|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Ne Güneş Ay’a yetişir, ne gece gündüzü geçer. Hepsi de kendi yörüngelerinde akıp giderler.
Yâsin Sûresi: 40
|
13.10.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kim ki din kardeşine sevgi dolu bir gözle bakarsa, Allah onun günahlarını bağışlar.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3754
|
13.10.2006
|
|
İktisat, izzet ve cömertliktir
BEŞİNCİ NÜKTE
Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi ve gedâya, yani fakire, padişah gibi, lezzet-i nimetini ihsas ettiriyor. Evet, bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetlidir.
Câ-yı hayrettir ki, bazı müsrif ve mübezzir insanlar, böyle iktisatçıları hısset ile itham ediyorlar. Hâşâ! İktisat, izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzîrin zâhirî merdâne keyfiyetlerinin içyüzüdür. Bu hakikati teyid eden, bu risalenin telifi senesinde Isparta'da hücremde cereyan eden bir vakıa var. Şöyle ki:
Kaideme ve düstur-u hayatıma muhalif bir surette, bir talebem iki buçuk okkaya yakın bir balı, bana hediye kabul ettirmeye ısrar etti. Ne kadar kaidemi ileri sürdüm, kanmadı. Bilmecburiye, yanımdaki üç kardeşime yedirmek ve Şâbân-ı Şerif ve Ramazan'da o baldan iktisatla otuz kırk gün üç adam yesin ve getiren de sevap kazansın ve kendileri de tatlısız kalmasın diyerek, "Alınız" dedim. Bir okka bal da benim vardı. O üç arkadaşım, gerçi müstakim ve iktisadı takdir edenlerdendi. Fakat, her ne ise, birbirine ikram etmek ve herbiri ötekinin nefsini okşamak ve kendi nefsine tercih etmek olan, bir cihette ulvî bir hasletle iktisadı unuttular. Üç gecede iki buçuk okka balı bitirdiler. Ben gülerek dedim: "Sizi otuz kırk gün o bal ile tatlandıracaktım. Siz otuz günü üçe indirdiniz. Afiyet olsun!" dedim. Fakat ben, kendi o bir okka balımı iktisatla sarf ettim. Bütün Şâban ve Ramazan'da hem ben yedim, hem, lillâhilhamd, o kardeşlerimin herbirisine iftar vaktinde birer kaşıkHAŞİYE verip, mühim sevaba medar oldu.
Benim halimi görenler, o vaziyetimi belki hısset telâkki etmişlerdir. Öteki kardeşlerimin üç gecelik vaziyetlerini bir civanmertlik telâkki edebilirler. Fakat, hakikat noktasında, o zâhirî hısset altında ulvî bir izzet ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevap gizlendiğini gördük. Ve o civanmertlik ve israf altında, eğer vazgeçilmeseydi, bir dilencilik ve gayrın eline tamahkârâne ve muntazırâne bakmak gibi, hıssetten çok aşağı bir hâleti netice verirdi.
Lem'alar, 19. Lem'a, s. 205
Haşiye: Yani, büyükçe bir çay kaşığı iledir.
Lügatçe:
hısset: Cimrilik.
mübezzir: İsraf eden, müsrif.
tebzîr: Boş yere malını harcamak, dağıtmak, israf.
|
Bediüzzaman Said NURSİ
13.10.2006
|
|
Bediüzzaman'ın Mardin hayatından portreler: ABDÜLGANİ BEY
Molla Said’in Mardin hayatında çok özel bir yeri olan, Ensari ailesinin önemli ve değerli simalarından biri de şüphesiz Abdülgani Beydir. Kaderin bir cilvesi olarak Bediüzzaman bu mübarek ailenin, değerli ferdi olan Abdülgani Beyle Ankara’da bir araya gelir. “İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edildiği yıllarda Bediüzzaman da oradadır ve işgal kuvvetlerine karşı cesur mücadelelerde bulunur. Bediüzzaman’ın bu kahraman mücadelesini yakından takip eden Ankara hükümeti, onu dâvet eder. Önceleri ‘Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade, burayı daha tehlikeli görüyorum’ diyerek bu dâvete yanaşmasa da, ısrarlı teklifler üzerine 1922 yılı Kurban Bayramından bir hafta kadar evvel trenle Ankara’ya gider. İstasyonda kalabalık bir halk topluluğu ve milletvekilleri tarafından karşılanır. Zamanın Siverek Milletvekili Yüzbaşı Abdülgani Ensari ile Bediüzzaman arasında o günlere ait şöyle bir lâtife cereyan eder:
“3 Temmuz 1922 Perşembe günü Kurban Bayramı arefesinde Bediüzzaman, Ensari’ye: ‘Ensari! Yarın Said’in başını kesecekler’ der.
