|
|
S. Bahaddin YAŞAR |
Davranışlarımız kadar büyüğüz |
|
Siz hiç arkadaşınız için okudunuz mu?
Kendi derdini, tasasını, sıkıntısını aşıp; bir başka insanın, kardeşin, arkadaşın, dostun derdiyle dertlenmek ve onun derdi için çözüm teklifleri geliştirmek, çareler düşünmek ve hatta okuduğun kitap içindeki bilgileri, kendin için olduğu kadar, o kardeşin için de toplamak, oldukça büyük bir fedakârlık göstergesidir.
‘Başkasının günahına ağlayan adam’ örneğinde olduğu gibi, başkasının derdiyle dertlenme, başkasının derdine kendince çözümler düşünme, ölçüsü içerisinde bir büyüklük göstergesidir.
Bu davranış da ancak, bu ruh ile yaşamış ve bu ruh ile hayatını şekillendirmiş büyüklerin, emekleriyle ortaya konmuş ilim sofrasından nasiplenmiş olmakla ilgilidir.
Bir mü’min kardeşinin sıkıntısını, kendi sıkıntısıymış gibi hissedebilmek yüreklilik işareti. Ya da diğer açıdan ise, bir mü’min kardeşinin sevincini yürekten paylaşabilmek, oldukça farklılık taşıyan bir öge.
İhlâs Risâlesi, bakın konuya nasıl bir bakış açısı getiriyor; “Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize—şerefte, makamda, teveccühte, hatta menfaat-ı maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde—tercih ediniz…”
Bir başka nokta da ise, “Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şakirane iftihar etmektir… Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinizin meziyyat ve hissiyatıyle fikren yaşamaktır.”
Kardeşlerimize karşı ne kadar fedakarlık yapabilmekteyiz? Bunu ölçmek durumundayız.
İman kardeşliğini hissetmek
Doğrusu insan, bir mü’min kardeşinin büyük bir başarısını kutlayabilir. Sıkıntısı için de elinden geleni yapabilir. Ancak burada bahsedilen çok daha ileri bir tutum olsa gerek.
Yani, şerefli bir iş olacak, sen onu başka bir mü’min kardeşine havale edeceksin.
Yani, bir makama gelme durumu söz konusu olacak ve sen, ‘Buraya başka bir mü’min kardeş lâyıktır’ diyeceksin.
Yani, insanların teveccühlerini, saygılarını, sevgilerini, alkışlarını almak gibi bir durum söz konusu olacak ve sen, “olmaz, bu başka bir kardeşin hakkıdır’ diyeceksin.
Hatta ve hatta maddî bir kazanç elde etme durumu söz konusu olacak ve sen, ‘Bu maddî kazancı diğer mü’min bir kardeşim’ elde etsin diyeceksin…
Sonrasında da, mü’min kardeşinin meziyetleri ve şerefiyle iftihar edeceksin. Kendi nefsinin hislerini unutup, kardeşlerinin meziyet ve hissiyatıyla meşgul olacak ve hayatında bu hissiyatı yaşayacaksın.
Nasıl?
Var mısınız böyle bir ahlâk medeniyetine, nezaket medeniyetine.
Diyeceksiniz zaten içindeyiz. Doğru, ama bu medeniyeti kirletenlerin yüzleri kızarmalıdır. Kahrolmalıdırlar.
Hepimiz aynı medeniyetin meyveleriyiz. Bize bakan, davranışlarımızdan, hareketlerimizden o medeniyetin satırlarını okumalıdır.
Tabiî ki, kim ne yapabiliyorsa…
Bu bir yürek göstergesi değil de nedir?
Kendi istirahatini bozup, başka bir memleketten, başka bir ırktan, başka bir renkten, başka bir iklimden, ama mü’min bir iman kardeşi için, günlerce onların yemeğini yapan, her hafta, haftalık alış verişlerini gerçekleştiren, çamaşırlarını yıkayan, gerektiğinde hastahaneye taşıyan; bütün bunları yaparken de bir gün olsun yüzünü ekşitmeyen, halinden, durumundan şikâyetçi olmayan, kimseyle de yaşadıklarını paylaşmayan kahramanlar tanıyorum.
İman kardeşi sıkıntıya girmemesi veya sıkıntıdan kurtulması için kendisi sıkıntıya giren peygamber ahlâklılar tanıyorum.
Bunalıma girmiş genci bulunan aileyle, işini, ailesini, günlük işleyişini etkileyecek derecede ilgilenen ve sonunda üç yıl gibi bir zamandan sonra, o gencin üniversiteyi kazanması ve okul hayatına başlamasıyla birlikte yüzü gülen, iman ehli güzel gönüllüler tanıyorum.
Zar zor geçindiği halde, dört yıldır bir öğrenciye—kendi şartları içinde—burs veren gönlü zenginler tanıyorum.
Nitekim hepimizin de çevresinde böyle büyük yürekliler vardır.
Tabiî ki herkes aynı şeyi yapacak değil ama herkesin kendince yapabileceği bir davranışı da mutlaka vardır.
Davranışlarımız kadar büyüğüz
Kişinin söylediklerinden ziyade, ortaya koyduğu davranışları onun kalitesini gösteriyordur. Hep kendisi odaklı yaşayanların çoğaldığı günümüzde, normalde ‘mükellefiyet’ olarak düşünülmesi gereken davranışlar, artık ‘Oooo, muhteşem!’ diyerek şaşırılacak davranışlar haline geldi.
Bu bizim davranış kısırlığı yaşadığımızın apaçık bir göstergesidir.
01.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
TE-ME-KA’nın gelişi |
|
Terörle Mücadele Kanunu Meclisten geçti.
Halkın iktidarı, halkın tepki gösterdiği bir “yasa”yı Meclisten geçirdi.
Bahaneye bak:
“Silahlı kuvvetler istedi, yaptık.”
Bunu hükümet adına Devlet Bakanı Cemil Çiçek söylüyor.
