|
|
İslam YAŞAR |
Dâüssıla hissiyle |
|
Yetmişli yılların sonlarıydı.
İstanbul’da ilk defa katıldığımız bir okuma programında, Lem’alar’dan başlamıştık okumaya. Yirmi Altıncı Lem’a’ya gelip On Üçüncü Rica’yı okuyunca Üstadın ‘Sergüzeşt-i hayatının mühim bir levhasını’ yerinde yaşama hevesine kapılmıştık.
Bediüzzaman mezkûr levhada “İstanbul’daki hayat-ı medeniyeden usanç ve şaşaâlı hayat-ı içtimaiyeden bir nefret geldi. Dâüssıla tabir edilen iştiyak-ı vatan hissi beni vatanıma sevk etti. Madem öleceğim, vatanımda öleyim” diyerek Van’a gittiğini yazıyordu.
Onun ‘Vatanım’ dediği yeri biz de kendimize vatan addetmiştik, ama bildiğimiz bir diyar değildi Van. Orada tanıdığımız insanlar yoktu. Mahallî örf, âdet, geleneklere ve şiveye de yabancıydık. Buna rağmen, o bahsi her okuyuşta ruhumuzu saran Van’a gitme iştiyakı arttığı için şartların zorluğuna, imkânlarımızın azlığına aldırmadan dâüssıla hissiyle çıkmıştık yola.
Otobüsle yaptığımız uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından gece vakti Van’a indiğimizde etraf zifiri karanlık, sessiz ve tenhaydı. Mahmur, ürkek ve tedirgin hareketlerle içinde bulunduğumuz şartlara intibak etmeye çalışırken, orta yaşlarda bir adam selâm vererek yanımıza gelmiş ve ‘Siz buraların yabancısısınız galiba?’ demişti.
Biz ‘Yabancı değiliz aslında’ diyerek kendimizi Vanlı saydığımızı anlatmaya çalışınca, o da, ancak hemşehrilere gösterilen itinalı bir ilgiyle, kimlerden olduğumuzu, gecenin o vaktinde orada ne aradığımızı sormuştu.
“Biz Nur Talebesiyiz. Buraya Said Nursî’nin yaşadığı menzilleri gezip görmeye geldik” deyince hemen toparlanıp hürmetkâr bir tavır takınmış ve ‘Seydanın talebeleri bizim şeref misafirimizdir’ diyerek evine dâvet etmişti.
Dâvetine teşekkür ederek Nur Talebelerinin kaldıkları yere gitmek istediğimizi, orayı tarif etmesinin evinde ağırlamak kadar makbule geçeceğini söyleyince, gecenin o vaktinde önümüze düşerek şehrin öte ucuna kadar yürümüş ve ‘Medrese’ dediği eve getirmişti.
Vakit gece yarısını çoktan geçmesine rağmen, orada da kardeş samimiyetiyle karşılanmış, ev sıcaklığında ağırlanmıştık. Hepsiyle hepimiz ilk defa karşılaştığımız halde, en ufak bir yabancılık çekmemiştik.
Van’ın toprağı insanı gibi temiz, insanı toprağı kadar mütevazı idi. Buna bir de havasının berraklığı, suyunun duruluğu, gıdasının lezizliği eklenince, her gelen, her hâline hemen intibak edebiliyordu.
Nitekim biz de birkaç saatlik uykuyu, namazı ve kahvaltıyı müteakip uzun bir günü daha yaşamaya hazır hâle gelmiştik. Bunu gören arkadaşlar kavurucu sıcakları nazara alarak “Seher serinliğini değerlendirelim” deyince, hemen harekete geçmiştik.
On Üçüncü Rica’yı seyahat rehberi addettiğimiz için, biz de Bediüzzaman gibi yapmış ve ‘Her şeyden evvel Horhor denilen medreseyi ziyarete’ gitmiştik. Önceleri bazı metruk binalar, bakımsız bahçeler gezeceğimizi tahmin ederken, şehir içi ve kale dibi mevkiini gördükten sonra bunun olmayacağını anlamıştık.
Gerçekten de Horhor Medresesinin bulunduğu tahmin edilen yere vardığımız zaman, Van Kalesini üzerinde taşıyan yekpâre taş kütlesinin dibindeki bir delikten akan suyun çıkardığı ‘hor, hor’ seslerinin dışında o ismi tedai ettirecek bir şey bulamamıştık.
Gerçi Bediüzzaman’ın ‘Bir kısmı hakikî şehid, diğer bir kısmı da musibet yüzünden mânevî şehid’ diye tavsif ettiği talebelerinin ekseriyeti orada medfun olduğundan, onların ruhlarının o esnada bizimle birlikte olduğuna inanıyorduk, ama gördüğümüz manzaranın dehşeti inancımızın hazzını hissetmemize fırsat vermemişti.
Aslında o toprakların, Urartularla Asurlar arasında meydana gelen savaşlardan bu yana pek çok beşerî taarruza maruz kaldığını öğrenmiştik. Asrın başlarında vuku bulan Rus istilâsı sırasında Ermeni mezaliminin yaşandığını da biliyorduk. Fakat insanın bu kadar tahripkâr olabileceğini tahmin edememiştik.
Aradan yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen, hâlâ bir tek ağacın bile yeşermediği, bütün Müslüman hânelerinin hâk ile yeksân olduğu, Rüstempaşa ve Kurşunlu külliyelerinin ve pek çok caminin, hanın, hamamın enkaz yığını haline geldiği harabezârı gördükten sonra, şehri o hâle getirenlerin, insanlara neler yapmış olabileceğini düşününce insanlığımızdan utanmıştık.
Kalbimiz, ‘Binler gözüm olsa beraber ağlayacaktı’ diyen Bediüzzaman’ın kalbi kadar derinden sızlamasa da, onun gibi biz de ‘vatanımızda gurbetin en dehşetlisini’ yaşamış ve onun ‘hakikaten dost, kardeş, enis talebelerini ve fedakâr arkadaşlarını’ rahmetle anarak kaleye tırmanmıştık.
Kayalık sarp ve yüksek, taşlar kaygandı. Düşmemek için bastığımız ve tuttuğumuz yerlere dikkat ederek mağaralara geldikten sonra, aşağıya baktığımızda gözlerimiz kararmaya, başımız dönmeye başlayınca anlamıştık Bediüzzaman’ın o yıllarda orada yaşadığı hadisenin dehşetini.
O mağaraları inziva menzili olarak kullanan Bediüzzaman, bir gün oraya inerken ayağı kayıp uçuruma düştüğü anda ‘Dâvâm!..’ diye haykırınca, âdeta gaybî bir el tarafından harika bir şekilde aşağıdaki mağaranın içine çekilerek kurtulmuştu.
Onun o zaman hayatından aziz bildiği ve hayatî tehlike anında bile dilinden düşürmediği dâvâsı, Kur’ân’ı tefsir edip imanın intişarını sağlayarak insanlığı ebedî felâketten kurtarmaktı.
İnsanların içinden, Ermeni çeteleri gibi önüne gelen her eseri yakıp yıkan, masum insanları katleden, hayvanlara, bitkilere yaşama fırsatı vermeyen tahripkâr zalimler de çıkmıştı; Bediüzzaman gibi, zalimlerin bile kadınlarını, çocuklarını, yaşlılarını koruyan merhametli ve şefkatli kahramanlar da...
O tarihî hadiseleri yaşandığı yerlerde tahattur ederken, bizim de onun eserleri sayesinde imanımızı kurtardığımızı hatırlayınca, insan nevinin içinden öyle müstesna şahsiyetlerin yetiştiğini anlamış ve onun yaptığını yaparak ‘Nevimizle iftihar etmiştik.’
Biraz sonra, onun yaptığı bir başka hareketi daha yaparak ‘kalenin iki minare yüksekliğinde, medreseye nazır tepesine çıkıp’ oturmuş ve güneşin Erek Tepelerinin arasından doğuşunu seyrederek hislerimizi teskin etmeye çalışmıştık.
Ardından, yanımızda getirdiğimiz Risâlelerden o mahalde yaşanıp yazılan bazı bahisleri okuyarak, artık mutad hâle gelen dersimizi yaptıktan sonra, nazarımızı muhayyilemizin peşine takmış ve ovayı temâşâya başlamıştık.
Yüzü sadece Mayıs, Haziran aylarında yeşerip renklenebilen yüksek ve çıplak dağların arasında, yeşilin her tonunu bünyesinde barındırıp meyvenin, sebzenin her çeşidine sinesinde yer veren münbit bir vadiydi burası.
Bölgenin en güzel yerlerinden biri olduğundan, tarih boyunca nice kanlı savaşlara, elim hadiselere sahne olmuş ve dağlardan göle doğru çağlayan bu yeşil coşkuya nisbet zaman hep kan kızıllığında akmıştı.
Bu kanlı akışın son safhasını teşkil eden ve ‘Rus istilâsı denilen dehşetli sel belâsında’ Bediüzzaman da yer almıştı. Önce, talebelerinden müteşekkil milis alayının başına geçerek Pasinler cephesinde savaşmış, ardından yaptığı ani baskınlarla Rus birliklerinin hızını keserek Müslüman ahâlinin Van’dan çıkarılmasını sağlamıştı.
Kendisi şehit oluncaya kadar Van Kalesini müdafaa etmek istediği halde, Tahir Paşanın oğlu ve yeni vali Cevdet Beyin ısrarı üzerine Gevaş tarafına doğru çekilerek, göç eden kafileleri korumuş ve korkunç bir katliâmın daha yaşanmasına fırsat vermemişti.
O hadiseleri değil yaşamak, hatırlamak bile ruha haşyet vermeye yetiyordu. Kalenin başında başlayan bu hazin temâşâ ve tahattur safhası, güneş yükselip gölgemizi cirmimiz mesabesinde küçültünceye kadar devam etmişti.
Aslında hep hazin hatıraları tedaî ettirse de kaleden manzarayı seyre doyum olmuyordu, ama biz harâbezârı bir daha gezerek şehrin mamur ve müferrah zamanlarını da bir nebze hayal etmek maksadıyla kalkmıştık.
Kaleden inmek, çıkmaktan daha zor olduğundan, biz oraya gelinceye kadar gezeceğimiz menzilin üzerinden kalenin gölgesi çekildiğinden sıcağa fazla tahammül edememiş ve sığınacak gölge aramaya koyulmuştuk.