“Ensari de bu cümledeki inceliği ve tevriyeyi anlayamaz ve ‘Nasıl olur efendim?’ diye telâş eder.
“Bediüzzaman bu lâtifeyi ona şu şe-kilde izah eder: ‘Said kelimesinden ‘sin’ harfi kaldırılsa, yani baş harfi olan ‘sin’ kesilirse, geriye ‘iyd’ kalır ki, o da bayram demektir. Yarın kurban bayramıdır.”1
“Abdülgani Bey (Ensari, 1885, Mardin), Şeyh İsmail Efendi’nin oğludur. 23 Mayıs 1906’da Harbiye Mektebi aşiret sınıfına girdi ve 1 Temmuz 1909’da süvari teğmen rütbesiyle orduya katıldı. 30 Kasım 1911’de üsteğmen oldu; Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu cephesinde gösterdiği başarılarıyla gümüş muharebe liyakat madalyası aldı. 1 Mart 1918’de yüzbaşı oldu. Siverek jandarma komutanı iken Milli Mücadele’ye katıldı, Siverek milletvekili olarak 18 Ağustos 1920’de Meclis’e girdi. 16 Mayıs 1921’de Şeyh Sunusi refakatinde görev yapmak üzere üç ay izinli sayıldı. (Şeyh Sunusi, İttihatçıların Trablusgarb Savaşı sırasında ilişki kurdukları, Birinci Dünya Savaşı sırasında cihad ve Teşkilat-ı Mahsusa çalışmaları kapsamında İstanbul’a gelen, mütarekede Bursa’ya, daha sonra Millî Mücadele döneminde Ankara’ya giderek, Doğu gezisine çıkan zâttır.) Abdülgani Efendi 6 Mart 1922’de Musul’da görevlendirildi. 2. dönemde Mardin milletvekili oldu, 30 Mart 1927’de emekliye ayrılarak Mardin’e döndü. 17 Eylül 1974’te öldü.”2
Abdülgani Bey, yörede Milli Mücadele karşıtı faaliyetlerin önlenmesinde etkili oldu. Bediüzzaman’ın Cumhuriyetin kuruluş döneminde yaşanan havayı yansıtan görüşlerini, Abdülgani Beyin aktardığı hatıralarından çok net bir şekilde öğrenebiliyoruz.
1970 yılında Mardin’e bir dâvâ takibi için gelen Nur’un avukatı Bekir Berk’le kalabalık bir cemaatin huzurunda Seyyid Ahmet Ensari’nin evinde görüşen Abdulgani Bey, Bediüzzaman’nın Mecliste M. Kemal’e namaz konusunda çok hiddetlendiğini, hatta daha ileri giderek iki parmağını gözlerine yönelttiğini, araya giren milletvekilleri sayesinde olayın yatıştırıldığını ve bu olaydan sonra kendisi ve diğer milletvekili arkadaşları ile beraber Bediüzzaman’a bir zarar gelme ihtimali karşısında endişe duyduklarını anlatır. Bu anekdotu hadiseyi bizzat dinleyen M. Derviş Nurdağ Beyden öğreniyoruz.
1973 yılında yine Abdülgani Beyi vefatından önce hasta haliyle ziyaret eden Abdülkadir Badıllı’nın tespit ettiği değerli hatıralara kulak verelim:
“Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’dan Ankara’ya ilk geldiği günlerde daha önceleri de birbirimizi tanıdığımız için, sık sık görüşüyorduk. Ankara’ya geldikten bir müddet sonra, mebusları namaza davet etti. Bir beyanname yazıp neşretmişti. Bu mevzuda Atatürk ile münakaşaları esnasında ben hazır idim. Atatürk’ün hiddetli bağırmasına karşı, Bediüzzaman daha çok şiddetli ve hiddetli bir şekilde bağırarak, ona karşı namazı ve İslâm şeairini müdafaa etti. Münakaşanın tam ortasında, yani ikisi karşılıklı sert konuşurlarken; Sultan Abdülhamid’in meşhur müezzini Hafız Hüseyin Efendi meclis mescidinde ‘Allahu Ekber Allahû Ekber’ diye Ezan-ı Muhammediye’ye başlar başlamaz, Bediüzzaman o şiddetli münakaşayı dakikasında bırakarak, namaz yerine koştu.”
