|
|
Murat ÇETİN |
Ünlü sanatçılar |
|
Ne çok seviyoruz “sanatçı” sıfatını. Önümüze gelenin ismine yapıştırıyoruz: Türk sanat müziği sanatçısı, Türk pop müziği sanatçısı, tiyatro sanatçısı, sinema sanatçısı…
Sanatçı, bizim kelime haznemizde sanattan ayrılmış bir kere. Kullandığımız yerlere bakarsak, bir sanatçı ya şarkı söyler, ya oyunculuk yapar. Ha bir de hava atanlar vardır, ama onlara sanatçının İngilizcesini söylemeyi tercih ederiz: artist!
Siz istediğiniz kadar sanat bu değil, bunlar icracı, ortaya bir sanat eseri koymuyorlar deyin sonuç değişmez. Belki ağız alışkanlığı, belki “galat-ı meşhur”, belki her kelimenin uğradığı ucuzlama akıbeti…
Oysa ben hiçbir yönetmenin, hiçbir şairin, hiçbir roman yazarının, hiçbir ressamın isminin önüne “sanatçı” sıfatının getirildiğine şahit olmadım. Hiçbir zaman “Ünlü sanatçı Yahya Kemal”, “Ünlü sanatçı Şefik Bursalı”, “Ünlü sanatçı Tarık Buğra” dendiğini duymadım. Onları yaptıkları sanatın ismiyle anmayı tercih ediyoruz. Şairse şair diyoruz, ressamsa ressam. Hatta hiçbirini söylemeye gerek duymuyoruz. Ünlü şair Fuzuli demiyoruz mesela. Fuzuli zaten şiiriyle “ünlüyor”. Halbuki bir şarkıcıya şarkıcı demeyi hakaret sayıyoruz, bir aktöre aktör demeyi ayıp saydığımız gibi. Dilimizden gayri ihtiyari “sanatçı” kelimesi çıkıveriyor.
Sanatı topluma yaymaktansa, sanatçı tabirini yaygınlaştırmayı tercih etmişiz gibi görünüyor.
Her kelime gibi anlamını yitiriyor. Ve anlamını yitiren her kelime gibi başkalaşıyor. Kelime anlamını kaybedince, anlamın bizzat kendisi de yok oluyor. Sanat kelimesinin ucuzlaması, gerçek anlamıyla sanatın da yitip gitmesini netice veriyor.
“Sanatçılar” artıyor, ama sanat uzaklaştıkça uzaklaşıyor hayatımızdan. Şiir gidiyor, yerine “şarkı sözü” geliyor. Biz, hüzünlü bir müzik eşliğinde söylenen her şeye ağlayabilen insanlar haline geliveriyoruz. Ağlarken belki bir yerlerde açılmamış kitaplardaki sanatı tarihe gömüyoruz, “artist”liğimizle kalakalıyoruz…
12.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
İrtica servisi |
|
Hürriyet gazetesinin önceki günkü manşetini gördüğümde “Yine irtica servisi” yapılmış dedim.
Kocaman manşet:
“Cüppesiz Ahmet Hoca!”
Kocaman fotoğraf:
Jet-ski’ye binmiş iki kişi. Önde jet/ski kul-lanan kişinin yüzü flû, arkadaki ise Cüppeli Ahmet Hoca!
Gazetenin başmuharriri muhtemel gelecek tepkilerin önünü kesebilmek için hemen köşesinden cevap yetiştirmiş:
“Dini hassasiyeti bulunan medyadaki arkadaşlarımı şimdiden uyarıyorum. Sakın bu fotoğraflara bakıp, ‘Yine 28 Şubat hortlatılıyor’ demeye kalkmayın. Çok zor durumda kalırsınız. Sadece zor değil, çok komik durumda kalırsınız.”
“Sakın o malum komplo teorilerinden medet ummayın. İyi saatte olsunlar edebiyatı yapıp bu fotoğrafları bize ‘derin devletin’ servis yaptığını söylemeyin. Hatta ima etmeye dahi kalkmayın. Fena halde faka basarsınız.”
“Bu fotoğrafları bize kim verdi biliyor musunuz? ‘Dini bütün’ Müslümanlar” diyor.
Safız ya... İnandık!!!
Mühim olan o fotoğrafların kimin verdiği değil. “Zamanlaması.”
Suçu sabit olmamış birini manşetlerden duyurarak, kamuoyunda adeta “suç”lu muamelesi yapmak hangi gazetecilik ahlâkıyla bağdaşıyor?
Öyle, “ahlâkî” mesajlar vererek, “hokkabaz teşhiri” yaptığınıza zaten kimse inanmıyor!
Bu bal gibi “servis haber.”
Eğer “birileri servis” yapmadıysa, neden Uğur Dündar’ın Arenası’nda (CNN Türk, Kanal D) o görüntüler teşhir ediliyor?
Hatta, bir sonraki gazetelerde yine çarşaf çarşaf o fotoğraflar yer alıyor?
Medyaya servis yapılmasaydı, o fotoğraflar yayınlanır mı, televizyonda o görüntüler ekrana gelir mi?
Bal gibi yeni “28 Şubat”lar üretiliyor. Medya yine “irtica” teraneleriyle “birileri”ni vazifeye çağırıyor.
Yuh size!
Tarihten hâlâ mı ders almadınız?
BUDANAN “KIRCA”
Haberi “Haber 7”de okudum: Ali Kırca medyadan budanıyor... deniyor.
Malum “gizli görüntülerin açığa çıkmasından” sonra atv’deki işinden yavaş yavaş el çektiriliyormuş.
Siyaset Meydanı da artık arşiv...
Malum, Siyaset Meydanı 12. yılını doldurdu. Kırca’ya ekran ambargosu yok belki, ama “kısmî ekran yasağı” da uygulanıyor.
Haber 7’ye göre: Siyaset Meydanı program ekibi sesiz sedasız dağıtıldı; yönetmenin işine son verildi.
Kırca’nın bu saatten sonra haber sunması zaten düşünülemezdi. Hem inandırıcılığı açısından, hem de habercilik açısından.
Yerinde bir karar.
28 ŞUBAT SİLAHŞÖRLERİ
Düşünüyorum da. Şu son “irtica” haberleri 28 Şubat dönemini hatırlatıyor.
28 Şubat “anchorman”ları hepsi bir yerlere savruldu.
Fatih Altaylı:
Hürriyet gazetesi köşesine veda etti. Şimdi Sabah’ta... Kanal 1’in en tepe yönetiminde.
