|
|
İsmail BERK |
Ankara kalesi ve 27 numara |
|
Hacı Bayram Camiinde çilehaneyi ziyaret için beklerken, cami ile komşu ve yakın tarihimizin Risâle-i Nur hizmetleri açısından bir çekirdeği olan 27 numaraya, yeni numarası ile 23/A-B’lerin ziline uzandım. Sabahın erken saati, Pazar ve arefe olması hasebiyle kimse yoktu. Zaten oradaki mânâya hürmeten ve ruhaniyâta saygı kabilinden gitmiştim. Hacı Bayram’la komşu Nur’un “Bayram”ı olan ağabeyle, idrak etmek üzere olduğumuz bayramı beraber zikrettim dünyamda.
Üç Bayramla iç içeydim; Hacı Bayram, Bayram Yüksel ve Ramazan Bayramı...
Ömer Tuncay Ağabeyin de uzun süreli kaldığı, merhum Zübeyir Gündüzalp’in de bir müddet mekânı olan bu nurânî ağaç, sonrasında binlerce meyve verdi. Bu mekân; artarak devam eden nurânî iklimini, günün yoğunluğu içinde sakinlerine ve ziyaretçilerine yaşatıyor. Bir feyiz makamı olmaya devam ediyor.
Aynı sokakta, Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerinin Arabiyat hocası Şeyh İzzettin’in türbesi de bulunuyor. Hacı Bayram makamı, birbirine mütemmim ve dünden bugüne manevî silsilenin iki ekseninde zamanlarının sözüne sahip zatların buluşma kavşağı konumunda.
Bu noktada, girişimlerini ve çalışma planlarını bildiğimiz Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in dikkatlerine sunmak istediğim bir husus var:
Hacı Bayram bölgesini çevreleyen İsmet Paşa mahallesinin olumsuz etkileri, camiye girişin çok kapalı ve dar güzergâhlardan geçmesi, tenezzüh halini gölgeliyor. Minibüslerin kalkış noktaları, yoğun trafik, amele durağı ve sıkışık kitapçıların arasından cami mekânına ulaşılıyor. Bölgenin bu kapalı ve sıkıntılı çevresinin komple açılması gerekir.
Yeni külliye inşaatı da dahil İslâmî hassasiyeti olan hizmet gönüllüleri başta olmak üzere geniş yelpazede hizmet verecek büyük bir kültür merkezinin inşâsı şart. Ayrıca normal aile ziyaretlerini teşvik edecek, kenarda duran ve kalbi ısınmayı bekleyen ziyaretçilere ortamın rahatlığını verecek bir düzenleme ferahlatıcı olur.
Dinî hayatı olan veya dilek tutmak için minarenin giriş kapısına dokunup meşgul eden trafiğin dışında, hidayet kapılarını açacak şekilde manevî cazibeyi gözlere takdim edecek ve insanları celp edecek mekân genişliğinin ve çevre huzurunun temin ve tesisi, Ankara’nın manevî havasını daha da cazip kılacaktır.
Hacı Bayram bölgesi; bu konuda hiçbir çalışmadan ve irade ortaya koymaktan çekinmeden, çevrede metruk ve mezbele halindeki gecekondular başta olmak üzere dereye kadar inen yamaçlar dahil açık bir manevî botanik adası gibi ruhu okşayan ve mistik dokuları işleyen bir huşû ve huzur vadisine dönüştürülmelidir.
Başkan Gökçek’in en acil bir şekilde bunu tahakkuk ettirmesini temenni ediyoruz. Bu konudaki hassasiyetinin ve beyanlarının doyurucu olduğunu, sıranın icraata geldiğini belirtmek isterim.
Nasıl Bilkent ve civarı ayrı bir iklimi sembolize ediyorsa, Armada ve çevresi yeni bir gelişme alanı ise, Hacı Bayram bölgesi de gerekirse özel bir statüde uluslar arası düzeyde bir “Gönül Merkezi” olarak yeni bir bakış açısıyla tanzim edilmelidir.
Ankara’nın gönül sultanları âbideleşmeli ki, onların mânâ denizinden beslenen mensupları ecdada ve istikbale uzanan bir başşehir anlamını güçlendirsin.
***
Hacı Bayram bölgesindeki müşahedelerimden ve aldığım derslerden sonra Ankara kalesine çıktım. Oradan temâşânın ve şehre nazar etmenin anlamlı değerlerini yakalamak istiyordum. Bu sırada Bediüzzaman’ın Ankara kalesinde yaptığı tesbitler zihnime oturdu hemen. Bediüzzaman, Osmanlı’nın yıkılışı ve Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte başlayan manevî tahribatın ve ölümlü dünyanın tarih sayfalarına düşmüş hazin sonlarının tesiriyle hissettiği “en kara” bir Ankara’dan bahseder.
O günlere hayalen gittiğimde, kalenin tepe noktasındaydım. Bir yay gibi nazarımı kaydırdığım ufkî bakışın her noktası benden uzaktaydı. Ben yalnızdım. Arefe gününün bu sakin Pazar sabahını bozacak insanlar da yoktu. Kendimleydim. Koskoca kalede kendime misafirdim. Düşüncelerime hapistim. Ama kendime ait gönüllü bir mahpustum. İç dünyama emanettim. Bediüzzaman, teessürlü ifadeleri ve geçmişten geleceğe yıkık bir köprünün başındaki duruşuyla bize sesleniyordu. İstikbale uzanan ümitlerini ve hayallerini, anlamaya çalıştım. İçimden yükselen ses, ümitlerinin hayata dönüştüğünü ve attığı tohumların baharında olduğumuzu söylüyordu.
Onlar kışta gelmişti. Biz ise baharda yaşıyorduk. Bediüzzaman’ın aziz hatıraları, Ankara’yı tedirgin eden ve bir o kadar da dikkate sevk eden bütün cebrî ve hilekâr siyasî tavırlara rağmen yaşıyor. Bediüzzaman, Ankara’dan Van’a gitmeyi tercih etmiş. Kuruluş yıllarının yanlışlarına âlet olmamış ve dönemin tahribatına karşı görüşlerini kalemle seslendirerek cevap vermiştir.