Yine Abdülgani Ensari der ki:
“Bir gün Üstâd Hazretleri bana dedi ki: ‘Ey Ensari! Ben senin ceddin olan Ebâ Eyyûbe’l-Ensârî’nin yanından müsellah olarak gelmiştim.’
“Dedim: ‘Seyda o hangi silahtır?’
“Dedi: ‘O silah Kur’ân’dır.’”
Yine merhum Abdülgani Ensari hatıralarına devamla demişti ki:
“Paşalar, kumandanlar ve meb’uslar Atatürk’ün karşısında değil sertçe konuşmak, belki bazıları titrerlerken; Üstâd Hazretleri ise, bir çocuğu azarlar gibi onu azarlardı.”
Abdülgani Ensari başka bir hatırasını da şöyle anlatmıştı:
“M. Kemal Paşa, heykelini yaptırmaya ilk teşebbüs ettiği sıralarda, Üstad Hazretleri ona hitaben uzun bir mektup yazdı ve Paşa’nın yâverine verdi, M. Kemal Paşa’ya vermesini söyledi. O mektubu ben de görmüş ve çok korkmuştum. Hatırımda kalan birkaç cümlesi şöyle idi:
‘Nasıl ki mestûr olduğu zaman, sair insan ve mahlûkat görmezler. Amma eğer insan avret yerini açar, dolaşırsa; o zaman herkese maskara olur. Aynen öyle de, bu sanem ve heykel dahi, âlem-i İslâm’ın bin seneden beri bayraktarlığını yapmış bu milleti temsil etmediği gibi, gayet ahmak ve divane birisinin avret yerini açarak halka teşhir eder misüllü bir hamakat ve maskaralıktır. Bu millet için yapılacak heykel; yol, köprü, mektep vesâire gibi hizmetlerdir.’”
Merhum Abdülgani Ensari, bir başka hatırasını da şöyle anlatır:
“O sıralarda Şeyh Sunusi de Ankara’ya gelmişti. Ben onunla da dostluk kurmuştum. Bir akşam evime götürdüm. Dolayısıyla o akşam Üstad’ın sohbetinde bulunamadım. Sair zamanlarımda mutlaka Üstad’ın sohbetlerinde bulunurdum. Sabahleyin beni gördü, ‘Ensari!’ dedi, ‘Sizin Mardin tüccarları nereye ticaret yaparlar ve yüzde kaç kazanırlar?’
“Dedim: ‘Efendim, ekseriyâ Bağdat’a gider gelirler ve yüzde ancak on beş kadar kâr ederler...
“Dedi: ‘Peki yüzde yüz kârlı bir ticaret olan ve sana çok daha yakın dün akşamki ticareti niye yapmadın?’
“Dedim: ‘Seyda, dün akşam misafirim Şeyh Sunusi idi, onun için gelemedim.
“Dedi: ‘Neden onu da mahrum bıraktın?’”
Son olarak, yine Abdülgani Ensari Efendi, bir başka hatırasını da şöyle anlatmıştır:
“Üstad Hazretleri’nin Ankara’dan ayrılacağı yakın günlerde, bir gece rüyamda gördüm ki: ‘Peygamber Efendimiz (asm) sahabe ve yârânı ile birlikte, tam Meclis’in üstünden göğe doğru uçarak yükselip gittiler! Tâ, kayboluncaya kadar gittiler. Ben sabahleyin rüyamı Üstâd Hazretlerine hikâye ettim. Çok üzüldü, müteessir oldu. Epey düşündü, sonra bana dedi: ‘Ey Ensari! Bu rüya işaret ediyor ki; artık sizin meclisinizde iman nuru, maneviyat ve ruhaniyyat tesiri uçtu gitti…’”3
Dipnotlar:
1-Bilinmeyen Taraflarıyla B.S.N., s. 258
2-Mardin Aşiret-Cemaat-Devlet, Tarih Vakfı Yay, s.240
3-Bediüzzaman Said Nursî Mufassal Tarihçe-i Hayatı, s. 572-573
|
Mehmet Selim MARDİN
13.10.2006
|
|
SORULARLA RİSALE-İ NUR
Mezheblerin ortaya çıkma
sebebi ve hikmeti nedir?
