|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Rüzgârı da Süleyman'a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi.
Sebe’ Sûresi: 12
|
09.07.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kim anne ve babası yerine hac yapar veya onların yerine bir borcunu öderse, Allah Kıyamet Günü onu anne ve babasını razı eden salih kimseler arasında haşreder.
Câmi'ü's-Sağîr c: 3-3622
|
09.07.2006
|
|
Masumların ‘ah’ları rahmet bulutlarını teşkil edecek
Musibet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü mâsumâne ve mazlumâneden, zayıfa şefkat, ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım.
Ümidim kavîdir ki: Çok mâsumların kalblerinden hararet-i hüzünle tebahhur eden “ay,” “vay” ve “ah”lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve âlem-i İslâmda yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle, o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.
Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette lâübâlicesine hareketlere müsait bir zemin ise, herkes şahit olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâza bedel, vilâyat-ı şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mim’siz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır.
Divân-ı Harb-i Örfî, s. 52
***
Bir zaman, eski Harb-i Umumîde, düşmanların ehl-i İslâma ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azap çekerdim. Birden kalbime geldi ki, o maktul masumlar şehîd olup veli olurlar; fâni hayatları, bâki bir hayata tebdil ediliyor. Ve zâyi olan malları sadaka hükmünde olup bâki bir malla mübadele olur. Kastamonu Lâhikası, s. 49
Lügatçe:
hüzn-ü mâsumâne: Masumca hüzün.
kavî: Kuvvetli.
hararet-i hüzün: Hüznün yakıcılığı, sıcaklığı.
tebahhur: Buharlaşma.
nifak: Münafıklık, iki yüzlülük.
mugalâta: Aldatma, safsata.
saadet-saray-ı medeniyet: Medeniyetin saadet sarayı.
tesmiye: İsimlendirme.
mahall-i ağrâz: Kasten yapılan kötülükler yeri.
vilâyat-ı şarkiye: Doğu illeri.
selâmet-i kalb: Kalbin korku ve endişeden uzak olması.
|
09.07.2006
|
|
İnançsızlık; hürmet ve merhamet hissini yok eder
Giriş
Anarşist görüşlere göre, günümüz kapitalist toplumu, “bir tek insanlık”tan oluşmaz. Durumları ve işlevleri toplumsal olarak farklı olan, birbirinden farklı iki kampa bölünmüştür: Proletarya ve burjuvazi. Anarşist hareket Marksizm, Komünizm ve Bolşevizm kaynaklarından besleniyor. Ancak anarşistler, kendilerini, komünistlerin ve bolşeviklerin devletçi anlayışlarına karşı olarak nitelendiriyor, Marksizm’in iki hedefi olan sınıfsız ve devletsiz bir toplum sloganıyla hareket ediyorlar. Buna göre anarşistler hiçbir otoriteyi kabul etmiyorlar. Onlara göre devlet ve otorite belirli bir sınıfın elinde ve bunlar işçileri, emekçileri eziyorlar, onların haklarını gasp ediyorlar. Bu yüzden hedefleri, herkesin eşit şartlarda yaşadığı bir toplum. Anarşistler bunu şiddete dayalı devrimci metotlarla gerçekleştirmek için çalışıyorlar.
Son 80 yıl içerisinde dünyanın birçok ülkesinde anarşistler boy gösterdi ve örgütlendi. Türkiye’de 80 senedir, devrimci hareketlerin var olduğu bir gerçek. Ülkenin yetmişli yıllarda kan gölüne çeviren de bunlar. Günümüzde terör örgütü PKK ve uzantıları anarşistlik yapıyorlar. Bugün anarşi yerine terör kullanılıyor, anarşist yerine de terörist tercih ediliyor. Anarşi daha genel bir mânâ ifade ediyor. Toplumsal düzenin, aile ve devlet düzeninin bozulmasına anarşi diyebiliriz. Bunu yapanlar da kendilerini ne olarak isimlendirirlerse isimlendirsinler, anarşisttirler.
Said Nursî’ye göre anarşinin sebepleri
Said Nursî, anarşiyi ahir zaman ile ilgili hadis ve âyetlere göre değerlendiriyor. Hadislerde geçen “Deccal” kavramını ve âyetlerde geçen “Yecüc ve Mecüc” kavramının anarşiyle bağlantısını ele alıyor.
