümüz makamı bilir ve ona göre duyarlı bulunuruz. Allah’ı anmaya ve ibadet yapmaya karşı içimizde bir isteksizlik meydana geldiğinde, buna aldırmadan ibadetimizi yaparız. Bu isteksizliğin şeytandan geldiğini bilir, düşmanımızı tanırız. Buna karşılık imanımızı takviye edici adımlarımıza hız veririz.

2- Sabah namazı kıldığımız saatler, sevabının yüksekliğinden olacak, uykunun en fazla bastırdığı, en fazla üzerimizde gaflet bulunan saatlerdir. Uyandığımızda eğer yatağı terk etmemişsek şeytanın fısıltıları hemen başlıyor. “Birazcık daha yatıver. Şu yana da bir dön. Ne olacak? Az sonra kalkarsın!” diyor. Oysa birazcık yatıverdin mi, yeni bir uyku perdesine gömülüyorsun ve artık güneş doğuncaya kadar uyanamıyorsun! Böylece şeytan ucuz bir hamleyle bizi tuzağına düşürmüş oluyor.

Sabah namazını vaktinde kılmış olduğumuzda da, güneş doğuncaya kadar uyumayıp zikir ve evradla meşgul olmamız sünnettir. Oysa bu sünnete karşı da yine içimizdeki gaflet ve bu gafleti kullanan şeytanla savaşmak zorundayız.

3- Güç yetirilmeyen borç ise, maddî ağırlığı gereği insana gaflet vermekte, hayatı ağırlaştırmaktadır.

Dipnotlar:

1- İbn-i Mâce, Et’ime, 59/3363

2- İbn-i Mâce, Et’ime, 59/3364

19.01.2007

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Zeytin ve kasem-i Kur'âniye



Cennetâsâ bir vatan parçasındayız. Neyini ele alsan hepsi birer harika ve bir ikram-i İlâhîdir. Cenâb-ı Hakka hamdü senalar içindeyiz ve ecdadımıza minnet ve şükran borçluyuz. Ecdadımız “Çıra, dibine karanlıktır” tabirini bir çok cihetlerle kullanır. Fakat bu sözü, bu makalemde, zeytin ve zeytinyağı üzerinde kullanacağım.

Tespitlere göre Türkiye’de 85 milyon civarında zeytin ağacı var. Bütün tahribatlara rağmen 100 milyona doğru gidilmeye uğraşılmaktadır. Türkiye gibi münbit bir arazide en az 200 milyon olması lâzımdı. Böylelikle zeytin yağında dünyadaki yarış ve kalkınma seviyesini yakalayabiliriz.

Niçin bugün zeytin ve zeytin yağına gittik? Çünkü elimdeki belge beni buralara sürükledi. Uzun zamandır arkadaşlarım da bu mânâda bir makale istiyorlardı, bugün sıra geldi. Belge, Amerika Tabipler Birliği’nin yayınladığı “Archive of İnternal Medicine” dergisindeki bir makalede: “İsveç’teki Karoliska Enstitüsü’nde 8 ilim adamının uzun yıllar süren, 67.471 kadın üzerinde yaptığı araştırmaya göre, zeytinyağı kanser riskini yüzde 50’ye yakın azaltmaktadır. Buna mukabil, diğer bazı yağlar kanser riskini yüzde 69’lara yükseltmektedir.” (Basın)

Kitaplarımızda okuyoruz, âyetlerde görüyoruz, “Kâinatta abes ve israf hiçbir şey yoktur,” fakat biz cehlimizden, gafletimizden veya imkânsızlıklardan hikmetini, sırrını ve faydalılık noktasını bulamıyoruz. İlmin zirveye çıkması ve teknolojinin müthiş inkişafları bu sırrı açmaktadır. Bu açıdan ilim dünyası diyor ki: Zeytinyağı gastrit ve ülsere karşı koruyucu, tansiyon düşürücü, idrar sökücüdür, vücutta şeker dengesini sağlar, cildi güzelleştirir, kolestrol yüksekliğini önler, hücreleri yeniler, kemik zayıflamalarını önler, kalp ve damar hastalıklarını izale eder, karaciğerin ve kalbin iyi çalışması ve safra kesesinin taş düşürmesinde önemli rol oynar, diş etlerini güçlendir ve dişleri parlak yapar, sürüldüğünde bel ve ayak ağrılarına şifadır. Hâsılı hiçbir yan tesiri yoktur, mahzâ şifadır...