Yıllar sonra Ankara’ya dönmüş, hayattan veda öncesi ziyaret etmek istemiş, ancak cârî yapı ve ondan çekinen iktidar, Haymana kavşağında Bediüzzaman’ı durdurmuş ve Ankara’ya sokmamıştır.
Buna mukabil, eserleri, düşünceleri, hizmet aksiyonu mekânları ve fizikî kontrollerin ceberut halini çoktan aşan şevkiyle Risâle-i Nur fikriyatının dengeli hizmet modeli, geniş bir dairede tesir dalgasını büyütmüştür. Sırren tenevveret içinde, merakla ve ilgiyle düşünceleri riyasetin farklı kademelerine yansıyarak müsbet akisler vermiştir.
“Rahat uyu Üstadım. Hayat ve istikbal sizi teyit etmiş ve tarih, doğruluğunuza şahit olmuştur” dediğimde, kendi adıma mahcupkâr, dâvâm adına müstefid ve coşkuluydum.
Ramazanda, Kocatepe’deki kitap fuarında en az 10 yayınevinin Risâle-i Nur’ları bastığı, onlarcasının da milyonlara ulaştırdığı bir bayram ulviyetinde baharı yaşadığımız için şükrediyoruz.
25.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Bayramların öteki yüzü |
|
Bayramlar sevinçtir, neşedir, mutluluktur. İnsan çok sevindirici bir olay yaşadığında, “Bugün benim bayramım” der. Çok arzu ettiği bir nimete kavuştuğunda “sevinçten bayram eder”. Cenâb-ı Hak’ın rahmet, bereket ve mağfiretinin yeryüzüne sağanak sağanak yağdığı bir ayı geride bırakırken, bu nimetlerden istifade edenlerin sevinci ancak bayram ile ifade edilebilir.
Ayrıca, bir ay boyunca açlıkla imtihan olanların bu imtihanı başarı ile vermelerinden sonra bayram sevinci yaşamaları da yine onların en tabiî hakkıdır.
İşte bayramlarda insanlar bu haklarını kullanarak sevinç ve mutluluklarını paylaşır, daha çok sevinmenin ve mutlu olmanın zevkini yaşarlar. Onun için bayramlar gerek ferdî, gerekse sosyal hayatta çok önemli bir yere sahiptir.
Bayramlar sevinçtir, neşedir, mutluluktur. Ama bu özellikler bayramların sadece bir yüzünün güzelliğini ifade eder. Bizim kültürümüzde bayramların bir de acı ile tüllenmiş yüzü vardır ki, güzel olduğu kadar da hüzün yüklüdür. Bayramlarda yürekler iki türlü duygu ile dolar ve taşar. Bir tarafta sevinç, diğer tarafta hüzün yüklüdür. Sevinçli yüzü daha fazla görünse de, yüreklerin derinliklerinde ince sızı her zaman vardır.
Bir yanda İlâhî huzurun insanı her türlü dünyevî sıkıntılardan çekip çıkaran tatlı esintileri, diğer taraftan sevinçlerin üzerine düşen hüzün gölgeleri. Bayram vesilesi ile sıla-i rahm ederek yuvasına dönen gurbet kuşları, sevinç ve mutluluklarını sevdikleri ile paylaşır, paylaştıkça sevinçler çoğalır, yüreklerden taşan duygular gözlere iner. Sevinç gözyaşları olarak yanaklardan süzülür. Bu damlalar aktığı yerleri parlatır, gözler ağlarken gönüller güler. Bunlar huzur damlalarıdır. Ama bir de hüzün damlaları vardır ki, onlar da gurbette bayram geçirmek zorunda olanların gönlünden taşar, gözlerinden dökülür.
Gurbette geçen bayramlarda da sevinç ve keder iç içedir. İnsan bir taraftan Cenâb-ı Hak’kın bahşettiği böyle mutlu bir güne kavuşmanın hazzını yaşarken, diğer taraftan çevresinde bu mutluluğu paylaşacağı yakınları ve sevdikleri olmayınca, yüreğinde bir burukluk hisseder. Elini öpüp duâsını alacağı bir büyüğünü veya el öptürüp başını okşayacağı bir küçüğünü arar. Hayal köprüsü ile bir anda kendini sılasında, yurdunda yuvasında hissetse de, gözünü açtığında hayal köprüsünün yıkıldığını görür. Bakışları taş yürekli dağları delip geçemediği için hasretlik yüreğinde katmer katmer büyür. Ondan sonra da duygularını ya şiirlerin dizelerine, veya bir sazın tellerine yükler, böylece yükünü hafifletmeye çalışır.
Kimisi yüreğindeki acıların tesiriyle bayramın farkında bile olmaz, “Bayram gelmiş neyime, kan damlar yüreğime” diyerek yürek yarasından yakınır, kimisi gurbetten sılaya hayal elini uzatır, “Uzat ellerini bayramlaşalım” diye sevdiklerine seslenir. Kimisi de benim gibi duygularını mısralara dökerek gönül dostları ile paylaşır.
Zaten bayram sevinçlerin ve hüzünlerin paylaşıldığı günler değil midir? Öyleyse, sadece sevinç ve mutlulukları değil, acıları ve hüzünleri de böyle günlerde paylaşalım ki, acı çekenlerin yükü azalsın. Eşe dosta, büyüğe küçüğe, zengine fakire, yetime yoksula, gördüğümüz herkese sevgi ikram edelim. Sevgi şekerden tatlıdır. Böylece Ramazan Bayramımız şeker gibi tatlı olsun.
Bu duygularla herkesin Ramazan Bayramını tebrik ediyor, maddî ve manevî dert ve sıkıntıların sona ermesine vesile olmasını diliyorum. Gurbette olanlar için de bir an önce hasretliklerinin vuslata dönüşmesini temenni ediyorum.