Said Nursî’ye göre Deccal, Hıristiyanların sosyal hayatlarını idare eden rabıtaları bozarak anarşistliğe zemin hazırlamıştır. Ona göre büyük Deccal komünizm ve bolşevikliktir. Bu cereyanları “dehşetli dinsizlik cereyanları” olarak nitelendirmek de mümkündür. (Nursî, Bediüzzaman Said, Şuâlar, Yeni Asya Neşriyat, 1994, s. 467, 512.) Ye’cüc ve Me’cüc’ün komünistlik içinde ortaya çıkan anarşistlik olduğu yorumunu yapan Said Nursî’ye göre, Fransız İhtilâlinde hürriyetperverlik tohumu ve onun aşılamasıyla sosyalistlik türedi, sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrip ettiğinden aşıladığı fikir daha sonra Bolşeviklik’e inkılâp etti. Bolşeviklik dahi çok ahlâkî, kalbî ve insanî mukaddesleri bozduğundan, elbette ektikleri tohumlar hiçbir kayıt ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verir. Nursî, bunun sebebini de şu şekilde açıklar:
“Çünkü kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa, akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir, daha siyasetli idare edilmez.” (Nursî, Şuâlar, s. 507-508.)
İşçi sınıfının emeğini kurtarmak için yola çıkan ve her türlü şiddeti mubah sayan inançlara savaş açan Marksizm ve komünizm’den beslendiğinden anarşistlerin kalbinde hürmet ve merhamet duygusu kalmaz. İnsanî, ahlâkî ve kalbî mukaddesleri kaybolan kişiler de insanları acımadan öldürür, mallarını gasp ederler. Bunu da amaca ulaşmak için normal görürler. Çünkü insanın fıtrî olarak serbest bırakılan duygularını ve kuvvelerini ancak inanç ve ahlâk ilkeleri sınırlayabilir. İnançsız bir insanda ahlâk zaafa uğrar, kuvveler ve duygular ifrat ve tefrit arasında bocalar, bu da insanları acımasız, merhametsiz, kalpsiz yapar.
Komünist fikirler insanlığı
etkilemeye devam ediyor
Nursî, kuzeyde çıkan Komünizm’i, “kızıl tehlike” olarak nitelendirerek, bunun anarşistlik tohumunu saçtığını, nesil ve milliyeti mahvettiğini, herkesin çocuklarını kendine alıp karabet ve mülkiyeti izale ettiğini, insanlığın medeniyetini ve sosyal hayatı bütünüyle bozmaya yol açtığını söyler. (Nursî, Şuâlar, s. 340) Ona göre komünistlik perdesi altında anarşistlik, “emniyet-i umumiyeyi” bozmaya dehşetli bir şekilde çalışmaktadır. (Nursî, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, 1994, s. 260) Bugün komünistler bizim ülkemizde ya da başka ülkelerde sayıca çok gözükmeseler bile komünizmin getirdiği anarşiye, ahlâksızlığa sebep olan inançsızlık ve sınırsız özgürlük fikirleriyle insanlığı etkilemeye devam etmektedirler. Bu yüzden mücadele dinsizliği, inançsızlığı, ahlâksızlığı yayan izmler, fikirlerle olmalı; ve bu devam etmeli.
Said Nursî, Hazret-i Muhammed’in (asm) getirmiş olduğu dinin ebedî olan bir kısım hükümlerini nefis ve şeytanın desisesiyle bozmaya çalışan bir cereyanın varlığından bahseder. Bu cereyan insanlık hayatının maddî ve mânevî bağlarını bozar, serkeş, sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nuranî zincirleri çözer. Kokuşmuş heveslerin bataklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestlik ve istibdadın tıpkısı olan bir özgürlük vermekle dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki bu durumdaki insanları ancak istibdatla idare etmek mümkün olur.
(Nursî, Şuâlar, s. 512.)
Devamı Yarın
|
Dr. Abdullah HAKİMOĞLU
09.07.2006
|
|
Evrâd-ı Kudsiye'den
106. Yüce, büyük, her şeye bedel yeten, haklı ve haksızı birbirinden ayıran, adâletle hükmeden, kullarını her an gözetip kontrol eden, son derece yüce olan, azamet sahibi, duâlara cevap veren, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, doğruyla eğriyi, hak ile bâtılı ayırd eden, kullarını hemen cezâlandırmayıp sabır gösteren, celâl ve büyüklük sahibi, her şeyi yoktan örneksiz yaratan, her şeyi maddî ve mânevî aydınlatan, adâletle iş gören, kullarını istediği şekilde ve istediği yerde toplayabilen, istediğine istediği şeyi veren, dilediğine de vermeyip engelleyen Rabbim, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir.
|
09.07.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden
Kur’ân talebelerinin özellikleri - 5
Kusurları örterler, nâhoş halleri teşhir etmezler, yaymazlar. Kendi kusurlarıyla meşgul olmayı birinci vazife bilirler. Birbirlerinin gönlünü hoş edecek, ruhunu ferahlandıracak şekilde, görüşme ve konuşma kaidesine dikkat ederler. Daima iman ve İslâmiyetle meşgul olur, meşgul oldukları nurlu meselelerin haricine çıkmadan sohbet etmek arzusunu taşırlar.
|
09.07.2006
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Yezid el-Fakir anlatıyor:
Bir gün Resulullah’ın ashabından Cabir bin Abdillah (ra) cehennemden söz ediyordu. Dedi ki:
“Cehenneme girenlerden kimisi sonradan cehennemden çıkar” dedi.