Şimdi 14 asır öncesine gidiyoruz. Tin Sûresi’nde Cenâb-ı Allah “İncir ve Zeytine yemin olsun ki..” buyuruyor. Buna ilim dilinde “kasem-i Kur’âniye” denilir. Çağımızın Mevlânâ’sı Hazret-i Bediüzzaman bu âyetin işârî mânâsında der ki: “Cenâb-ı Hak, tîn ve zeytinle kasem vasıtasıyla azamet-i kudretini ve kemâl-i rahmetini ve büyük nimetlerini ihtar ederek, esfel-i sâfilîn tarafına giden insanın yüzünü o taraftan çevirip, şükür ve fikir ve iman ve amel-i salih ile, tâ âlâ-yı illiyyîne kadar terakkiyât-ı mâneviyeye mazhar olabilmesine işaret ediyor. Nimetler içinde tîn ve zeytinin tahsisinin sebebi, o iki meyvenin çok mübarek ve nâfi olması ve hilkatlerinde de medar-ı dikkat ve nimet çok şeyler bulunmasıdır. Çünkü, hayat-ı içtimâiye ve ticâriye ve tenviriye ve gıda-yı insaniye için zeytin en büyük bir esas teşkil ettiği gibi; incirin hilkati, zerre gibi bir çekirdekte koca incir ağacının cihazatını saklayıp derc etmek gibi bir harika mucize-i kudreti gösterdiği gibi, taamında, menfaatinde ve ekser meyvelere muhalif olarak devamında ve daha sair menâfiindeki nimet-i İlâhiyeyi kasemle hatıra getiriyor...” (Mektûbât, 29. Mektub, B.S.Nursî)

2007 yılı ve ilim dünyası 14 asır sonra, inanan ecdadımız gibi bu mucizeye baş eğerler ve kabul ederler. Kur’ân’ın her âyeti birer mucize-i ekberdir. Kem küm edenler (akıl, ilim ve fennin) karşısında ve izâhâtında acze düşmektedirler. Özetle; zeytin, çekirdeğinden yaprağına kadar şifadır veya faydalıdır. Elbette olgun hali ile..

Yine mezkûr âyetin ışığı altında, sevgililer sevgilisi, canımız, cananımız Hz. Muhammed Aleyhisselatü Vesselâm Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde buyuruyor ki: “Zeytin yağını yiyiniz, yağı ile de yağlanınız, zira o bereketi bol ve mübarek bir ağacın meyvesinden çıkarılmaktadır.” Bununla ilgili diğer hadisler de vardır.

Aziz Türkiye’nin halkı ve idarecileri böyle bir mucizenin inkişafı, yayılması, çoğalması ve kullanılmasının neresindeler ve nerelerde olmalıydık? Gelecek için hangi projeler üretilmelidir? Afiyet olsun, şifa bulacaksınız. İnşaallah.

19.01.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Ulusalcı Sarkozy



Türkiye'ye düşmanca bakan Fransız politikacı Sarkozy ile bizdeki "ulusalcı" kesim, gariptir ki aynı noktada buluştu: "Zinhar, Türkiye AB üyesi olmasın."

Bizdekilerin tutumu öteden beri belliydi. Koro halinde "İstemezük!" diye bağırıyorlardı.

Şimdi, "Türk düşmanı" Sarkozy de aynı telden çalmaya başladı: "No Turque!"

Sarkozy'nin tavrını anlamak zor değil. O, Müslüman Türkleri sevmediği gibi, Türkiye'nin AB içinde yer alarak gelişmesini de istemez.

Adam harbi konuşuyor. Düşman da olsa, tavrını mertçe sergiliyor.

Peki, bizdeki "ulusalcılar"ın derdi ne? Gerçekte ne istiyorlar?

Acaba, Sarkozy gibi adamlarla Türkiye aleyhtarlığında aynı duruma düştüklerinin farkındalar mı?

Keza, kendi kendileriyle tenakuza düştüklerinin farkındalar mı acaba?

Meselâ, şimdi reddettikleri Avrupa'nın, vaktiyle her türlü pisliğini Türkiye'ye ihraç etmiş olduğunu ve kendilerinin hâlâ da o çürük ithal mallarına sahip çıktıklarının farkındalar mı?

Hakikaten incelemeye, üzerinde durmaya değer bir konu: İçerdekilerle dışardakiler, niçin Türkiye'nin AB karşıtlığı üzerinde ittifak ediyorlar?

* * *

Fransa’da, popülaritesi günden güne artan Nicolas Sarkozy, iktidardaki Halk Hareketi Birliğinin parti lideri ve aynı zamanda İçişleri Bakanıdır. Türkiye ile eş zamanlı yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimleri için adaylığını resmen açıklamış durumda.

Şu sıralar yaptığı hemen bütün konuşmalarında, Türkiye'ye karşı duyduğu kin ve husumetini kusmaktan geri durmuyor.

