|
|
Abdil YILDIRIM |
Bırakın da Ramazan'ın tadını çıkartalım |
|
On bir ayın sultanı olan Ramazan, mü’minlerin gönüllerinin de sultanıdır. Her sene gittiği günden itibaren gelişini beklemeye başlarız. Daha aramızdan ayrılmadan hasreti ve özlemi yüreğimizi yakmaya başlar. Onun gelişi ile yürek yangınlarımız sona erer, hüzünlerimiz sevince, hasretliğimiz vuslata dönüşür. O yüce sultanı gönül saraylarımızda misafir etmekten mutlu oluruz. Ramazan sevinci, büyük küçük herkesin yaşadığı, doyumsuz ve tarifi imkânsız bir sevinçtir.
Ramazanla hayatın rengi birden değişir. Her şey insanın gözüne ve gönlüne daha güzel görünür. Normal zamanlarda farkına varmadığımız bir çok güzellikleri bu ayda keşfederiz. Sevgi, hoşgörü, yardımlaşma, dayanışma, hediyeleşme, ikram, ihsan, gibi insana mutluluk veren ne varsa, bu ayda ortaya dökülür. Hayat çok farklı bir iklimin etkisine girer. Bu iklimde rahmet yağmurları hiç eksik olmaz. Böylece çorak gönüller yeşerir, kurak kalpler rahmete kanar. İnsan günahlarının ağırlığınan kurtularak mi’raca doğru yükselir.
Mü’minler Ramazan ayının getirdiği bu güzellikleri doya doya yaşamak için gayret ederken, birileri de bu güzellikleri gölgelemek için harekete geçiyor. İrtica, iftira, hurafe, bid’at gibi İslâm’ın reddettiği ne kadar menfîlikler varsa, sepetlerine doldurup Ramazan ayında mü’minlerin üzerine boca ediyorlar. Bunlarla İslâm’ın güneş gibi parlak hakikatlerine gölge yapamayacaklarını bildikleri halde, “Çamur at, izi kalsın” diyerek ellerinde ne kadar çamur varsa sağa sola sürüyorlar.
Malum çevreler mü’minlerin Ramazan sevincini gölgelemek için ellerinden geleni arkalarına koymuyorlar. Âdeta ellerinde bir büyüteçle dinde ve dindarlarda kusur aramaya koyulmuşlar. En ufak bir açık bulduklarında Arşimet’in hamamda peştemalle fırlayıp “Buldum buldum” diye bağırdığı gibi, buldukları kusurları âleme ilân etmek için yarışıyorlar.
Kusur diye manşetlere taşıdıkları ise, aslında incir çekirdeğini doldurmayacak hususlardan meydana geliyor. Abartılı türbe ziyaretleri, camilerde yan gelip yatan insan manzaraları ve bir takım mecnunların ve meczupların garip davranışlarını ekranlara taşımak sûretiyle güzel dinimizi çirkin göstermeye çalışıyorlar.
Dinimizde yeri olmayan bid’at ve hurafeler en fazla dindarları rahatsız eder. Fakat bakıyoruz, hurafeleri, yanlış anlama ve yanlış uygulamaları manşetlere taşıyanlar genellikle dine mesafeli olan çevreler oluyor. Atalarımız, “Namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmaz” demişler. Bunların hem namazda gözleri yok, hem de kulakları ezanda. Ama onların duymak istedikleri ezan “Allahuekber” ile başlamıyor. “Tanrı uludur” diye okunacak ezanı bekliyorlar. Peki o zaman namaz kılacaklar mı? Hayır. Maksat namaz kılmak değil, ezanın aslının ortadan kaldırılması. Bu amaçlarına ulaşmak için dinî motifleri irtica aracı olarak itham etmekten çekinmiyorlar.
İrtica denen gulyabanî, genellikle Ramazan aylarında hortluyor. Rahmet, mağfiret ve bereket ikliminde insanlar daha fazla istifade etmek için gayret gösterirken, irtica avcıları da gayretlerini yoğunlaştırıyorlar.
Yıllarca arşivlerinde biriktirip beklettikleri bir takım malzemeleri bu ayda servise koyarak, yeni yaşanmış olaylar gibi hepsini birden takdim ediyorlar. Bazı görüntüler temcit pilavından daha sık servis yapıldığı için artık mide bulandırıyor.
Şu mübarek ayda Ramazan gibi şerefli bir misafiri ağırlamanın mutluluğunu yaşıyoruz. Onun getirdiği rahmet ve mağfiretten azami derecede istifade etmenin gayreti içindeyiz. İrticaymış, bid’atmış, hurafeymiş, bu gibi “kakofoni” konularla uğraşacak vaktimiz yok. Bırakın da Ramazan’ın tadını çıkartalım.