Çiçek “ihtiyaç”tan bahsediyor.
Sanki, bu millete ihtiyacı yokmuş gibi.
Sonra “denge” diyor. Bu “yasa”nın onaylanmasıyla bir dengesizlik olacağını görmüyor mu? Bir yanda “kamu düzenini sağlamak..”
Diğer yanda “hak ve özgürlükleri temin altına almak”tan bahsediyor.
Diyor ki, “Irak’ta özgürlük var mı?”
İşte buna, “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” derler.
Siyasî analizi diğer arkadaşlara bırakıp, ben kanun geçmeden önce, televizyona yansıyan bazı olayları alt alta koyayım.
Danıştay’a yapılan saldırı... Malûm, bu kanlı provokasyon Türkiye’yi günlerce meşgul etti. Adeta, TMK’ya zemin hazırlandı.
Hatta, “Hacı” dizisinde geçen bazı sanhelerin “Danıştay” saldırısıyla “benzerlikler” göstermesi enteresan.
Zira bu dizide; tetikçiyi canlandıran ve sözde “İlâhî Adalet Örgütü”e mensup Ahmet Gesili, eline silâh alıyor ve “çağdaş” bir karakteri “temizliyor.” Tıpkı “danıştay”a yapılan saldırının bir benzeri gibi.
Sonra dizide “vur” emrini veren “tarikat lideri” tutuklanıyor. Aynen onun gibi 80 yaşındaki Şeyh Salih Hoca gözaltına alınıyor. Dizide yazılan senaryo, gerçek hayatta aynen tatbik ediliyor. Tuhaf. Hem de çok tuhaf.
Senaryo bununla bitmiyor tabiî ki:
Kanaltürk’te Merdan Yanardağ’ın hazırladığı “Yolsuzluk ve Yoksulluk” programında Nurettin Veren adlı bir kimse, eskiden mensup olduğu bir cemaat ve lideri hakkında verdi veriştirdi. Kendini ihbar etti. Yetmedi savcılara “suç duyurusu”nda bulundu.
Tam da TMK’nın arefesinde. Emin Çölaşan gibileri de savcılara “Daha ne duruyorsunuz?” diyerek “ihbar”ın değerlendirilmesi çağrısında bulunuyor.
Türkiye’deki olaylara baktığınızda hiçbirinin “tesadüfi” olmadığını, hatta her birisinin zincirleme, birbiriyle irtibatlı olduğunu görürsünüz.
Oyunu senaryoya dökenler, kendi istedikleri gibi “mutlu son(!)”la bitirdi.
Peki, TMK gerçekten mutlu bir son mu?
DEVLET TERÖRÜ
İsrail çıldırdı. Kaçırılan askeri bahane edip, Gazze’ye bomba yağdıran, terörist devlet İsrail Hamas’ın 9’u bakan, 24 milletvekilini resmen esir aldı. Dünya ne yapıyor? Bu korsanlığını şaşkın ördek gibi izliyor.
Filistin TV’si ise yayın akışını değiştirerek, “kahramanlık türkü”leri yayınlıyor.
Ramallah’tan yayın yapan Filistin’in tek televizyonu ‘’Filistin Televizyonu,’’, saldırıyla birlikte yayın akışını değiştirerek, halkına umut vermeye çalışıyor. Filistin için hayatını kaybedenlerin görüntülerinin yer aldığı klipler ekranlarda sunuluyor.
Bazı türkülerin, İsrail cezaevlerindeki tutuklu Filistinlilerce hazırlanmış ve Filistinli annelere ithaf edilenlerden seçildiği gözleniyor.
Habere göre, bir televizyon spikerinin, yayına ‘’Hayat böyle... Ama Gazze’ye yapılan bu saldırılar, ülkenin halk yapısına zarar verilmesi, İsrail’e barış getirmeyecek’’ diyor.
Yahudilerin kendilerini “efendi,” diğer insanları da “köle” gibi gördüğü bu dünyada, ne barış gelir, ne de refah!
01.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hatırlanacağı üzere Bakara Sûresinde ilginç bir tarihî hadise anlatılır:
“Talut, ordu ile hareket edince dedi ki: ‘Allah sizi mutlaka bir nehirle imtihan edecek. Kim ondan içerse, benden değildir. Kim de onu tatmazsa, işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka’. Derken içlerinden pek azı hariç, hepsi de varır varmaz ondan içtiler. Talut ve beraberindeki iman eden kimseler nehri geçtiklerinde. ‘Bizim bugün, Calut ile ordusuna karşı duracak gücümüz yok’ dediler. Allah’a kavuşacaklarına inanıp, bilenler ise şu cevabı verdiler: ‘Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmişlerdir. Allah, sabredenlerle beraberdir.’”
Tarih açısından bakıldığında Talut ve Calut arasındaki savaş, eski çağların en önemli hadiselerinden birisidir. Hz. Davud ve Hz. Süleyman devirlerinin önünü açan bir zafer olması ile tarihin akışını değiştirmiştir. Tarihin bir dönüm noktasının bir suyu içip içmemekle ilgili olması ilk bakışta garip gelebilir. Ancak âyette de belirtildiği gibi imtihan eden, emreden ve yasaklayan; bütün suların ve nehirlerin, bütün insanların, kazananların ve kaybedenlerin, yerin ve göğün yaratıcısı, sahibi ve hakimi olan Allah. Uzun süren bir huzur ve barış döneminin başlangıcı olan bir zafer, Âlemlerin Rabbinin emir ve yasaklarına itaat edenlerin liyakatına ve sabrına anahtar kılınmıştır.
Belki de pek çok insan bahsi geçen nehrin aktığı Filistin’de yaşamadığı için ya da savaşa giderken önünde bir nehir olmadığı için âyeti bir menkıbe olarak okuyup geçecektir. Ancak Risale-i Nur’da da ifade edildiği gibi Kur’ân-ı Hakim, her bir kıssa ve hadiseyle her zaman geçerli küllî bir düsturu ve önemli bir prensibi mühim bir ders olarak verir ve insanlığı ikaz eder. Demek ki, her tarafımız nehir ve imtihan büyük.