Yaptığı son açıklamaları okurken, birden bizdeki ulusalcılar hatırıma geldi. Baktım aynı şeyleri söylüyor ve aynı noktada birleşiyorlar: Türkiye AB üyesi olmasın...

Sarkozy, işi biraz daha ileri götürüyor ve "Türkiye Avrupa'nın bir parçası olmasın" diyor.

Ne gariptir ki, bizdeki ulusalcılar 80 yıl evvel Avrupa'yı taklit eden Türkiye'yi Avrupa'nın bir parçası olarak görüyor. Üstelik, o zamanlar yapılan taklitçilik icraatına da tam sahip çıkıyorlar. Hatta, bazılarını tabu gibi korumaya bile çalışıyorlar.

Yani, aslında Avrupa'nın bir parçası olmaya evet derken, AB üyesi olmaya hayır diyorlar.

Böyle olmakla, tam bir çelişki ve samimiyetsizlik hali sergiliyorlar.

Umarız, Sarkozy'nin özellikle son çıkışından ders alarak, hiç olmazsa çelişkiden, tenakuzdan kurtulurlar.

Bunlar Avrupa'ya, yahut daha rafine durumdaki AB'ye samimi olarak karşı iseler, o takdirde sadece şimdiki ilişkilere değil, son 80 yıllık dayatmalara ve bilumum çürük mallara da karşı gelmeleri gerekiyor.

Aksi halde, samimiyetlerinden ciddi mânâda şüphe edilir.

Evet, ey ulusalcılar! Neden 80 yıl önceki Avrupailiğe evet diyorsunuz da, şimdiki AB'ye hayır diye yaygara kopartıyorsunuz?

Gerçekten de "ulusalcı" iseniz, hiç olmazsa Sarkozy kadar dâvânızda samimi olun.

GÜNÜN TARİHİ

19 Ocak 1920

Meşrutiyetin son, Cumhuriyetin ilk Meclisi

Bir hafta önce açılan son Osmanlı Meclis–i Mebusanı, Anadolu'daki işgale karşı direniş mücadelesi veren Müdafaa–yı Hukuk Cemiyetleriyle bir ve beraber olduğunu, aynı duygu ve düşünceyi paylaştığını açıkça ilân etti.

İşgal altındaki İstanbul'da toplanan mebuslara bu yönde açık bir tavır sergileme cesaretini veren en önemli hadiselerden biri, 13 Ocak (1920) günü Sultanahmet Meydanında yapılan büyük bir gösteriye dönüşen şahlanış mitingi oldu.

O gün, yaklaşık 150 bin kişi toplanmış ve işgale hiçbir surette razı olunamayacağı yüksek sesle dile getirilmişti.

Hem sonuncu, hem kurucu Meclis

Son Osmanlı Meclisini temsil eden üyeler, 1919 yılı sonlarında yapılan seçimlerle belirlendi.

Belirleyici en önemli unsur ise, Anadolu'nun her tarafında teşkil olunan Müdafaa–yı Hukuk Cemiyetleri oldu.

12 Ocak'ta toplanan Meclis, Müdafaa–yı Hukuk Cemiyetinin yanı sıra, onlarla müşterek hareket eden Ankara'daki Heyet–i Temsiliye ile de koordineli olarak çalışmalarına devam etti.

Erzurum ve Sivas Kongrelerinde karar altına alınan "Misak–ı Millî"yi (Millî Sözleşme) kabul eden de bu meclistir.

28 Ocak 1920'deki gizli oturum esnasında kabul edilen bu sözleşme, 12 Şubat'ta bütün dünya parlamentolarına ilân edildi.

Bu gelişmelerden şiddetle rahatsız olan İstanbul'daki işgal koalisyonu, 16 Mart günü kanlı bir hadise çıkardı, ardından Meclis'e baskın yaparak fiilî işgal teşebbüsünde bulundu.

İşgal altında çalışmak istemeyen mebuslar, birer birer İstanbul'dan ayrılarak Ankara'nın yolunu tuttular.

Millî Mücadelenin alabildiğine kızışmaya başladığı bu dönemde, mebusların tamamına yakın kısmı İstanbul'dan Ankara'ya gitti.

Ankara, böylelikle Millî Mücadelenin merkezi haline geldiği dünyanın nazarında da kabul edilmiş oldu.

İşte bu Meclis, Osmanlı Devletinin sonuncu meclisi olduğu gibi, üç sene sonra ilân edilecek olan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin de kurucu üyesi olma unvanını taşıyor.