13.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah dostları |
|
Hz. İbrahim’in Allah’ın halîli, yani dostu lakabını kazandığını biliyoruz. Halil kelimesi âdetâ ona âlem olmuştur.
Ancak herkes isterse Allah’a dost olabilir. Âyette de belirtildiği gibi, “Allah mü’minlerin dostu, yardımcısı”1 değil midir?
Birgün İbni Abbas, Allah Resûlüne (a.s.m.) sormuş: “Allah’ın dostları kimlerdir?” diye.
“Görüldüklerinde Allah hatırlanan insanlar”2 diye cevap vermiş Allah Resûlü de (asm).
Camiyi, minareyi, cenazeyi görünce, dinî bir sohbet dinleyince insanın hemen hatırına din, iman, ahiret gelir. Bazı kılık kıyafetler kişilerin mesleklerini hemen insanın gözünde canlandırır. Din, iman, Allah, peygamber sevdalılarının da gerek yaşayış, gerek söz ve gerekse davranışlarına bu özellikleri hemen yansır. Onların simalarını görseniz, sözlerini dinleseniz, onlarla sohbet etseniz, hareket ve davranışlarını izleseniz, hemen din, ahiret hatıra gelir, maneviyâta yönelir, onları örnek alır; söz ve davranışlarınızı kontrol etme ihtiyacı hissedersiniz. Âdetâ bir mihenk, bir terazi olur onlar sizin için.
Onlar yaşayan Kur’ândırlar.
Onlar Allah rızasının âdetâ cesetleşmiş şeklidir.
Onlar güzelliklerin aynasıdırlar.
Onun için de Allah dostudurlar. Onun için gıptayla seyredilir, sevgiyle özenilir olmuşlardır.
İşte sahabe böyleydi. Onlar öylesine cazip bir hayat sürmüş, cazibe merkezi hâline gelmişlerdir ki sadece o günün dünyasında olsun, asırlar boyunca daima sevgi, saygı ve imrenilerek bakılmış, örnek ve ölçü alınmışlardır.
Hangi sahabenin hayat tarzına bakılırsa bakılsın, Allah Resûlünün (asm) belirttiği gibi, onların yıldızlar gibi olduğu görülür. Hangisinin peşine takılınırsa takılınsın doğru yol bulunur.3
Sahabeye yetişen, onlarla sohbet etme imkânı bulan Hasan-ı Basrî, onların iman, aşk, şevk ve İslâmı yaşayışlarını anlatırken, “Siz onları görseydiniz bunlar deli derdiniz. Onlar da sizi görselerdi bunlar Müslüman değil derlerdi” demiştir.
İşte onlar böylesine mihenk taşıydılar. Hangisinin hayatı incelenirse incelensin fanî dünyaya gönül kaptırmanın, onu ön plâna almanın yanlışlığını, asıl olanın ebedî hayat ve Allah’ın rızası olduğunu anlamamak mümkün değil.
Dipnotlar:
1. Bakara Sûresi: 257.
2. Hak Dini Kur’ân Dili, 4:2731.
3. Keşfü’l-Hafa, 1:132.
13.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Anne ve babanın hukukunu gözetmek- 2 |
|
Yalova’dan bayan okuyucumuz: “Anne ve baba hukukunu gözetmenin önemi, faziletleri ve hikmetleri nedir?”
Dün kaldığımız yerden devam edelim:
Bedîüzzaman Hazretlerine göre, “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır”1 ve “Yeryüzünde yürüyen ve kendi rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah verir”2 âyetlerinin ifade ettikleri hakikati, bütün canlılar hâl diliyle bağırıp ilân ediyorlar. Hatta değil yalnız insan cinsinden yaşlı, hasta ve özürlü gibi yardıma muhtaç bireylerin, insanlara arkadaş olarak verilen hayvanların rızıkları dahi bereket sûretinde geliyor.
Saîd Nursî Hazretleri bu hakikati kendi yaşadığı bir olayla şöyle teyid eder: “Kendim gördüğüm bir misâl: Benim yakın dostlarım bilirler ki; iki-üç sene evvel her gün yarım ekmek,—o köyün ekmeği küçük idi—muayyen bir tayinim vardı ki, çok defa bana kâfî gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayinim hem bana, hem onlara kâfî geldi. Çok kere de fazla kalırdı. İşte şu hâl o derece tekerrür edip bana kanaat verdi ki, ben kedilerin bereketinden istifade ediyordum. Kat’î bir sûrette ilân ediyorum: Onlar bana bar değil; hem onlar benden değil, ben onlardan minnet alırdım.”3
Bedîüzzaman, bu hatırasını anlatmak sûretiyle evdeki kedi gibi mübarek hayvanların bile rahmet ve bereket vesîlesi olduğunu ifade ettikten sonra şöyle haykırır: “Ey insan! Madem canavar sûretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete medar oluyor; öyle ise mahlûkatın en mükerremi olan insan ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete şayan aceze, alil ihtiyareler ve alil ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstehak bulunan akrabalar ve akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sadık muhib olan peder ve valide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve ‘Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belâlar sel gibi üstünüze dökülecekti’ hadisinin sırrıyla, ihtiyarların ve sakat kimselerin ne derece sebeb-i def’-i musibet olduklarını sen kıyas eyle.