Gölge çekildikçe koyulaşmış, biz takip ettikçe yorulmuştuk, ama yine de ona İşkodralı Tahir Paşanın konağında ulaşmış ve işlemeli ahşap kanatları her an misafirleri karşılamaya hazır olan bahçe kapısından girip, ağaçların serin gölgesinde biraz soluklanmıştık.
Üzerine zamanın gölgesi düştüğü için, konak da kale içindeki hânelerden farklı değildi. Yıkık, dökük, çökük, virane, metruk, mezbelelik gibi harâbezârı tedaî ettirecek her türlü sıfatı taşıyordu.
Fakat gölgeleriyle serinletip, meyveleriyle tebessüm eden meyvedar ağaçlar, ‘Bize de dikkat et, harâbezâra bakıp durma’ dedikleri için, bir de o nazarla bakıp hiç değilse hayâlen mesrûr olmak istemiştik.
Van’da, hâlâ Bediüzzaman’ın hatıralarını saklayıp, izlerini taşıyan tek mesken olan Tahir Paşanın konağı, Osmanlı devletinin dağılmasından sonra uzun zaman hamisiz kalınca Nur Talebeleri tarafından sahip çıkılmış.
Vali konağı olması hasebiyle mülkî idarenin, mahallî erkânın ve eşrafın da teşvikiyle geniş bir bahçe içinde yer alan iki katlı binayı aslına uygun şekilde yenilmişler, bahçeyi de yeniden imar ve tanzim ettirmişler.
Konağın ifa ettiği tarihî misyonu da nazara alarak alt katına sohbet salonları, okuma odaları, kütüphâne ve hizmet mahalleri yaparken, üst katını müze şeklinde tanzim etmişler. Müzenin bir bölümünü Bediüzzaman’ın hatıralarına, bir bölümünü Ermeni mezalimine, diğer yerlerini de Van’a has el san’atlarına, yemek çeşitlerine ve sair mahallî değerlere ayırmışlar.
Bediüzzaman’a ayrılan salonun ortasına yerleştirilen çift cepheli geniş masanın bir yüzüne onun orada telif ettiği İşarâtü’l- İcaz tefsirinin ilk nüshaları ve savaş esnasında at sırtında yazdığı sayfalardan bazı örnekler konmuş.
Bu teşhir masasının diğer yüzünde ise, İngiliz müstemlekât nazırının Kur’ân’ı hedef alan sözlerini haber yapan gazete yerleştirilmiş. Karşısındaki duvara da onun o haberi okuyunca söylediği, ‘Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş hükmünde olduğunu ispat edeceğim’ sözleri yazılmış.
Salonun duvarlarında yer alan gömme dolaplarda Molla Said’in mahfuzatında yer alan ve zaman zaman tekrarladığı doksan cilt kitap ve Horhor Medresesinde okutulan ders notları yerleştirilmiş.
Camekân hâline getirilen duvarlarından birinde, Bediüzzaman’ın ve talebelerinin Van savunmasında kullandığı silâhlar sergilenmiş, pirinç levhalar üzerine orada şehit düşen talebelerinin isimleri yazılmış.
Konakta, eski sohbetleri hatırlatacak şekilde muayyen zamanlarda ilmî, dinî, edebî sohbet toplantıları tertiplenmekte, her gün isteyen herkesin iştirak edebildiği Nur dersleri yapılmakta...
Van seyahatinin bu safhasını ‘Tahirpaşa Konağında hâlâ günün her vaktinde her gelen karşılanıp ağırlanmakta’ diyerek bitirmeyi çok isterdim.
Heyhât!.. Konak bahsi muhayyel bir maceradan ibadet.
Fakat, ham bir hayal değil. Zîra hâlâ gerçekleşme imkânı var.
09.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Akdeniz notları |
|
Mola vermek; boş durmak değil, yeniden başlamak, güç toplamak için gerekli bir faaliyet. Rutinin dışında bir uğraşla meşgul olmak, farklı mekânları ziyaret etmek, uzun zamandır görmediğimiz sevdiklerimizle yeniden bir araya gelmek yorgun bedenlerimiz ve ruhumuz için fıtrî bir ihtiyaç.
"Seyahat eden sıhhat bulur" sözü boşuna söylenmemiş! Yenilenmek ve tazelenmenin hiç değişmeyen unsurlarından birisi de okumak! "Allah'ım bana kitaplarla dolu bir ev ve çiçeklerle dolu bir bahçe ver!" duâsı ne güzel!
Yaz mevsimini fırsat bilip, farklı mekânlarda, hayatı anlamlandıran okuma programlarıyla hayatına yeni bir soluk katanlara selâm olsun!
İyi ki kaybolan her şey kaydoluyor…
Geçtiğimiz hafta kısa bir mola verdiğimizde Alanya'daydık. Alanya benim için "baba yarısı" olan "Hala Sultan"ın memleketi.
Her şey nasıl da çabucak değişiyor… Zaman bir su gibi akıp gidiyor… Doğumunu bildiğiniz miniklerin düğünlerine iştirak, yıkılan asırlık evlerin artık bir arsadan ibaret olan mekânlarını ziyaret, çocukken hayranlıkla seyrettiğiniz büyüklerinizin artık hastalıklarla boğuşan yaşlılar haline geldiğini müşahede etmek hayatın bir yolculuktan ibaret olduğu hakikatini hal lisanıyla anlatıyor size…
Aslında hayatımızdaki kalite, dünyada yolcu olduğumuz gerçeğini idrak edip, ihlâsla yaşamaya çalışmakla doğru orantılı değil midir?..
Biraz da tarih…
Alanya, Selçuklu hükümdarı Alaaddin Keykubat'ın fethiyle İslâm ile tanışmış. Eski adıyla Alaiyye, Alaaddin'in diyarı anlamına geliyor. Sultan Alaaddin'in inşa ettirdiği Alanya Kalesi ise şehre hakim bir tepenin üzerinden adeta geçmişi unutturmamak için zamana direniyor…
(Sıcaktan olsa gerek kelimeleri kırparak konuşan Akdeniz insanı zamanla Alaiyye'yi Alanya'ya çevirmiş. Bunu, Alanya kalesinde arkeolojik çalışmalar yapan Prof. Dr. Oluş Arık'la yapılan bir röportajdan öğrendim…)
Yabancıların da artık turist kimliğinden çıkıp yerleşmeye başladığı Alanya'yı özellikle Almanlar tercih ediyor. Neden etmesinler ki?...
Bir taraftan incecik kumuyla emsalsiz Akdeniz sahilleri, bir taraftan "havasını şişeleyip de götürmek mümkün olsa" diye düşündürten çam kokulu serin yaylalarıyla Toros dağları ve kavrulan ovayı cennete çevirmek istercesine Dim, Manavgat Çayları, türlü şelâleleriyle Rabbimizin özenerek yarattığı beldelerden bir tanesi Alanya ve çevresi…
Bereket ve israf fotoğrafları
Kividen, narenciye ürünlerine, avokadodan muza bin bir çeşit sebze meyvenin dallarını kırarcasına alabildiğine bahçeleri doldurduğu bu topraklarda yazıktır ki, israfın her çeşidine rastlamak mümkün. Kimi yerlerde ağaçların diplerinde, başlarında, yol kenarlarında çürümeye terk edilen nimetler şükürsüzlüğün de derecesini gösteriyor. Eğlence, lüks tüketim, barlar, diskotekler, deniz ve kumu görünce coşan türlü sefahat âlemleri…
Reklâmlarından gördüğüm kadarıyla, dindar aileler için yapıldığı söylenen lüks otellerdeki sınırsız tüketim ve konfor da israf içindeki dünyevileşmenin ayrı bir boyutunu oluşturuyor…
Çoğu esnaf, eski Roma ve Yunan tanrılarının isimlerini, resimlerini, heykellerini kendisine dükkân ismi, logosu ve aksesuarı olarak seçmiş… Afrodit, Medusa, Zeus…
Sohbet ettiğim bir dost sefahatin boyutlarını anlatırken, "Eğer helâk olmuyorsak, sebebi inananların yoğun imanî çalışmaları. Yoksa halimiz harap" diyor…
Dine hizmet nerede olursa olsun çok kıymetli mutlaka, ama özellikle eğlence ve turizm merkezi beldelerimizde yapılan imanî çalışmaların, sohbetlerin, derslerin Rabbimizin katında farklı bir durumu olmalı. Onlar sayıca az da olsalar, imana dair yaptıkları en küçük bir hizmet çok hükmünde…
"Bunu nerden ölçüyorsun?" derseniz, "Sefahatin boyutlarından!" derim…
Detoks zamanı…
Şimdilerde çok kullanılan tabirle "detoks" toksinlerden yani bedenimizde biriken zehirli maddelerden vücudu arındırmak anlamına geliyor. Sadece bedeni değil, ruhu da detokslamak lâzım. Şifalı otlarla, bitkisel çaylarla beden arınırken, gürültüden, stresten uzak, kuş ve rüzgârın sesinden başka sesin duyulmadığı ortamlarda yürüyüş yapmanın, ayı yıldızları seyretmenin, doyasıya kitap okumanın tam zamanı…
Kâinat kitabında, en parlak tevhid delillerinin toplandığı yaz mevsimi sayfası çevrilmeden ne okuyabilirsek kârdır. Kısa molalarınızın meyvedar neticeler vermesi dileğiyle…
09.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
“İlericilik-gericilik” üstüne… |
|
Neredeyse ağzından çıkanı kulağının duyması gereği olmayan bir ülke hâline geldik. Böylesi bir ortamda kavramların birbirine karışması da son derece normal… Lügatlerin anlamının kalmadığı, “ben böyle tanımlıyorum!” yaklaşımının “güç” ile süslenip kabul gördüğü günlerde yürüyoruz… Hep birlikte…
Siyasetle içli-dışlı olanların bolca iltifat ettiği “yobaz”, “ilerici-gerici” gibi kavramların da anlamları kaymış durumda… Bu tanımlar ağızdan çıktığında ya da bir dergi ya da gazete sayfasına düştüğünde hemen herkes belli insanları, belli grupları anlıyor… Adeta; bazı şehir isimlerini sayıp, “oradan adam çıkmaz!” kararı gibi. Ya da bazı şehirleri yüceltmekte kullandığımız; “oranın insanları çok dindardır!” veya “oranın insanları Atatürk ilke ve inkılâplarına sonuna kadar bağlıdır!” gibi…
Oysa bir şehrin bütününün bu kadar keskin kalıplara girmesi ne mümkün… Tıpkı milletler gibi!