GURBETTE BAYRAM
Bugün bayram, yine gurbet eldeyim,
Eritir insanı gurbette bayram
Mecnun gibi geziyorum çöldeyim
Yürütür insanı gurbette bayram
Bayram günlerinde kanar yaralar,
Yollara bakarak ağlar analar,
Garibin halinden garipler anlar,
Çürütür insanı gurbette bayram.
Taş yürekli dağlar kesti yolumu,
Kimselere diyemezdim halimi,
Şu sıla hasreti çözdü dilimi,
Söyletir insanı gurbette bayram.
Akşam oldu gün ufuktan aşıyor,
Hüzün damla damla kalbe düşüyor,
Kurtlar kuşlar bile bayramlaşıyor,
Ağlatır insanı gurbette bayram.
25.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Gazoz, meyve suyu ve alkol meselesi |
|
Birçok yerden arayan okuyucularımız: “Son günlerde gazozlarda ve meyve sularında var olduğu söylenen alkolün durumu nedir? Gazoz ve meyve suyu içmek haram mıdır?”
Bizim ülkemizde bazen olağan haberler inananlara vesvese verecek ölçüde abartılarak sansasyon niteliğinde çıkıyor ve tabiî ki yer yerinden oynuyor. Geçtiğimiz günlerde inananlar Ramazan-ı Şerifin yüksek hazzını ibadetleriyle idrak ediyorlarken, bir haber ki, ne haber, herkesin iftar sofrasını süsleyen gazozların ve meyve sularının alkollü içecek olduğu haberi bomba gibi ortaya düşüveriyor. Ben bir oyun var yine demiştim. İbadet edenlerin ibadetlerine vesvese vermeye yarayan bir oyun. Başka bir işe yaramıyor çünkü bu tür sansasyonlar. Çünkü bu millet alkollü içecekleri biliyor. Sarhoş edici olup haram olan nesneleri biliyor. Bunu şimdi öğreniyor değil. Ama iş vesvese arttırmak olsun, ibadet bulandırmak olsun yeter ki. Ortaya atılıyor ve su bulandırılıyor. Bulanık suda balık avlamak isteyenlere gün doğuyor.
Evet, bizim şaşmaz bir ölçümüz var, vesvese verici haberlere kulak vermeyiz biz: Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır.”1 Keza Peygamber Efendimiz (asm), “Her sarhoş edici şey haramdır. Bir küp içildiği takdirde sarhoşluk veren bir şeyin tek avucu da, tek yudumu da haramdır.”2 Ölçümüz budur. Şimdi soralım: Gazozların ve meyve sularının çoğu sarhoş ediyor mu, bir küpü sarhoş ediyor mu? Eğer etmiyorsa vesvese içine girmeye hiç gerek yoktur; içilebilir, caizdir.
Diğer yandan, alkolün tabiatta var olduğu zaten bilinen bir gerçektir. Yediğimiz kimi meyve ve yiyeceklerde bize zarar vermeyecek oranlarda etil alkol (ethanol) vardır. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm): “Üzümden içki yapılır, hurmadan içki yapılır, baldan içki yapılır, buğdaydan içki yapılır, arpadan içki yapılır. Ben sizi bütün sarhoş edicilerden yasaklıyorum”3 buyurmakla bu meyve ve yiyeceklerde fıtrî olarak bulunan alkol oranlarına işaret buyurduktan sonra, bu alkol oranlarını özel işlemlerden geçirip mayalandırmak sûretiyle fazlalaştırarak sarhoş edici bir düzeye getirip bunu içmeyi yasakladığını bildiriyor. Dikkat edelim: haram kılınan, alkolü arttırılmış içecektir, sarhoşluk veren içkidir. İçinde bin gramda 1,90 gr. etil alkol bulunan hurma yasaklanmış değildir. Fakat bu binde 2 oranındaki alkolü mayalandırıp arttırarak hurmadan yüksek alkol oranlı içki yapıp içmek haram kılınmıştır.
Nitekim geçtiğimiz günlerde Sentezhaberde, Uludağ A.Ş.’nin TÜBİTAK’ın Bursa Test ve Analiz Laboratuvarında yaptırdığı bir test ve analiz sonucu yayınlandı. Habere göre günlük tükettiğimiz tabiî besinlerin bazılarında bulunan etil alkol oranları şöyledir: Patateste bin gramda 4,47 gram; yoğurtta bin gramda 2,48 gram; bozada bin gramda 2,26 gram; portakalda bin gramda 2,13 gram; hurmada bin gramda 1,90 gram; sirkede bin gramda 1,69 gram; greyfurtta bin gramda 0,95 gram etil alkol (ethanol) bulunmaktadır. Haberde meyve suları ve gazozlardaki alkol oranları ise şöyle yer alıyor: Meyve suyunda bin gramda 0,48 gram; kolada, gazozda ve portakallı gazozda bin gramda 0,2 gram alkol bulunmaktadır. Söz konusu gazlı içeceklerde ve meyve sularında ölçülen alkol de, bu ürünlerin içeriğindeki meyve aromaları ve konsantrelerden gelmektedir.
Takdir edilir ki, bu oranlardaki alkol, tabiî besinlerde bulunan alkol oranlarının yarısından da az bulunmaktadır ve sarhoş edici özellik taşımamaktadır. Bu yüzden Tarım ve Köyişleri Bakanlığının ‘’Alkolsüz İçecekler Tebliği’’nde de bu oranlarla (temel gıda maddelerindeki tabiî oranı geçmeyen—binde 5—oranlarla) hazırlanan içecekler alkolsüz içecek olarak kayda geçmiştir.
***
İzmir’den Salih Sütçüoğlu: “Kefir mayalanınca bira olur deniyor. Bu doğru mu? Kefir içmek caiz midir?”
Süt özel kefir mayasıyla mayalanınca kefir adını alıyor malûm. Bu bira değildir. Belki süt uzun süre mayada kalınca kefir özelliğinden geçip alkol değeri yüksek bir maddeye dönüşebilir. Fakat normal kefir tadında mayalandırılmış kefiri içmek caizdir.