Uğur Dündar:
Star’a üflendi. Sonra, kürkçü dükkânına Hürriyet’e ve Kanal D’ye geri döndü. Hızlı “irtica” haberlerini bıraktı, “gıda” sektörüne el attı. Öyle görünüyor ki, yine “irtica” haberlerine dönüş yapacak...
Reha Muhtar:
Hızlı “anchorman” Muhtar, artık haber programı yerine, “şov” yapıyor. Milleti eğlendiriyor. Magazin gündeminden inmiyor. Kendi adını taşıyan programla “kült” olmayı amaçlıyor.
Ali Kırca:
Malum... İğrenç görüntülerle bir müddet kamuoyunu meşgul etti. Zaten haberciliği de “soft”laştırdı. Bir müddet Reha Muhtar haberciliği yaptı. Tutmadı. Balonu söndü.
Görülüyor ki, 28 Şubat’tan en kârlı çıkan Fatih Altaylı oldu!
12.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
İrtica çıplak |
|
Şu bizim irtica konusunda bence başlıca sorun, bu memleketin ilerici ve gericilerinin konumundan kaynaklanmaktadır. Bir tarafta “gerici ilericiler,” öbür yanda “ilerici gericiler.”
Bütün karmaşa işte buradan çıkmaktadır. Yoksa tek başına “İrtica nedir?” sorusunun cevabı bizce yeterli değildir. Kaldı ki, irticanın yani gerici teriminin bile tanımını yapmak öyle kolay bir iş değildir.
Sayın Mustafa Başoğlu’nun bilgi edinme amaçlı olarak, devletin belli başlı kurum ve kuruluşlarına gönderdiği “İrtica nedir, ne değildir?” sorusuyla yüklü dilekçesine her türden ve her telden cevap gelmiş. ama irticanın ne olduğu yine anlaşılamamıştır.
Başoğlu’nun dilekçesine MGK tarafından verilen cevapta “İrtica kavramı, soyut ve genel sayıldığından konu hakkında herhangi bir cevap verilememiştir” yazıyor.
Adalet Bakanlığının cevabî yazısında “Ayrı ve özel bir çalışmayı gerektirdiğinden; İçişleri Bakanlığının “Kanunlarda irtica suçu mevcut olmadığından;” Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının ”Bilgisayarımızdaki kayıtların tetkikinde belirtilen tarzda bir soruşturma hazırlık dosya kaydına rastlanmadığından” gerekçelerinden dolayı net bir tanım, elle tutulur bir tarif getirememişlerdir.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Ortadoğu Teknik Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi gibi kurumlar ve kuruluşlar ise cevap vermeye bile gerek görmemişlerdir.
Sadece bizim gariban Diyanet İşleri başkanlığı “Arapça kökenli bir kelime olup geriye dönmek anlamında ‘rücu’ mastarından türemiş, Türkçe eşanlamlı olarak gericilik tabiriyle, vs.vs” şeklinde lügavi ve nötr bilgiler vermiştir.
Netice ortada bir şey yok. Soyut, yoruma açık, genel bir kavram. Ve kimse somut olarak bir şey söyleyemiyor. Yani irticanın adı var kendi yok. Sanal bir yaratık gibi. Herkes kendine göre bir anlam yüklemiş, ama dört başı mamur bir tanım ve tarif istendiğinde herkes topu bir başkasına atıyor ve sıyrılmaya çalışıyor. Düşünün ki suçsa, hukukta suçun bile açık ve net tanımı yapılmış olmalıdır. O da yok. Hayalet taşlıyoruz sanki.
Hani bir öğretmen sınıftan şaşkınlıkla çıkmış ve öğretmenler odasına daldığı gibi şöyle demiş.
-Yahu arkadaşlar bu nasıl iş? Sınıfta öğrencilere “Süleymaniye’yi kim yaptı?” diye sordum hepsi birden “Valla hocam biz yapmadık. Yemin ederiz ki, biz yapmadık. Suçumuz yok” diye cevap vermesinler mi? Odadaki tüm öğretmenler, mânâlı mânâlı başlarını sallayarak hep bir ağızdan
-Ya hocam bu çocuklar çok yaramaz ve yalancıdırlar. Hem yaparlar, hem de biz yapmadık diye inkâr ederler, deyince öğretmen daha çok şaşırmış. O şaşkınlıkla durumu okul müdürüne söyleyince okul müdürü “Derhal bunu millî eğitim müdürlüğüne bir yazıyla bildirelim ve soralım” diye resmî yazıyla üst makama iletmiş. İl millî eğitim müdürlüğü bu bizi aşar diye “Süleymaniye’yi kim yaptı” şeklindeki yazıyı ilişikte sunarak bakanlığa göndermiş. Üç ay sonra bakanlıktan gelen yazıda şöyle diyormuş. “Süleymaniye’nin yapımı için bu yıl ödenek yok. Gelecek yılki bütçeye ekleneceği hususunda bilgilerinizi...”
Bizim irticanın tarifi de böyle yapılmış sayın Mustafa Başoğlu’na. Soyut ve genel bir kavram olduğundan, dosyalarda bulunmadığından şimdilik bekleniyor. Pek yakında yakalanırsa veya izine rastlanırsa bilgilerinize sunulacağından... Kestane kebap, acele cevap.
En iyisi, bu kadar tanımsızlıktan sonra “İrtica çıplak” demek galiba...
12.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Askerî vesayetten kurtulma vakti |
|
Komutanlar, her vesile ile siyasî tartışma doğuracak demeçler veriyorlar. İçeriğe baktığınızda, hedef gösterilen şahıslar, kurumlar ve devlet organları yıpratılmaya çalışılıyor. Savunma zorunda bırakılıyorlar. Açıklama ihtiyacı hissediyorlar.
Medya da, mal bulmuş mağribi gibi gündemden nemalanmaya çalışıyor. Lehte aleyhte demeçlerin ağırlığına göre manşetler belirleniyor.
Peki, bu tarz bir polemik ve çatışma kültürü doğru mu?
İsterseniz soruyu farklı sorayım: Askerin kendine göre gündemi etkilemeye ve genel ahengi zorlamaya hakkı var mı?
Kamuoyunu tartışmaların odağına çekip, kendini yaralamaya ve muhalif dediklerini de hırpalamaya gerek var mı?
Bu tarz bir yaklaşım ve strateji neyi çözer?
Bulanık suda, acaba kimler balık avlayacak?