Bugün bizim için dünyada kullanılan tanımlar nelerdir ve söz konusu tanımlar ülke nüfusunun yarısını olsun temsil edebilir mi?
“Hırsız”, “çapkın”, “demokrat”, “kültürlü”, “görgüsüz”, “kibar” v.b. sıfatlarla anılan ülke insanlarıyla karşılaştığımızda niye şaşırıyoruz çoğu kez… Çünkü o tanım vardır, ama olsa olsa en iyi hâliyle geçmişi tanımlıyordur ve çoğunluğu tanımlıyordur… Geneli değil!
Türkiye’nin yıllarca “sağ-sol” kavgası yaptığını da unutmayalım bu arada…
Geçenlerde bir köşe yazısında, CHP’nin dışında bir partiye izin verirken Mustafa Kemal’in; “kurulacak parti CHP’nin solunda olmalı!” dediğinin yazıldığını anlatıyordu kafası karışmış bir CHP’li dost! “Yılların CHP’lisi olarak meğer biz sağcıymışız temelden…” diyordu…
Eeee… Bilimsel çabaya saygı göstermeyip, siyaseti de kahvehane ağzıyla yapmayı marifet belleyince, bu sonuç da kaçınılmaz oluyor elbette… En azından 60’lı yılların ortalarında ortaya çıkıp, mealen; “Türkiye’de ‘sağ’ olarak anılanlar, aslında her türlü yeniliğe, gelişmeye, çağdaşlığa açık son derece ‘ilerici’ insanlardır… Siyasetçisi de köyündeki çiftçisi de böyledir. Türkiye’de ‘sol’ olarak anılanlar da aslında her türlü yeniliğe, gelişmeye, çağdaşlığa kapalı, son derece ‘gerici’ insanlardır.” uyarısını tarihe not düşen İdris Küçükömer’i üniversiteden uzaklaştırmak yerine dinleseydi siyasilerimiz ve kültür çevrelerimiz… Belki daha sağlam ve farklı bir zeminde tartışarak geçirirdik son 40 yılımızı… Havanda su döverek değil!
Rahşan hanımgillerin gericiliği!
Yukarıdaki girişten sonra şimdi daha net anlaşılabileceğim umuduyla son 1–2 haftaya damgasını vuran bir çıkıştan bahsetmek istiyorum…
Malum… Eşi Bülent Bey hastahane köşesinde cihazlara bağlı bir şekilde nefes alıp vermeyi sürdürürken, önce –basına yansıyan biçimiyle- iktidara karşı bir “cephe” oluşturmak üzere yola çıktı Rahşan Hanım… “Cephe” oluşturma çabasının yeri ve zamanı olup olmadığında değilim… Zaten kısa süre sonra gördük ki bütün siyasi partileri tek cephede birleştirmek istiyormuş Rahşan Hanım! Onun için ilk fırsatta AK Parti’yi de ziyaret edecekmiş… Demek ki ortalıkta “Üçüncü Adam” yakıştırmaları dolaşıyorken, Rahşan Hanım da “Tek Parti/Cephe” hayaline düşmüş… Eh!
Ya Türkiye’nin işgali ile ilgili iddialarına ne demeli Rahşan Hanımın… İnanılmaz bir Türkiye fotoğrafı bence!
Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün hafta içinde, “İçime Bir Kurt Düştü” başlıklı yazısında, DSP’nin kurucu genel başkanı Rahşan Ecevit’le yaptığı görüşmede dinlediklerini yazması tam da başından beri anlatmak istediklerimin örneğiydi. Özkök yazısında Rahşan Ecevit’e iddialarıyla ilgili belge sorduğunu ve “Belge yok ama bilgiler güvenilir” cevabını aldığını da yazdı… İşte “belge”siz ama “güvenilir bilgi”lere dayalı siyasetin iddialarından küçük bir demet: “ Bütün Trakya’yı Yunanlar satın aldı. Yunanistan Ege adalarını silâhlandırmıştı. Şimdi bu adaların karşısındaki bütün sahilleri Yunanlar satın alıyor. Biz adalar silâhsızlansın derken topraklarımız elden gidiyor.
GAP’ı Yahudiler alıyor. Bütün topraklar kapatıldı. Şimdiki kadastro müdürü söylemiyor. Ama bundan önceki gelip bize anlattı.
Ani harabelerinin etrafını İngilizler satın alıyor. Türklerle ortak şirket kuruyorlar. Sonra Türkler hisselerini İngilizlere devrediyor. Hükümet de onlara büyükelçilik statüsü veriyor. Yarın oralarda savaşa girecek olsak ne yapacağız? Oraları İngiliz toprağı olmuş.
Orta Anadolu’yu Türk Yahudileri İsrailli şirketler adına alıyor.
Kuş Cenneti’nin etrafını da yabancılar almış. Orası da elden gitmiş.
Bankalarda cam vitrinlerin arkasında, müdürlerin bulunduğu bölmelerde hep kadınları görürdüm. Kadın müdürler daha iyidir. Ama son zamanlarda bakıyorum, hep erkekler var.”
Şimdiiii… Buradan hemen başa dönüp tekrar buraya gelin bence… Ve devam edelim…
Rahşan Hanımın, 2006 yaz sıcakları bastırmışken iddia ettiği bu görüşleri 20–30 yıl öncesinde dile getirenler olurdu da… Ya “dinci” damgası yerdi iddia sahibi ya da “faşist” damgası… Biri/leri ortaya çıkıp da; “Türkiye işgal ediliyor ufak ufak… Hükümet uyuyor mu? Devlet nerede?” diyenlere ortak olarak “gerici” derlerdi o zamanlar…
Peki, kimler hangi düşüncede olanlar derdi bu sözleri? Genelde CHP’liler, Cumhuriyet gazetesi ekseninde bilgilenenler ile Bülent Ecevit ve yandaşları söylerdi… Kadere bakar mısınız?
Bugün, 30–40 yıl öncesinin iddia sahiplerinin kendileri değilse de kardeşleri, evlâtları veya öğrencileri, aklınıza gelebilecek her alanda “liberal ve global” düşüncenin gereğini yerine getirmek için bazen kantarın topuzunu da kaçırırken… 30–40 yıl öncesinde suçladıklarının diyaloglarına ilâveler yaparak meydanlara çıkanlar ise “ilerici”liği de kimselere vermeye yanaşmıyorlar… Hâlâ!
Olan da bu sıcakta bizlere oluyor… Kavramların ardındaki anlamları anlayacağız diye kafayı sıyırıyoruz ufak ufak!
Bu sıcaklarda ve bu nemli ortamda… Aman sağlığa dikkat!
09.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Risâle-i Nur’da aktüel tefekkür -1 |
|
Sessiz ve kendimize ait inkişaf yolculuklarında bazen bir ayda sadece bir kelimenin veya cümlenin hayattaki karşılığını bulma bahtiyarlığına ereriz. Onu devam ettirerek ve yaşatarak yeni hayat içinde öğrenilmiş kavramların tacı yaptıkça, fikrî kapasitemizin eksenlerini ve koordinatlarını belirlemiş oluruz. Kavrama becerilerimiz ve zihin açıklığı içinde başkasından doğru şeyler öğrenme meyillerimiz heyecan duymaya başlar.
Aslında bu günlük hayatın hercümerci içinde yapılacak güzel bir tefekkür yöntemidir. Yoksa tekrarlar ile sürekli kendimizi doğrulatmaya dayalı okumalar, psikolojik bir daralma ve aşırı bir fanatizm içinde sadece ezbere dayanan bir iman ilmi düzeyinde tutuyor.
Modern insan biliminin, beynin o ulaşılamaz gücünü ve kullanmamız gereken hafızanın teknikleri konusunda bizi yönlendirdiği konular, Risâle-i Nur’un aktüel tefekkür süreçlerini doğruluyor.
Yaşadığı her olayın metin karşılığını bulma ameliyesi bazen aylarımı alır. Her okuma ve dinlemeyi o maksat için disipline eder ve kendimi vicdanen, aklen, kalben ve beden destekli bir enerji ile öğrenmeye dâhil etmeye çalışırım.
Sonuç, çektirdiği öğrenme acıları ve kendimizi ıslâh etmek adına çok güzel şeyleri öğreten Rabb’ime şükre götürüyor.
Risâle-i Nur’un doğru mantık kurgusuna ulaşıp, kâinatta cereyan eden hadiseleri de uzmanca dikkate aldıktan sonra, bize düşen, birey olarak onları kendi iç sistemimizde denkleştirmektir. Yani aynileştirmektir. Fikrimizin 1/1=1 ölçeğinde sosyal matematiğini kurmaktır. Bunun için de bilim felsefesinin müsbetine, eğitim psikolojisine, dilbilimine, sosyolojiye, iletişime, mantık ile bu bilimlerin Risale-i Nur’daki karşılıklarını çerçeveleyeceğimiz bir perspektifle yola çıkmamız gerekir.
Dolayısıyla ihtisas gruplarına şiddetli ihtiyaç var. Her anabilim dalında beş kişilik çekirdek gruplar gereklidir. Bu gruplar, biri Risâle-i Nur’u çok iyi bilen bir iç uzman, biri dost bir uzman, diğer üç kişi de eleştirel, gözlemci ve analist bir yaklaştırmacı yöntemle tartışmayı sentezleyen kişilerden oluşmalıdır.
Grup çalışmaları, beraberce düşünme ve doğru iletişimin devamı için aralıksız on beş günde bir 6 ay boyunca sadece çalışma yaklaşımlarında bile anlaşsalar başlangıç için iyi bir fikrî bütünlük altyapısı olur.
Bütün bunlara, “Peki bu mümkün mü? Biraz gerçekçi olalım. Biz de bunları düşünüyoruz, ancak tahmin ettiğiniz kadar kolay değil” şeklinde bir soru gelebilir.