Dipnotlar:
1- Nesai, Eşribe, 25 2- Buhârî, Eşribe 4, Vudû 71; Müslim, Eşribe 67-68, (2001); Muvatta, Eşribe 9, (2, 845); Ebû Dâvud, Eşribe 5, (3682, 3687); Tirmizî, Eşribe 2, 3, (1864, 1867); Nesâî, Eşribe 23, (8, (298) 3- Ebû Dâvud, Eşribe 4, (3676); Tirmizî, Eşribe 8, (1873)
25.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Bayramda kaynaşma |
|
Bayramlar sadece irsî değil, dinî kardeşliklerin de cûş-u huruşa geldiği, coştuğu anlardır. Felâket anlarında da nice güzel hasletlerimiz canlanmaz, harekete geçmez mi?
Oysa bu güzelliklerin her an, her mevsim canlı kalması gerekir. Tuba ağacı her türlü nefis meyveyi verdiği gibi Tuba ağacının bir çekirdeği hükmündeki imanı kalbinde taşıyan mü’min de onu filizlendirip dalları bütün vücuda yayıldığında bütün organlarında en güzel manevî meyveleri vermeye başlar. Gözde, elde, ayakta, dilde, kısacası bütün organ ve yeteneklerde dürüstlük, temizlik, cömertlik, sevgi, saygı, merhamet gibi nefis meyveler boy gösterir.
Organ, duygu ve kabiliyetlerimizin ne tür manevî meyveler vermesi gerektiğini âyet ve hadislerden öğreniyoruz.
Altının bile en üstün ayarını tercih eden insanoğlu şüphesiz kendinin de bir cam parçası değil, altın ve elmas gibi değerli olmasını isteyecektir. İşte âyet ve hadisler bunun ölçü ve limitlerini vermektedir. Mü’min bunlara uyduğu ölçüde değer kazanır.
İşte kardeşlikle ilgili Nebevî bazı ölçüler:
Allah Resûlü (a.s.m.) buyuruyor ki:
“Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona haksızlık yapmaz. Tehlikeli bir durumda kalırsa yalnız bırakmaz.” (Buharî, Mezalim: 3; Müslim, Birr: 58.)
“Mü’min mü’minin kardeşidir. Malını mülkünü, gıyabında da ona ait olan herşeyi korur.” (Ebû Davud, Edeb: 49.)
“Zalim de olsa, mazlûm da olsa, kişi kardeşine yardım etsin. Zalimse ona mani olsun. Bu da ona bir yardımdır.” (Buharî, Mezalim: 4; Müsli, Birr: 62; Tirmizî, Fiten: 68.)
“Kim bir mü’min kardeşinin aleyhinde konuşulduğunda onun şeref ve namusunu savunursa, Allah da onu Kıyamet gününde Cehennem ateşinden korur.” (Tirmizî, Birr: 20; Müsned, 6:449.)
“Hürmetsizlik ve şerefine tecavüz edilen bir yerde, Müslümanı yardımsız bırakan bir kimseyi, Allah da yardıma muhtaç olduğu bir yerde öyle bırakır.” (Ebû Davud, Edeb: 36; Müsned, 4:30.)
“Mü’min, başkalarının kusurlarını başa kakan, lânet eden, kaba, çirkin, söz ve davranışlarda bulunan, edebe aykırı konuşan kimse değildir.” (Tirmizî, Birr: 48.)
“Allah yumuşaklıkla davranmayı sever.” Buharî, Edeb: 35; Müslim, Birr: 77.
“Kardeşine güler yüz göstermen sadakadır.” (Tirmizî, Birr: 36.)
Bu anlayış ve duygular içerisinde bayramda yaşanabilecek bir kardeşlik ve dayanışmanın ne kadar ulvî bir hava estirdiğini bir düşünün.
25.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Yeniden merhaba, tebrik ve özür |
|
Alışkanlık; olumsuz şeylerde fena; olumlu hasletlerde muhteşem sonuçlar verir. Yeniden merhaba derken bunu bizzat hissettik…
Erenler, Bektaşiye “Niçin namaz kılmıyorsunuz?” demişler.
“Alışamadık bir türlü!..” diye cevap vermiş.
“Kırk gün namaza devam et, bak nasıl alışırsın...”
“Siz üç gün bırakın, bakın bakalım üç günün alışkanlığı bir daha başlatıyor mu?”
“Kısa bir müddet ara vereceğiz!” dedik, ama, kısanın alışkanlığı işi uzattı! Resmî işlerin prosedürleri zamanımızı fazla almadıysa da, moral olarak yazıya başlamamızı engelledi... Yaşadığımız bu moralsizlikle, Bediüzzaman Said Nursî’nin muhteşem performansını bir kez daha takdir ettik.
O ne muazzam kesbî ilim (çalışarak kazandığı) ve o ne muhteşem vehb-i İlâhî’ye mazhariyettir ya Rabbi! Biz, basit bir yazı yazacağımız zaman moralimiz yerinde olsun, sakin, müsait ve kaynakları bol bir mekân isteriz. Ve çevremizde birileri varsa, “Lütfen konuşmayın, ses çıkarmayın!” diye de ikaz ederiz sık sık!
Yaşama şartlarını asgariye indiren Bediüzzaman; azamî takvaya riâyet ederken, mahkeme safahatı devam ederken bile namazını kılmaya gider; en zor şartlarda, en çetrefilli konularda eserler verirdi. Bedeni zindanda iken; rûhunu saraya, hapishaneyi medreseye, laboratuvara çevirmesini bilmişti.
21 sefer zehirlenmiş, 6 gün kendisine gelemediği zaman olmuştu. Hapiste, soğukta, zor şartlarda bile Risâle te’lif eder; mahpuslara, dışarıda işçilere, yolculara, askerlere nasihatler ederdi. Gardiyanların tarassutu altında, mahkûmların attıkları sigara paketlerine not alır; diğer koğuştaki talebelerine ulaştırır; onlar da tekrar yazar ve dışarıya gönderirlerdi. Bu şartlarda Risâle-i Nur Külliyatı’ndan altı eser telif edilmiş ve ülkenin her tarafına dağıtılmıştı.