AB sürecine karşı, askerin frene basan görüntüsü neyi amaçlamaktadır? Dünya konjonktürü askerî vesayete uygun değil ki, böylesi bir tırmanış yeğleniyor.
Ayrıca, ekonominin yörüngesine oturtulmaya çalışıldığı, demokratik teamülleri geliştirme yolunda ağır aksak da olsa adımların atıldığı bir dönemde, istikrarı bozucu demeçler ve tartışmalar, müzakere sürecini olumsuz etkilemez mi?
Sivil kanadın bu noktadaki demokratik şuur zaafiyeti ve ikircil tavrı, gündemin içinde polemikleri çoğaltıyor ve tartışmanın seyrine göre sanki birileri yeni laboratuar alışmalarına veri topluyor.
Daha kararlı sivil siyasete ve tavırlı demokratik aydın duruşuna geçilmeden, siyaset dışı bu görüntüleri düzeltemeyiz. Daha ciddi ve köşeli bir tespit ve tartışma sürecine girilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Siyasî irade, gerek yasaları ve gerekse uygulamaları hızlandıracak kararlılığı ortaya koymalıdır. Aksine gevşek ve savsaklayan veya geçiştiren mukabil cevaplar, kamuoyu nezdinde siyasetin omurgasız olduğu imajını veriyor.
Herkes konuşacaksa, tarafların eşit şartlarda görüş beyanı olmalı. Rütbesini, ünvanını veya nüfuzunu kullanarak öteki dediğini hedef seçen her konuşma, bir sorumluluk tahtında muaheze edilemeyecekse, sessiz kitle açıklama ve karşı görüş hakkını eşitçe kullanamayacaksa, buna demokrasi değil de “memokrasi” demek lâzım.
Türkiye’ye ve insanına bu tablo yakışmıyor. Sabah erken kalkanın darbe yaptığı veya darbe gibi fırça attığı Afrika ülkesi değiliz.
Parlamento ve hükümet, daha caydırıcı tedbirler almalıdır. Meselâ kuvvet komutanlarının siyasî söylemlerinden dolayı haklarında soruşturma açılamaz mı? Emniyet istihbarat başkanı konuşmasından dolayı görevden alınırken, aynı girişim başkasına neden şamil olmasın? İsrail’de kuvvet komutanı hükümeti eleştirince, istifa ettirildi, görevden azledildi. Bizim buradan çıkaracağımız bir ders yok mu?
Dinî konular hakkında ehliyetsiz konuşan aydınların ve yetkililerin, inanca hakarete varan söylemleri karşısında, kitlelerin hissiyatına tercüman olacak sivil toplumu güçlendirecek yeni tedbirler alınamaz mı?
Sivil itaatsizliğin ve görüşünü rahatça ifade etme hakkının dokunulmaz zırhını vatandaşa sunacak bir iradeyi siyaset bu günden tezi yok, ortaya koyamazsa, bunun ceremesini herkes çekmeyecek mi?
Şahsım adına bıktım; aynı yaveleri ve pişirilmiş, şişirilmiş, üfürülmüş, kundaklayan ve tarihi çarpıtan sözüm ona resmî söylemlerin bunaltıcı ve karartıcı açıklamaları dinlemekten.
Kırılmalar, cesaretle topluma moral verecek bir çerçevenin yasal zemininde sivil inisiyatife ve demokratik açılımlara kapı açmalıdır. Her aklın düşünce aralığını aydınlatacak hürriyet abidesini inşa etmeliyiz.
Bilimin sorgulayan cesaretli çıkışını, siyasetin dirayetli bakışını ve tatbikatını bekliyoruz.
12.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Anne ve babanın hukukunu gözetmek-1 |
|
Yalova’dan bayan okuyucumuz: “Anne ve baba hukukunu gözetmenin önemi, faziletleri ve hikmetleri nedir?”
Anne ve babaya iyilik etmek ve onların hukukunu gözetmek, Kur’ân’ın bizzat ilgilendiği bir konudur. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Rabb’in, yalnız Kendisine ibâdet etmenizi ve ana babaya iyilik etmenizi emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf!’ bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevâzu kanadını ger ve de ki: ‘Ey Rabb’im! Nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.’ Sizin içinizde olanı Rabb’iniz hakkıyla bilir. Eğer siz salih kimseler olursanız, muhakkak ki O, Kendisine yönelenler için çok bağışlayıcıdır. Akrabâya, yoksula ve yolda kalmışlara hakkını ver. Malını israf ederek saçıp savurma.”1
Peygamber Efendimiz (asm) bir hadislerinde: “Anne ve babası yanında ihtiyarladığı halde onları râzı etmek sûretiyle Cennete giremeyen kimsenin burnu yere sürtülsün!”2 buyurmuş, bir diğer hadislerinde de, “Şu beş şeyin cezâsı dünyada hemen verilir: 1-Zulüm yapmak, 2- Hâinlik etmek, 3-Anne-babaya eziyet etmek, 4- Akrabalarla ilişkiyi kesmek, 5-Yapılan iyiliği görmemek”3 buyurmuştur.
Hânesinde ihtiyar anne-babası veya akrabasından ya da îman kardeşlerinden bir amelmande veya âciz ve hasta bir şahıs bulunan kimseleri yukarıdaki emirlere dikkat etmeye çağıran Bedîüzzaman, bu âyetlerin ihtiyar anne ve baba için beş derece şefkate davet ettiğini kaydeder. Âyeti tahlil edersek bu beş derece şefkatin şunlar olduğunu görürüz:
1-Anne ve babaya “Öf” bile deme! 2- Anne ve babayı azarlama. 3- Anne ve babaya yumuşak sözlü ve tatlı dilli ol. 4- Anne ve babaya merhamet ve tevâzû kanadını ger. 5-Anne ve baba için Rabb’ine duâ ve niyâzında de ki: “Rabb’im! Onlar beni nasıl küçükken besleyip büyüttüler ve beni terbiye ettilerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.”
Saîd Nursî, ihtiyar anne ve babaya gösterilmesi gereken şefkat ve merhametin sebep ve hikmetlerini şöyle sıralar:
1- Dünyada en yüksek hakîkat, anne ve babanın evlatlarına karşı şefkatleridir.
2- Dünyada en yüksek hukûk, anne ve babanın şefkatine mukâbil hakları olan hürmettir. Çünkü anne ve baba hayatlarını, çocuklarının hayatları için hiç tereddüt etmeden fedâ etmektedirler.