Bu soruyu düşünmekte pek haksız sayılmayız. Ancak bu mazeretler zinciri bugün için geçerli değil. Güçlü bir elektronik ortam, herkesin kendi tanımıyla birebir örtüşen alanı ile ilgili ve belirlenen kriterlere göre en az beş kişi ile belirlenmiş e-mail grupları, forum ortamları, messenger veya ortak işitsel-görsel konferans ortamlarında zaman ve mekân kavramını aşan bir “tayy-ı mekân ve zaman” gerçeğini yaşatabiliriz.
Bunların organize edilmesi halinde 15 günde bir değerlendirme raporları alınabilir. Diyaloglar ise her an ve mekân ile her zaman mümkün olabilir. En az 20 ana başlıkta tartışma yapmamız halinde, elde edeceğimiz temel yaklaşımlar bir güncel manifesto gibi araştırmacı ve uzmanların detay çalışma ve dosya hazırlamalarına ciddî bir yol gösterici olur. Aksi halde sınırlı akılla, alacağımız sonuçlar da sınırlı olur. Çünkü bugünkü gelişmeleri aktif bir şekilde izlemeden, bunları ortak akıl yöntemleri ile hayata taşımadan çözmemiz mümkün değildir.
Bilmenin yetmediği, yöntem ve disiplin içinde “ne, nerede, niçin” sorularına yaşanan bir hayatın içinde, iç mutluluğumuzun insanî yansımaları açık ve şeffaf bir demokratik zeminde hizmet verme ve bireyi öne çıkarma yönünde atacağımız adımlarla çok ciddî mesafeler alabiliriz.
Kendi çocuğumuzun verdiği sinyaller ve bizi yöneterek kendine ram ettiği zoraki değişimi veya kopmaları hepimiz yaşadığımız halde, niçin ezber ve genel ifadelerle çözüm üretme ve bildiğimiz aktüel olamayan alışkanlıkları yöntem gibi görme tavrını seçiyoruz?
İlmin yol göstericiliğine inanıyoruz. Kastamonu’da kendisini ziyarete gelen lise talebelerine Bediüzzaman, “Muallimleri değil, okuduklarınızı dinleyin” mesajı ile her ilmin bizi Allah’la buluşturacağını ifade eder. Zaten kevnî olan bilim, Âdetullah’tır.
(Konumuza yarın devam edelim)
09.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇİFTKAYA |
Neden yoksulluk var? |
|
Kimsesiz bir kız çocuğu her zamanki gibi caddenin köşesinde durmuş dileniyordu. Üzerinde yırtık pırtık elbiseler vardı. Yüzü gözü kir ve pasaktan zor seçiliyordu. Görenin yüreğini burkacak kadar sefalet içindeydi.
Zengin adam her zamanki gibi o caddeden geçiyordu. Kızı gördü, ama dönüp bir daha bakmadı. Köşedeki gazeteciden gazetesini satın aldı. Sonra da, saray yavrusu evine, mutlu ve sıcak ailesine döndü. Mükellef yemeklerle donatılmış masaya oturduğunda, nedendir bilinmez, o dilenci kızı hatırladı. Onun bu sefaletine göz yumduğu için ruhunda Allah’a karşı bir sitem duygusu uyandı.
Bu duyguyla kendi kendisine düşündü:
“Nasıl olur da Allah bu kadar küçük bir kızın böylesi bir fakirlik içinde yaşamasına izin verir? Neden o kıza yardım etmek için birşeyler yapmaz?”
Tam bu sırada, kalbinin derinliklerinden kopup gelen bir ses ruhunu titretti:
“Yaptı! Seni yarattı ve bir kısmını muhtaçlara dağıtman için sana zenginlik verdi!”
***
Ne güzel olurdu, diye düşünür insan bazen, dünyada hiç kötülük olmasaydı, hiç fakirlik ve açlık çekilmeseydi! İlk bakışta hoş, ama boş bir hayaldir oysa bu. Dünya zıtların birbirine karıştığı bir imtihan meydanıdır çünkü. Güzelliklerin ve iyiliklerin görünebilmesi için az da olsa çirkinliğe ve kötülüğe ihtiyaç vardır. Tıpkı hiç karanlık görmemiş birisinin ışığı fark edememesi gibi, insanın insan olabilmesi için, melekten farklı ve belki daha üstün olabilmesi için bu zıtlıklarla yüzleşmesi şarttır.
Bilirsiniz, kömür ve elmasın maddesi aynıdır: Karbon. Ama elmas görüntüsü, hem de değeri açısından kömürden kat kat üstündür. Kömürün ise işe yarayabileceği tek şey yanmaktır! İşte maddesi aynı olsa da, ruhlarında birbirlerinden fersah fersah farklı olan insanların birbirinden ayrışması için gereklidir, dünyanın bir imtihan meydanı olması. Elmasların kömürlerle aynı dereceye düşmemesi için gereklidir bu. Düşünsenize, çalışkan-tembel her öğrencinin en yüksek notu alabildiği bir sınav ne derece adil sayılabilir? Çalışkan öğrenciyle tembel öğrencinin ne farkı kalır?
İşte dünya yüzünde görünen kötülükler, olumsuzlukların her biri sınav sorularındaki yanlış şıklar gibi durur önümüzde. Bu dünyayı içindekilerle birlikte bize sunan Yaratıcı öyle merhametlidir ki, öyle dörder veya beşer tane cevap şıkkının içinde kafamızın karışmasını istemez.
Önümüzde kocaman harflerle yazılmış, hatta yanına “Hadi bunu işaretle!” notu düşülmüş doğru tercih durur. Ve yanlış şık, bu doğru şıkkı işaretlememektir.
Ve dikkat edin, dünyada kötülüklerin olduğundan en çok dem vuranlar, faturayı hemen Yaratıcı’ya çıkarıverirler! Bu insanların aynı zamanda dünyanın bir imtihan alanı olduğunu reddeden, Yaratıcılarıyla arası açık insanlar olması manidar değil midir? Böyleleri, O’nun neden böyle şeylere izin verdiğini sorgulamaya kalkarlar. Kötü ve çirkin görünen şeylerden kat kat fazla olan iyiliklerin ve güzelliklerin kaynağının O olduğunu düşünmezler! Bunu düşünmedikleri için cüz’î miktardaki kötülüklerin ve çirkinliklerin hikmetini anlamaya yanaşmazlar.
Dünyada görülen kötülüklerin büyük kısmı insanın insana reva gördüğü zulümlerdir halbuki. Bazı insanlar çok fakirse, bu, Yaratıcı istediği için değil, ellerindeki serveti Onun namına paylaşmaya yanaşmayan zalim zenginler yüzündendir. Dünyanın dört bir yanında zulümler ve savaşlar varsa, toprağın üstündeki ve altındaki zenginlikleri paylaşma kavgasına tutuşan zalim güçlüler yüzündendir.
Merhametli Yaratıcımız, zenginlik verdiği insanlara aynı zamanda “Paylaşın!” emrini de verir. Güç bahşettiği insanlara “Adil davranın!” emrini verdiği gibi.
Ama biz, bize verilen nimetleri düşünmeden sahipleniveririz çoğunlukla. Verildiklerini unuttuğumuz ölçüde onları vermek ve paylaşmak zor gelir. Veya gücümüz gözümüzü öyle körleştirir ki, kendimize göre bir “adalet” anlayışı geliştirir ve haksızlıklarımıza haklılık kılıfı giydirmeye çalışırız.
Ama nafile bir çabadır bu. Bu dünyada değilse bile âhirette, boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkının sorulacağı o günde, bu çabanın nafileliği daha iyi anlaşılacaktır.
www.muratciftkaya.com
09.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
İnternetin dili |
|
ÇEŞNİ
Yere sağlam basmadan yapılmaz müzakere…
S
eviye aşağıda ve yüksekte pencere…
Kuyunun
tâ dibinden seyredilmez minare...
İnternet denen nesneye şöyle bir göz atalım.
Yine internet penceresinden…
Önce mektubu, sonra da faksı acımasızca yutan internet, yakında telefonu da rafa kaldıracak. Şimdilerde gözünü televizyon yayıncılığına dikmiş. Tüm dünya TV kanallarının internet üzerinden seyredilmesi yaygınlaşma istidadında…
Daha neler…
Almanya’da bir iki yıl içerisinde “telepatik yazıcı” denen bir cihazın üretiminden söz ediliyor. Şimdilerde yapılan testlerden olumlu sonuçlar alınıyor.
Telepatik yazıcı. Düşünmek sizden, yazmak ondan.
***
Bilgisayar terimlerinin Osmanlıcasını hiç merak ettiniz mi?
Biliyorsunuz bu terimlerin bir kısmı Türkçe’ye çevrilmekle beraber, büyük bir şekli İngilizce şekliyle dilimize girmiş. Türkçemizi bozarak Türkçeleşmiş...
Meselâ internet üzerinden “sohbet etmek” yerine hep “chatleşme” tabiri kullanılır. Yani “leşme” eki Türkçe ama asıl kelime, yani “chat” İngilizce.
Gözünü seveyim, “civanmert” birisi çıkmış, hiç üşenmeden bunların Osmanlıca meâllerini yine internet yoluyla insanlara iletmiş. Öyle ki, “Siz misiniz İngilizce’yi başımıza baş tâcı yapan, kendi dilimizi bize unutturan? Öyleyse bu bilgisayar terimlerini ceddimizin lisanıyla ifade edeyim de, ne mal olduklarını görün” dercesine kelimeler üretmiş.
Bazı terimlere de tam bir Osmanlı tokatı vurmuş. Bunlardan birkaç tanesini müsaadenizle arz edeyim.
İnternet: allame-i ulü’l-arz
Görev çubuğu: değnekü’l-vazife
Çift tıklama: tıkırtıü’l-tekerrür
Hard disk: edevâtü’l-civanmert
Anti spyware: müdafaü’l-hafiye
Mouse: zındık faresi
Klavye: tahtü’l-hurufat
My documents: hazine-i evrak
Google: kâşifü’l-âlî
Denetim masası: sehpa-i saltanat
Cd-rom: pervaneü’l-hafıza
Ekran: perdeü’l-temaşa
Messenger: havadisçi
MSN: elçi
Mail server: divanü’l-mektubat
Chat: muhabbetü’l-zaby
Ctrl alt del: has tımar zeamet
Hata raporu: malümatü’l-kabahat
Enter: duhul
Virüs: deyyus
Antivirüs: akıncı
Hacker: deyyusü’l-ekber
***
İnternet, kendisine musallat olan virüs gibi, eğer doğru kullanılmazsa, bizatihî kendisi de kalplerin, ruhların ve duyguların virüsü olur. Hasta eder, mahveder, öldürür. Bilhassa çocuklarımızın ve gençlerimizin interneti doğru kullanmalarını sağlamak, biz büyüklerin vazifesi olmalıdır.