Asırlara göre şeriatlar değişir; belki, bir asırda kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyâdan sonra, Şeriat-ı Kübrâsı her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat, teferruâtta bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç kalmıştır.
Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mîzaçlara göre ilâçlar tebeddül eder; öyle de, asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer’iyenin teferruât kısmı ahvâl-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur.
Enbiyâ-i sâlife zamanında tabakàt-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca ibtidâî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatlar, onların haline muvâfık bir tarzda, ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ, bir kıtada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş. Sonra, âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar, güyâ iptidâî derecesinden idâdiye derecesine terakkî ettiğinden, çok inkılâbât ve ihtilâtât ile, akvâm-ı beşeriye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir. Fakat, tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimâiyede gitmediğinden, mezhebler taaddüd etmiştir. Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimâiyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhebler tevhid edilebilir. Fakat, bu hal-i âlem, o hale müsaade etmediği gibi, mezâhib de bir olmaz.
Eğer desen: “Hak bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?”
Elcevap: Bir su, beş muhtelif mîzaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır, şöyle ki: Birisine, hastalığının mîzâcına göre, su, ilâçtır; tıbben vâcibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne menfaattir, âfiyetle içsin; tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki, “Su yalnız ilâçtır, yalnız vâcibdir, başka hükmü yoktur”?
İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye, mezheblere, hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre değişir; hem, hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle İmâm-ı Şâfiîye ittibâ eden, ekseriyet itibâriyle Hanefîlere nispeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup, cemaati bir tek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimâiye de nâkıs olduğundan, her biri bizzat dergâh-ı Kàdiü’l-Hâcâtta kendi derdini söylemek ve hususi matlûbunu istemek için, imam arkasında Fâtihayı birer birer okuyorlar. Hem, ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmâm-ı âzama ittibâ edenler ekseriyet-i mutlaka itibâriyle, İslâmî hükümetlerin ekserîsi o mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimâiyeye müstaid olduğundan, bir cemaat bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum nâmına söyler; umum, kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip-onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.
Hem meselâ, mâdem şeriat tabiatın tecavüzâtına sed çekmekle onu tâdil edip nefs-i emmâreyi terbiye eder; elbette, ekser etbâı köylü ve nimbedevî ve amelelikle meşgul olan Şâfiî mezhebine göre, “Kadına temas ile abdest bozulur, az bir necâset zarar verir.” Ekseriyet itibâriyle hayat-ı içtimâiyeye giren, nimmedenî şeklini alan insanlar ittibâ ettikleri mezheb-i Hanefîye göre, “Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necâsete fetvâ var.”
(Devamı için bknz: Sözler, s. 448)
|
13.10.2006
|
|
Takvim
Başladık sanki daha dün
Sen takva zırhına bürün
Günler geçiyor ne çabuk
Sanki rüya şu yirmi gün
|
Celâl YALÇIN
13.10.2006
|
|
Çocuğun Ramazanı
Çocuklarımızı oruç ibadetine alıştırmanın tam zamanı.
Biliyorsunuz çocukların oruç tutması farz değil. Bahsimiz onlara oruç ibadetini kavratabilmek ve sevdirmek. Hiç şüphe yok, bu konuda farklı yaş gruplarındaki çocuklar için değişik izahlar ve uygulamalar gereklidir.
Normal bir aile ortamında anne-babaların çocuklarını ibadetlere özendirici tutum ve davranışları kolayca bulabileceklerini varsayarak, birkaç noktayı hatırlatmakla yetinelim.
Müjdeleyin, korkutmayın!