“İşte ey insan! Aklını başına al. Eğer sen ölmezsen, ihtiyar olacaksın ‘Ceza amel cinsinden gelir’ sırrıyla, sen vâlideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir. Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define; onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle. Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin. Yoksa onları istiskal etmek, ölümlerini temenni etmek ve onların nazik ve serîü’t-teessür kalblerini rencide etmek ile ‘Dünyada da, âhirette de kaybetmiştir’4 âyetinin sırrına mazhar olursun. Eğer rahmet-i Rahman istersen, o Rahman’ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.”
Üstad Hazretleri, yaşlılara ve anne babaya hürmet ve hizmet konusunda talebelerinden de örnek verir: “Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zat vardı. Dininde, dünyasında muvaffakıyetli görüyordum. Sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakıyetin sebebi: O zât ise, ihtiyar peder ve validelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşallah âhiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli.”5
Bize düşen ihtiyar olmuş ve bizden hizmet bekleyen anne ve babamıza hizmet etmek ve hizmette kusur etmemektir. Bu konuda eşler birbirine yardımcı olmalıdır. Mümkünse eşler birbirinin anne ve babaya dayalı hizmetini paylaşmalı, mümkün değilse hiç değilse eşinin anne ve babasına hizmet görevini yapmasına kolaylık sağlamalı, bu hizmeti yok saymamalıdır. Bundan dolayı eşine kırılıp gücenmemelidir.
Dipnotlar:
1- Zâriyât Sûresi, 51/58 2- Ankebût Sûresi, 29/60 3- Mektûbât, s. 251 4- Hac Sûresi, 22/11 5- Mektûbât, s. 252
13.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Üç vefatın düşündürdükleri |
|
Tecrübe ve istikrar her şeyin başında gelir. Ayrıca minarenin dibindeki adamla şerefede ezan okuyan bir göremez. Ülfet, öldürücü bir hastalıktır. Bu itibarla gerek dar dairede ve gerekse geniş dairede cereyan eden hadiselerin hikmetlerine bakmak lâzım. Kalem ve mantık sahibi kişiler bu cihetleri temâşâ edip değerlendirir. Yani dün ile bugünü kıyaslamadan hedefe varamazsınız. Bu itibarla geçtiğimiz haftada vefat eden bir çok kardeşimizden, bilvesîle yakînen diyaloglarım olan üç mevtâ üzerinde insanlara örnek olacak tesbitlerim olacak.
Birincisi: 1970’lerde tanıdığım Yüksel Urak Ağabeyimiz, hakikatın gür sesi Yeni Asya gazetemizin Eskişehir Temsilciliğini en dar günlerde yapan ve ömür boyu bu neşriyat ve hizmet için çırpınan Anadolu’nun istikrar abidelerinden biri idi. Dar günlerde bir avuç iman fedaisiyle, bir çok parçalanmalara rağmen, o bu dâvâda atom çekirdeği gibi parçalanmadı ve çevresindeki insanlara imkânları muvacehesinde iman ve Kur’ân hakikatlerini ulaştırmaya çalıştı. 65 yıl bembeyaz saçlarla ve yıkılmayan bir azimle ve büyük bir hastalıkla Hakka vuslat etti. Haziran’da öz ağabeyimi kaybettim, şimdi aynı mânâda bir ağabeyimi daha kaybettim.
Yüksel Urak Ağabeyimiz gibi zatlar eğer gençlere örnek gösterilse, o vakit gençlerin çalışma şevki ve istikrarı daha da artacaktır. Bundan yıllar önce elimden tutarak Eskişehir Yeni Asya Vakfı Temsilciliğinin görkemli salonunda tıklım tıklım toplanan hanımlar topluluğuna “Bediüzzaman’dan Çağımıza Müjdeler” konferansını verdirtti. Hanımlarla diyaloğu fevkalade idi. Geçen hafta taziyesi için gittiğim Eskişehir’de, mezarın başında 50’yi aşkın hanım kardeşimi gözyaşları içinde, o tozlu mekânda Fatiha okurken görmem bu ifademi perçinlemektedir. Kaldı ki bu toplulukta ailesinden kimse yoktu. İşte dünya bu manevî kardeşliğe, sevgiye muhtaç. Çünkü sevgiler kalbe zorla konulmaz ve zorla da çıkarılmaz.