Bizim internetle olan alâkamız, “müsbet malûmat” ve “dostlarla muhabere” çerçevesiyle sınırlıdır. İşte Münih’ten Memduh kardeşimizin Cuma’mızı tebrik sadedinde yazdığı güzel şiirin son beytiyle bu yazıya “son” diyelim:
“Bir nefestir canımız yar leblerinde berkarar,
Hey! Bu fanus-u sefa bir gün söner, canlar geçer.”
09.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ömrümüz ne kadar? |
|
“Allah onlara ‘Yeryüzünde kaç sene kalmıştınız?’ diye sorar.
“Derler ki: ‘Ya bir gün veya daha da az bir zaman kaldık. Onun hesabını tutan meleklere sor.’
“Allah, ‘Gerçekten pek az bir zaman kaldınız,’ buyurur. ‘Keşke bunu vaktiyle bilmiş olsaydınız.
“‘Sizi boş yere yarattığımızı ve huzurumuza döndürülmeyeceğinizi mi sanmıştınız?’”
Mü’minûn Sûresi 112’yle 115. âyetleri arasında anlatılıyor bunlar. Gerçekten dünya hayatı nedir ki ebedî hayatın yanında? Dünyadan gidenlerin bir gün veya bir günden daha az dedikleri kadar kısa.
Cenâb-ı Hakkın, “Keşke bunu vaktiyle bilmiş olsaydınız. Sizi boş yere yarattığımızı ve huzurumuza döndürülmeyeceğinizi mi sanmıştınız?” hatırlatması da ilginç değil mi?
İnsan nasıl bilmez şu kısa dünya hayatında ebedî bir hayatı kazanmak için burada bulunduğumuzu? Boş yere yaratılmadık. Zerreden kürelere kadar hiçbir şeyin boş ve lüzumsuz olmadığı bir kâinatta biz nasıl boş yere yaratılmış, başıboş olabiliriz? Başka hiçbir yaratığa verilmeyen bunca organ, duygu ve kabiliyetler boşuna verilmedi elbet. Bunları veren Yaratıcının emri istikametinde kullanmak ve bir gün bütün bunlardan sorguya çekilmekten daha tabiî ne olabilir?
O halde elmas değerindeki ömür dakikalarını en verimli bir şekilde kullanmakla mükellefiz.
Allah Resûlünden (a.s.m.) derslerini alan Sahabîler ömürlerini bir dakika olsun zayi etmemişlerdi. Hz. Ebû Bekir vefatından önce halefi Hz. Ömer’e şu öğütte bulunuyordu: “Ey Ömer, Allah’tan kork ve bil ki, Allah’ın gece yerine getirilmesi gereken hakları vardır. Onları gündüz kabul etmez. Gündüz yerine getirilmesi gereken hakları vardır. Onları da gece kabul etmez.”
Ömer bin Abdülaziz kendisine, “Bu kadar işler arasında boğulup gidiyorsunuz. Biraz dışarılara çıkıp hava alsanız, gezip dinlenseniz!” denildiğinde, “İyi de bugünün işlerini ne yapacağım?” diye sormuş. “Ertesi gün yaparsınız” denildiğinde de şu ibretli karşılığı vermiş: “Ben bugünün işini zor yetiştiriyorum. Beni alabildiğine yoruyor. Yarın iki günün işini birden nasıl yapacağım?”
Evet, hergünün, her zamanın kendine göre işi, hizmeti olduğu, geçen zamanın bir daha geri getirilemeyeceği düşünülürse yapılması gerekenleri zamanında yapmayıp sonraya bırakmanın kayıp hanesini kabartmaktan başka bir işe yaramadığını görürüz.
Son pişmanlık fayda vermez.
09.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Ebced/ Cifir ilminin kullanıldığı sahalar |
|
Harf ilmi çok eski tarihlere kadar uzanan; Ebced de henüz Kur’ân indirilmeden önce kullanımı yaygın olan bir sistemdir. Başta tarihî olayları tesbit ve kayıtta önemli rol oynamıştır. Özellikle Arap tarihinde geçen tüm olaylar, harflere rakam değeri verilerek yazılır ve böylece her olayın tarihi de kayda geçilmiş olurdu.
Ebced sistemi İslâm dünyasında özellikle tasavvuf, edebiyat, astronomi, astroloji, edebiyat ve mimarî alanlarıyla, cifr ilmine ait konuları da içine alan geniş bir çerçevede kullanılmıştır. Günlük ihtiyaçlarda, isim sembolü olarak (özellikle tasavvuf edebiyatında bu kullanım oldukça yaygındı), kitap ve makalelerde, resmî kayıtlarda sıklıkla kullanılmıştır. Tasavvuf ve dinî ilimlerde, “Kelime-i Tevhid” veya “Esmâ-i Hüsnâ”dan bir ismin kaç adet zikredileceği Ebced tablosuna göre tayin edilir. Kur’ân tefsirlerinde ve hatta Kadir Gecesinin tesbitinde de Ebced sistemine baş vurulmuştur.
Özellikle Kur’ân-ı Kerim ve hadislerden yapılan çalışmalarla geçmiş ve gelecek olaylara ait tahminler yapılmıştır. Meselâ, en çok bilinen İstanbul’un Fethinin “beldetün tayyibetün...” cümlesinden çıkartılması gibi.1 Elmalılı M. Hamdi Yazır da, tefsirinde Molla Câmi’den naklederek Sebe Sûresinin on beşinci âyetindeki “Beldetün Tayyibetün” (iyi bir belde) ifadesi ile İstanbul’un fethinin kastedildiğini ve İstanbul’un fetih tarihinin (857 H. yılının) bu cümlenin ebcedi ile haber verildiğini yazmaktadır.2
Şâir Fuzûli, Kanunî Sultan Süleyman’ın Bağdat’ı fetih tarihi olan 941 H. yılı için; “Geldi burc-i evliyaya padişah-ı namdâr” mısraını tarih düşmüştür. Yine Sultan Abdülmecid’in saltanata geçişine de “Bir iki delik Abdülmecid oldu Melik” mısrası ile tarih düşmüşlerdir.
Ebcedin mimarî alanda kullanılmasına Süleymaniye Camii’nden bir örnek verilebilir: Caminin zemininden kubbe üzengi seviyesi 45 arşın etmektedir. Bunun ebcedi karşılığı “âdem” kelimesine denk gelmektedir. Kubbe aleminin seviyesi ise 66 arşındır. Bu ise “Allah” lâfzını karşılamaktadır.3 Böylece, ebced hesap metodu cifr ilmini de içine alacak ölçüde geniş bir alanda kullanılmış ve kültürel bir unsur haline gelmiştir.
Cifr metotları ise; Arapça harfler başta şemsî-kamerî olmak üzere ikiye; mesrurî-mebrurî-melfuzî olmak üzere üçe bölünür. Veya yirmi sekiz harf ebceddeki sıraya göre ilk yedisi ateş, ikinci yedisi hava, üçüncüsü su, dördüncüsü de toprak karakterli olmak üzere dört gruba ayrılır. Harflerdeki tasarrufun sırrı, teşkil edilen tertipteki mizaca bağlanır, yahut harflere ve yine ebced sıralamasına göre sayısal değerler verilerek harfler ve sayılar arasındaki münasebetlerle bunlara tekabül eden remizlerden oluşan bir yol takip edilir. Bu sonuncu metoda “cefr-i mutavassıt” denilir.4
Bu hesap yöntemi, çok eski tarihlere kadar uzanan ve daha henüz Kur’ân indirilmeden önce kullanımı çok yaygın olan bir yazım şeklidir. Arap tarihinde geçen tüm olaylar, harflere rakam değeri verilerek yazılır ve böylece her olayın tarihi de kayda geçilmiş olurdu. Bu tarihler, her kullanılan harfin özel rakam değerlerinin toplanmasıyla elde ediliyordu.
Cifir ve dolayısıyla ebced ilmi, sair semâvî dinlerde ve kültürlerde de kullanıldığı için, Kur’ân elbette onu da içine alır. Bu açılardan bakıldığında da Kur’ân mu’cizedir.
Dipnotlar:
1. İsmail Yakıt, Türk-İslâm Kültüründe Ebced Hesab ve Tarih Düşürme, Ötüken Ist. 1992.; 2. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul 1936, V, 3956.; 3. İsmail Yakıt, Türk-İslâm Kültüründe Ebced Hesabı ve Tarih Düşürme; 4. Metin Yurdagür, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, “cefr” maddesi, c: 7, s. 216.
09.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Mehir üzerine - 3 |
|
Karabük’ten Ali Kılınç: “Mehirle ilgili dinimizin emirleri nelerdir? Düğün nişan gibi mesut günlerde hanım kızlarımıza erkek tarafından takılan takıların mülkiyeti kime aittir? Tasarruf hakkı kimindir? Dört mezhebe göre şerh ve izah eder misiniz? Mehrin asgarî ve azamî miktarı ne kadardır? Nasıl ve neye göre vaz edilmiştir? İslâm tarihinden örneklerle izah eder misiniz?”
Dünkü yazımızda kadının hangi durumlarda mehri hak ettiği üzerinde durmuş, bunlardan ikisini işlemiştik. Bu gün kaldığımız yerden devam edelim: Kadının mehri hak ettiği hususlardan birisi de şudur:
3- Erkek ölmüşse: Nikâhtan sonra eğer erkek ölürse, kadın mehrin tamamını almaya hak kazanır. Burada cinsel birleşmenin veya halvet-i sahihanın meydana gelip gelmediğine bakılmaz. Eğer mehir belirlenmemişse, kadın mehr-i misil alır.