Çocuklara yanlış veya istenmeyen şeyler yaptıklarında, çoğunlukla yaptıklarının günah olduğu ve Allah tarafından cezalandırılacakları söylenir. Oysa ki, günahla korkuturken çok dikkatli ve titiz olmak gerekir. Sık sık bu yola baş vurulduğunda, çocuğun zihninde insana hayatı zehir eden bir din imajı canlanır. Unutmayın çocuk, Allah katında davranışlarından sorumlu değildir ki!
Geleceğin büyüğü…
Yaşı ve bünyesi uygun bir çocuk oruç tutmak istediğinde, ibadetinin geçerli olmayacağı, boşu boşuna aç kalmaması söylenirse çocuğun şevki kırılır. Allah’ın, onu muhatap kabul etmediğini, hiçe saydığını düşünebilir.
Büyükler, oruç tutan çocuklarla onur duymalı, onları her fırsatta ödüllendirmelidir. Oruç ibadetinin özünü kavrayan çocuklar, bayramın manevî hazzını daha çok tadarlar.
Tam gün tuttuğunuz orucu yüklüce bir harçlıkla satın alan ya da “Sen alışmak için öğlene kadar çocuk orucu tutabilirsin” diyen büyükannelerinizi hatırlayın…
Çocuk “Niçin oruç tutmalıyım?” diye sorduğunda…
Ona oruç ibadetinin kazandırdığı irade, sabır, akılda tutma, nefs hâkimiyeti, öz denetim, paylaşma, sahip olunanların değerini anlama, şükretme gibi önemli özellikleri izah etmeye çalışın. Bunun yanında dinin sadece bir kültür ve bilgi değil, aynı zamanda yaşama biçimi olduğunu hayatınızla gösterin.
Çocuklarımıza Ramazan ayında, pek çok yönden diğer zamanlardan daha iyimser ve şefkatli bir ortam sunmak için çabalamalıyız. Bu rahmet ayında, asla açlık başımıza vurmuşçasına asabî, telâşlı, hoşgörüsüz davranmamamız gerekir. Aksi durumda ibadetlerin insan üzerinde uyandırdığı ulvî hisleri, güzel duygu ve düşünceleri onlara kabul ettirmekte zorlanırız.
İftar dâvetleri
Çocuklara sevdikleri yemekleri hazırlayın ve paylaşmayı öğretin.
Dost ve akrabalarla paylaşılan bir iftar sofrası bayram havası estirecektir.
Hangi yaşta oruç?
Okul öncesi yaşlardaki çocuklara oruç tutturmak uygun değildir. Sahura kaldırılabilir, 2-3 saatlik veya yarım günlük denemeler yaptırılarak tam gün tutmuşçasına sevindirilebilir. 7-10 yaşlarındaki çocukların sağlık durumları müsaitse, hiç olmazsa hafta sonları veya bir-kaç gün oruç tutturulabilir. 10-13 yaşlarında ise, oruç ibadeti daha ciddî takip edilmelidir. Çünkü bu yaşlar ergenliğin yani ibadet sorumluluğunun başlangıcıdır.
Namazı ve camiyi sevdirin…
Çocuğun oruç ile birlikte namaza alıştırılması da, üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır. Beş vakit namaz kılmasalar da, çocukların babayla birlikte teravih namazına gitmesi teşvik edilebilir. Çocuklara cami sevdirilmeli, yer darlığı veya gürültü sebebiyle asla dışarı çıkmaya zorlanmamalıdır. Çocukların cemaati rahatsız eden davranışları olabilir. Yetişkinler yine sabırlı, hoşgörülü davranmalı, çocukları şefkatle aralarına alarak grup psikolojisi içinde şımarmalarına engel olmaya çalışmalıdır.
(Bizim Aile, Ekim-2006 sayısından alınmıştır)
|
Yeşim ALKIN
13.10.2006
|
|
Gençlik ve moda
Moda, giyimde, saç tipinde, yiyecek ve içeceklerde, ev eşyalarında, takılarda, dekorasyonda ve hayat tarzına etki eden her şeyde meydana gelen sık sık değişikliklere denilir.
Moda, dört mevsime göre değişebilmektedir. Gençliğimizi birçok bakımdan sıkıntıya atan hususlardan birisi, “moda”dır.