Hakikatte bakıldığında bir şeyin haram ve helâl olması tamamen Cenab-ı Hakkın emir ve yasaklarıyla ilgilidir. Onun yasaklamasıyla şer, müsaade etmesiyle de hayır olur. Âyette geçen nehir suyu hadisesinde olduğu gibi pek çok hadisede eski ümmetler sırf imtihan maksadıyla emirlere tabi tutulmuşlardır. Gerekçe sadece imtihandır. Bizim önceki ümmetlere göre, zannedersem en büyük avantajımız, her bir haram ve helâlde büyük hikmetlerin bulunması ve dünyevî olarak da hayırda bir çok kâr ve şerde de büyük zararların olmasıdır. Zor tarafı ise her zaman bir nehir kenarında olmamızdır.
Bütün bu avantajlara, yasaklananlardaki sayısız şerlere, kötülüklere ve çirkinliklere rağmen zamanımız insanı haram-helâl ayırımına ne kadar riayet ediyor, haram ve helâlde ne kadar hassas? Bu hassasiyetin büyük dairede İslâm âlemine, küçük dairede aile yaşantımıza ve şahsî hayatımıza etkileri nelerdir? Galibiyet ve mağlubiyetlerdeki etkisi nedir?
Boğazımızdan geçen bir gıdaya maddeci ve tabiatçı bir zihniyet açısından baktığımızda bir tüketici olarak haram ya da helâl olmasının çok farkı yoktur. Ancak zerreden yıldızlara kadar her şeyin yaratıcısının Kur’ân-ı Kerim’de bir çok âyette de “Her şey Cenâb-ı Hakkı zikreder, lâkin siz anlamazsınız” şeklinde ifade ettiği gibi vücudumuza rızık olarak girip çalışan her bir zerre Cenâb-ı Hakkı zikreden, tesbih eden ve o sayede makam kazanan bir memurdur. Yine her bir zerrenin mübarekiyet kazanması için Risale-i Nur’da ifade edilen besmelenin mânâlarından olan “zikir, fikir ve şükür” önemlidir.
Bu açıdan bakıldığında İmam-ı Âzam’ın ve Bediüzzaman Hazretlerinin babalarının haram ve helâl hususundaki hassasiyetlerini anlamak daha kolaydır.
Şüphesiz yasaklanan suyu sadece rızık, yiyecek ve içecek nevinden ele almak eksik olacaktır. İslâmın her türlü emir ve yasağını buna dahil etmek gerekir. Bu şekilde bir hassasiyet ile, yani haram ve helâle dikkat ederek, iman, ibadet ve güzel ahlâk ile kudsiyet ve mübarekiyet kazanmış zerrelerden teşekkül etmiş bir bedenin mücahede azmi, iman hizmetindeki gayreti ve elde edeceği netice de elbette farklı olacaktır.
01.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Doğruluk ve yalanın sahaları ve neticeleri |
|
“Doğruluk” ve “yalancılık” insanlık tarihiyle var olagelen ve “insan olma” profilinin hakikî ölçeği olan iki önemli kavramdır.
Bu gün bilhassa siyaset ve ticaret hayatı başta olmak üzere, insanlığın toplum hayatında dönen bütün menfî dolapların, hilelerin ve yanlışlıkların başında yalancılık gelmektedir.
Zalimlerin elinde “yalancılık”, mazlûmların dilinde “sıdk ve doğruluk” geniş bir alanda kullanılmaktadır.
Ama itiraf etmek gerekir ki, görünürde ve bu dünya işlerinde hayat gemisi yüzmek için hep “yalan rotasında” ve “yalan limanlarında” yol almakta ve mekân tutmaktadır.
“İmtihan sırrını” anlayamayanlar için bu oldukça muğlak bir konudur. Ama şu hüküm her şeyi ortaya koyuyor: “İyilikle kötülüğün birbirinden tefrik edilemeyecek derecede muhtelit ve karışık olmaları lâzımdır ki, insanların dereceleri tezahür etsin.” (İ.İ’câz)
“Sıdkın”, yani doğruluğun, o büyük haslet ve özelliğini; “kizbin,” yani yalancılığın da o dehşetli rezalet ve kötülüğünü en güzel şekilde tarif eden asrın tabibinin sunduğu, bilhassa İşârâtü’l-İ’câz tefsirinde geçen bazı tarif ve reçetelerine birlikte bir bakalım:
“Ahlâk-ı âliyenin hayatı, sıdktır.” (Yüksek ahlâkın esası doğruluktur.)
“Âlem-i İslâmın nizamı, sıdktır.” (İslâm Âlemin düzen ve nizamı doğruluktur.)
“Bütün kemalata isal edici, sıdktır.” (Bütün mükemmelliklere ulaştırıcı, doğruluktur.)
“İmanın hassası, sıdktır.” (İmanın özelliği doğruluktur.)
“Terakkiyatın mihveri sıdktır.” Gelişme ve ilerlemenin temel unsuru doğruluktur.
“Ahlâk-ı âliyeyi tahrip eden, kizbdir.” Yüksek ahlâkı mahveden yalancılıktır.
“Âlem-i beşerin ahvalini fesada veren, kizbdir.” (İnsanlığın kimyasına bozan yalancılıktır.)
“Âlem-i İslâmı zehirlendiren, ancak kizbdir.” (İslâm âlemini zehirlendiren ancak yalancılıktır.)
Eğer sıdk (doğruluk) kalkıp, araya kizb (yalan) girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.
“Fıskın sebebi ise kisbleridir.” Dalâlet ve günahların sebebi yalancılıktır.
“Kizb, hikmet-i Rabbaniyeye zıttır.” Yalancılık, Cenâb-ı Hakkın hikmetine zıttır.
“Kizb, kudret-i İlahiyeye bir iftiradır.” Yalancılık, Allah’ın kudretine bir iftiradır.