19.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Çöken hesap ve model



Sosyolojik ve tarihî zemine dayanmayan hayalî hesaplar, su üzerine atılan temeller gibi çökmeye mahkûmdur. Şimdi de o oluyor. Siyasetin başarılı olması için sağlam bir zemini olmalıdır. ABD’nin Irak’taki hesapları çöktüğü gibi, modeli de çökmüştür. Hem hesabı, hem de modeli tutturamamıştır. Öncelikli olarak ABD’nin Irak’ta iki ayaklı bir politika kurma hayali vardı. Bunun dinî ayağını Abdülmecid Hoi gibilerle kuracaktı ki Irak’a girişinde yanında taşıdığı paralarla birlikte Mukteda taraftarlarınca ortadan kaldırılmıştır. Böylece bu dinî ayak kurulmadan çökmüştür. Bilâhare laik ayak da çökecektir.

Amerikan adamları sonuca varamadan İlâhî seleksiyonla ortadan kalkıyorlar. Afganistan işgali sırasında da Abdülmecid Hoi’ye benzer bir şekilde Abdülhak ülkeye sızarken haklanmıştı. Hoi ile Abdülhak’ın başına aynı şeyler geldi. Gazetemize uğrayan bir ziyaretçinin elinde ABD’nin Müslüman dinî liderlerle ilişkilerini gösteren bir dosya vardı. Dosya da Zeyno Baran’la birlikte çalışan Nakşibendi Şeyhi Hişam Kabbani’nin Straw’la birlikte fotoğraflarını gördüm. Başka bir karede İslam Kerimov ve kızıyla da birlikte görünüyordu. Benzeri kareleri Hoi öldükten sonra da basında görmüştük. Jack Straw ile Abdülmecid aynı karede görünüyordu. Ve Hoi 1991 isyanından sonra Saddam’ın güçlerinden kaçtıktan sonra Londra’ya sığınmış ve dışarıda Hoi vakfına bağlı okullar açıyordu. Ama bu din üzerinden siyaset mühendisliği Irak vakıasında tuz buz oldu.

İkinci kademede ABD laik ekibini devreye sokmak istiyordu. O da şapa oturdu. Ahmet Çelebi kimseye güven vermedi. Talabani gibi Çelebi de herkesle oyun kuruyordu. Canbaz gibi her telde ve ipte oynuyordu. Bir ayağı Tahran’da diğer ayağı ise Washington’da idi. Kimi önce satacağı hiç belli olmazdı. Abdülaziz Hekim ve Rafsancani gibi liderler de aynı kategoriye girebilirler. Bunların Türkiye’de de benzerleri vardır. Arif olan anlar. ABD laik piyonları da masaya sürdü, ama maya tutmadı. Ahmet Çelebi tutarsız davranışlarıyla en başta Amerikalıların gözünden düştü. İyad Allavi de kendisine laik zemin bulamadı. Baas’ın tabanının üzerine oturması gerekirdi ama kendisi de Baas’ın hainlerinden birisiydi.

Dolayısıyla ABD’nin elinde adam kalmadı, eldekiler tükendi. Böylece, ABD’nin işgal sonrası hesapları tutmadı ve çöktü. Hesap hatası yaptı. Bilmecburiye zorlamayla girilen seçimden çıkan laik değil de İran’a angaje olmuş Şiî siyasî parti ve liderlerle iş tutmak zorunda kaldı. Bu B planıydı ve işe yaramıyor. ABD’nin C planı var mı, bilinmiyor, ama olsa bile onu yapacak kadrolar yok. C planı olsa olsa bir darbe planı olabilir, ama darbeyi yapabilecek ne ekip, ne kadro ne mühimmat var. Yağma zihniyeti sonunda bataklığı getirdi. Kimsenin de bu bataklığın içinden çıkması mümkün gözükmüyor. Bundan dolayı Suud Dışişleri Bakanı Faysal böyle bir bataklığa dalmak için hiçbir cesaretlendirici unsur görmediklerini söylüyor. Bataklığa dalan boğulma tehlikesi taşıyor.

***

Adamlar üzerindeki hesapları tutmadığı gibi öngördüğü siyasî ve dinî modeli de tutmadı. Bush Bağdat’ta ve Washington’da sarsılırken kendisini kimse dinlemiyor. Kürtler şantajla bataklıktan pay koparma hesabı yapıyorlar. Maliki ise ‘Battı balık yan gider’ hesabı Bush’un Saddam fırçasına, “Bush’un Washington’daki durumu bizim buradaki durumumuzdan daha kötü’ diyerekten mukabele ediyor. Demek ki ipler kopmak üzere ve 2007 daha sıcak geçecek.

Bush karizmayı çoktan çizdirdi. Babası kendisini kurtarmak istedi ona da fırsat vermiyor. Bush’un artık kurtuluşu yok. Ama kendisiyle birlikte hâlâ çoklarını tamuya götürebilecek bir güce de sahip. İşin tehlikeli olan tarafı da bu. Bush’un neocon kadrosu çöktüğü gibi dışarıdan devşirme kadroları da çöktü. Zira bu ilişki samimiyete değil çıkara dayanıyordu üstelik sosyolojik ve tarihî altyapısı da yoktu. Sadece siyasi mühendisliğe dayanıyordu.