Gençlerin modayı takip etmesi, zevklerine ve gelir seviyelerine göre değişiyor. Senede bir değişiklik yapan olduğu gibi, bir toplantı veya düğünde giydiği elbiseyi bir daha giymeyenlere de rastlanıyor.
Güzellikler ve hikmet dini olan İslâm’da bu mânâda bir “moda” anlayışı yoktur. Ama değişim ve yenilik vardır. Acaba, dinimiz İslâm, dünyevî ve nefsî isteklerden kaynaklanan modaya niçin karşıdır?
Çünkü modanın temel esprisi olan sürekli ve sık değişim, israfa sebep olmaktadır. İsraf ise dinimizde yasaktır. Rabbimiz, “Yiyiniz içiniz, israf etmeyiniz. Muhakkak ki Allah, israf edenleri sevmez”1 buyurmaktadır.
Moda, gerçek ve zarurî bir ihtiyaçtan değil, his ve hevâdan, zevk ve sefâdan kaynaklanmaktadır.
Modanın kaynağı dünyevîliği esas alan Batıdır. Bunların ise dinî bir kaygısı yoktur. Bu yüzden “moda” olarak ortaya çıkan bir şey, bizim temel dinî prensiplerimizle çatışabilmektedir.
Meselâ, tesettüre uygun olmayan elbiseleri hiçbir şekilde giymek caiz değildir. Çünkü, farklı ölçülerde de olsa belirli yerlerini örtmek erkek ve kadın için farzdır.
Modanın özünde başka milletlere benzemek esastır. Mü’minlerin ise, başka milletlere benzemeleri Peygamberimizin (asm) “Kim bir kavme benzerse o onlardandır”2 hadisiyle yasaklanmaktadır.
Bu hadisten de anlaşıldığı gibi mü’min bir genç, başka bir milletin giyimini, saç tipini, eğlence şeklini, hayat tarzını taklit edemez.
Bu hususta Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri çok ibretlidir:
“Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.”3
Moda hususunda şu hadislerden de alacağımız önemli dersler vardır:
“Allah kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına lânet etsin.”4
“Allah erkeklere benzemeye çalışan kadınlara ve kadınlara benzemeye çalışan erkeklere lânet etsin.”5
Dipnotlar:
1- A’raf Sûresi: 3
2- Ebû Dâvud, Libas: 5.
3- Lem’alar, s. 172.
4- Ebû Davut, Libas: 28.
5- Buhari, Libas: 61.
|
Necmi ÜNLÜ
13.10.2006
|
|
Oruç eller
Yüreğin ışığı vurdu yüzlere, yüzler yürekle yüzleşir oldu… Ay yarılandı, yarı melekleşti oruç insanlar… Ağızlar hakikat için açıldı, gözler güzelliği aradı, Kelâm-ı Ezelî’yi dinledi kulaklar, duygular nuraniyetle doldu, akıl hikmete doydu…
Şeytan bağlandı, nefis ağlıyor… Günah tiksinti veriyor tâ uzaktan… İnsî ve cinnî şerirler bir şey yapamamanın sıkıntısıyla debeleniyor…
Gıybet, sen ne kokuşmuş şeymişsin… Zan, sen ne büyük zulümmüşsün… Düşmanlık, sen düşmanımmışsın… İnat, sen ne inatmışsın… Yalan, bizim mahallede zaten yoktun… Nifak, ne nefret edilesi şey… Fitne, uyu uyuduğun yerde hiç uyanma…
Gel ey sevgili sevgi, sarılalım… Koş şefkat, kucaklaşalım... Hikmet, hep yâr ol bize… Siz ki kâinatın köküsünüz… Dünya sizsiz dönmez… Sizi tutuyoruz Kur’ân ayında… Kur’ân’ı ve kâinatı dinliyor kalp… On bir ayın hasretini dindiriyor lâtif lâtifeler…
Ay yarılandı, kalana kısmet… Kadir’in kapısından geçebilsek, gecelerimiz gündüze dönecek… Günlerin güdük gündemlerinden kurtulabilsek daha bir kuvvetli tutacağız ışık geceyi… Bir’e binler mahsulât toplayacağız… Cennet çiçekleri dolacak kucaklarımıza, eteklerimizdeki taşları şeytanlara atabilsek…
Nur gece, nar geceleri temizler. Nar zayıftır Nurun karşısında… Gelen günler Nur geceyi yaklaştırıyor… Çabuklaştıralım hazırlığı… İyi hasletlerle bezenmiş karşılayalım onu… Arınmış kalbimiz Nura kansın. Kanımız Nur diye aksın, yüzümüze yansısın nurâniyet… Yüzümüze bakanlar yüreğimizi görsün, oruç insanlar çoğalsın.