3- Öyle ise insanlığı kaybolmamış ve canavarlaşmamış her bir evlat, o muhterem, sâdık ve fedâkâr dostlara hâlis şekilde hürmet etmeli, samîmî olarak hizmet etmeli, rızâlarını tahsil ve kalplerini hoşnut etmelidir.
4- O mübârek ihtiyarların vücutlarını ağır görüp ölümlerini arzû etmek çirkin bir alçaklıktır, kara bir vicdansızlıktır, acı bir zulümdür.
5- İhtiyar veya işten kalmış kişiler aslında içinde barındırılan evin bereket direği, rahmet vesîlesi ve musîbetlerin defedicisi hükmündedir. Bundan dolayı evinde hasta, sakat, yaşlı gibi bir amelmande barındıran kişi, “Maîşetim dardır; idâre edemiyorum” dememeli, bilâkis onların yüzünden gelen bereket olmasaydı geçim darlığının daha ziyâde olacağını bilmelidir.
Üstad Bedîüzzaman’a göre, nihâyet derecede Rahmân, Rahîm, Latîf ve Kerîm olan Hâlık-ı Zülcelâl-i ve’l-İkrâm’ın, çocukları dünyaya gönderdiği vakit arkalarından rızıklarını da gayet latîf bir biçimde memeler musluğundan gönderdiğine kâinâttaki her şey şâhitlik eder. Öyleyse, Hâlık-ı Zülcelâl-i ve’l-İkrâm’ın, çocuk hükmünde bulunan ve çocuklardan daha ziyâde merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahî bereket sûretinde gönderdiğinden şüphe etmemek gerektir. Emin olmalıdır ki, Cenab-ı Hak onların rızıklarını sırf rahmet hazinesinden gönderir; onların geçimlerini gözü doymayan cimri insanlara yükletmez.
Yarın inşaallah devam edelim.
Dipnotlar:
1- İsrâ Sûresi, 17/23-26 2- Câmiü’s-Sağîr, 3/2271 3- Câmiü’s-Sağîr, 3/2075
12.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Günümüzde hayatı devam ettirmek, toplu hayatın vazgeçilmez faydalarına bağlı.
El işçiliği, ferdî teşebbüs, şahsî görüş, cemaatsiz bir yaşantıyı çok zayıf ve mağlûp bırakıyor.
Bu açıdan Bediüzzaman Hazretlerinin “Zaman cemaat zamanıdır” sözünü çok önemsiyoruz.
Fikrî birikimleri bir araya getirip, küllî bir akıl hükmüne sokmak gerekiyor.
Vazifede, ağırlıkta, paylaşımda bir ve beraber olmak işleri kolaylaştırıyor.
Şahsî ve cüz’î akıllar veya çok yüksek kabiliyetler, bir araya gelmediği zaman küçük kalmaya mahkûm. Entelektüel alanlarda da bu böyledir.
Büyük düşünen büyük kârlar elde eder.
Büyük holding ve işletmelerin kazancı da büyük olur.
Bu diğer mânevî birlikteliklerde de böyledir.
Bir mânâda uhrevî bir şirkettir.
Bir anlamda büyük bir havuzda biriken su gibi, insânî topluluklardaki birikimler de böyledir.
İnce ipler bir araya geldiği zaman halat olur.
İşte bu zaman, böyle bir zamandır.
Birleşmeyen su damlaları gibi ayrı ayrı düşünceler zayi olup giderler.
Son olaylarda cemaatlerin varlıklarını reddeden bir anlayışın çok konuşur olması, bu düşünceleri gündeme getirdi.
Cemaatî birliktelikler, devletin işleyişine de bir katma değer sağlar.
Eğitimde, sanayileşmede, yardımlaşmada cemaatlerin sosyal hayata çok büyük faydaları vardır.
Bunlar ortadan kaldırıldığı zaman, sosyal hayat daha da çekilmez hale gelir.
Sivil toplum bireyleri ve cemaatler, sessiz-sedasız bu dengesizliklere denge sağlarlar. Yeter ki bu kuruluşlar menfî harekete ve bozgunculuğa, hatta anarşiye yol açan tutum ve davranış içinde olmasınlar.
Çünkü toplu olumsuzluklar da, toplu olumluluklar kadar yüksek düzeyde tahribat yapabilirler.
Ne zamanı? Dayanışma zamanı.
Ne zamanı? Farklılıklara saygı ve tahammül zamanı.
12.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Yüz şehit sevabı kazanmak |
|
Dünkü makalemizde ümmetin fesada uğradığı, bozulduğu bir dönemde Sünnet-i Seniyyeye sımsıkı sarılmanın yüz şehit sevabı kazandırabileceğiyle ilgili hadis-i şerife dikkat çekmiş, bunun hangi şartlarda gerçekleşebileceği üzerinde durmuş, bugün de devam edeceğimizi belirtmiştik.
Fesad-ı ümmet, yani ümmetin bozulma zamanı tek kelimeyle dehşetli bir zamandır. Allah, peygamber, din, iman ölçü alınmaz o zaman. Kişi Allah’ın rızası yerine nefsin doğrultusunda, günün şartları içerisinde kendine bir yön çizer. Gün gelir doğruyla yalanın aynı çarşıda satıldığı gibi Sünnet-i Seniyye ile dalâlet ve bid’atlar kol kola, yan yana, iç içe bulunurlar. Gün gelir dalâlet ve bid’atlar öylesine revaç ve teşvik bulur ki, Sünnet unutulur, daha öte Sünnete tabi olanlar suçlanır, ayıplanır, hatta cezalandırılırlar.
Böylesine felâket ve helâket dönemlerinde fitne söz sahibi kimseler arasında öylesine yaygınlaşır, saflar birbirinden öylesine ayrılır ki kişi inanç, düşünce ve yaşayış itibariyle babasından, kardeşinden kopar, farklı dünyaların insanı hâline gelir. Dinine bağlı insan ahlâksız bir kadının ayıplandığı gibi ayıplanır. (İbni Mace, II: 1306, 1317.) İlim kalkar, cehalet hükmeder. Zina yaygınlaşır, içki bol bol içilir. (Müslim, İlim: 9; Tirmizî, Fiten: 34.) Emanet ganimet sayılır, zekât ödenmesi gereken bir zarar gibi görülür. Koca her hususta hanımının emrine girip annesine isyan eder, arkadaşının her emrine boyun büker. Kötülüğünden korkulduğu için insanlara ikramda bulunulur. Çalgı âletleri yaygınlaşır. (Tirmizî, Fiten: 38.)