Mehrin yarısı şu durumda verilmelidir:
Mehrin belirlenmesi şartıyla, nikâhtan sonra, cinsel birleşme veya halvet-i sahiha olmadan evlilik sona ererse, kadın belirlenen mehrin yarısını almaya hak kazanır. Bu durumda eşler boşanma sebebine göre hareket edebilirler. Eğer boşanmaya sebep erkekse, erkek mehrin hiç olmazsa yarısını vermeden kadını serbest bırakamaz.
Eğer boşanmayı kadın istiyor ve boşanma karşılığında mehrinden vazgeçeceğini de bildiriyorsa, ancak bu durumda kadına mehir verilmez.
Delili şu âyettir:
“Eğer onları daha temas etmeden boşar da, onlar için bir mehir takdir etmiş olursanız, o halde mehrin yarısını vermek gerekir. Eğer kadın kendi hakkından vazgeçer ve mehri bağışlarsa veya nikâhı elinde bulunduran erkek tamamını verirse o başkadır. Sizin mehrin tamamını vermeniz ise takvaya daha yakındır. Aranızda fazileti ihmal etmeyin. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızı hakkıyla görür.”1
Şu durumda mehir yerine hediye verilir:
Mehrin miktarı belirlenmeden nikâh kıyılmış, ancak cinsel birleşme veya halvet-i sahiha öncesinde ayrılık (boşama) olmuşsa, bu durumda kadına uygun bir hediye verilir.
Delil şu âyettir:
“Kadınlarınızı, daha kendilerine temas etmeden ve bir mehir takdir etmeden boşamanızda bir günah yoktur. Ancak onları, gönüllerini alacak bir şeyle faydalandırın. Zengin olanın gücü yettiğince, fakir olanın da haline göre, iyilikle bir şeyler vermesi gerekir. Bu, başkalarının hukukuna riayet edip iyilik yapmak isteyenler üzerine bir haktır.”2
Şu durumlarda mehir verilmez:
1- Sahih olmayan bir nikâh akdi yapılır ve cinsel birleşme olmadan ayrılık meydana gelirse mehir vermek gerekmez. Meselâ nikâhı kıyılan eşlerin birisinin bulunmadığı, bulunmayan eşin şahitlerden birisine ya da nikâhta hazır bulunan birisine vekâlet verip vermediği bilinmediği, şahidin bulunmadığı veya şahitlik şartlarına haiz olmayan birisinin şahitliğini yaptığı, eşlerden birisinin açık ve anlaşılır biçimde ‘evet’ demediği veya ‘hayır’ dediği nikâhlar sahih nikâh değildir. Böyle sahih olmayan nikâhlar erkeğe mehir mesuliyeti getirmez. (Sözlülük ve nişanlılık da mehir mesuliyeti getirmez.)
2- Sahih bir nikâh akdi yapılmış olsa da, cinsel birleşme veya halvet-i sahihadan önce kadının fiiliyle veya isteğiyle ayrılık meydana gelirse mehir verilmez.
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 237
2- Bakara Sûresi: 236
09.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Tatile çıkmayacağım |
|
Fıtratımdaki meylü’r-rahat hissi, nefsimdeki istirahat arzusu ne derece beni esareti altına almaya çabalasa da, kalb ve vicdanımdan yükselen “İstirahati hak ettin mi?” suâli beni en azından bir miktar da olsa yaz tatili adı altında şöyle “yan gelip yatmaktan” alıkoydu.
Bir miktar da olsa diyorum; çünkü bunaltıcı sıcaklar bastırdıkça atalet ve rehavetin dizginini zaptetmek güçleşiyor ve nefis, heva yine bir açığımı yakalayıp istediğini yaptırmak için fırsat kolluyor.
Dayanılmaz sıcaklardan kaynaklanan istirahat meyline, gevşeme ve atalet hislerinin yardımı da eklenince, bütün bunlara karşı direnip okumaya ve sohbet meclislerine zaman ayırmak iyice zorlaşıyor.
Ama olsun, iç dünyamdaki bir ses ‘Direnmelisin!’ diyor kulağıma. Yalnız kulağıma değil, kalb ve ruhuma da aynı şeyleri söylüyor. Aklım, vicdanım da ‘Atalete, rehavete teslim olmamalısın’ telkinini yapınca, bu doğru seslere kulak verip öylece bir hal sergilemek için kendimi toparlamaya çalışıyorum.
“Tatil yapmayı hak ettin mi?” suâline kendimce belki doğru bir cevap verebilsem de, böylesi bir cevabın aslında çokça doğru olmayacağını düşündüm.
Kendimce doğru bulduğum cevapları zihnimde şöylece sıraladım: Tatil yapmak, istirahat etmek meşrû bir haktır. Yıl boyunca hiç tatil yapmadım, şimdi tatil yapmayı hak ettim. Herkes gibi ben de bir geziye çıkabilmeliyim. Yorgunluğu gidermek için yaz tatiline çıkmak şart. Bu ve benzeri cevaplar, zihnimdeki yerlerini alırken, bu defa iç dünyamda başka başka sualler zihnimi kurcalamaya başladı.
İşte o suallerden bazıları: Hani her fırsatta kendinizi bir geminin kaptanı, tayfası, hademesi olarak görüyordunuz. Bu rolleri üstlenen kişi tatile çıkar mı? Böyle hayatî vazifeleri üstlenenler istirahate çekilirse sonuç ne olur? Hani toplumdaki manevî yangını söndürme işini üstlenmiştiniz. Bu yangın devam ettiğine göre, bir itfaiye erinin tatile çıkması doğru olur mu? Hani cihad-ı mâneviyeyi yapıyordunuz. Böylesi kritik ve önemli vazifede bulunan bir insan, nasıl rahat-ı kalple tatil yapabilir? Ne şekilde istirahata çekilebilir?
Vicdanımın ve kalbimin tâ derinliklerinden gelip zihnimi meşgul eden bu suallere ya muknî, inandırıcı cevaplar bulmalıyım veya tatil yapma arzu ve isteğimi şimdilik rafa kaldırmalıyım.
Bütün insanlığı tehdit eden manevî yangın, gerçekten bütün dehşetiyle devam ediyor. Sokaklara terk edilmiş şu çocuklara bir bakın. İçki ve uyuşturucu illetinden adeta can çekişen şu gençlerin haline bakın. Ar ve haya damarlarını çatlatacak sokaklardaki müstehcenliği hiç sormayın. İnsafınız, vicdanınız elveriyorsa atari salonlarında, kumarhanelerde, içki masalarında ömür tüketen insanları sırf kapıdan bir seyredin.
Evet kendimi avutarak kaçamak yapmamın hiçbir faydası yok. Ya çevremdeki insanların hâl-i pürmelâllerini görmezlikten gelip, olup bitenlere karşı gözlerimi kapayıp, vicdanımın sesine kulak tıkayıp, şöyle keyifli bir tatil yapıp istirahatime bakacağım; ya da şu iç karartan, iç kanatan insan manzaralarını gördükten sonra, kendi payıma düşen sorumluluğun gereğini yapmanın derdine düşüp, dinlenip, istirahat etmeyi hiç aklıma getirmeden içinde nice ehl-i dinin yanmakta olduğu bu manevî yangını söndürmek için çalışacağım, çabalayacağım.
Evet bu noktada başkalarının özel hayatlarına, yaşantılarına, tatillerine karışmak gibi bir niyetim elbette yok ve olmaz da. Herkes meşrû dairedeki tatilini, istirahatini yapabilme hakkına sahiptir.
Lâkin ben bu noktada keyfimce, huzur-u kalble bir tatili hak etmediğimi düşünüyorum. Şöyle gönlümce bir mesire yerinde, bir yaylada, bir soğuk su yanında yan gelip yatarak istirahat etmeyi içime sindiremiyorum doğrusu. Bu tercihim; çevremde olup biten menfîlikleri, insanların hoş olmayan hâl ve tavırlarını düzeltebileceğim anlamına da gelmez şüphesiz. Böyle bir gücüm, böyle bir kabiliyetim olmadığını da biliyorum.
Herkes tatilini istediği şekilde istediği mekânlarda geçirme hakkına sahip olduğuna göre, ben de bu kuralın bir gereği olarak bu yaz tatilimi evde kitaplarımla, hane halkımla ve sohbet mekânlarındaki dostlarımla geçireceğim inşallah.
09.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Cumhurbaşkanlığı |
|
Sizce Cumhurbaşkanlığı koltuğuna kim oturmalı?
a) Abdullah Gül. (Mümkün değil. Ama belli olmaz bir çıkış yapabilir)
b) Abdüllatif Şener. (Sol tandanslı partilerin gözdesi. Daha doğrusu masum bir yem… Şansı, yüzde sıfır!)
c) Ahmet Necdet Sezer (Yeniden)
(Bu listeye almamız bile abes. Bu kadar yıllık başarısından sonra, kesinlikle seçilemez.)
d) Deniz Baykal (Bu listede ismi şaka gibi duruyor)
e) Erdal İnönü (Siyaset ondan kaçıyor, o siyasetten. Çankaya'dan kaçarsa nereye sığınacak?)
f) Erkan Mumcu (Ne bu? Kamera şakası mı?)
g) Hikmet Çetin (Afganistan ne durumda? ABD icazet versin, neden olmasın?)
h) Hilmi Özkök (Baştan ismi verilerek, şansını sıfırladılar)
i) Mesut Yılmaz ('Siyasete dönebilirim' dedi, Çankaya'ya değil)
j) Süleyman Demirel (Yeniden)
(Hedefi kesinlikle Çankaya değil… Başkanlık)
k) Tansu Çiller (Çiller inzivaya çekildi. Ama zorla aklını çelenler var)
l) Recep Tayyip Erdoğan (Baştan beri kendini tarif ediyordu. Anlayana sivrisinek saz)
Başka? Bir tane daha var: Hani sağlı-sollu ittifak peşinde koşturan:
m) Rahşan Ecevit! (İttifak bir ütopya. Çankaya ise bir şiir.)
Görüldüğü gibi hiçbir liderin şansı yok.
Ne diyelim: Cumhurbaşkanı şimdiden vatana millete hayırlı uğurlu olsun!
09.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Rüya gibi |
|
Zaman sel dolaplarını hızla çalıştırırken, dünya hayatının fâniliğini hatırlatan uyarıcılar giderek artıyor. Özellikle kabir tarafına nüzülün başladığı 40 yaşından sonra...