İkincisi: Maddî hayatını 77’nci yılında noktalayan merhum Ahmet Yılmazkart uzun yıllar rençberlikle uğraştı, toprakla, yaylalarla ve haşin kışlarla boğuştu, savaştı. Kendisinin tahsil hayatı çok az, fakat o bunun intikamını pırıl pırıl evlatlar yetiştirmekle almıştı. Konya-Cihanbeyli-Yeniceoba’nın bu yiğit insanı, istikbali tefekkür eden bir köylüydü. Çünkü Hz. Bediüzzaman—babamın nakline göre—“İki evlâdınız varsa birini okutun” diyordu. O bu tenbih ve irşada katılmıştı. Neticede hukukçu, mühendis ve işletmeci evlâtlar yetiştirdi.
Takdir ettiğim nokta; evlâtlarının inandığı ve takip ettiği Nur-u Kur’ân dâvâsına karşı gelmiyordu ve daima maddî ve manevî destek çıkıyordu. 77 yılının son demlerine kadar hayırdaydı, hizmetteydi, fedakârlıktaydı. Çok babalar tanıdım, mücadele ettim, hak yolundaki evlâdına karşı setler koyuyordu, fakat merhum Ahmed Ağabeyimiz bu setleri kıranlardan ve una ekmeğe döndürenlerdendi. Aziz Türkiye’de çok ağaçlar görmekteyim, bazıları kavak, bazıları verimli meyve ağaçları. İşte Yılmazkart Ağabeyimiz geriye çok verimli meyveli ağaçlar bıraktı, hem de Konya’nın çorak arazisinde.
Üçüncüsü: Anne ve babaların en çok sevdikleri kız çocuklarıdır. Denizli’de Süleyman Delikanlı kardeşimin de nur topu Sevde isimli 3 yaşında bir kızı vardı. Havuza düşerek boğuldu. Mustafa Sungur Ağabeyin torunu da böyle gözlerinin önünde havuzda boğuldu, zâhiren bu. Fakat makalemin başında hikmetten bahsettim. Elbette bu vefatta da hikmetine bakacağız. Bazan büyüyünce evlâtlar acılaşıyor, fakat küçükken ne kadar sevimli ve hoş. İmtihanlar çok ve çeşitli, bilinmiyor...
İnşaallah muhterem Delikanlı ve eşinin çocuk sevgisi ebedî âlemde, dar-ı bekâda kucaklarında bulacakları Sevde isimli yavrularıyla devam edecektir. Kime nasip olur derler? İşte bu sizlere nasip oldu. Elbette şefkat sizlerin gözyaşlarını dökecektir, fakat ebedî âlemdeki Cenâb-ı Hakkın ebedî evlât ikramından da sevinç gözyaşları dökünüz. Yazdığım her üç mevtâ, üçaylarda, Ramazan’da Hakka vuslat eden yolcular, ne büyük bahtiyarlık. Ruhları şâd olsun.
13.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Hesap |
|
Mukaddes Ramazan ayında “irtica” bahanesiyle dindarlar rencide ediliyor yine...
İrticanın tarifi yapılamıyor, ama her nedense “gelmeye hazır bir öcü” gibi kapı dışında bekletiliyor.
Medya kalemşörleri, cüppeli veya “cüppesiz” diyerek diline doladıkları, Ahmet Mahmut Ünlü için ekranda alay ediyor.
Bunlar bir yanda “Ramazan” programı yapıyorlar, bir yandan da “irtica” haberi yapıyor... Çelişkiye bakar mısınız?
Bunların, Cumhuriyetten beri.. Hatta 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’ta dindarlarla “halledemedikleri” bir hesabı var.
Ahmet Mahmut Ünlü Hoca, canlı yayına çıkarak, hakkındaki “eleştiri”leri cevaplandırdı.
Üstelik Show TV Ana Haberde.
Yüzme konusunda herkese tavsiyede bulunduğunu, askerlere yönelik sohbetlerinde “duaları”nı görmediklerini, depremde ise, o dönemde bulunan İsrail askerlerine dikkat çektiğini anlattı.
Bazı “mahrem” bilgileri vermesine ihtiyaç var mıydı, bilemiyorum.
Ama bu “tuzak”lara gelinmemeliydi.
İtidal, her dem esastır.
NOBEL, SOYKIRIM ve BOYKOT
Hayırlı olsun. Bizim de “Nobel” ödüllü bir yazarımız var artık. Yazar Orhan Pamuk, nobel ödülüne layık görülmüş (TGRT Haber).
Yaşar Kemal ve Zülfü Livaneli yıllardır kendileri için beklenen ödülün, Pamuk’a verilmesini nasıl yorumlayacak merak ediyorum.
Dahası bu Avrupa Birliği ilişkilerine nasıl yansıyacak.
Aman, ilişkiler “Pamuk ipliği”ne bağlı olmasın da...