Obur kimselerin yemek çanağına üşüştükleri gibi bir kısım milletler de Müslümanların ellerindekileri alırlar. Müslümanlar sayıca çokturlar, ama suyun üstündeki saman çöpleri gibi kale alınmazlar. İçlerini dünya sevgisi sarar, ölüm korkusu kaplar; gevşektirler. Allah da, onların korku ve heybetini düşmanların kalbinden söküp atar. (Ebû Davud, Melahim: 5.)
Öyle insanlar çıkar ki dinlerini dünya menfaatleri karşılığında satarlar, yumuşak görünmek için koyun postuna bürünürler. (Tirmizi, Zühd: 60.) Fitneler çoğalıp ölüm ve katliâmlar yaygınlaşır. (Buharî, Fiten: 25.)
İşte böylesine bozuk, riskli, sıkıntılı, helâket ve felâket anlarında dini yaşamak alabildiğine zorlaşır. Öyle ki elde kor parçası tutma gibi olur. (Tirmizî, Fiten: 72.)
Deccal da işte böyle bir atmosferde hükmetmeye başlar, aldatmakla iş görür, kötülükleri tevşik edip iyilikleri engeller. Hatta mü’min onun aldatıcılığı ve şüpheli şeyler sebebiyle onu mü’min zannedip ona tâbî olur. (Ebû Davud, Melahim: 14.) Mehdi de tam bu esnada çıkıp onun tahribatını tamire çalışır.
İşte böyle bir atmosferde Sünnet-i Seniyyeye samimiyet ve ciddiyetle bağlılığın, sımsıkı sarılmanın, tavize girmemenin; dini yaşama, yaşatma, anlatma ve yaymaya çalışmanın önemi ve mükâfatı o ölçüde artar. Hassasiyeti ölçüsünde kişi yüz şehit sevabını dahi kazanabilir. Ayrıca Allah Resûlü (asm) böyle fitne ve kargaşa dönemlerinde ibadete sarılmanın; dinin emirleri çerçevesinde bir hayat sürmenin hicret etmek gibi faziletli olduğunu da müjdelemişlerdir. (Müslim, Fiten: 130.)
Böyle bir dönemde mi yaşıyoruz, ne dersiniz?
12.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Ağar'ın son çıkışı |
|
DYP lideri Mehmet Ağar'ın yanlış yönlendirilmiş Kürt gençlerini kast ederek yaptığı "Dağ başında silâhla gezeceklerine, gelip düz ovada siyaset yapsınlar" çıkışı, uzun süredir monotonlaşan siyaset sahnesinde hayli dinamik görünen yeni bir rüzgâr estirdi.
Bu rüzgâr, haliyle birtakım dalgalanmalara yol açtı.
Dalga boyu yüksek görünen gelişmeleri maddeler halinde şöylece özetlemek mümkün:
1) Geçmişteki bürokrat kimliği sebebiyle kafalarda yer etmiş "Böyle bir sözü en son söyleyecek kişi Ağar'dır" düşünce kalıbı çatladı, paramparça oldu.
Ağar, son çıkışına şaşıranlara da şu cevabı veriyor: "O zaman bürokrat idim, şimdi siyasetçiyim. Bugün daha fazla düşünmek ve sorgulamada bulunmak durumundayım: Meselâ, yıllardır yapılan nedir? Her şeyi askerin sırtına yükle, yürü git. Böyle siyaset olmaz. Asker verilen görevi yaptı. İyi ama siyaset ne yaptı? Ne üretti? Türkiye'nin enerjisi toprağa aktı, boşa gitti. Ben bu sorumlulukla konuşuyorum; ne dediğimi de gayet iyi biliyorum. Siyaset birlik, beraberlik, müşterek vatan bilinciyle çözüm üretmeli."
2) Ağar, milliyetçilik üzerinden siyaset yapanların oyuncaklarını ellerinden aldı.
Ağar'ın son çıkışından Türkçü gibi Kürtçü politikacıların da memnun olduğu söylenemez. Zira Ağar, aşırı uçların değil, "ortalama sağduyu"nun hissiyatına tercüman oldu; kitleleri kucaklayabileceğini gösterdi.
3) Mehmet Ağar, sözde sosyal demokrat geçinen siyasî yapının da propaganda zeminini çatlattı.
Çoğu taraftarlarının CHP'den beklediği bir çıkış noktasının manicelasını ele geçiren Ağar, en ağır taşları yerinden oynattı ve hedefi de tam 12'den vurmuş oldu.
4) Ağar, hür ve demokratça bir tavır sergileyerek, hani bir süredir "söndü, bitti, öldü" denilen Demokrat misyonun aslında siyaset sahnesinde olduğunu ve bütün dinamizmi ile yoluna devam ettiğini, çok çarpıcı bir şekilde duyurmuş oldu.
5) Ağar, siyaset zemininde hayli etkili olabilecek yeni bir rüzgâr estirdi. Bu rüzgâr, doğrudan olmasa bile, dolaylı şekilde lideri olduğu DYP gemisinin yelkenini şişireceğine kesin gözüyle bakılabilir. Zira, "bürokrat Ağar"a değil, ama "siyasetçi Ağar"a ve özellikle başında bulunduğu partinin misyonuna yakışır bir davranışta bulunmuştur.
İrtica
İrtica gericiliktir; geriye dönüş demektir.
İrticanın âlası ise, darbeciliktir, cuntacılıktır.
Çünkü darbe, ilerlemeye darbe vurur; ülkeyi daima geriye doğru götürür.
Ancak, ortada bir kör nokta var, o da şudur: Darbeciler, kendi gericiliğini örtmek için, başkasını mürteci olmakla itham eder.
Bu sebeple, darbeciliğe dokundurmadan irtica mavalı okuyanların samimiyetine asla inanmamalı.
Günün Tarihi
Fransa ile Ankara Antlaşması
12 Ekim 1921: Anadolu hükümeti ile Fransa hükümeti arasında bir hafta sonra yapılacak olan "Ankara Antlaşması" için, gündemdeki maddeler üzerinde Mecliste "gizli celse" oturumlarına başlandı.
Meclis'teki gizli görüşmelere 13, 15, 16 ve 18 Ekim günleri de devam edildi. Neticede, gerekli düzeltmeler yapılmak kaydıyla, Yusuf Kemal Beyin antlaşmayı imzalamaya Meclis adına yetkili olduğuna karar verildi.