Bush’un dinî modeli Necef’i Kum’a rakip yapmaktı. Bunun için de Abdülmecid Hoi biçilmiş kaftandı, ama erken kaybetti. Öbür taraftan bir de devlet için düşünülen laik model vardı. David Frum ve Richard Perle’ün sözünü ettiği Kemalizme öykünen bir laik modeldi bu. İngilizler bunu Sati Hüsri ile Kral Faysal ikilisiyle vizyona koymak istemişlerdi. Bu ikili Türkiye’deki reformları veya inkılâpları devşirmek ve taklit etmek istiyorlardı.

Rıza Şah’ınki gibi Faysal’ın taklit modeli de tutmamıştı. Amerikalılar bu modeli tutturmanın peşinde 50 yıl koşturmuşlardı. Neoconlar bu hususta Mısır’da Nasır, Endonezya’da Suharto ve Irak’ta Saddam gibi adamlardan medet umuyorlardı. Onların şahsında ikinci bir Mustafa Kemal bulmayı umut ediyorlardı. O hayalleri de olmadı veya kendileri yıktılar. Bugünlük o öngördükleri model sadece Kuzey Irak’ta yaşıyor. Liderleri Latinceye geçtikleri ve Arapçayı kaldırdıkları gibi kimlik kartları üzerinde başörtüsüne bile geçit vermiyorlar. Bunlar tarafgirlikleri ve istikametleri zıt ama yöntemleri bir modeller. Nejat ile Bush modelinin ayniliği gibi. Necef modeli çöktüğü gibi İyad Allavi veya Çelebi gibilerinin çapsız çıkmasıyla laik model de çökmüş oldu. Geriye sadece enkaz kaldı.

***

Dolayısıyla geride tek bir seçenek kalıyor. Derinleşen kaos. Artık BOP hayali de ötesinde ulaşılamaz bir hedef. Zaten Baba Bush’un ağızlarda sakız olan Yeni Dünya Düzeni ve BOP’tan daha önce ortaya attığı Ortadoğu Ortak Pazarını hatırlayan var mı? Çöküş trendi giderek hızlanıyor. Artık ABD’nin işgal sırasında kullandığı ulus inşası çöktüğü gibi onun devamı olan BOP adındaki yeni Ortadoğu inşası da sizlere ömür. Çatı topyekün olarak ABD’nin üzerine çöküyor.

Bu saatten sonra ABD’nin bölgede yapıcı bir rol oynaması kabil değil. ABD bölgede bitti. Geride nasıl çekileceği ve geride bırakacağı hasar hesabı kalıyor. Son ihtimal şudur: BOP yerine ABD bölgeden vuruşarak çekilecek ve en son İran ile birbirlerine kalıcı hasarlar verdikten sonra film şeridi kopacaktır. Çünkü diğer seçenekler neredeyse bitti.

19.01.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

EMASYA planı



28 Şubat’ın, Erbakan’ın başbakan olduğu dönemde başladığı mâlûm. Onu ayrılmak zorunda bırakan postmodern müdahalenin, başörtüsü yasağını yaygınlaştırıp şiddetlendirme, imam hatiplerin orta kısımlarını ve çok sayıda Kur’ân kursunu kapatma, gönüllü kuruluşlara ve dinî duyarlılığa sahip basına baskı yapma gibi uygulamaları da.

Bunların önemli bir kısmı, toplum bünyesinde açtıkları derin yaralarla birlikte AKP’nin beşinci iktidar yılında da hâlâ devam ediyor.

Bir de, Erbakan’ın başbakanlığı döneminde, bazıları bizzat onun imzasıyla yürürlüğe konulan ve yol açtıkları sıkıntıları bugün de çekmeye devam ettiğimiz icraatlar mevcut.

İsrail’le en ileri askerî anlaşmaların o dönemde yürürlüğe konulmuş olması ve MGK’nın “kriz yönetmeliği” bunlardan.

Genelkurmay’la İçişleri Bakanlığı arasında yapılan EMASYA protokolünün ise daha teferruatlı bir hikâyesi var. Bu belgenin imza tarihi, 7 Temmuz 1997. Yani Erbakan’ın istifasından sonra. Olayın öncesi ise şu şekilde:

Açılımı “Emniyet Asayiş Yardımlaşma” olan EMASYA birliklerine, valilik talep etmese de, kendilerinin gerekli gördükleri durumlarda toplumsal olaylara re’sen el koyma planını asker Refahyol döneminde kendi inisiyatifiyle hazırladı.