BBC’nin yorumları yer aldı medyada.
İsveç Kraliyet Akademisi’nin 20o6 Nobel Edebiyat Ödülü’nü Orhan Pamuk’a vermesini BBC şöyle yorumlamış:
“Yıllardır Pamuk’un ödülü alabileceği belirtiliyordu. Orhan Pamuk, müşterek bahislerde de ödülün en büyük favorisi olarak gösteriliyordu” demiş.
Orhan Pamuk hakkında Türk Ceza Kanunu’nun eski 159, yeni 301. maddesine muhalefetten dava açıldığına dikkat çeken BBC, Pamuk’un “Türklüğü alenen aşağılamak” suçundan 3 yıla kadar hapsi istendiğini, ancak dâvânın daha sonra düştüğünü de kaydediyor.
*
Gelelim “soykırım” haberine.
Fransa Meclisi’nde de sözde Ermeni soykırımın inkârını suç sayan teklifi kabul etmiş.
Beklenen oldu..
Tüketiciler Birliği Başkanı Bülent Deniz, Fransa Meclisi’nde sözde Ermeni soykırımın inkârını suç sayan teklifin kabul edilmesine ilişkin olarak diyor ki:
“Her hafta bir Fransız markasını kamuoyuna ilan edeceğiz ve boykot listesinin sayısını bu şekilde arttırarak çoğaltacağız” diyor.
Aynı şekilde:
Acaba irtica haberi yapan medya kuruluşlarına da “boykot” uygulansa nasıl olur?
Özellikle Ramazan boyunca.
TRT ADAYLARI
RTÜK adaylarını belirledi: Dr. Hilmi Bengi, Tahsin Aktı ve Ruhi Özbilgiç...
Bu isimlerin atama yapılması için Başbakanlığı da bilgi verilmiş.
Hayırlı olsun!
Çok yakında, “baş”sız bir TRT’den kurtuluyoruz demek.
JOLİE’NİN BATI ANLAYIŞI
Hollywood’un tanınmış aktrislerinden Angelina Jolie’nin sözleri “Batı’nın iki yüzü”ne ayna tuttu.
Diyor ki:
“Batı ikiyüzlü ve taş kalpli.”
Jolie bu sözleri, Afrika ve diğer çatışma bölgelerinden gelen mültecilere kapatmaya çalışan batı ülkelerini eleştirirken sarfetti.
Devamında:
“Böylesine zengin bir dünyanın, özellikle Afrikadakiler olmak üzere mülteci kampında yaşayanları besleyememesi skandaldır.’’
Jolie hayatını bu tür hayır işlerine adayarak, vicdanını rahatlatıyor belki, ama söyledikleri doğru.
HOKKABAZ
Cem Yılmaz’ın “Hokkabaz” filmi şimdilerde “haber değeri” taşıyor.
Yok efendim, “Koç ailesi”ne özel seans gösterilmiş. Önümüzdeki hafta sadece ülkemizde değil, Avrupa’da birçok salonda gösterime girecekmiş v.s., v.s.
Yılmaz, Gora’da yaşattığı hayal kırıklığının acısını “Hokkabaz”dan çıkaracak galiba.
13.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Laiklik ve çoğulculuk |
|
Geçenlerde irtica meselesinin tanımı gündeme geldi. Kabul etmediler. ‘Aşırılık’ karşılığını veya tabirini yetersiz gördüler. Gerçi aşırılık ve itidal de kişiden kişiye heyula gibi değişebilir veya tanım kazanabilir. Fakat netice itibarıyla bu kavramların içini doldurmak ve tanımını yapmak da hem mümkün hem de bazen gerekli.
Fakat Türkiye’de bütün kavramlar heyula vaziyetinde. Tek gerçek fiili durum. Zira birileri kurallı bir sistem yerine keyfi ve kuralsız bir sistem istiyor. Sistem keyfilikten kurtulunca otoriteye yer kalmaz. Kuvvet kanunda olur. Bundan dolayı irtica veya laikliğin dörtbaşı mamur bir tanımı yapılamadığı gibi sözgelimi Türkiye’de özel tv ve radyoların işleyişini düzenleyen bir kanun da yok. Burada yasal boşluk bırakılıyor. İşleyiş yasal bir zemine dayanmıyor. Neden? Zira birileri fiili durumun devam etmesinde keyfilik namına yarar görüyor. Zira bu açıklar, müdahale ve keyfilik zeminini besliyor. Bundan dolayı Türkiye’deki laiklik veya cumhuriyet anlayışı havada, askıda ve fiili bir durumdur. Fiili cumhuriyet ve fiili laiklik anlayışı işliyor. Bütün bunların kanuni bir dayanağı yok. Aslında sözlü bir mutabakat veya zımni anlaşma olsa bu ile yeterli. Ama kamusal alanda başörtüsü yasağı tartışmasında görüldüğü gibi, bu da yok. Hukuk, serbestiyeti ve tabii hukuku ortadan kaldırmak için değil keyfiliği ortadan kaldırmak için vardır. Çatışma alanlarını düzenler. İşte tam da bu noktada yani çatışma alanlarında Türkiye’de kasti mahsusa ile hukuki boşluk alanları bırakıldığını görüyoruz. Bunun tesadüfle izah edilmesi mümkün değil.