20 Ekim'de imzalanan antlaşmanın en önemli neticesi, Fransa'nın "İtilâf devletleri" blokundan ayrılarak Ankara'daki Millet Meclisini tanıması, işgal ettiği bölgelerden askerini çekmeye yanaşması ve Türkiye'nin millî sırınlarını kabul etme noktasında belirgin adımlar atması oldu.
12.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
‘Şu çılgın laikler’ |
|
‘Şu Çılgın Türkler’ vezninde veya simetrisinde bir de ‘şu çılgın laikler’ mevzunu ve kalıbı var. Aklı perdelemiş bu güruh camileri bile kamusal alan kapsamına almış. Kutsal alanla kamusal alanı karıştırmış. Ali Dündar adında bir yazar Cumhuriyet gazetesinde yazdığı bir yazıda (10 Ekim 2006) adliye, okul (kışla) gibi caminin de kamusal alan olduğunu, bu çerçevede Diyanet’in üzerine düşeni yapması gerektiğini savunuyor. Galiba, Diyanet’in üzerine düşen de camileri dindarlardan temizlemek olmalı.
Bu mantığa göre, kamusal alanın vecibe ve sorumlulukları aynı olduğuna göre üniversite kampüsüne giremeyen başörtülüler camilerin harim-i ismetine dahi giremezler. Aslında bu bapta çarşaf muhalefeti yapan Jack Straw’ın zihniyeti, Ali Dündar’ın zihniyetinden kat be kat ehven kalıyor. Ötekisi en azından camideki kıyafete karışmıyor. Veya camiyi kamusal alan olarak görmüyor. İlâhî bir alan olarak görüyor. Ali Dündar’ın anlayışına göre, kamusal alan dinî ve ilahî alanı tamamen içine alıyor ve yutuyor. Bu çerçevede selefleri camilere masa ve sandalye getirilmesini de teklif etmişlerdi. Türkçe ezan ve Kur’ân tartışmasını da bu bağlamda değerlendirebiliriz.
Bu yeni laiklik versiyonuna göre dinî alanı da laik anlayış ve alan belirliyor. İbadetler ve bunların şekilleri de buna dahil. Bu laiklik anlayışının açık bir ihlâli ve bu mânâda bir sapmadır. Burada yazar, tipik olarak dinin yerine devleti veya laikliği ve kutsal alanın yerine de kutsal olmayan kutsal veya kamusal alanı koyuyor. Camilerin kamusal alan olması demek ‘Allah buradan da çıksın’ demektir.
***
Geçmişte Yahudilerin ve kimi Hıristiyan ruhanilerin veya din adamlarının bidatlarla yani sonradan ilavelerle din alanını genişlettikleri ve insana bırakılan gri alanları daralttıkları gibi, günümüzde de bazı laik (din) rical de kamusal alan tanımını genişlettikçe genişletiyorlar. Kamusal alan tanımı gereği bu defa dini değil de; onun yerine ikame edilmiş (laik) devlet anlayışını genişlettikçe genişletiyorlar. Bu akla ziyan ve zarar bir durumdur. Gri bölgeleri kaldırarak buraları çatışma bölgesi ve alanı haline getiriyorlar. Geçmişte din adına yapılan yanlışları bu defa laik alana taşıyorlar.
Halbuki Kur’an’ın ifadesine göre, İslam, sabık din adamlarının kendiliğinden koymuş veya uydurmuş oldukları zincirleri (ağlal) kırmak için gelmiştir. Şimdi de gri alana zincir vuranlar kimi laik zihniyetin mensupları. Laikler çağdaşlıktan dem vuruyor. Oysa ki temsil ettikleri anlayış taş çağına geri dönmektir. Din veya devlet alanı insan hesabına genişletildikçe akla ve hürriyetlere kilit vuruluyor. Hacr koyuluyor. Dinin selefiliği veya talibancılığı olduğu gibi laikliğin de selefiliği ve talibancılığı var. Dinî talibancılığa karşı çıkan nice ladini Talibanlar var. Parolaları ‘zinde ve izinde’ anlayışı olmuştur. Bu akıl tutulması giderek daha da tehlikeli hale gelmektedir. Çılgınlık derecesine ve derekesine ulaşmaktadır. Tahammül sınırlarını zorlamaktadır. Kavramlar etrafında bir kör döğüşü keşmekeşlik yaşanıyor.
***
Turgut Özakman ‘Şu Çılgın Türkler’ kitabında Allah’ın yardımı yerine çılgınlığı ikame ediyor. Böylece yardımı kendisine göre laikleştirmiş ve aklileştirmiş oluyor. İnşaallah birileri de çıkar Özakman’ın kaldığı yerden ‘Şu Çılgın Laikler’ kitabını yazar. Öteki yardım yerine çılgınlığı koyarken beriki de caminin kudsiyeti yerine kamusal alanın dokunulmazlığını ikame etsin. Esasında, ister dindar ister, laik ister din namına isterse ne namına olursa olsun hayatta gri alanlar bırakmayanlar gerçekte başkalarına hakkı hayat tanımıyorlardır. Müşterek yaşam alanı olan gri alanı kurutanlarn esasta totaliter anlayışı temsil ediyorlar. Ve dini Seyyid Kutup’dan şikâyet edenler bu mânâda laik Seyyid Kutup’çuluk yapmaktadırlar. Kendilerinden başka kimseye hayat hakkı tanımıyorlar. Bu gri alanı, bu defa dinin bidatları yerine laikliğin bidatları ile (uydurmaları ve hurafeleri) dolduruyorlar. Kamusal alana bir de bu gözle bakıla!
12.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Boşa kürek çekmeyin! |
|
Mübarek Ramazan ayı vesilesiyle ‘din/İslâmı’i hatırlayan bazı gazeteler; bir yandan ‘Ramazan sayfaları’ hazırlıyorlar bir yandan da ‘samimi dindarları’ rahatsız edecek haberlere imza atıyorlar.
Çelişkiler yumağı olan bu tavır, son günlerde ‘bir kısım gazete’lerin sayfalarını süslüyor. Üstelik bu gazetelerin ‘ilahiyatçı yazar’ları da bulunuyor. Ama bu yazarları ‘bir uzman’ olarak din konusunda istifade etmek için değil, ‘görüntüyü kurtarmak’ için çalıştırıyorlar.