“Kizb, nifakın birinci alâmetidir.” Yalancılık, fesat, fitne ve nifakın en birinci belirtisi ve göstergesidir.
“Kizb, küfrün esasıdır.” Yalancılık, küfrün esasıdır.
Yalancılık, bir zehirdir.
Yalancılıktan; fitne ve hıyanet doğar. Hıyanet ise zayıflığı gerektirir.
Bir fazilet sahibinin, bin faziletsize mukabil geldiğini bilerek fazilete talip olmaktır.
Sırat-ı müstakimde olmak aslında, kahramanlık, iffet, hikmetin birlikteliğinden doğan ve adalete işaret eden çok önemli bir hadisedir.
Doğudan-batıya, ezelden-ebede giden bu uzun ince yolda, bu iki kavramın savaşı ve mücadelesi vardır. Doğruluk ve yalancılık!
Makul ve meşrû olanı ve ben “Müslüman’ım” diyen herkese yakışanı; her işinde, her halinde ve her ânında doğruluktan ayrılmamak, yalanın da--her ne şekilde olursa olsun, şakayla bile olsa--asla ve asla yakınına bile uğramamaktır.
İzzet-i nefsi olan, başkalarına kendisini zelil göstermeye tenezzül etmez. Dolayısıyla da doğruluktan ayrılıp yalana tenezzül etmez.
Netice olarak, iman, izzet-i nefsi netice verdiği gibi, nifak da onun aksine zilleti netice verir.
İyi bir insan ve mükemmel bir kulda toplanan yüksek ahlâk; yalan, hile gibi alçak halleri reddeder.
Dalâlet, nefisleri nefret ettiren ve ruhları inciten bir elem olduğundan, Kur'ân-ı Kerim, ve İslâmiyet insanlığa hidayet, doğruluk ve güzelliği hediye etmiştir.
Doğru ve güzel ahlâklı bir hayat yaşama ve yaşatma dilek ve temennisiyle.
01.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
“Gözlerinizden öpüyorum” |
|
Meclis eğer yeni bir karar alınmazsa bugün tatile giriyor. Hükümet “üstün bir gayretle” Terörle Mücadele Kanununu genel kuruldan çıkarttı. Ve bir “aferini” hak etti. Şimdi nereden çıktı bu “aferin” dediğinizi duyar gibi oluyoruz. Tasarı TBMM Adalet Komisyonundan çıktığı günlerde CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, TMK Tasarısında etkin pişmanlığı düzenleyen 6. maddeyi çıkaran AKP’yi kutlarken, “İyi yaptınız, aferin, hükümeti kutluyorum, gözlerinden öpüyorum, daima böyle yapın” dedi.
Sivil toplum kuruluşları, iktidar içindeki bazı milletvekilleri tasarının Bakanlar Kurulunun gündemine gelmesinden beri tepkilerini dile getiriyorlardı. Tasarı Meclise geldiğinde, Adalet Komisyonunda, alt komisyonlarda tasarı görüşülürken kamuoyunun tepkisi artarak devam etti. Ama hükümet bu tepkilere kulaklarını tıkadı.
Şimdi hükümet bir “aferin”i hak etti.
***
Peki, TMK’ya eleştiriler neydi? Bunları hatırlamakta yarar var…
TMK’ya itirazların ya da tepkilerin başında özgürlükleri kısıtladığı, irtica adı altında inançlı kesimlere baskı oluşturacağı ve ülkeyi yeniden bir OHAL’a dönüştüreceği endişesi geliyordu. Tepkileri, “Temel hak özgürlükleri kısıtlayan ve özgürlükleri koruma yerine, güvenlik kaygılarını ön plâna çıkararak terörü önleme gibi bir yaklaşımla, ifade özgürlüğünün ulaştığı yasal düzenlemelerdeki kazanımları geri almaya yönelik çabalar…” görüşünde özetlemek mümkün. Avrupa Birliğince de, kamuoyunda demokratikleşmeden geriye gidiş içerdiği iddiasıyla eleştirilen TMK’ya 9 maddelik bir itirazda bulunmuş, AB Türkiye Temsilcisi Hansjörg Kretschmer, Meclis AB Uyum Komisyonu’na 5 sayfalık mektup yazarak itiraz ettikleri 9 noktayı bildirmişti.
Peki neydi bu 9 itiraz… “TCK’daki 60 suç terör suçu kapsamına alınıyor. Vicdanî red de terör kapsamına alınmış. Basın yayın organları savcı kararıyla durdurulabiliyor. Basına verilen para cezaları hapse çevriliyor. TMK’nın kaldırılan 8. maddesi geri getiriliyor. Savunma hakkı kısıtlanıyor. Güvenlik güçlerinin suç işlemeleri halinde tutuklanmaları zorunluluk olmaktan çıkarılıyor. Duraksamadan ateş etme yetkisi kişilerin yaşama hakkını zedeleyebilir…”
Tasarı Komisyonda görüşülmesi sırasında STK’ların “baskıları” neticesinde küçük de olsa bazı değişikliklere gidildi ancak yeterli görülmedi. CHP’nin “terörist başına af getireceği” gerekçesiyle karşı çıktığı 6. madde değiştirildi. Tasarının Adalet Komisyonu’nda görüşülmesi sırasında toplantıya katılan Jandarma Genel Komutanlığı temsilcisi Albay Gazi Koçer’in uyarısıyla “Güvenlik güçlerinin moral motivasyonunu yüksek tutmak, ‘Biz yakalıyoruz, serbest kalıyorlar’ dedirtmemek için” tasarıya bir madde daha eklendi. Ancak bunca tepkilere rağmen özgürlükleri engellediği söylenen maddelere dokunulmadı.