Risâle-i Nur öyle şartlarda yazılır ki, avcı hattında, siperlerde, dağda, hapis gibi zor şartlarda... Ve elde Kur’ân’dan başka eser mevcut değildir. Gülleler içinde kâtibi Habib’e “Defteri çıkar” diyerek, at üstünde o nükteyi yazdırmıştı. (Emirdağ Lâhikası-II, s. 218)
Ömrünün ilk devresi ilmî sohbetlerde, münâzarâlarda, harp meydanlarında; son 35 senesi hapis-nezaret, sürgün ve işkence altında geçmesine rağmen; bugün onlarca dile çevrilen, yüzlerce ilmî meselelere çözümler getiren 6000 küsûr sayfayı aşan Nur Külliyatı’nı telif etmiş. Modern ilimlerle mânevî ilimleri harmanlayarak başta Müslüman olarak ferdin, âilenin, toplumun ve insanlığın tüm hastalıklarını teşhis etmiş, problemlerine aklî, mantıkî, ilmî çareler üretmiştir...
Yeniden başlama münasebetiyle mübarek Ramazan Bayramınızı tebrik eder, camiâmız, ülkemiz, İslâm âlemi, özellikle vahşete maruz kalan Irak, Filistin, Lübnan, Çeçenistan, Keşmir ve sair yerlerde sıkıntı çeken Müslümanlar için necata, insanlık âlemi için de hayırlara vesile olmasını niyaz ederim.
Din, vatan, namus ve mallarını korurken; akla ve hayale gelmez, modern teknolojinin vahşî işkencelerine maruz kalan Müslümanlara, ancak yazılı tebriğimi iletmekten başka bir şey yapamadığım için de özür dilerim. Ve kezâ, elimden sözlü duâdan başka bir şey gelmediği; ve duâlarımı çok az zamanların dışında muhteşem kalabalıklarla birlikte yapıp; zalimlerin zulümlerine manevî bir kalkan oluşturamadığım için de özür dilerim!
25.10.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Ahrar–Demokrat çizginin yüz yıllık serüveni (2) |
|
Yüz yıllık tarihi seyri içinde Ahrar'dan başlayıp Ağar'a kadar uzanan siyasî çizginin adı "hürriyetçi demokrat" çizgidir.
Bu siyasî çizgi, şartlara bağlı olarak bazan perdelenerek gizlenmiş, bazan kopma noktasına gelecek kadar zayıflamış, bazan da tek başına iktidar olacak kadar kuvvetlenmiş.
Emirdağ Lâhikası'ndaki bir mektupta ifade edildiği gibi, komitacı İttihatçılar tarafından "Eskiden nasıl Ahrarlar iki defa (1909 ve 1913) başa geçtiği halde, az bir zamanda onları devirdiler. Onların müttefiki olan İttihad-ı Muhammedî (asm) efradının çoklarını astılar ve 'Ahrar' denilen Demokratları kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalıştılar" ise, benzer dehşetli hadiselerin Cumhuriyet döneminde de Demokratların başına getirilmek istendiği kat'îdir. (Age, s. 271)
Sayfa numarasını verdiğimiz bu mektupta, yaşanan ve yaşanması muhtemel olan hadiseler hakkında son derece ibretli ve çarpıcı tahliller yapılıyor, hatta gizli birtakım münasebetlerin kordinatları veriliyor. Meselâ, bir kısmını şu şekilde sıralayabiliriz:
1) İttihatçılar, iki defa darbe yaparak Ahrar'ı iktidardan düşürdüğü gibi, Halkçıların da, ne yapıp edip Demokratları iktidardan düşürmek için benzer arayışlara girdiği kat'iyyen anlaşılmış durumda.
2) İttihatçılar, Ahrar'ı kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalıştıkları gibi, Halkçılar da Demokratlar için benzeri bir plan hazırlayacaklar ve dindar halkı Demokratlardan soğutmaya çalışacaklar. (Meselâ, Zübeyir Gündüzalp'in tâbiriyle, "Halkçıların dindarları" eliyle bir parti kurdurup, demokratların oyunu bölmek, dolayısıyla tek başına iktidar yolunu kapatmak gibi...)
3) Normalde, Nurcular hangi tarafa meyletse, ulemâ dahi ona taraftar olur. Halkçılar ise, bu planı da bozmaya ve meselâ ulemânın resmî bir kısmını yanlarına alıp Demokratlara karşı sevk etmeye ve Demokratın tarafında, onlara mukabil gelecek Nur Talebelerini ezmeye çalışacaklar. Tâ ki, Nur Talebeleri vasıtasıyla ulemâ Demokrata iltica etmesin.
4) Halkçılar için, Demokratların iktidarı yerine, Demokratların oy potansiyelini bölen ve iktidar şansını elinden alan "dinci görünümlü" hareketin iktidarı daha ehven ve daha avantajlıdır. Zira, onlara her istediğini yaptırabilir.
Aynı mektupta saklı bulunan daha başka noktaları da muhakemenize, ferasetinize havale ediyoruz.
Otuz beş yıllık kesinti
Meşrûtiyet zamanında Prens Sabahaddin Bey ve Mizancı Murat Beyin fikrî öncülüğünde boy gösteren Ahrar hareketi, 1913 yılındaki kanlı "Bâbıâli Baskını" ile ikinci büyük darbeyi yedi ve perde altında gizlenerek varlığını gizlice sürdürmeye çalıştı.
Otuz beş yıllık kesintiden sonra Adnan Menderes liderliğinde yeniden dirilen ve siyaset sahnesine çıkan bu siyasî hareket, Üstad Bediüzzaman ve talebelerinin "nokta-i istinat" olması ve halkın kahir ekseriyetinin de onlara destek vermesiyle, 1950'de tek başına iktidar mevkiine geldi.
Ne yazık ki, bu iktidar devresi ancak on yıl kadar sürebildi. 1960'ta yapılan kanlı bir darbe ile Demokratlar devrildi.