Mesela, “Prefabrik mescit atağı” başlıkli habere bakalım: “Silivri’de son bir yıl içerisinde Mimar Sinan Mahallesi Kumluk ve Samsun mevkiileri ile Cumhuriyet Mahallesi Parkköy mevkiinde 25’er metrekarelik 3 prefabrik mescit yapıldı. Parkköy mevkiindeki mescidin çatısı kubbe şeklinde inşa edilirken, Samsun mevkiindeki mescit ise daha çok bir kulübeyi andırıyor. Parkköy ve Samsun mevkiindeki mescitler faaliyete geçerken Mimar Sinan Mahallesi Kumluk mevkiindeki mescit CHP ilçe teşkilatı ve çevre sakinlerinin itirazıyla karşılaştı.” (Milliyet, 11 Ekim 2006)
CHP’liler, mescid yerine ‘çocuk parkı’ yapılmasını isterken, belediye başkanı da mescidlerin sadece Ramazan ayında teravih namazı ihtiyacını karşılamak için kurulduğunu ve daha sonra kaldırılacağını söylemiş.
Ayrıntılar bir yana, CHP ile özdeşleşen ‘mescid aleyhtarlığını’ nasıl anlamalı? Niçin her defasında ‘mescid’lere ‘çocuk parkı’ bahanesiyle itiraz edilir? “İhtiyaca göre ikisi de yapılsın” demek ve bunu istemek çok mu zor?
Haberdeki şu ‘ayrıntı’ya ne demeli: “Parkköy mevkiindeki mescidin çatısı kubbe şeklinde inşa edilirken...” Ne olmuş, kubbe şeklinde inşa edilmekle? Her halde, ‘camiye benzetmek istiyorlar’ demek istenmiş. ‘Mescid, zaten ‘cami’nin proto tipi/ küçük bir örneği değil midir?
Şunu anlamakta zorlanıyoruz: Bu gazetelere ‘Ramazan sayfası’ hazırlayan uzman ilahiyatçılar, hiç değilse Ramazan ayı boyunca böyle hatalara düşülmemesi noktasında ‘yöneticiler’i uyarmıyor/ uyaramıyor mu?
Benzer bir örneği de aynı gurubun ‘çok satan’ başka bir gazetesinde yayınlanan ‘okuyucu mektubu’ndan özetleyelim: “Bir okuyucum yazıyor, ismini vermiyorum. ‘(THY ile) İstanbul’dan İzmir’e gittim. Kalkış öncesi anonsları önce Türkçe, sonra İngilizce yapıldı. Hemen ardından da aynı anonslar Arapça tekrar edildi. Bütün yolcular çok şaşırdık. İlk defa böyle birşeye tanık oluyorduk. Uçakta bir tek bile Arap yolcu yoktu. (...) Hangi kafaların elinde nereye sürüklendiğimiz düşünmekten başka çere yok.” (Emin Çölaşan, 11 Ekim 2006)
İngilizce yapılınca bir yerlere sürüklenmeyen Türkiye, Arapça anons yapılınca mı bir yerlere sürüklenecek? Gerçi THY yetkilileri ‘yanlışlıkla Arapça anons yapıldığını’ belirtmiş, ama yanlışlıkla yapılmış olmasa bile Arapça da bir ‘dil’ değil midir? ‘Uçakta hiç Arap yolcu’ yoktu diyerek buna karşı çıkmak da anlamsız. Çünkü çoğu zaman uçaklarda İngiliz yolcu olmadığı halde her defasında İngilizce anons yapılıyor. Arapça’dan bu kadar korkmanın ve işin altında başka niyetler aramanın mânâsı var mı?
Hem bunları yapıyorlar, hem de “Yeni 28 Şubat’lara zemin hazırlanmak isteniyor” denilence bu tesbitten alınıyorlar. Şaşmamak elde değil.
12.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Gensoru... |
|
AKP’nin grup toplantısı henüz başlamamıştı.
Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik kulise adım atar atmaz etrafını sardık.
“Nasılsınız?” sorusu bu kez her zamankinden farklıydı.
Hüseyin Çelik, hoş sohbet bir insan. Edebiyatçı olması sebebiyle, konuşmalarını kimi zaman bir düşünürden alıntı yaparak, kimi zaman da bir şiir ya da fıkra ile konuşmasını süslemesini iyi biliyor.
Doğuyu da Batıyı da iyi bilen ve bilgisini özümsemiş bir entelektüel.
“Elinde bavulu asker mi sandın,/Gurbete gider de gelmez mi sandın”mısralarını,
“CHP gensoru verdi diye Hüseyin Çelik,/Meyus ve mükedder mi sandın” diye tamamladı.
Gensoru öncesinde Millî Eğitim Bakanının halet-i ruhiyesine ilişkin durum raporu, bizzat kendi ağzından verilmişti.
Tecrübeli bir gazeteci gensoruyu rahat atlatırsınız şeklinde bir işaret yaptıktan sonra, “Bir sonraki ne zaman?” diye lafa girdi.
Millî Eğitim Bakanı,“Kemal Abi ile yarışıyoruz. Ona, ‘Seni geçemedim’ dedim. O üç, ben iki oldum” diye açıklama getirdi.
Öğleden sonra oldu. Gensoru görüşmeleri başladı.
“CHP gerginlik çıkaracak, ortamı gerecek” haberleri geldiği için, AKP cephesinde hafif bir tedirginlik yok değildi.
Ta ki CHP sözcüleri kürsüye çıkana kadar…
Önce Sinop Milletvekili Engin Altay çıktı.
Milliyet gazetesinde yer alan haberleri alıp üzerine Akşam ve Cumhuriyet’tekileri de ekleyip bakana eleştiriler yöneltti. Millî Eğitim Bakanı’nın yüzüne baktım, rahat ve kendinden emin bir havası vardı. Görüşmeleri iktidar kulisinden takip ediyordum. O sırada Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu bizim de arasında bulunduğumuz gazetecilerin yanına geldi.
“Ben artık büyük Türk büyüklerindenim” dedi. O anda CHP’li Altay’ın bir ders kitabında Meclis çalışmalarının anlatıldığı bölümde Meclis Başkanvekili Nevzat Pakdil ile Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’dan söz etmesini hatırlayıp, gülüştük.
Meclisten, milletvekilinden bu rahatsızlık niye?
Bazı milletvekilleri , “Cumhurbaşkanı aramaya gerek yok. Hocam bizim adayımız” diye Kuzu’ya takıldıkları için, “Siz zaten Büyük Türk büyüklerindensiniz?” diyenlerimiz oldu.
“Meclis’te ilgili bölüm anlatılırken, bizden de söz edilmiş. Bunun neyi var?”diye sitem etti Burhan Hoca.