***
Adalet Bakanı Cemil Çiçek, tasarının “sevimsiz” olduğunu itiraf ederken, “Keşke böyle bir yasa tasarısıyla, Hükümet olarak, huzurunuza gelmemiş olsaydık. Sevimsiz bir tasarı olduğunun farkındayız…‘ Aferin alacak yasalar varken, ‘yaşa, var ol, aslan bakan, iyi ki sen varsın’ tarzında methü sena alacak yasalar varken, bunları getirmek varken, böyle bir konuda düzenleme yaptık” diye açıklama yapıyor. Tasarıyı hazırlarken, “virgülüne” dikkat ettiklerini söylüyor.
“Bir tarafta güvenlik ihtiyacı, diğer tarafta özgürlük talebi var. Kantarın topunu, o tarafa, bu tarafa kaçırmadan bu dengeyi kurma gerektiğini düşündük… Kamu düzeni adına özgürlüklerden feda edemeyiz; ama, özgürlükler adına da ülkeyi bir kaosun içerisine sürükleyemeyiz. Kamu düzenini tesis edemezseniz hiçbir özgürlüğü kullanma şansınız yoktur” diye tasarıyı savundu.
Kanunun özgürlükleri kısıtladığı eleştirilerine ise “özgürlükleri kısıtlama niyetinde değiliz. Yasa maddeleri uygulanırken buna uygun yorumlanması lâzım” diyor ama ya “yorumlayanlar” Bakanın düşündüğü gibi yorumlamazsalar ne olacak?
İşte bütün endişeler burada düğümleniyor.
Çiçek, TMK’nın kabulünden sonra da güvenlik güçlerini uygulama konusunda uyarırken, “Umarım bu kanun hiç uygulanmaz. Bu kanunun zorunluluğunu kabul edenler bile ‘Acaba haksız yere masumlara uygulanır mı’ endişesi taşıyor. Uygulayıcılar, Meclis iradesini ve kanun gerekçesini çok iyi özümsemeli, içlerine sindirmeli” diye konuştu. Sayın Çiçek’e sormak lâzım. Ya “içine sindirmeyeler” çıkarsa…
Bu tartışmalı kanun Meclisten geçti, Cumhurbaşkanı Sezer’in önüne gitti. Bakalım Sezer de hükümet gibi “aceleci” davranıp hemen imzalayacak mı?
Bekleyelim görelim…
01.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Gönüllerde taht kurma |
|
Kaba, saba, sert, kırıcı, söz ve davranışlarıyla incitici bir insanın toplumun gözünde değer kazandığını hiç gördünüz veya duydunuz mu?
Tam tersi toplumda bir yer edinmiş, etrafında sevgi hâlesi meydana getirmiş insanlara bakın, mutlaka insanları cezb ve celbeden bir kısım güzel hasletlere sahip olduklarını göreceksiniz.
Çok kısa zamanda Allah Resûlü (a.s.m.) ne yapmıştı da medeniyetten uzak, kaba, saba insanları cezb ve celb etmiş ve çok kısa zamanda onları dünyanın en medenî milletlerine dahi öğretmenlik yapacak hâle getirmişti?
Hiç şüphesiz bunda gönüllere hitap eden güzel hasletleri en büyük rolü oynamıştı. Kur’ân der ki: “Allah’tan bir rahmet eseridir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen huysuz ve katı kalbli birisi olsaydın muhakkak onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet, Allah’ın da onları bağışlaması için duâ et ve işlerinde onlarla istişâre et. İstişâre ile karar verip azmettiğinde ise Allah’a güven ve Ona tevekkül et. Şüphesiz Allah Kendisine tevekkül edenleri sever.”
Bu âyet Efendimizin (asm), insanlar hatalar da yapsalar sert değil, yumuşak davranmasının onları kendinden koparmadığını, etrafında toplamaya yettiğini belirtiyor. Daha öte onlarla yaptığı istişare, bağları kuvvetlendirmiş, kopmayasıya bağlanmalarını sağlamıştı.
İşte bağlayıcı bu güzel hasletlerden biri istişaredir. Cenâb-ı Hak âyette de görüldüğü gibi Resûlünü Ashabıyla meşverete dâvet ediyor. Şûrâ Sûresinin 38. âyeti de şu meâlde: “Onlarla iş hususunda istişare et” buyuruyor. Bu âyetin metni, Türkiye Cumhuriyetinin ilk meclis binası duvarında da yazılı idi.
İşten anlayan kimselerce ve şartlarına uygun olarak yapılan meşveret pişmanlık uyandırmaz. Nitekim hadis-i şeriflerinde Allah Resûlü (a.s.m.) “İstişare eden asla pişman olmaz.”1 “Bir millet istişare ettiği müddetçe zillete düşmez”2 buyurmuşlardır.
Ancak yukardaki âyet, meşveret ettikten sonra karar çoğunluk tarafından alındığı için tereddüt ve gevşeklik göstermeden, ona uyulması gerektiğini emrediyor. Nitekim Allah Resûlü (a.s.m.) Uhud’da meydan savaşına çoğunluk tarafından karar verildiğinde, kendi görüşüne ters düştüğü halde, meşveretin sonucuna uymuş; Medine’de kalıp savunma savaşı yapalım dedikleri halde, “Bir peygamber zırhını giydiği zaman asla çıkarmaz” diyerek kararlılığını göstermişti.
Demek bütün mesele meşveret ve alınan kararlara uymak.
Dipnotlar:
1. Mecmâü’z-Zevâid, 2:280.
2. Tirmizî, Fiten: 7.
01.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Sevkiyat devam ediyor |
|
Muhterem ağabeyimiz Halil Uslu, sevgili ağabeyi Muzaffer Uslu’nun vefatı üzerine yazdığı makalesinde, “Sevkiyat var” diyordu. Bu dünyadaki vazifesi sona eren herkes, terhis tezkeresini alarak asıl vatanı olan ahiret yurduna sevk olunuyor. Geçen hafta biz de çok değerli bir ağabeyimizi ebedî saadetler ülkesine yolcu ettik. Müdakkik okumaları, derin kültürü, yakın tarihe olan yakın ilgisi ile tanıdığımız Ahmet Yalınbaş Ağabeyimiz, kalplerimizde derin bir boşluk bırakarak aramızdan ayrıldı. Arkasında Fatih, Orhan ve Muhammed adında üç hizmet kahramanı bıraktı ama, kalplerde herkesin yeri ayrı olduğundan, Ahmet Ağabeyimizin de bıraktığı boşluk kolay dolmayacaktır.