Hürriyetçi demokrasi kesintiye uğradı. Tıpkı, aynı Demokrat kadroların 1971'de muhtıra ve 1980'de ikinci bir darbe ile iktidardan düşürülmesi zamanında olduğu gibi...
Evet, ihtilâlci totaliter kafa, Ahrar–Demokrat kadroların iktidarını istemiyor. Bunun için de, akla gelebilecek her nevî düzenbazlığı sergilemekten geri durmuyor.
İşte bu noktada önem kazanan yegâne husus şu olsa gerektir: Ahrar ve Demokrat'a "nokta-i istinat" olanların, öyle olması gerekenlerin yıkılmaması, sarsılmaması...
Hele hele bugün için, o nokta-i istinat yerinde sağlam durursa, artık aşılmayacak engel kalmayacak demektir.
Zira, aradan geçen yüz yıllık süre içinde, hürriyetçi demokratlık ciddî bir mesafe kat ederken, totaliter kafa ise kuvvetini ve kamuoyu desteğini bir hayli kaybetmiş olmanın sancısıyla kıvranıyor.
Ha gayret, yüz yıl önce müjdelenen hürriyet ve meşrûtiyetin "tam cemâli"ni görmeye, sadece bir ramak kaldı.
(Devamı var)
İki nokta
Ordu–siyaset denklemi
Ordunun siyasete, yahut siyasetin orduya bulaşmasında iki büyük sakınca var:
Birincisi: Orduyu yıpratır.
İkincisi: Siyasî mekanizmayı daha çok yıpratır.
Günün Tarihi
Tarihin seyrini değiştiren maymun
25 Ekim 1920: Yunan Kralı Aleksandır, bir maymunun ısırması sonucu kudurarak öldü. Bu arada maymun da öldürüldü.
Bu hadiseden sonra, Yunanistan'da iç karışıklık meydana geldi. Ölen Aleksandır'ın yerine Yunanlılar Kostantin'i Kral ilân etti. Eski kralın yakını olan Başbakan Venizelos görevden uzaklaştırıldı. Bunun üzerine Fransızlar da Türkiye'ye karşı Yunanlılara yardım etmekten vazgeçti.
Bütün bu hadiselerin cereyan ettiği günlerde, Batılı devletlerin desteğini arkasına alan Yunanistan, Anadolu'nun büyük bir kısmını istilâya girişmiş ve yeni bir hamle yapma hazırlığını da yapmış durumdaydı.
Meselâ, Yunan Başbakanı Venizelos, İngiliz Başbakanı Lloyd George'dan 50 bin kişilik silâh almış ve bu silâhlarla Anadolu’ya taarruz planları yapılmış.
Krallarının bu şekilde ölmesi sonucu, bütün siyasî dengeler altüst oldu ve topyekûn istilâ planı da akamete uğradı.
O tarihte İstanbul'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî, hadisenin yazıldığı gazetelerden birini talebesi Molla Süleyman'a aldırıp getirtir ve gazetenin kenarına yarı manzum şu satırları yazar:
Ey maymun-u meymun! Mü'minleri memnun, kâfirleri mahzun, Yunan'ı da mecnun eyledin. Öyle bir tokat vurdun ki, siyaset çarkını bozdun. Lloyd George'u kudurttun, Venizelos'u geberttin. Mizan-ı siyasette pek ağır oturdun. Ki, küfrün ordularını, zulmün leşkerlerini bir hamlede havaya fırlattın. Başlarındaki maskeleri düşürüp, maskara ederek, bütün dünyaya güldürdün. Cennetle mübeşşer (müjdeli) olan hayvanların safına gittin. (N. Şahiner, B. T. Bediüzzaman Said Nursî, s. 235.)
25.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Bir bayram daha biterken |
|
Herkesin içinde bir yerlerde bir bayram yeri olmalı. Korkunca oradan cesaret almalı. Üşüyünce orada ısınmalı. Acıkınca doyacağı, susayınca kanacağı, hüzünlendikçe neşeleneceği, çocukluğuna döneceği, büyüyüp küçüleceği bir yer olmalı.
Hep sahte tebessümler olsa da hayatında, birkaç günlüğüne orada içten gülümsemelerle ağırlanmalı. Hep mahzun olsa da yüzü, o bayram yerinde neşeli ve sevecen durmalı.
Hep oyun gibi yaşanan gerçeklerle yüzleşse de, içindeki o yerde oyun gibi oyunlarla oynamalı.
Hep kocaman bir adam olmaya çalışan küçük bir çocuk olsa da, koca adam olmuş rolü yapmaya çalışan küçük bir çocuğa dönüşmeli.
Hayat karartan oyunbozanlara karşı, basit oyunların çocukça oyunbozanlarına sığınmalı.
Herkesin içinde öyle bir yer olmalı.
Sadece kendisi için değil, sevdikleri, sevemedikleri, nefret ettikleri, nefret edemedikleri için de olmalı.
Gerçekleri yalanlarla ayırmaya çalışırken, böyle bir ayrım yapmak zorunda kalmadan dolaşabilmeli orada insanlar.
Hüzünlü sohbetleri bölebilmeli, böyle bir yer, sevinç diye bir şeyi keşfedebilmeli.
Şekerler kadar diller de tatlı olmalı. Çaylar kadar sohbetler de sıcak olmalı. Ellerin gerçekten saygıdan öpüldüğü, harçlıkların gerçekten sevgiyle verildiği, hatırların gerçek bir kaygıyla sorulduğu, dileklerin içten, duaların kalben edildiği bir yer olmalı.
Herkesin içinde bir bayram yeri olmalı. Senede 7 gün de olsa oraya sığınabilmeli. Hüngür hüngür ağlamaksa, sorgusuz; rahat rahat gülmekse, en samimi duygularla olmalı. Kucakladığında ruhu da kucaklamalı, veda ettiğinde içindeki ‘cız’ sesini hakikaten duymalı.
Böyle bir bayram yeri olmalı, böyle bir bayram günleri. Sadece içlerde değil, dışarda da olmalı.