Bu uyarıcıların büyük kısmı enfüsî âlemde maddî ve manevî işaretler olarak beliriyor.
Saç ve sakaldaki beyazların çoğalmasından, ölümün keşif kolları olarak vücutta yerleşme sinyalleri veren hastalık ve ârızalara...
His ve ruh âleminde dünya hayatının fâniliğinin her geçen gün daha iyi fark edilip insanın kendisini bu gerçeğe hazırlama ihtiyacını daha çok duyar hale gelmesine kadar.
“Vakitli” veya “vakitsiz” vefatlarla yakın çevrenin sür’atle boşalması da bu halet-i ruhiyeyi güçlendiren en önemli etkenlerden biri.
Bu çerçevede, uzun yıllar yaşanılan mekânların şu veya bu sebeple terk edilerek başka diyarlara göçülmesi yahut sair aile efradıyla unutulmaz hatıraların yaşandığı eski evlerin zamana yenik düşüp yıkılması da tesirli uyarıcılar faslında yer alıyor.
Birinci Dünya Savaşında talebeleriyle birlikte vatan müdafaası için çarpışırken esir düşen Bediüzzaman’ın esaret dönüşü gittiği Van’da, medresesi başta olmak üzere bütün Müslüman hanelerinin Ermeni çeteler tarafından yakılıp yıkıldığını görünce hissettiklerini anlattığı On Üçüncü Rica, bu açıdan son derece düşündürücü ve etkileyici bir bahis.
Orada şöyle bir hadis-i şerif aktarılıyor:
“Her sabah bir melâike çağırıyor; ‘Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz; harap olmak için binalar yapıyorsunuz’ diyor.”
Ve bu hadis, tam da anlatmak istediğimiz mânâları çok veciz bir şekilde ifade ediyor.
Bunları yazmamızın sebebi, babamızı rahmet-i Rahman’a tevdî etmemizin üzerinden iki seneye yakın bir zaman geçmişken, şimdi de, 47 yıl önce dünyaya gelip çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızı yaşadığımız evimizin bir istimlâk sonrası tarihe karışmış olması.
1940’ların başında dedemiz tarafından satın alınan ahşap-kerpiç evde ve bahçesinde bütün aile efradıyla beraber mütevazi, kanaatkâr ve bereketli bir hayatı paylaşmıştık.
Ramazan akşamları pencereden gözüken hisardaki iftar topunun kıvılcımını ve patlamasını heyecanla bekleyip, o ânı yaşadıktan sonra sofraya oturmamız, o hayatın unutulmaz güzelliklerinden yalnızca biriydi.
Şimdi o evin yerinde bir enkaz var. Erik, armut, asma ağaçları ve çiçeklerle şenlenen bahçesinin de yarısı benzer durumda.
Yakın zamanda enkaz temizlenecek ve belediyenin yeni imar planları çerçevesinde oralara yeni yollar ve binalar yapılacak.
Hep denir ya: “Hayat devam ediyor.”
İnsanlar doğacak, yaşayacak, ölecek, ardından gelen yeni nesiller de aynı kaderi paylaşacak. Binalar yapılacak, eskiyecek, yıkılacak ve yerlerine yenileri inşa edilecek.
Tâ fâni dünya hayatına nokta konulup, âhiret âleminde yeni ve sonsuz bir hayat boyutunda tekrar diriltileceğimiz âna kadar.
Bu süreçte önemli olan, fâni yüzüyle bir rüya niteliğindeki dünya hayatını, ömür dakikalarını ebedîleştirme şuuruyla yaşamak.
09.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Anketin söylediği... |
|
Türkiye’de suç olgusunun sebeplerini, suçluluğun arka plânında bulunan ve bunu etkileyen faktörleri, bilimsel bir bakış açısıyla sosyo-ekonomik ve kültürel açılardan değerlendirmek, bunlara yönelik çözüm teklifleri sunmak amacıyla “Suç ve Suçluluk Araştırması: Sorunlar ve Çözüm Önerileri” isimli bir araştırma yapıldı.
Türkiye İsrafı Önleme Vakfı’nın öncülüğünde proje koordinatörlüklerini Prof. Dr. Halil Kayım ve Prof. Dr. İhsan Sezal’ın yaptığı anketten çarpıcı sonuçları ortaya çıktı.
Türkiye’de; kapkaç, hırsızlık, gasp, çetecilik ve cinsel suçlar gibi sosyal problemlerin önlenmesi için, güvenlik tedbirlerinin tek başına yeterli olmayacağını gözler önüne seren araştırmaya göre, çözüm için teşhisin doğru konulması gerekiyor.
Araştırmada, suçların ve toplumsal sorunların ana kaynağı ve asıl kurutulması gereken “bataklıklar” şöyle sıralanıyor: İşsizlik ve yoksulluk, yapısal yolsuzluk, eğitimsizlik ve manevî değerler sistemindeki yozlaşma…
Adana, Ankara, Diyarbakır, İstanbul, İzmir, Trabzon illerinde on farklı ceza infaz kurumunda bulunan bin 525 hükümlü ve belirtilen illerde yaşayan bin 250 kişi olmak üzere, toplam 2 bin 775 kişi üzerinde yapılan ankete göre, Türkiye’de suçun birinci sebebi: İşsizlik ve yoksulluk…
Araştırmaya göre hızlı ve plânsız göç, manevî değerler sistemindeki zayıflama ve kısa yoldan ahlâka ve hukuka aykırı “köşe dönücülük” felsefesini ön plana alan yaklaşımlar, kişilerin suç işlemesini artıran en önemli sebepler arasında yer alıyor. Uyuşturucu ve alkol bağımlılığı ile düzensiz aile yapısı, aile içi şiddet, televizyonda gösterilen ve basında yer alan şiddet görüntüleri, mafya dizileri, bazı filmler, özellikle çocuklar ve gençlerin suça yönelmesinde önemli bir faktör olarak ortaya çıkıyor.
Araştırmaya katılanların büyük çoğunluğunun dar ve orta gelirli ailelere mensup oldukları görülüyor. Araştırmaya katılanların yüzde 21.4’ü hiç gelirleri olmadığını; yüzde 13.4’ü 250 YTL’nin altında, yüzde 26.1’i ise 251-500 YTL arasında bir gelire sahip olduklarını belirtmişler.
Araştırma sonuçları 63 sayfadan oluştuğu için buraya hepsini almamız mümkün değil. Burada dikkatini çekmek istediğimiz ve araştırma sonuçlarına göre de “en önemli sebepler” arasında sayılan “manevî değerler sisteminde meydana gelen zayıflama” konusu…
Araştırmaya katılan mahkûmların yüzde 58.4’ü, manevî değerlerin zayıflamasının suça zemin hazırladığını düşünüyor. Bu fikre katılmayanların oranı yüzde 26.2, “fikrim yok” diyenlerin oranı ise yüzde 15.4. Toplumun yüzde 69.5’i manevî değerlerin zayıflamasının suça zemin hazırladığını düşünüyor.
Araştırmaya göre çözüm; kişilere manevî ve sosyal destek sağlamakta. Din ve ahlâk kuralları yanında, ülke ve millet sevgisi, çoğunlukla toplumsal yapı içinde meydana gelebilecek marazî halleri engelleyici bir işleve sahip olduğu vurgulanıyor. Öte yandan manevî değerlerden uzaklaştıkça, toplumsal düzeni bozan eylemlerin sayısında önemli bir artış olduğu; bununla bağlantılı olarak suçun başlıca sebepleri arasında yer alan alkol ve uyuşturucu bağımlılığının da arttığı görülüyor.
Araştırma, suçun önlenmesi açısından çocuklara ve gençlere temel dinî ve ahlâkî bilgilerin verilmesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Araştırmada ortaya çıkan en çarpıcı sonuçlardan birisi de, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı… Uyuşturucu ve alkol gibi bağımlılık yapan maddelerin kullanılmasının bireylerin suç işleme ihtimalini büyük ölçüde arttırdığı tesbit edilirken, toplumun yüzde 92.9 gibi çok büyük bir kesiminin uyuşturucu ve alkol kullanımının suçu ve suçluluğu arttıran faktörler arasında başı çektiği görüşünde birleştiği ortaya çıkıyor.
Bu bakımdan özellikle çocuklar ile gençlerin bu tür tehlikeler karşısında en baştan uyanık olmalarının sağlanması önemli. Burada en önemli görevlerden birisi de ailelere düşüyor. Devlete de bu noktada düşen görev, okullarda ve yerleşim birimlerinde bulunan doktor, psikolog ve sosyal hizmet uzmanları aracılığıyla, ailelerin bilinçlenmesini sağlamak…
Araştırmadan ortaya çıkan sonuçlar bunlar… Yetkililere suçu önleme konusunda pencere açabilecek bu araştırma, aynı zamanda yol gösterici de olabilir. Suçu önleme konusunda gençlerde eğitim düzeyinin artması ve okuma alışkanlığının kazandırılması gerekiyor. Çünkü gençler ne kadar iyi yetişirse toplumun mutluluğu da o derece artacaktır…
Türkiye’nin bir maneviyat seferberliğine ihtiyacı var… Yaz ayları bunun için bir fırsat. İyi değerlendirmek lâzım…
09.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Altta kalanın canı mı çıksın? |
|
Tam ‘düzlüğe’ çıkmak üzereyken, gelen ‘kriz dalgaları’ Türkiye’yi sarstı. Bu sarsıntıdan en çok etkilenenler ise, her zaman olduğu gibi, ‘en altta kalanlar’ oldu. “Zengin dağdan yol bulur, fakir ovada yol şaşırır” tesbitini doğrularcasına, asıl kaybedenler ‘maaşa talim eden’ler oldu.
Maaşa talim edenler kaybetti, ama hiç maaşı olmayan/ düzenli bir gelire sahip olmayan, milyonlarca ‘işsiz’in varlığı da düşünülürse, krizlere, dalgalanmalara tutulanların yine de şükretmesi gerektiği anlaşılır.