Ben de o gün cehennemden çıkmanın mümkün olmayacağına inandığım için Hazret-i Cabir’e (ra) karşı çıktım ve:
“Başkası söylese yadırgamam. Fakat siz Resulullah’ın ashabı olduğunuz ve Cenab-ı Allah’ın, ‘Ateşten çıkmak isterler, çıkamazlar. Onlara sürekli azap vardır.’ (Maide Sûresi: 37) buyurduğunu bildiğiniz halde bunu nasıl dersiniz?” dedim.
Orada bulunanlar beni azarladılar. O ise yumuşak huylu bir kimse idi. Onlara:
“Adama karışmayın” dedikten sonra bana:
“Senin okuduğun âyet kâfirler hakkındadır” dedi ve:
“Sen hiç Kur’ân okumuyor musun?” diye sordu. Ben:
“Okuyorum. Hem de Kur’ân’ın tamamı ezberimdedir” dedim.
Hazret-i Cabir (ra):
“O zaman hatırla ki, Cenâb-ı Hak: ‘Ey Muhammed! Geceleyin uyanıp yalnız sana mahsus olarak fazladan namaz kıl. Belki Rabbin seni Makam-ı Mahmud’a yükseltir’ (İsra Sûresi: 79) buyurmuyor mu? İşte o makam şefaat makamıdır. Cenâb-ı Allah bir takım günahkârları dilediği kadar yakar. Onları cehennemden çıkarmak dilediği zaman, Peygamber Efendimiz’in (asm) şefaati ile onları çıkarır” dedi.
Ben artık şefaati ve cehennemden kurtulmayı inkâr etmekten vazgeçtim.
(İbn-i Kesir Tefsiri, 2/54)
|
Süleyman KÖSMENE
09.07.2006
|
|
“Batha’nın taşları ona (asm) haber verecek”
* Hem, nakl-i sahih ile, feth-i Mekke vaktinde, Hazret-i Bilâl-i Habeşî Kâbe damına çıkıp ezan okumuş. Rüesa-yı Kureyş’ten Ebû Süfyan, Attab ibni Esid ve Hâris ibni Hişam oturup konuştular. Attab dedi: “Pederim Esid bahtiyardı ki bugünü görmedi.” Hâris dedi ki: “Muhammed bu siyah kargadan başka adam bulmadı mı ki müezzin yapsın?” Hazret-i Bilâl-i Habeşî’yi tezyif etti.
Ebû Süfyan dedi: “Ben korkarım, birşey demeyeceğim. Kimse olmasa da, şu Batha’nın taşları ona haber verecek, o bilecek.” Hakikaten, bir parça sonra Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onlara rast geldi, harfiyen konuştuklarını söyledi. O vakit Attab ile Hâris şehadet getirdiler, Müslüman oldular.
İşte, ey biçare mülhid! Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımayan kalbsiz adam! Bak, Kureyş’in iki muannid büyükleri, birtek ihbar-ı gaybî ile imana geldiler. Ne kadar kalbin bozulmuş ki, mânevî tevatürle, bu ihbar-ı gaybî gibi binler mu’cizâtı işitiyorsun, yine kanaat-i tâmmen gelmiyor. Mektubat, s. 109
|
09.07.2006
|
|
Müsebbib
Allah (c.c.), Müsebbib’tir. Yani her bir şeyin var olma sebebi, Cenâb-ı Hakkın onu var etme irâdesi ve emridir. Sebepleri îcat eden, sebepleri faaliyete koyan, sebeplere tesir veren, sebeplerin sebebi ve bütün varlıkların müsebbibi Cenâb-ı Haktır. Görünen zâhirî sebepler, perdeden başka bir şey değildirler. Perde arkasında, Cenâb-ı Hakkın kudreti ve irâdesi hâkimdir.
Müsebbib ismi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Cevşenü’l-Kebir’de zikredilen isimlerdendir.