25.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Densizlik ekranı(!) |
|
Mübarek Ramazan Bayramı bazı “densiz” kanallar, çocukların televizyon izlediği saatte “dansöz” oynattı. (Kanal1, Star)
Ne ayıp.
Ramazanı bir “eğlence” gibi algılayanlar, “bayram”ı “şeker” diyerek “basit”e indirgedi.
Yetmedi, şimdi “dansöz” oynatarak “gazino kültürü” şırınga ediyorlar.
Zaten Ramazan boyunca RTÜK’e giden şikâyetin çoğu, mübarek gün “dansöz” görüntülerin ekrana yansımasıydı. Şimdi bunu bayramda devam ettiriyorlar.
Adamlar “tın”mıyor bile.
Beyler, Ramazan boyunca yaptığınız terbiyesizlik yetmedi mi?
GÜLDEMİR VE İKİ DÜNDAR
Her fırsatta “gazeteciliği” ile övünen ve Habertürk’ün sahibi Ufuk Güldemir’e şu sözler yakışıyor mu?
“Canımı en çok onun yazısı acıttı. O’na p… iksiri içireceğim, bunu söyledim ve yapacağım” diyor. (Habertürk, Basın Odası)
Kastettiği kişi gazeteci- yazar Can Dündar… Aralarında yaşanan polemiği bu şekilde meslektaşlarına yansıtıyor....
Malûm, Güldemir kanserdi. Uzun süren bir tedavi dönemi geçirdi.
İyileşti ve yurda döndü. Hatta bir grup “elit” tabakaya dönüşünün şerefine parti verdi.
Kimi meslektaşlarına karşı, deve kini güdecek kadar kindar.
Programa katılan Reha Muhtar’ın, “En fazla canını acıtan polemik hangisi” diye pas verdi.
Güldemir, bu pası gole çevirdi:
“Küçük yaşta darbe yemiş insanlar mücadelecidir. Bu bir kere karakterimde var. Meslekî açıdan farklı şeyler yapınca çok rüzgâr aldık. Bu polemik belki bununla ilgilidir. Çok genç yaşta iyi görevlere geldim ve genç yaşta çok para kazandım. Genç yaşta patron oldum ve genç yaşta kanser oldum.. Her şeyi hızlı yaptım bu hız içinde bu kadar polemik olacaktır. Canımı en çok Can Dündar ve Metin Münir’in yazıları acıttı, burada polemik yok onlar yazdı. Satır aralarını iyi okudum. Bu iki yazı beni çok yaralardı. Ben Metin Münir’e hem saygı gösterdim hem sahip çıktım. Abartılı bir yazıydı ve abartılı tepki vereceğim” dedi.
Uğur Dündar hakkında:
“Uğur Dündar sadece televizyoncu diyorum. Yani biz kelimelerin kölesi değil miyiz? Bizim işimiz kelimeler değil mi? Yani ben kelimelerin efendisiyiz demiyorum, kelimelerin kölesiyiz. Benim gazeteci haberciyle televizyoncu arasında bu kadar net ve açık bilgiyi kamuoyuyla açıklamam neden rencide ediyor, anlamıyorum bunu. Yani Uğur Dündar’ı ben televizyoncu olarak değerli birisi olarak görüyorum. Ama kariyerden gazeteci değil. Önemli bir gazeteci hiç değil. Gazeteci değil ki, önemli bir gazeteci olsun, önemli bir televizyoncu ama...”
Tartışılmaz denen kişiler bile bu gün tartışılıyor.
Habercilikte tekel oluşturan isimlerin aslında “gazetecilik” dışında yaptıkları iş öyle çok ki, hangi birinden bahsedelim?
GÜLBEN ERGEN VE YOGA
Hamileliğini Hülya Avşar gibi kullanan biri daha var ki, o da Gülben Ergen… Magazin medyasını çok iyi biçimde kullanıyor. Doğacak çocuğu için şimdiden reklâm yaparak, bu konuda şöhretini tazeliyor.
Efendim, şimdilerde “yoga”ya merak sardığını öğreniyoruz “malûm medya”dan.
Mikrofonlar Gülben Ergen gibi çok değerli sanatçıya dönüyor.
Önemli açıklama yapıyor gibi gözlerini havaya dikiyor genç san'atçımız:
“10 kilo aldım. Bu kilo çok normal. Altı kilo alıp, sağlıklı doğum yapanlar da var. Onları da tebrik ediyorum tabii ki. Böyle devam ederse hamileliği 15 kiloda tamamlayacağım. Benim kilo almam, anneleri de cesaretlendiriyor.”
İşte bu!
Habercilik denince, anında “bilgilendireceksin.”
Yoksa sınıfta kalırsınız, ona göre. Demek ki, neymiş, ünlü sanatçı kilo alınca, “anneler cesaretleniyor”muş.
Bir konu daha var ki, onu da pas geçmek olmaz. Yoga meselesi yani.
Ünlü san'atçımız(!) diyor ki:
“Egzersizlerini yapıp, sağlıklı ve doğru beslensinler. Yoga sayesinde nefes tekniklerini öğreniyor, gevşeyen kaslarınız sayesinde huzurlu, ağrısız bir hamilelik geçiriyorsunuz. Bebek de çok mutlu oluyor. Bu hareketlerin hoca eşliğinde yapıldığı takdirde zararı yok. Ben doğumdan sonra da yogaya devam edeceğim. Yoganın içinde, namaz hareketlerine benzeyen hareketler var. Meselâ secdeye yatmak, selâm vermek gibi’’ diyor..
Gördünüz mü? Müthiş bir tesbit!
Ergen devam ediyor:
“Bunu keşfetmek beni çok heyecanlandırdı. Çünkü, namaz kılmanın sağlık için ne kadar doğru hareketler olduğunu gördüm. Örneğin, alnımızın seccadeye değme hareketi, bütün vücudun, omurilikten, ayak bileklerine kadar kan dolaşımını hızlandırıyor. Aynı hareket yogada da var. Yogadaki nefes teknikleri, namaz kılarken duâ okumayla aynı. Bu benzerlikler çok şaşırtıcı.”