Kanunla gri alanlara yasak koymak doğru olmadığı gibi kanunsuz bir şekilde fiili yasak uygulamak da doğru değildir. Türkiye bunlar arasında bir keşmekeşliği yaşıyor. Laikliğin varlık nedeni aslında gri alandır. Gri alanı korumak veya genişletmektir. Veya inancı inancın tasallutundan korumaktır. Fakat işleyişine baktığımızda bu defa da dindarlık hastalıklarının yerini laiklik hastalığının aldığını görüyoruz. Sabıklarının hastalığını ve sabıkalarını aynen kapmış. Bundan dolayı olsa gerek ‘Kurtarıcıdan kurtulmak gerekiyor’ denmiştir. Bazı aşırı dini anlayışların doldurarak yok ettiği gri zemini bu defa da kendisi dolduruyor. İnancın inanç üzerine tasallutunu kaldırdığı iddiasıyla bu sefer bütün inançlar üzerine bir tasallut mekanizması kuruyor. Musab ve maruz olduğu profesyonel körlükle de bu yaptıklarını göremiyor. Geçmişte yaşanan ve yerini aldığı dindarlık hastalıklarını başka bir formda aynen sürdürüyor.
***
Laikliğin ortaçağdaki dindarlık illetlerinden kurtulabilmesi için tanım getirilmesi gerekiyor. Bu meyanda tek ve yegane bir tanımı olabilir: Çoğulculuk. Çoğulculuk tanımını aştığında kendisi de rakip din veya ideolojilerden birisi haline gelecektir. Ve hakem anlayışı hakim anlayışa terfi ettiğinizde totaliter bir anlayışı ikame etmiş olursunuz. Türkiye’de maalesef olan da budur. Dolayısıyla dini dindarlık hastalıklarından kurtarmak gerektiği gibi laikliği de laiklik hastalıklarından kurtarmak gerekiyor.
Geçmişte Katolik Kilisesini Engizisyon mezalimine götüren anlayış şuydu: “Kilise dışında kurtuluş yoktur...” Şimdi de kimi çılgın ve fanatik laikler de ‘laiklik dışında kurtuluş yoktur’ doktrinini vazediyorlar. Diğerinin kurtuluş sahası uhrevi iken berikinin kurtuluş sahası dünyevidir. Fakat ikisi de böyle yaparak ve gri alanları yok ederek başkalarına hayat hakkı tanımıyorlar. Bu anlayış sonucunda laiklik dogmalaştırılığı gibi totaliter bir yönetim eksenine kayıyor. Tek tipleştiriyor ve herkese nizamat vermeye kalkışıyor. Laik tekilcilik ister istemez din mânâsı kazanıyor. Bu hususta içeriden birisi yani Katolik tarihi geçmişi iyi bilen Michel Lelong İslâm’la Yüzleşen Batı isimli eserinde şunlara dikkat çekiyor: “Kilise ve devlet ayrımının, çatışmaların ortadan kalkmasını sağladığı ve sağlıklı bir plüralizmi inançlara saygı ve özgürlük bağlamında desteklediği kesindir. Fakat bu apaçık kazanımların belli bir ‘laik entegrizm/ fundamentalizm’in belki de ‘dini entegrizmler’ kadar korkunç olduğunu unutturmaması gerekecektir...”
Laiklik çoğulculuğun şemsiye gibi görülebilir. Bu hususta Bediüzzaman da şunları söyler: “Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim...” Yani her nevi çoğulculuktur. Bu çoğulculuk anlayışını aştığında laiklik mutlak olarak din manası kazanır. Müntesipleri inkâr etseler bile öyledir. Laikliği bir nevi din haline getirdiğinizde ister istemez bu durum, ideolojik azınlığın dini çoğunluğu bastırdığı, ona musallat olduğu görüntüsü veriyor. Laikliği de laikçilikten kurtarmak gerekiyor.
13.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Paris’ten içeriye bakış... |
|
İki haber bir arada geldi.
Önce Fransa’nın “Soykırım yok demeyi cezalandıran” utanç kararı, ardından da Orhan Pamuk’a Nobel Edebiyat Ödülü verildiği haberi geldi.
Tam da Türkiye’ye özgü bir haldi.
Önce üzülüp, sonra sevindik.