Kaderin, sebeple sebebin sonucuna (müsebbep) tecellîsinin bir olduğunu, yani şu müsebbebin (sonucun) şu sebeple vukûa geleceğinin kader tarafından, “beraber” bilindiğini beyan eden Bedîüzzaman, Müsebbibü’l-Esbâbın (sebepleri de yaratan) Cenab-ı Hak olduğunu, bütün sebeplerin îcaddan ellerinin kısa olduğu ve yaratmaya karşı kudretsiz bulundukları anlaşıldığında Müsebbibü’l-Esbab’tan başka sığınak kalmadığının da idrâk edileceğini ve birlik içinde birlik sırrının böylece inkişaf edeceğini; tek bir “sebep ve sonuç”tan tecellîsini esirgemeyen Cenâb-ı Hakkın bütün kâinattaki sebeplere ve sonuçlara da hâkim olduğunun böylece anlaşılacağını kaydeder.
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, sebeplerden yüz çevirmeli, doğrudan doğruya Müsebbibü’l-Esbaba dönmelidir. Kâinatta en küçükten en büyüğe kadar dikkatimize sunulan nizam ve intizam doğrudan Allah’ın kudretine bağlıdır. Cenâb-ı Hakkın işine hiçbir tesâdüfün karışmasına imkân yoktur. Çoğu şeylerin sebepleri bir olduğu halde meydana gelme zamanının değişik olması Allah’ın irâdesini, meşîetini, irâdesinde bağımsızlığını ve ihtiyârının hiçbir kayıt altında olmadığını göstermektedir. Hiçbir şey tekdüze ve monoton değildir. Her şey, her an, her haliyle doğrudan Allah’ın bizzat kudret elindedir, her şey her hâlinde Allah’a muhtaçtır ve Allah’ın rubûbiyetine itirazsız ve kayıtsız boyun eğmiştir.
Bedîüzzaman’a göre, sebepler yalnız birer perdeden ibârettirler. İş gören sebepler değil bizzat ve bilfiil Allah’ın kudretidir. Her şey doğrudan Allah’ın kudretine bağlı iken araya sebeplerin konulması, Allah’ın izzet ve azametini insanların zâhir nazarlarından ve evhamlarından korumak içindir.
Fakat burada azamî dikkat etmeli, hakkı ve yetkisi olmadığı halde, böyle yalnız birer perde ve hedeften ibâret olan sebeplere yaratıcılık vasfı verilmemeli, gerçek etki sahibi oldukları zannedilmemelidir. Zîrâ Allah’ın tevhîd ve celâli bu yanılgıyı aslâ kabul etmemektedir. Çünkü bu yaklaşım, Allah’ın birliği esâsına zıttır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakkın izzet ve azameti sebepleri yalnız perde olarak gerekli kılmakta; fakat, tevhid ve celâli sebeplerin perde olmaktan öte, hakîki tesir sahibi zannedilmelerini aslâ istememektedir.
Bediüzzaman Saîd Nursî burada Hazret-i Azrâil’in (a.s.) bir hatırasını naklederek meseleye açıklık kazandırır: Kendisine ruhları kabz etmek vazifesi verilen Azrâil Aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakka demiştir ki, “Bu vazifeyi yürütürken Senin kulların bana küsecekler!”
Cenâb-ı Hak “hikmet” lisânıyla ona şöyle cevap vermiştir: “Seninle kullarımın ortasına musîbetler ve hastalıklar perdesini bırakacağım. Kullarımın şikâyeti onlara gidecek; sana küsmeyecekler.”
Bedîüzzaman’a göre, nasıl hastalıklar ve musîbetler birer perdedirler; ecelde tevehhüm olunan fenâlıklara mercîdir. Ruhların kabzedilmesi ile ilgili Azrâil Aleyhisselâmın vazifesinde ise hakikî güzellik söz konusudur. Öyle de, Hazret-i Azrâil (a.s.) dahi bir perdedir, ruhların kabzında zâhiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemâline münâsip düşmeyen hallere mercîdir. Azrâil Aleyhisselâm, o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlâhiyeye bir perdeden ibârettir. Ölümü yaratan ise, bizzat Cenâb-ı Haktır.
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, her şeyin biri mülk, diğeri melekût olmak üzere iki ciheti vardır. Mülk ciheti aynanın renkli yüzüne benzer; bu yüzde muhtelif renkler ve tavırlar iç içe örülmüş vaziyettedir. Melekût ciheti ise, aynanın parlak yüzü gibidir. Varlıkların bu ciheti “iç yüzü ve hakîkat” tarafıdır, şeffaftır, parlaktır, aydınlıktır ve güzeldir. Sebepler mülk cihetinde vazifelendirilmişlerdir. Melekût cihetinde ise her şey, aracısız ve sebepsiz, doğrudan Allah’ın kudretine bağlıdır.
(Risale-i Nur’da Esma-i Hüsnâ)
|
09.07.2006
|
|
|
|