Hüseyin Çelik iyi hazırlanmıştı. Muhalefetin gündeme getirmediği konulara dahi cevap verdi. Çok sert geçmesi beklenen görüşmelerin belki de tek elektriklendiği an o sırada yaşandı. Çelik’in cevapları bitmeyince, oturumu yöneten Sadık Yakut, bakanın konuşma süresine 5 dakika ilave edince, CHP’liler tepki gösterdi.
Polemik ustası olmasına karşın Hüseyin Çelik, belki de ortamı germeme adına en sakin davranan isimdi.
Bakan konuşmasını tamamladı, bu kez CHP’den Muharrem İnce kürsüye çıktı. İnce’nin tek hedefi var, Erdoğan’ın karizmasını sarsmak. Gensoru’da da aynısını yaptı.
Bu arada İnce’de, “Büyük Türk büyükleri” arasında Burhan Kuzu’nun ismini sayınca, o sırada bir alkış koptu. Burhan Kuzu Genel Kurul salonunun arka sıralarındaydı. Arkadaşlarının teveccühüne, ayağa kalkarak selâmla karşılık verdi. Tebrikleri kabul dönemi yaşanıyordu.
CHP milletvekili o sırada yardımcı ders kitaplarında yer alan manilerden okudu, seçtiği bulmacaları sorup, cevapları kendisi verdi. Ta bi “Kara Kemal demek, Mustafa Kemal demektir” gibi ilginç çıkarımlarda da bulunmadı değil.
Manilerin okunduğu, bulmacaların gündeme getirildiği tuhaf bir gensoru müzakerelerine şahit olduk.
Kemal Unakıtan hakkındaki dahi bundan daha sert ve içerikliydi.
Gensoru görüşmelerinde, iktidar kulisinde milletvekillerinin yumruklandığına da şahit olduk. Güneş Taner gibi çantasını toplayıp gideni de gördük.
Ancak bu denli içi boş bir gensoru görüşmesi takip etmedik. Gazetelerin eğitim sayfalarında dile getirilen iddialar dahi bundan daha ciddiydi. Gensoru ciddî bir müessese.
Her konuyu gensoruluk yapmamak lâzım.
Sözlü soru önergesi, yazılı soru önergesi, gündem dışı konuşma gibi denetim imkânları var.
Her ota, çöpe gensoru verilmesi bu müessesenin önemini azaltıyor.
Ha, “Ne yapalım eleştirecek başka bir şey bulamadık” deniliyorsa, o zaman gensoru vermek zorunda da değilsiniz…
12.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Erdoğan ve Sarkozy |
|
Türkiye iç gündeminin gedikli konularından irtica ile bir kez daha meşgul edildiği günlerde, dış gündeminin gedikli konularından Ermeni soykırımı meselesinde yine gafil avlandı. Soykırımın reddini cezalandıran tasarı, Fransız Meclisine getirildi.
Aslında Sarkozy tasarıya karşı değil. Ama tuhaftır; Erdoğan olaydan haberdar olduğunda doğrudan onu arayarak tasarıyı engellemesini istiyor. İçişleri Bakanı konumundaki bu kişiyi Erdoğan’ın Başbakan sıfatıyla araması ise ayrı bir tuhaflık oluşturuyor.
“Sarkozy iktidar partisinin lideri kimliğiyle arandı” tevili bu tuhaflığı ortadan kaldırmıyor.
Erdoğan, aradığını ABD yolundayken açıkladığı Sarkozy’nin “Konuyu araştırıp önümüzdeki hafta size döneceğim” dediğini söylemişti.
Ve Sarkozy, dediği gibi Erdoğan’a döndü. Ama beraberinde üç şartla.
Bunlara Erdoğan’ın cevabı ise “Siz kendinize bakın” oldu.
Bu şartlar içinde 301’in değiştirilmesinin de yer alması “Keşke Türkiye bu sorunu kendi inisiyatifiyle çözmüş olsaydı da böyle şantajlara muhatap olmasaydı” yorumlarına kapı açarken, Hrant Dink başta olmak üzere 301 mağdurlarının Fransa’daki soykırım atağını “ahmaklık” olarak nitelemeleri ayrı bir ibret tablosu oluşturmakta.
Bu arada, Başbakanın Türkiye’ye karşı tavrı bilinen Sarkozy ile diyalog kurma merakına anlam veremediğimizi de belirtelim.
2004 Aralık’ındaki Paris gezisinde de görüşmek istediği Sarkozy, Erdoğan’ı kaldığı otelde ziyarete—Türkiye’nin AB üyeliğine destek verdiği şeklinde algılanır diye—yanaşmamış; Türk tarafı ısrar edince, buluşma yerinin Paris’teki Türkiye Büyükelçiliği olmasında uzlaşılmış ve görüşme residansta basına kapalı olarak gizlice gerçekleşmişti.
O görüşmeden bize yarayacak bir netice çıkmış olsaydı, Sarkozy Türkiye’yi hedef alan ataklarına tamgaz devam eder miydi?
Acaba Erdoğan’ın buna rağmen ille de Sarkozy ile konuşma merakının sebebi ne?
Bu sebep Fransa’da gelecek yıl yapılacak cumhurbaşkanı seçimini onun kazanacağını düşünerek şimdiden iyi ilişki kurmanın faydalı olacağı kanaati ise, kamuoyu yoklamaları seçimde sosyalist aday Royal’i önde gösterdiğine göre, en azından dengeyi sağlamak için onunla da irtibat kurmak gerekmez mi?
Yoksa Erdoğan’ın Sarkozy ısrarının gerisinde ABD’nin tercihinin o olması mı yatıyor?
Mâlûm, neocon kıskacındaki Bush yönetiminin Avrupa’daki en sıkı müttefiki Blair seneye bırakıyor. Yerine gelecek kişinin de aynı özellikte olması için uğraştığında şüphe olmayan ABD'nin, Almanya’da Merkel ve Fransa’da Sarkozy ile çalışmak istediği de, uzmanlarca çoktandır dile getirilen bir husus.
Nitekim Merkel’in “Rumları tanıyın, limanları açın” mesajı verip gittiği Türkiye gezisinin ardından ABD, “Türkiye-Almanya ilişkilerini destekliyoruz” açıklaması yaptı. Oysa Schröder'in başbakanlığında böyle birşey hiç olmamıştı.
Fransa’da da benzer bir senaryo kurgulanıyor. Seçimi Sarkozy’nin alması ve Erdoğan’ın onunla çalışması isteniyor. Nasıl olacaksa...
12.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|