Birliklerin şehirleri cadde cadde, sokak sokak nasıl bir plan dahilinde kontrol altına alacaklarına dair detaylı dokümanların fark edilmesi, 28 Şubat’ın o mâlûm ortamında “Acaba asker yeni bir darbeye mi hazırlanıyor?” şeklindeki istifhamları gündeme getirdi.

Hadisenin o zamanki yansıtılış biçimini, Deniz Kuvvetlerinde görevli Onbaşı Kadir Sarmusak, Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanvekili Bülent Orakoğlu, İçişleri Bakanı Meral Akşener ve Başbakan Erbakan silsilesi içinde durumun Cumhurbaşkanı Demirel’e intikal ettirildiği, onun da Genelkurmay Başkanı Karadayı’yı uyardığı şeklinde hatırlamaktayız.

Ancak bu uyarının pek işe yaramadığını, Refahyol gider gitmez, yerine gelen Anasol-D hükümetine yaptırılan ilk işlerden birinin, İçişleri Bakanlığına bu protokolü imzalatmak olmasıyla anlıyoruz. Önce minare çalınıp kılıfı sonra hazırlanmış; istim arkadan gelmiş.

Beş sene sonra, Anasol-M’nin son demlerinde toplanan Mülkî İdare Şûrâsında bu protokol yerden yere vurulmuş. On bir ayrı cihetten kanuna aykırı olduğu ve valilerle garnizon komutanlarını karşı karşıya getireceği belirtilen protokolün kaldırılması istenmiş.

Ama Genelkurmay ve Jandarma temsilcilerinin de hazır bulunduğu şûrâda dile getirilen bu talep şu âna kadar karşılanmış değil.

28 Şubat’ın gölgesinde yapılan 18 Nisan seçiminin bir ürünü olarak Anasol-M hükümetinin bunu yapması zaten beklenemezdi.

AKP iktidarı da bu konuya—28 Şubat’la irtibatlı olduğu için olsa gerek—dokunamadı.

Böyle olunca, Sincan sokaklarında tankların yürütüldüğü 28 Şubat’ta bile yapılmayan EMASYA tatbikatlarının, İstanbul’un göbeğinde gündeme getirilmesine şaşırmak niye?

1. Ordu Komutanı “Öyle birşey yok” dese de, protokol yürürlükteyse her an olabilir!

19.01.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Unakıtan değil Şahin



Sezai Şahin, Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in teyzesinin oğlu.

Yani,”kuzen”

Şahin’in elinden tutup, işe yerleştirdiği bir yakını. Önce Abant’taki Turban’da iş bulmuş, sonra İstanbul’da Sosyal Hizmetler’de görev almasını sağlamış.

Son zamanlarda lüks jeeplerde gezmeye, sağda solda “Mehmet Ali Şahin’in yakınıyım” diye hava atmaya başlamış. Mehmet Ali Şahin’i sevenler, “İsminizi çok kullanıyor” diye bakanın kulağına fısıldamışlar.

Şahin de bu durumu bir kenara not etmiş.

Ta ki kendisinin müteahhit olduğunu söyleyen Mehmet Solak isimli şahıs Başbakanlığı arayana dek. Mehmet Solak, ilk başlarda, “Mehmet Ali Şahin bu işi halletsin, yoksa onu medyaya verir, yakarım” tehditleri savurmuş.

Başbakanlığı birkaç kez arayınca ilgililer kendisiyle görüşüp, konuşmalarını kaydetmişler. Bakan tehditlere pabuç bırakmadığı gibi, olayın üstünü örtme gibi bir yola da sapmamış.

Mehmet Solak’ın anlattıkları not edilip, bakana iletilmiş. Kendisini de eski bir avukat olan Mehmet Ali Şahin de iddiayı incelemiş ve “Yakınım Sezai Şahin benim ismimi kullanarak dolandırıcılık yapmıştır. Kendisinden dâvâcıyım” diyerek İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına ihbarda bulunmuş.

Her kirli ilişkide olduğu gibi burada da iki uçlu bir ahlâksızlık söz konusu.

Mehmet Solak, Epsilon İnşaat olarak Vakıfbank’tan kredi almak istiyor. Vakıfbank, Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’e bağlı bir kuruluş.

Solak ne kadar kredi almak istiyorsa, bunun belli bir yüzdesini, o da 78 bin ytl ediyor, Sezai Şahin’e rüşvet olarak veriyor.

Bu firma daha çok kamu kuruluşlarıyla iş yapan bir inşaat firması. Bayındırlık Bakanlığı, Millî Eğitim ve bazı belediyelerin işlerini yapmış.