Ahmet Yalınbaş Ağabey’in hayatı ihlâs ve istikamet dairesinde olduğu gibi, ölümü de aynı daire içinde gerçekleşmiştir. Kendisi, belki de bizlerin anlamakta aciz kaldığımız bazı sırlara vakıf idi. Ebedî yolculuk vaktini biliyor gibi yol hazırlığı yapmış, dünyaya ait son vazifelerini de eksiksiz yapmaya çalışmıştı.
Bir gün önce Yeni Asya bürosuna uğruyor, gazete borçlarını eksiksiz ödüyor, sonra da orada bulunanlarla vedalaşıp ayrılıyor. Yani dünyaya ait hesaplarını kapatıyor. Sonra da Sivrihisar’da oturan anne ve babasını ziyarete gidiyor. Oradaki davranışları ise, daha da ilginç oluyor. O gün emekli maaşını çekiyor, annesinin evine bir miktar erzak alıyor. Muhterem yengemizin anlattıklarına göre, o güne kadar hiç yapmadığı şeyler yapıyor. Yanına az bir miktar para alarak, maaşının kalanını ve nüfus cüzdanını yengeye teslim ediyor. Sanki, “Artık buna ihtiyacım olmayacak” diyor. Telefon numaralarının yazılı olduğu bir kâğıdı cebine koyuyor. İkindi namazına gitmek üzere evdekilerle vedalaşıp çıkıyor.
Sivrihisar’ın meşhur Ulu Camii’nin şadırvanında abdest alıyor, çoraplarını giyerken fenalaşıyor. Kendisi kalp hastası olduğu için, durumunu bilenler hemen bir ambulans çağırıyorlar. Ambulans gelesiye kadar Ahmet Ağabeyimiz tekrar kendine geliyor. Sonra da “Tamam geçti, ben iyiyim” diyerek ambulansı geri gönderiyor. Az evvel kendinden geçtiği için abdestinin bozulduğunu düşünüp tekrar abdest alıyor, bu defa çoraplarını giyemeden ikinci kriz geliyor. Ve Ahmet Ağabeyimiz taze abdesti ile Azrail Aleyhisselâmı karşılıyor.
Yakınlarının anlattıklarına göre, öldüğü zaman elleri göğsünde, namaz kılar vaziyette bulunuyormuş. Bu noktada, Peygamber Efendimiz’in (asm) şu hadisi akla geliyor: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz” İşte Ahmet Ağabeyimiz’in hayatında ve ölümünde bu hakikat tecellî ediyor. Abdestli namazlı yaşadığı için, cami avlusunda ve abdestli olarak ruhunu teslim ediyor. İnşallah haşir zamanında da abdestli olarak ruhu cesedine teslim edilecektir.
İnsan yakınındaki bir kişinin ölümü ile ölüm gerçeğini daha iyi idrak ediyor. Bu kadar yakınımızda dolaşan ecel meleği, her an bizim de omzumuza dokunup “Vakit tamam” diyebilir. Öyleyse biz de Ahmet Ağabeyimiz gibi her an kendimizi bu davete hazırlayalım. Ölümden değil, ölüme hazırlıksız yakalanmaktan korkalım.
Ahmet Yalınbaş ve Muzaffer Uslu Ağabeylerimize Rabbimizden sonsuz rahmetler diliyor, yakınlarına ve sevenlerine tekrar taziyelerimizi sunuyoruz.
01.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Vesveseye yer yok |
|
Hasan Güven: “İstibra ve istincayı anlatır mısınız? Normal bir insanın daha sonra pamuk kullanması şart mıdır? Yalnız Allah katında mesul olmamak ve borçlu ölmek istemediğim için size yazıyorum. Yani kullanmak zorunluluğu var mıdır?
İstibra, küçük abdest yaptıktan sonra idrar sızıntısının tamamen kesilmesini beklemek, idrar sızıntısının tamamen kesilmesi için bir takım el, ayak, vücut hareketleri yapmaktır. İstinca da, idrar ve dışkı gibi pisliklerin çıkmış oldukları yerleri temizlemeye denir. İstinca su ile, su bulunamazsa en uygun temizlik araçlarıyla yapılır.
Peygamber Efendimiz (asm) idrardan sakınmayı emretmiş, idrardan sakınmamanın kabir azabına sebep olacağını bildirmiştir.1
İdrardan sonra idrar sızıntısının tamamen kesildiğinden emin olmadıkça istinca, yani taharet yapmamalıdır. Taharet için, idrar sızıntısının tamamen kesilmesini beklemelidir. Eğer idrarın tamamen kesilmemesi gibi bir sorun yaşanıyorsa, doktora gitmeli, bunu önleyici tedavi uygulamalıdır. Bu süreçte sızıntıyı önlemek için kişinin pamuk kullanması yerinde olur. Sızıntının gelmediğinden emin olan kimsenin ise pamuk kullanma zorunluluğu yoktur.
Helâ ile ilgili başlıca sünnetler şunlardır:
1- Helâya girerken, “Allahümme innî eûzü bike mine’l-hubsi ve’l-habâis.”, Yani, “Allah’ım! Pislikten ve pisleten şeylerden Sana sığınırım!” diye duâ etmek2, 2- Helâya sol ayakla girmek, 3- Helâda kıbleye doğru oturmamak3, 4- İdrâr veya pislik sıçramasından korunmak, 5- İdrâr sızıntısının tamâmen kesilmesini beklemek (istibrâ), 6- Tahârette sol eli kullanmak, 7- Su ile taharet yapmak. 8- Helâdan sağ ayakla çıkmak, 9- Helâdan çıktıktan sonra, “Elhamdülillâhillezî ezhebe anni’l-ezâ ve âfânî”, yani “Benden sıkıntıyı gideren ve bana âfiyet veren Allah’a hamd olsun!” diye duâ etmek sünnettir.