Hürriyet ve Müsavat, özgürlük ve eşitlik sloganlarıyla Fransız İhtilalini ateşleyip, tarihin akışını değiştiren Fransızlar, bu kez de tarihe mal ettikleri özgürlükleri bir bir yıkmanın peşindeler.
Aslında Fransa kendisiyle hesaplaşıyor. Yasakçı Fransa, özgür Fransa’dan intikamını alıyor.
Fransa’nın yasakçı kararının çıktığı sıralarda Batı başkentlerinde görev yapan bir meslektaşımla konuşuyordum.
“Aradaki uçurum giderek keskinleşiyor” dedi. Bir dönem Yahudilere karşı olan o lanetli havanın bu kez Müslümanlara karşı oluşturulduğu kanaatindeydi.
Aynı zamanda kaygılıydı.
Karikatür krizine hamilik yapan Danimarka’nın yaşananlardan ders çıkarmamışçasına, ikinci kez, karikatür kundakçılığına soyunması, Papa’nın durup dururken tarihin derinliklerine mahkûm olmuş densizlikleri seçip, gündeme getirmesi aslında hep bir planının parçalarıydı.
Derin Avrupa kendi entegrasyonunu İslâm düşmanlığı üzerine kurdu.
Bir grup İslâm dünyası ile diyalog adına oluşturulan tüm köprüleri havaya uçurmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor.
Peki Orhan Pamuk’a Nobel Edebiyat Ödülü’nün verilmesi, diyalogdan yana olan Avrupa’nın Paris’e karşı bir misillemesi mi?
Bilemiyorum. Ama öyle olmasını umuyorum.
Ve bir şeyi daha ümit ediyorum. Derin Avrupa’nın İslâm karşıtı bu tutumu tam aksine sonuç verecek ve radikalliklerden uzak, Batı’nın değerlerini zorlayan saf, berrak bir İslâm Avrupa’nın ortasında neşv ü nema bulacak.
Ancak tüm bunlar bir yana.
Fransa’ya haklı tepkilerimizi dile getirirken, 12 Ekim tarihini bir başlangıç olarak kabul edip, dostluk ve düşmanlık kavramlarımızı yeniden gözden geçirelim.
Fransa’yı Türkiye’den daha sert bir şekilde uyaran kimdi?
AB’nin Genişlemeden Sorumlu üyesi Olli Rehn.
Rehn, Fransız parlamenterlere bu kararın Türkiye-AB ilişkisini olumsuz etkileyeceği uyarısında bulundu.
Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk de, tasarıya karşı çıkarak, “Yıllardır Türkiye’de ifade özgürlüğü için çalışırken aynı özgürlüğün Fransa tarafından kısıtlanmasını kabul edemeyiz” dedi.
Olli Rehn 10 gün önce Ankara’daydı. Hangi yetkili ile görüşse, daha ağzını açmadan bir ton laf işitti. Öyle ki, “AB ile aranızda bir tren kazası istemiyorum” demesine rüğmen, adamı tren çarpmışa çevirdik.
Benzer muameleyi Orhan Pamuk ve Elif Şafak dâvâlarını izlemeye geldiği zaman Lagendijk’e yapmadık mı?
Onlar bu yılın işleriydi.
“AB, bırakın potansiyel üyelerini, halen var olan üyelerinden tarihteki hataları için özür isteyecekse, kendini feshetmek zorunda kalabilir.”
Bu sözler kime ait.
İngiltere’nin eski AB İşlerinden Sorumlu Bakanı MacShane...
Avrupa Parlamentosu üyesi olan MacShane, Financial Times gazetesine bir makale yazarak, Fransız parlamentosuna işte böyle seslendi.
Peki MacShane’i gözünüz bir yerden ısırıyor mu?
Geçen yıl da onu dövmekten beter etmiştik.
Türkiye Fransa’da bir utancı ortadan kaldırmak için uğraşırken, makaleler yazıp, Batı kamuoyuna seslenen Elif Şafak’ı, aldığı Nobel Ödülü ile bir anda dünyanın en çok konuşulan adamı olan Orhan Pamuk’u insan içine çıkmaz etmiştik.
Şimdi sormak istiyorum.
Mahkeme önlerinde bu insanlara Vandallar gibi saldıran zihniyet mi, yoksa AB’de, Paris’te Türkiye’nin tezlerini savunanlar mı bu ülkeye daha çok yararlı?
Artık yeni bir mihenk taşı bulup, ona göre değerlendirmemiz gerekiyor.
Maden geçmişe döndük birilerinin ağzının pek sulandığı bir konu var.
Her işe askeri bulaştırmak isteyen İttihatçı kafalara seslenmek istiyorum.
600 yıllık imparatorluğu 6 yılda yıkan İttihatçılara pek özeniyorsunuz, ama bu tehcir olayı da yine İttihatçıların bıraktığı bir miras değil mi?...