Gidip bankaya başvuruda bulunup, yasal yollardan kredi almak yerine bakanın yakınına rüşvet vererek, kendisine kıyak çekilmesini istiyor. Kazancı 78 bin ytl’den çok daha fazla olacak ki, bu miktarı rüşvet olarak verebiliyor.

Şimdi bu insan için dürüst diyebilir miyiz?

Seza Şahin ise, Vakıfbank’ı bir kalemde hallettikten sonra Halk Bankasından da kredi alabileceğini hatta TOKİ’den ihale bağlayabileceğini söylüyor. Arkasında dayısı var ya.

Tabiî olmuyor. Kredi çıkmayınca Mehmet Solak, bankadan havale ettiği parasını geri istiyor. Elinde paranın Sezai Şahin’in hesabına havale edildiği yönünde dekontları var. Ancak paranın 28 bin ytl’sini geri alabiliyor, 50 bin ytl için bastırınca, “Ben adamı yakarım, ben mafyayım. Ben bakanın yakınıyım” şeklinde bir tavırla karşılaşıyor. O da bunun üzerine, dönüp bakanı medyaya vermekle tehdit ediyor.

Burada üzerinde durulması gereken birkaç nokta var. Yolsuzluğun kaynağı yine kamu bankaları ve kamu ihaleleri. Kamu Bankalarını hızla özelleştirip, bu bataklığı ortadan kaldırmadığımız sürece bu sivrisineklerden kurtulamayacağız. Kimse neden Akbank ya da Koçbank’tan alacağı kredi için birilerine rüşvet vermiyor. Çünkü devlet bankasından bu yöntemle kredi almaya alışılmış ve bu kredilerin yüzde 90’ı da geri ödenmiyor. Krediyi geri ödeyecek kimse 78 bin ytl rüşveti neden versin, gider diğer bir bankadan belki daha düşük bir faizle kredi alır.

Bu tür kirli ilişkiler sonunda demokrasinin en önemli aracı olan sivil siyaseti kirletiyor.

ANAP’ın ilk yıllarında merhum Özal, Adnan Kahveci aracılığıyla kendi prenslerinden olmasına karşın İsmail Özdağlar’ın aldığı rüşveti teybe kaydettirince, Özdağlar’ı bakanlıktan azlettirip, Yüce Divan’a vermişti.

Ancak aynı Özal, kızı ve damadının Jaguar’ı hediye olarak almasının, eşi Semra Özal’ın ihale pazarlıklarına girmesinin ve ANAP’ın yolsuzluklarla anılan bir parti olmasının önüne geçememişti. Özal’ı ayakta tutan Özdağlar olayı olduğu gibi ANAP’ı yıkan da yolsuzluklardı. Sonunda Başbakanı Yüce Divan’da yargılanan bir parti oldu çıktı Anavatan.

Tek parti iktidarı olması hasebiyle AKP de yer yer ANAP’a benzer özellikler taşıyor. AKP iktidarında ikinci dönemine girmek üzere.

ANAP’ın ilk döneminde Özdağlar olayı vardı, ikinci döneminde Koskotas dosyaları…

O Koskotas dosyaları ki yıllar sonra Demirel’i iktidara getirdi.

Mehmet Ali Şahin’in “Kardeşim de olsa gözünün yaşına bakmam” yaklaşımı siyaset açısından çok önemli. Yolsuzluklar iktidarların içine giren kurt gibi, bünyeyi içten kemirip bitiriyor. Yolsuzluklara batmış bir siyaset kurumu sadece kendisinin değil, demokrasinin de itibarını beş paralık ediyor.

Bugün ANAP ve DYP Mecliste yoksa, buna en büyük pay, geçmişte Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller’in mal varlıkları dosyalarında birbirlerini aklama pazarlıklarına girmelerinde değil mi?.

Bu ülke yıllar sonra Ecevit’i sadece dürüst imajı nedeniyle Başbakan yapmadı mı?

Mehmet Ali Şahin’in bu tavrı çok önemli. AKP, Ali Diboları ya da Çorum Belediyesinde olanları savunmak yerine, üzerine gidip, hesabı bizzat kendisi sormalı.

Unakıtan’ın yumurtalarına değil, Mehmet Ali Şahin’in tavrına ihtiyacımız var.

Siyasetin rol modeli Unakıtan değil, Şahin olmalı….

19.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

80 yıllık hata zinciri



41 yıllık istihbaratçı, MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, bir gazeteye yaptığı açıklamada, “PKK ve Kürt sorunu” konusunda 80 yıldır yanlış yapıldığını söylemiş. Emekli de olsa bir istihbaratçının bu beyanı dikkate alınmaya değer.