Hanımefendiye “Günaydın” derken, buradan şu noktaya da dikkat çekmek istiyoruz:
Bazı çevreler “yoga”yı modern dünyaya yakıştırıyor da, neden “namaz”ı “gericilik” veya “yobazlık” diye adlandırmaya çalışıyor?
25.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Bayram sonrası şenlik |
|
Siyasete bayram molası verildi, ancak asıl şenlik bayramdan sonra başlayacak.
Başbakan Erdoğan’ın ani rahatsızlığı sebebiyle siyasî tansiyonun düşmesi sizi aldatmasın, “Turpun büyüğü heybede.”
Bu yüzden yeni gerilimlere, açılımlara ve sürpriz ittifaklara şimdiden hazırlıklı olun.
Milâdî takvim ya da son Çin takvimi gibi siyasetin de bir takvimi var. Ve özellikle de siyasetin başşehri olan Ankara’nın takvimi.
İki cephede siyasetin gündemini belirleyecek hazırlıklar yapılıyor.
Biri, “Dağda silâhla gezeceklerine düz ovada siyaset yapsınlar” çıkışının sahibi olan DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar cephesinde yeni açılımlara hazırlıklı olun.
Ağar’ın hangi konularda, ne tür sürpriz çıkışlara hazırlandığına değinmeden önce bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Siyasetin bayram gündemine DYP lideri damgasını vurdu.
Ağar’ın PKK’ya yönelik teklifinin bu denli dikkate alınmasında elbette ki, geçmişte silâhlı mücadeleyi yürüten en önemli insan olmasının etkisi var. Silâhı kullandı, şimdi sivil çözüme de öncülük yapmak istiyor kanaati hakim oldu.
Elbette ki terörle mücadele konusunda, salon siyasetçilerine göre daha çok dikkate alınması gerekiyordu.
Ancak en az bu teklif kadar, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt’ın sözleri karşısındaki “dik duruşu” da artı hanesine yazıldı.
Askerle problemi olmayan, ancak askerin siyasete müdahalesine de başından beri karşı olan, başka bir deyişle, “askeri kışlada seven” DYP tabanını Ağar’ın bu tavrı heyecana getirdi.
Bayram gündemini belirleyen Ağar’ın Türkiye’nin tıkanma noktalarına yönelik yeni açılımlar yapmaya hazırlandığı belirtiliyor.
Peki bunlar neler? Üç önemli konuda üç iddialı açılım demekle yetinmek istiyorum.
Çünkü izlediğim kadarıyla DYP lideri, her gün şapkasından bir tavşan çıkaran sihirbaz gibi, her gün yeni bir açılım yaparak, ciddiyetine gölge düşürmek istemiyor. Bu çok önemli bir nokta.
Bu ülkede çok sürpriz teklifler getirildi, çok açılımlar yapıldı. Cem Boyner’den tutun YTP’ye kadar. Ancak bunlar iki sorun yaşadı. Bir ciddiyet, iki bunu gerçekleştirecek olan siyasî irade.
Uzun uzun o tahlillere girmek istemiyorum.
Ağar önce şok bir teklif ile dikkatleri üzerine çekti, sonra sözünün arkasında durdu. Ayrıca dikkatinizi çekti mi bilmem, ama her sözünün arkasından, “Benim adım Mehmet Ağar” diyor. Burada bir imaj pekiştirmesi söz konusu. Mehmet Ağar ismi bir kararlılığı, gözünü budaktan esirgemeyen bir yiğitliği simgeliyorsa, Ağar bilinç altımıza, “Bunları yapacak olan adam benim” diyor. Yani bir güçlü iradeyi adres olarak gösteriyor. Bunların hepsi tıkır tıkır işleyen başarılı bir iletişim yönetimi.
Şimdi artık ağzından çıkan her sözü dikkatle izlenen Ağar, bu temelin üzerine yeni tuğlalar koymaya hazırlanıyor.
Burada çok kritik bir nokta var.
Sürpriz teklif yapmak ya da açılımda bulunmak iş değil. çok söz söylendi bu ülkede. Asıl önemli olan inandırıcılığına gölge düşürmemek, bu açılımların arkasına inandırıcılık ve güçlü bir siyasî iradeyi kıyabilmek.
Bu yüzden de yeni açılımlarını, konjonktürü bekleyip ona göre yapacak.
Peki bu konjonktür önümüzdeki hafta oluşabilir mi?
29 Ekim’de Çankaya Köşkünde Cumhuriyet Bayramı resepsiyonu var.
Hatırlarsanız geçen yılki resepsiyonda Büyükanıt, Şemdinli olayları sebebiyle tutuklanan Astsubay Ali Kaya için, “Tanırım iyi çocuktur” demişti. Bütün bir yıl boyunca tartıştığımız bu söz Ferhat Sarıkaya olayından, Şemdinli raporuna hatta Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı yolunun kapanması tartışmalarına kadar uzamıştı.
Bu kez sürpriz Cumhurbaşkanı Sezer’den gelebilir. Eğer 29 Ekim’de Sezer sürprizi yaşanmazsa, bilin ki Cumhurbaşkanı 2 gün sonra yani 31 Ekim Salı günü MGK’da yapacağı çıkışı resepsiyona kurban etmek istemiyor demektir.
31 Ekim MGK’sında Sezer çıkış mı yapacak?
Bir hazırlık yaptığı söylentisi kulağıma ulaştı.
MGK’nın açılış konuşmasında irtica ve laiklik eksenli bir uyarıda bulunacağı söyleniyor.
Bunun için de Köşk’teki görevlilere bir hazırlık yaptırmış.
1 Ekim’de Meclisi açış konuşmasında değindiği hususların başka bir versiyonu da diyebiliriz buna.
Peki askerler konuşacak mı? Orasını bilmiyorum, ama Sezer bir hazırlık yapıyor.
Bayramdan sonra tufan mı? O kadar da değil. Türkiye artık buluttan nem kapan günleri geride bıraktı. Buna bayram sonrası şenlik demek daha doğru olur.
25.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|