Kıtaların üstünü hayâ mahyalarıyla süsleyelim… Bu ay geldiğinde oruç diye dönsün dünya… Yüreğimiz bunun için yanıyorsa yarınlar yakındır. Yanmadıkça Nur parlamaz… Oruç ellerle tutuşalım bugün bunun için.
|
Hüseyin EREN
13.10.2006
|
|
Takvim
Yirmisinde gönüller hoş,
Kadir gecesi geliyor koş.
Bu geceyi beklemeyen,
Ya divanedir, ya da serhoş.
|
Ferhat ÖĞMEN
13.10.2006
|
|
NURUN DİLİNDE RİSÂLE-İ NUR
On Yedinci Söz
“On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki iki levha-i hakikate bak, sen de gör.
“Birinci levha: Ehl-i dalâlet gibi, fakat sarhoş olmadan, gaflet perdesiyle eskiden gördüğüm ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder.
“İkinci levha: Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder. Eskiden ne tarzda yazılmış, o tarzda bıraktım. Şiire benzer, fakat şiir değillerdir.” (Sözler, s. 299)
On Dokuzuncu Söz ve On Dokuzuncu Mektub
“On Dokuzuncu Söz ve On Dokuzuncu Mektub Risâle-i Nur’un büyük nurlarıdır” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 106)
İlk yirmi Söz
“Elhâsıl, Kur’ân’ın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i kemâlâtın anahtarı ve birer define-i ilmin miftahıdır. Eğer istersen Kur’ân’ın semâvâtına ve âyâtının nücumlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi adet Sözleri, yirmi basamaklıHAŞİYE bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki, Kur’ân ne kadar parlak bir güneştir; hakaik-ı İlâhiyeye ve hakaik-ı mümkinat üstüne nasıl sâfi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor, bak.” (Sözler, s. 240)
Bakmak için görmek, gör(ebil)mek için de tüm benliğimizle okumamız lâzım.
Haşiye: Belki otuz üç adet Sözleri, otuz üç adet Mektupları, otuz bir Lem’aları, on üç Şuâları, yüz yirmi basamaklı bir merdivendir.
Risâle-i Nur Külliyatı, insanı Kur’ân semasına çıkaran, âyetlerin anlamlarına ulaştıran bir merdivendir.
|
Hazırlayan: Fatma ÖZER
13.10.2006
|
|
SORULARLA ORUÇ
Orucu bozmayan davranışlar nelerdir?
1. Unutarak yemek, içmek veya cinsî münasebette bulunmakla oruç bozulmaz. Ancak hatırlandığında derhal bırakmalıdır. Aksi takdirde oruç bozulur. Hatırlanmadığı takdirde bunların oruçluya Allah’ın bir ikramı olduğu, bizzat Resûlullah Efendimiz (asm) tarafından beyan edilmiştir. Binaenaleyh bir kimse oruçlu olduğunu unutarak ve hatırlamayarak karnını tamamen doyursa orucu bozulmaz.
2. Diş etlerinden çıkan kan yutulmadan tükürülürse oruç bozulmaz. Yutulursa bozulur.
3. Mîdeden gelen suyu geri yutmak orucu bozmaz.
4. Yenilmeyen ve kendisinden faydalanılmayan şeylerin, farkına varılmadan nefesle boğaza kaçması halinde oruç bozulmaz. Meselâ havadaki duman, toz ve uçan bir sineğin boğaza kaçması gibi örfte yenilmeyen ve yiyecek olarak kabul edilmeyen şeyler bilinç dışı boğazdan aşağıya alınmış olsa, oruç bozulmaz. Fakat bu tür şeylerin bilerek yutulması orucu bozar.