Yol, su ve kabir üzerlerine, ağaç diplerine ve gölgelik yerlere, karınca yuvalarına def’-i hacet yapmak mekruhtur.
***
İsim belirtmeyen okuyucumuz: “İdrar torbam sarkmış. Bu yüzden idrarımı tutamıyorum. Bu yüzden namaz kılamıyorum. Bu durumda ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Söyleyebilir misiniz?”
Azur rumuzlu okuyucumuz: “Abdestimi tutamıyorum, çok az şekilde idrar kaçırıyorum. Doktora gittim, ilâçların faydası olmadı. Yaptığım ibadetlerde bazen kabul oldu mu, olmadı mı diye tereddütleniyorum. O şekil kıldığım namaz kabul olur mu?”
Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Siz kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz. Zorlaştırıcı olarak gönderilmediniz.”4 İslâmiyet kolaylık ve rahmet dinidir. İslâmiyet’te zorluk yoktur.
Tıbben idrarını tutamayan ve uygulanan tedavilere de olumlu cevap vermeyen birisi hasta ve özürlü hükmündedir. Bu kişiler namaz vakti girdiğinde yapabildikleri kadar temizliklerini yaparlar. Ardından idrar kesilmemiş olduğu halde abdest alırlar ve namazlarını kılarlar. Bu kişilerin abdestleri, idrar akıntısı sürdüğü halde, namazlarını kılıncaya kadar bozulmaz.
Tedavi uygulamak şartıyla özür durumunu vesvese haline getirmek son derece yanlıştır. Çünkü bu insanın kendi çabasıyla kolayca aşamadığı bir durumdur. Bununla beraber, aşmaya çalışmalı, fakat süreç içerisinde namazlarını ihmal etmemeli, kılmalıdır.
Allah kabul etti mi, kabul etmedi mi sorusu, kişiyi daha fazla Allah’ın rahmet kucağına atar. Cenâb-ı Allah’ın merhameti inşallah o kişiyi kucaklar ve ibadetini makbul sayar. Çünkü Cenâb-ı Allah kulunun Kendisi hakkındaki hüsn-ü zannını sever ve kulu ile ilgili tasarruflarını bu hüsn-ü zan çerçevesinde yapar.
Dipnotlar:
1- Buhârî, Vudû, 55; İbn-i Mâce, Tahâret, 26.
2- Buhârî, Vudû, 117.
3- Müslim, Tahâret, 59; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/247.
4- Riyazu’s-Salihin, 442, 443.
01.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Asılsız iddialara kaynağından cevaplar (4) |
|
Soru çok, cevap yok
Kendince "Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı"nı yazan Soner Yalçın, yaklaşık bin sayfayı bulan iki ciltlik "Efendi" kitabının sayfaları arasında sıklıkla tekrarladığı şu ifadeyi kullanır: "Diyorum ya, soru çok."
Gerçekten de, bu kitap serisinde yığınla soru cümlesi var. Öyle ki, okuyucuyu usandıracak, hatta kimilerini bunaltacak kadar...
Evet, "Efendi"den soru çok; ama, maalesef doğru dürüst bir cevap yok.
Bu halin bir sebebini şöylece izah etmek mümkün: Zihinleri soru çengelleriyle allak bullak etmek, felsefî cereyanların marifetidir. Buna mukabil, semavî, yani İlâhî mesajlara dayanan düşüncelerde ise, sorudan çok cevap var, izahât var.
Dolayısıyla, okuyucunun kafasını soru cümlecikleriyle doldurup zihnini bulandıran "Efendi" isimli kitabın, ruh ve mânâ itibariyle dayandığı cereyan, arzîdir, beşerîdir, dünyevîdir, felsefîdir.
Evet, kitapta çokça dinden, tasavvuftan, sufilikten, mistisizmden, tarikatlerden söz edilmesine rağmen, üslûp, ifade ve işleyiş, alabildiğine felsefî tabiatlıdır. Zira, konuya hakim olmayan okuyucunun zihninde, cevapsız kalan soru ifadeleri sürüler halinde dolaşır durur.
Dikkat! "Kaynakça"da Risâle-i Nur yok
Adı geçen kitabın yazarı, yaklaşık yirmi yerde adından söz ettiği Said Nursî hakkında da hep soru işaretleri bırakarak gidiyor. Meselâ:
* Said Nursî, cifir ilmi konusunda Kabala'dan etkilenmiş olabilir (mi?)
* Said Nursî'nin naaşı Akdeniz'e atılmış olabilir (mi?)
* Said Nursî, Mehdi'nin çıkışı ve kıyamet tarihlerinde yanılmış gibi...
* Said Nursî'nin avukatı İlim Yayma Cemiyeti kurucusu Seniyüddin Başak'ın asıl niyeti neydi?
* Cüneyt Zapsu'nun dedesi Abdurrahim Zapsu ile Said Nursî arasındaki samimiyetin sebebi neydi? (Not: Kitapta, dede Zapsu'nun Abdurrahim olan ismi, istisnasız olarak bütün sayfalarda "Abdurrahman" diye yazılmış.)
* İslâm Demokrat Parti Başkanı Cevat Rıfat Atilhan, Said Nursî'ye neden hayranlık duyuyordu? (Not: Said Nursî, bu 1951'de kurulan bu partiye en ufak bir yakınlık göstermedi; hatta siyaseten aynı düşünmediklerini Emirdağ Lâhikasındaki bir mektubunda beyan etti.)
* "Düşünsenize 'Said-i Kürdî' nasıl 'Said-i Nursî' oldu?"
Evet, bu minval üzere sürüp giden soru işaretlerini Efendi kitabından çıkarıp sıralamak mümkün.