Türk Tarih Kurumu Ermeni Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr. Hikmet Özdemir, padişaha karşı İttihatçıların Ermenilerle yaptığı ittifakı, “1913’deki seçimlerde Ermeni Taşnak Partisi ile İttihat ve Terakki Partisi ittifak yapmıştır” diye özetlemişti.
İttihatçı zihniyeti göreve davet edenler hem bugün Fransa’da maruz kaldığımız muameleye, hem de darbe devirlerinin ayaklarımıza pranga vuran iç ve dış tortularına bakabilirler.
Artık İttihatçı zihniyetinden sıyrılıp, berrak bir zihinle dost ve düşman tarifini yeniden yapmamızın zamanı geldi.
13.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
İrtica mı, iktidar mı? |
|
Askerî cenahtan gelen son işaretler, ilk etapta toplumda mâkes bulmayan irtica vurgusunun devam edeceği, ama işin 28 Şubat gibi bir noktaya taşınmayacağı yönünde.
Askerî kulislere yakınlığıyla bilinen bazı gazetecilerin verdiği sinyaller bunu gösteriyor.
Fatih Çekirge’nin “MGK’da irticayı konuşacaklar, ama ikinci 28 Şubat olmayacak” yorumu (Hürriyet, 9.10.06) bu işaretlerden biri.
Aynı günkü Sabah’ta Metehan Demir’in “Askerler sonuç alamadıkça ve yanlarına sivil desteği alana dek çıkışlarını sürdürecekler” ifadesi de. Bu çıkışların temel amacı ise, “toplumsal farkındalık” meydana getirmekmiş.
Bu demektir ki, önümüzdeki süreçte topluma “irtica tehlikesi”ni “fark ettirmek” için medya kanalıyla sürdürülen “topçu ateşi” şiddetlenecek.
Bu arada, aynı safta mücadele veren CHP lideri de “Toplumda en geniş uzlaşmayı oluşturacağız” mesajı veriyor. (Cumhuriyet, İbrahim Yıldız, 9.10.06)
Peki, şimdiye kadar farklı kuruluşlarca yapılan kamuoyu araştırmalarının tamamında, “en önemli sorunlar” sıralamasında yüzde 1’i, 2’yi geçmeyen oranlarla en diplerde görünen irticanın gerçek bir tehdit ve tehlike oluşturduğu konusunda toplum nasıl ikna edilecek?
Aslında hedef iktidar partisini yıpratmaksa, bunun için irtica gibi dolambaçlı—ve ters tepen—yollara tevessül etmeye hiç gerek yok.
Kimin nerede ne hatası varsa üstüne gidin.
Nitekim Arınç gibi önemli bir isim, üstelik böylesine hassas bir ortamda, daha önce de birkaç kez dile getirdiği bir noktayı tekrarlayarak adeta AKP karşıtlarına yine pas verdi.
“Bizim camiayı tanırım ve iki şeyden korkarım” diyen Arınç, bunları “kadın ve para ilişkileri” olarak ifade etti. (Milliyet, 6.10.06)
Nitekim son dönemde AKP kadrolarını en fazla zora sokan haberler, bu iki başlık çerçevesinde gelişen olaylara ilişkin. İstanbul Belediyesi bürokratlarından birinin günlerce konuşulan “Dim çayı” hikâyesi, eşini boşayıp sekreteriyle evlenen milletvekili veya iki eşli bakan dedikoduları, farklı yerlerde patlak veren yolsuzluk iddiaları AKP’ye az mı hasar verdi?
Başbakanın, partisine bir çırpıda 20 puan kaybettiren üslûp hataları da aynı şekilde...
Tam bu noktada, üstelik bizzat Başbakanın “Oylarımız ilk kez düştü” ikrarında bulunduğu bir ortamda irtica tartışmalarının gündeme getirilmesi, hem zamanlama, hem de içerik olarak “samimî dindarlar”ı bir defa daha incitirken, AKP’ye adeta “can simidi” oluyor.
Şu noktanın artık çok iyi anlaşılması lâzım:
Bu memlekette yaşayan insanların çok önemli bir kesimini oluşturan ve devletle de, cumhuriyet, demokrasi ve—doğru uygulandığı takdirde—laiklikle de problemi bulunmayan cemaat ve tarikatları hedef alarak; Türkçe ezana sahip çıkarak; “Ya terk ederler ya boğulurlar” gibi fevrî, ölçüsüz sözler sarf ederek ve bunları mübarek Ramazan günü gündeme getirerek AKP'yi yıpratmak mümkün değil.
Aksine, bu haksız kampanyalar, halk nezdindeki kredisi hızla tükenmekte olan iktidar partisine hak etmediği yeni avanslar verdirir.
Yoksa asıl istenen bu mu?
13.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|