Adına ne denilirse denilsin, Güneydoğu’da kanayan bir yara vardır. Türkiye uzun yıllar bu ‘yara’yı görmezden geldi, zaman zaman da ‘yanlış tedavi’de ısrar etti. Nihayet iş öyle bir noktaya geldi ki, işte görüyoruz; emekli bir istihbaratçı bile bu konuda ‘yanlış yapıldığı’nı itiraf etmek durumunda kaldı.

“Politikalarımız başarısız oldu” diyen Öneş’in Milliyet’te yayınlanan (18 Ocak 2007) bazı tesbitleri özetle şöyle:

*Adına ister Kürt sorunu, ister Güneydoğu sorunu deyin, ne derseniz deyin; bir sorunumuz var, ama çözemiyoruz... Ve bu sorunu Cumhuriyet tarihi içerisinde incelersek, 80 yıllık bir sorun var olduğuna ve tartışıldığına göre ve bu sorun bizim sınırlarımızı aşarak uluslar arası bir boyut kazandığına göre, demek ki çözülmemiş ve bugüne kadar uygulanan politikalar başarısız olmuştur.

Bu durumda devletin yeni politikalara ihtiyacının olmadığını söylemek mümkün değil. Bakın, Kürt sorunu bizim mesleğe girişimizden itibaren en önemli konumuz oldu. Millî Güvenlik Kurullarında daima birinci mesele olarak karşımıza çıktı. Her günümüzü aldı; gecemizi, gündüzümüzü, rüyalarımızı aldı... Şimdi istediğiniz kadar başka adlar takın, sorun ortada. (...)

*PKK tırmanışının yaşandığı yıllarda Van’dan Hakkâri’ye kadar olan bölge sorumluluk sahamızda olduğu için de bu bölgeyi gezme, tanıma imkânı buldum. İkincisi PKK terörü tırmanmış, tehdit olma vasfını ortaya koymuş ve acılar ortada iken Türkiye’nin her yerine cenazeler gidip gelirken, ben Diyarbakır’da koruma almadan da gezebildim, yürüyebildim ve bütün bölgeyi gezdim. Bu bütünlüğü kimsenin bozamayacağına ben şahsen tanık oldum. Kuzey Iraklı Kürtlerin Türkiye’ye göçü ve yaşadıkları felâketler ve bizim halkımızın Türk-Kürt ayrımı yapmadan onlara verdiği desteği orada gözlerimle gördüm.

*Öylesine kanlı bir ortamda üzülmemek, ürkmemek mümkün değil. Olay tabiî ki bir sistem işi. Bir sistemin uygulamasının sonucu. Yanlış işleyen bir sistem varsa, bu sistem sonunda bu acılar ortaya çıkıyor. (...) Geçmişten mutlaka ders alacağız. Mutlaka eleştireceğiz, özeleştiri yapacağız, (...) yani mağduriyet üzerinden bir sonuca varma alışkanlığını terk edip, doğruyu bulmaya çalışacağız. Bunu başarabilecek miyiz? Demokratik yapısını güçlendiren ve hukukun üstünlüğü ile şekillenen Türkiye’de bu irade var. Bu irade gelişecek. Bu konuda geriye dönüş mümkün değil, çünkü toplum bunu istiyor. Temennimiz, bu çözümün gecikmemesi. (...)

Son günlerde Irak’a müdahale anlamına gelecek teklifleri de yorumlayan emekli istihbaratçı Öneş, böyle bir hareketin de çare olmayacağını düşünüyor: “Irak’taki silâhlı gücü ortadan kaldırdığın zaman PKK sorunu bitmiyor. Olay, silâhlı gücün ortadan kalkmasından sonra da devam edecek olan sorunları da ortadan kaldırabilmek, çözümleyebilmek ve demokratik hayatın meşrû, hukukî zeminleri içerisine çekebilmek. Bütün olay bu...”

Emekli istihbaratçının tesbitlerine itiraz edenler olabilir, bu da tabiîdir. Ancak, kimsenin itiraz edemeyeceği bir nokta var. O da, şimdiye kadar bu konuda uygulanan yol ve metodların mevcut ‘terör’ü önleyemediğidir. O halde, ya teşhis ya da tedavi yanlış... “Teşhis de, tedavi de doğrudur; aynı şekilde devam edilmelidir” demek en başta kendimizi ve sonra da Türkiye’yi kandırmak anlamına gelir.

Kişilerin farklı ‘çözüm’ teklifleri olabilir. Bize göre çözüm, aramızda var olan ‘binlerce bir’i hatırlamak ve bunun neticesi olarak da “İslâm kardeşliği” şemsiyesi altında kaynaşmaktır. Tabiî bu kaynaşmayı bir slogan olarak değil, gereklerini yaparak tesis edebiliriz.

19.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004