Türk Eğitim-Sen’in yaptığı bir araştırmaya göre, son 1 yılda memur maaşları dolar ve avro karşısında yüzde 9 ila 20 oranları arasında değer kaybetmiş. Araştırmaya göre, maaşlar 2005 yılı Haziran ayı ile 2006 yılı Haziran ayı arasındaki 1 yılda YTL düzeyinde artış göstermesine rağmen, dolar ve avro karşısında gerilemiş. (AA, 8 Temmuz 2006)
‘Düzen’i bozan zamların başında da benzin zamları geliyor. Benzin fiyatlarında yaşanan artış nedeniyle bir otomobil deposunu doldurmanın maliyeti bir yılda yüzde 61 oranında artmış. Tekrarlayalım: Bir depo benzin, bir yıl önceye göre, yüzde 61 daha pahalıya dolduruluyor.
Sakın ha, ‘arabası olan düşünsün’ demeyelim. Tabiî ki önce ‘arabası olan’lar düşünsün, ama bu durum neticede hepimizi ilgilendiren, etkileyen bir gelişme. Akaryakıta gelen zamlar, iğneden ipliğe, bilgisayardan cep telefonuna kadar hemen her şeye dolaylı ya da doğrudan yansıyor.
Araştırmayı değerlendiren sendika yetkilileri şöyle demiş: ‘’Benzine son bir yılda 18 kez zam yapılması ve benzin fiyatlarının önlenemez yükselişi, memurların kesesine dokundu. Türkiye’de ekonomik sıkıntılar, ne yazık ki, had safhaya ulaştı. Memur ucube zam oranlarıyla oyalanmakta, yerine getirilmeyen sözlerle kandırılmaktadır.’’
Öyle bir hale geldik ki, işsizler haklı olarak şikâyetçi oldukları gibi, çalışanlar da hayatlarından memnun değil. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, benzer işleri yapanların çok farklı ücretler alması gibi konular sıkıntının kaynağı. Meselâ profesörlerin aldığı maaş, albayların aldığı maaşın çok gerisinde kalmış.
İlgili haber şöyle: “On yıl önce genel müdür ve kıdemli albay ile aynı maaşı alan profesörler, bugün bu sıralama içinde en altta yer alıyor. Profesörlerin iki meslek grubu ile aralarındaki maaş eşitliği, 2001 yılından itibaren bozuldu. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e devlet ve vakıf üniversiteleri rektörlerinin sunduğu ‘Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi’ raporunda profesörleri vali, hakim, genel müdür ve kıdemli albay ile kıyaslayan rektörler ‘Profesörler sürekli gelir kaybına uğradılar’ dedi. 10 yıl önce üç meslek grubu da aynı maaşı alırken, bugün kıdemli bir albay 2 bin 854 YTL, genel müdür 2 bin 974 YTL, bir üniversite profesörü ise 2 bin 502 YTL net maaş alıyor.” (Sabah, 8 Temmuz 2006)
Tabiî ki, kıyaslama yapılanların ikisi de Türkiye şartlarında ‘iyi’ maaş alanlar. Bir de bunun ‘en altta kalanları’nı kıyaslamak lâzım. Asgarî ücretin 400 YTL civarında olduğu bir yerde, ‘ücret adaleti’nden bahsetmek mümkün mü?
Sadece, “eli, kolu güçlü ve sesi çok çıkanlar”ın maaşlarına zam yapmak ve ‘en alttakiler’in seslerini duymamak hükümetlerin yapabileceği en büyük hatadır. Bu konuda da tarihten ders almakta fayda var. Unutmayalım, ‘sesi çok çıkanlar’a yapılan adaletsiz maaş zamlarından sonra, o zamları yapan hükümetler koltuklarını başkalarına devretmek durumunda kalmıştır.
Çare, her konuda olduğu gibi, maaş konusunda da ‘adalet’le hükmetmektedir...
09.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Avrupalı Müslümanlar |
|
Son sıralarda özelde Türkiye ile AB, genelde ise Batı ile Doğu arasındaki hissi mesafenin (emotional distance) daralmak yerine açıldığına şahit oluyoruz. Bunun nedeni Batı’nın gücünün en son sınırlarına ulaşmış ve bu zirveden iniyor olması. Kendine güven bazen kibri getirse de bazen de hoşgörüyü beraberinde getirir. Güven kalmadığında yerini kuşku alır.
Doğu-Batı ilişkilerini bu zaviyeden değerlendirebiliriz. Gücünü kaybettikçe Batı tahammülünü de aynı oranda kaybediyor. Hazım problemi yaşıyor. Hazmetme kapasitesi azaldıkça da bu defa cazibesini ve ötekilerin ilgisini kaybediyor. Şimdi karşılıklı böyle bir gergefi yaşıyoruz. Dünkü Milliyet, ‘Batı’dan uzaklaşıyoruz’ şeklinde bir yargı cümlesi veya başlığı kullanmıştı. Buna göre bütün istatistikler aynı sonuca işaret ediyor. Öyleyse bunun arazlarını biraz tartışalım. Amerikan Pew araştırma şirketi Avrupa’da Müslümanlar konulu bir kamuoyu yoklaması yapmış ve sonuçları önceki gün açıklandı.
“Avrupa’da Müslümanlar” konulu kamuoyu yoklamasının sonuçlarına göre, Türk toplumu Batı’dan hızla uzaklaşıyor ve kendisini tanımlarken dini kimliğini ön plana çıkarıyor. Pew araştırmasına göre, Türklerin yüzde 51’i kendisini “önce Müslüman” olarak tanımlarken, sadece yüzde 19’u kendisini “vatandaş” olarak görüyor. Aslında bu Avrupa’nın veya Batı’nın kabahati değil. Demek ki millet tam olarak laik kimliği benimseyememiş. Toplumun yüzde 30’u ise iki kimliği de eşit olarak kabul ediyor. Türkiye’de kendini “önce Müslüman” olarak görenlerin oranı, geçen yıl yüzde 43 iken, bu oran bu yıl 8 puan artarak yüzde 51 olmuş. Pew’in araştırmasına katılan Türklerin yüzde 39’u Türkiye’de “köktendincilerin” artmasından endişe duymadıklarını belirtirken, yüzde 46’sı bu konuda endişeli olduklarını söylüyor.
***
Türkiye’de 1-25 Nisan 2006 tarihleri arasında 18 yaşından büyük 1013 kişi ile yüz yüze görüşme şeklinde yapılan ve yüzde 3’lük bir yanılma payı olabileceği belirtilen araştırmanın Türkiye ile ilgili sonuçları şu şekilde: Türklerin yüzde 57’si Avrupalıların Müslümanlara karşı “düşmanca tutumları” olduğuna inandıklarını söylerken, yüzde 35’i bu görüşe katılmadığını kaydetti. Dörtte üçü anti-Amerikancı: Türkler arasında ABD’ye “olumlu” bakanların oranı sadece yüzde 12’de kaldı, Türklerin yüzde 76’sı ABD’yi “olumsuz” değerlendirdiklerini söyledi.
Amerikalı sevgisi eriyor: Amerikalılara olumlu bakanların oranı 2002’de yüzde 31 iken, 2006’da yüzde 17’ye düştü, olumsuz bakanların oranı ise 2002’de yüzde 50’den 2006’da yüzde 69’a yükseldi. İran’a geçer not: Ankete katılan Türklerin yüzde 53’ü İran’ı “olumlu”, yüzde 35’i “olumsuz” olarak gördüklerini belirtti. Nükleer olmasın: İran’ı genelde olumlu olarak gören Türkler, nükleer silahlar söz konusu olunca tutumlarını değiştirdi. Buna göre, Türklerin yüzde sadece yüzde 23’ü İran’ın nükleer silah sahibi olmasını desteklediklerini söylerken, yüzde 61’i buna karşı olduklarını kaydetti.
Terörle savaşa destek yok: ABD’nin “terörle savaşına”, ABD’nin Irak’ı işgalinden önce karşı çıkanların oranı 2002’de yüzde 58 iken, bu oran 2005’te yüzde 71’e, 2006’da ise yüzde 77’ye çıktı. Bunu destekleyenlerin oranı ise 2002’de yüzde 30 iken, 2006’da yüzde 14’e düştü.
Filistin’e sempati: Türklerin yüzde 63’ü, Ortadoğu’da Filistinlilere, yüzde 5’i ise İsraillilere daha çok sempati duyduğunu söyledi. Ankete katılanların yüzde 2’si “ikisine de sempati duyduğunu”, yüzde 16’sı ise hiçbirine sempatisi bulunmadığını belirtti. Hamas’a çok karşı değil: Türklerin yüzde 44’ü Hamas’ın seçimlerden zaferle ayrılmasının “Filistinliler için olumlu”, yüzde 23’ü ise “olumsuz” olduğuna inandıklarını belirtti.
***
Anketteki göstergeler olaylara göre değişiyor ve şekilleniyor. Dolayısıyla ilişkilerin trendi iyi seyretmiyorsa bu kamuoyu yoklamalarına da yansıyor. Kamuoyu yoklamaları birer ayna. Hayıflanmaya veya alarm zilleri çalmaya gerek yok. Ama bütün iyileştirme çabalarına rağmen Doğu-Batı ilişkilerinde kötüye gitme devam ediyor. Zira objektif şartlar değişti.
Bunu en iyi tarassut eden ve gözlemleyenlerden birisi olan Amin Maalouf Tempo dergisine şunları söylüyor: “Doğu-Batı arasındaki ilişkilerin daha önce hiç bugünkü kadar kötü olmadığını düşünüyorum. Üstelik yoluna girmek yerine gitgide daha da bozulduğunu, kötüleştiğini görüyorum. Gelecekte de çok daha sert çatışmalar yaşayacağımızı düşünüyorum ve itiraf etmeliyim ki bu gelişmeden dolayı aşırı derecede endişeliyim. Hatanın en az Batı kadar Doğu’ya da ait olduğunu düşünüyorum... Bu da bence hem Batı’nın hem de Müslüman dünyanın derin bir başarısızlığıdır. İkisi de bu ağır başarısızlıkların suçunu birbirine atmaya çalışıyor. Suçu paylaştıklarının farkında değiller. Kısaca çok karanlık bir dönemden geçiyoruz ve ne yazık ki bu tünelden ne zaman çıkacağımızı bilemiyorum...”
Maalouf’un çizdiği tablo çok karanlık ve bu kabloyu tersine çevirmemiz için iki tarafın da çok çalışarak sebeplerini izale etmesi lazım.
Yarın : Avrupalı Müslümanların geleceği
09.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|