5. Diş arasında kalan ve nohut tanesinden küçük bir yemek artığını yutmak orucu bozmaz.
6. Ağız dolusu olmayan bir kusuntunun kendiliğinden gelip sonra içeriye dönmesi ile oruç bozulmaz.
7. Kasıt olmaksızın; kendiliğinden, yani bir rahatsızlık sebebiyle kusmak orucu bozmaz. 8. İhtilâm olmakla veya isteği dışında yalnızca meni ya da akıntı gelmekle oruç bozulmaz.
9. Yıkanmakla veya suya girilmekle, su yutulmadıkça oruç bozulmaz.
10. Kan aldırmakla oruç bozulmaz. Ancak halsiz düşeceğinden korkan ve orucunun sıhhatine zarar vereceğinden endişe edenler kan aldırmamalı veya kan aldırmak için iftardan sonrayı tercih etmelidirler.
11. Abdest aldıktan sonra ağızda kalan yaşlık orucu bozmaz.
|
Süleyman KÖSMENE
13.10.2006
|
|
YAKARIŞ
Allah’ım!
Kararlarımızda isabet, fikirlerimizde istikrar, inancımızda istikamet, hizmetimizde ihlâs, ehl-i iman arasında uhuvvet ihsan eyle! Doğru kararlar almakta ve aldığımız doğru kararlara uymakta bizden inayetini esirgeme! Bizi şerre değil, hayra yönlendir! Bizi bâtıla değil, hakka yönlendir! Bizi dalâlete değil, doğruya yönlendir! İnsanları iman, İslâm, hayır, hak ve doğruluk sathında kardeş kıl! Kardeş kıldığın kullarının kalplerini, nazarlarını ve gayelerini Sana hizmette birleştir! Âmin.
|
Süleyman KÖSMENE
13.10.2006
|
|
‘Acıktım anne’
Okuldan gelmişti.
Epey de yol yürümüş olmasından kaynaklanan yorgunluk her halinden belli oluyordu.
Sırt çantasını antreye attığı gibi okul formasıyla koltuğa atıverdi kendini.
Eline aldığı kumandayla kanalları ararken, bir yemek programına takılıp kaldı.
‘Seyredecek başka kanal bulamadın mı oğlum?’ dedim.
İçime işleyen bir ses tonuyla;
‘Çok acıktım anne’ dedi.
Mümkün olsa, onun yerine de oruç tutmaya razı olacaktım. Analık şefkatinin olanca şiddetiyle saçını okşadım.
‘Akşama iki-üç saat bir şey kaldı yavrum, az daha sabret’ derken, üzerine bir pike örtüp, uyumasını tavsiye ettim.
‘Namazımı kılmadım’ dedi.
Onu kendi haline bırakıp, mutfağa geçtim.
Uzun yıllardan beri, bütün aile ilk kez bir Ramazanı bir arada geçirmekteydik.
Bunun verdiği bir keyfle sofralarıma daha bir özen gösteriyorum.
Desteği olmayanların desteği olan yüce Rabbim!
Bahşettiğin bu zevki ve lezzeti bize çok görme Allah’ım.
‘Acıktım anne’ cümlesinde içi titreyen bir ananın şefkatiyle kıyaslanmayacak engin şefkatinin ve merhametinin hatırına bizi de şefkatinin ve merhametinin gölgesine al.
İmana acız Allah’ım…
Kulluğa muhtacız.
İbadete susuz, takvaya yabancıyız ey Âlemlerin Sahibi ve Padişahı!
Sünnet yolunda zikzaklar çizmekte, yardım ve kardeşlikte ihmalkârlık sergilemekteyiz.
İman ve Kur’ân hizmetine talibiz ama, hakkını verememenin sıkıntısı içerisindeyiz.
O kadar eksiğimiz, bir o kadar da doğru bildiğimiz yanlışımız var ki Allah’ım!
Bir çocuk kadar çaresiziz.
Yağmura hasret toprak neyse, biz de oyuz.
Senin şefkat ve merhametini dileniyoruz.
O çok sevdiğin Habibinin hatırına bizi doğru yolu bulanlardan eyle.
Üşüyen ruh bedenimizi, iman, ihlâs örtüsüyle ört.
Acıkan gönüllerimizi kemale erdir.
Susayan yürek yangınlarımıza Kur’ânî yağmurlar yağdır.
|
Hülya YAKUT
13.10.2006
|
|
|
|