Ama, bu suâllerin üzerinde durulacak, ciddiye alınacak pek bir kıymet-i harbiyeleri yok.
Zira, kitabın yazarının da Said Nursî konusunda ilmî ciddiyete dayanan hiçbir çalışması, araştırması bulunmuyor.
Burada mübâlağa ettiğimizi düşünen varsa, lütfen buyursun da şu anlı şanlı "Efendi-2" isimli kitabın "Kaynakça" bölümüne baksın. Bakanlar hayretler içinde görecektir ki, 130 adet kitabın müellifi olan Said Nursî'ye ait bir tek kitabın ismi zikredilmiyor.
Oysa, kitabın muhtevasında belki yirmi yerde Said Nursî'den söz ediliyor; yargılanıyor, sorgulanıyor, hakkında yığın yığın soru işaretleri sıralanıyor, hatta güyâ Risâlelerinden bazı sözler aktarılıyor.
Ama ne yazık ki, bu bilgilerin hiçbiri sağlıklı değil. Çünkü, iktibaslar, aktarmalar falan, tamamı dolaylıdır. Üstelik, bu alıntılar da Turan Dursun, Neda Armaner ve Faik Bulut gibi Nur hareketinin muarızı olarak şöhret yapan isimlerin kitaplarından yapılıyor.
Böylesi bir işin neresinde ciddiyet, neresinde samimiyet eseri var?
"Bilinmeyen gerçek" bu mu?
Efendi'nin yazarı, kitabın 395. sayfasında Said Nursî'nin mezarıyla ilgili olarak, kendince hiç bilinmeyen bir gerçeği "ilk kez" açıklıyormuş.
Güyâ, Said Nursî'nin naaşı 12 Temmuz 1960 gecesi uçaktan Akdeniz'e atılmış.
Bermutat olduğu üzere, "kaynak" ismi yine belirtilmeden şu iddiada bulunuluyor: "Yeri gelmişken Said-i Nursi’yle ilgili bilinmeyen bir gerçeği ilk kez bu kitapta açıklıyorum: Said-i Nursi 23 Mart 1960’da Urfa’da vefat etti. İsteği üzerine Halilürrahman Camii haziresine defnedildi. 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra, ’Mezarı siyasi bir sembol haline getiriliyor’ iddiasıyla, 12 Temmuz’da mezarından çıkarıldı ve bilinmeyen bir yere götürüldü. Bugüne kadar bilinmeyen yerin Isparta olduğu söyleniyor ve yazılıyordu. Doğrusu şudur: Mezardan çıkarılan Said-i Nursi’nin tabutu Kıbrıs açıklarında denize atıldı. Evet, Said-i Nursi’nin cesedi Akdeniz’e atıldı. Bu nedenle Said-i Nursi’nin cesedi bulunamamaktadır."
Oysa, tâ kırk küsûr sene evvel ortaya atılan bu rivâyet, Soner Yalçın'dan menkul değil. Üstelik, bunun aslı astarı da yok. Tamamen bayatlamış bir söylentiden ibaret.
Söylentiyi ilk çıkaran kişi ise, daha evvel de belirttiğimiz gibi, darbe heveslisi kurmay albay Talat Aydemir'dir. Sağda solda ilk kez o anlatmış. Daha sonra tarihçi İsmet Bozdağ, Ethem Menderes''ten böyle bir rivayeti dinlediğini yazdı.
Halbuki, eldeki yazılı/sözlü bütün deliller, bilgiler, belgeler, tutanaklar ve hayatta olan/olmayan bütün şahitlerin ittifakıyla, Bediüzzaman Said Nursî'nin naaşı (mezarı) "Isparta'da bir yerde" bulunuyor.
Daha evvelki bir yazımızda bu konuyu enine boyuna işlediğimiz gibi, burada tekrara girmeye gerek duymuyoruz.
İşte, birkaç gündür üzerinde durduğumuz Efendi isimli kitabın Said Nursî ile ilgili bölümlerin hiçbirinde, ne yazık ki ilmî ciddiyete, fikrî dürüstlüğe rastlayamadık. Aynı kitapta, değişik konularda bazı doğru bilgiler, belgeler bulunmakla beraber, genel olarak kafa karıştırıcı, zihinleri bulandırıcı asılsız söylentiler ve mesnetsiz iddialar yer alıyor.
Kitabın büyük reklâmlarla ve etkili bir pazarlama yöntemiyle çok satması, içindeki bilgilerin de doğru ve ciddî olduğunu göstermez.
Said Nursî ve cifir ilmi (4)
Bazı eserlerinde sınırlı ve konrollü şekilde cifir ilmine de müracaat Said Nursî'yi Yahudilerin "Kabala"sıyla irtibatlandırmaya çalışan Soner Yalçın'ın, bu düşünce ve çabasında ne derece ciddî ve güvenilir olduğu, aşağıdaki mukayeseden bir derece anlamak mümkün.
Said Nursî, meselâ Dokuzuncu Lem'a'da cifir ilmi hakkında sorulan bir suâle cevap verirken, şu ifadeleri kullanıyor:
"...İlm-i cifir, meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan, vazife-i hakikiyeden alıkoyup meşgul ediyor. Hattâ, kaç defadır esrâr-ı Kur’âniyeye karşı o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu; kemâl-i iştiyak ve zevk ile müteveccih olduğum vakit kapanıyordu. Bunda iki hikmet buldum: Birisi, “Lâ ya’lemü’l-gaybe illallah/Gaybı Allah’tan başkası bilemez” yasağına karşı hilâf-ı edepte bulunmak ihtimâli var. İkincisi...."
* * *
Soner Yalçın ise, Said Nursî'nin aynı ifadelerini çarpıtarak ve mânâsını değiştirerek 45 yıl evvel kitabında iktibas eden Turan Dursun'un kitabından (suyunun suyunun suyu misâli) bakın ne şekilde naklediyor:
"Bu cifir işi ('Kabala da diyebiliriz.' Soner Yalçın), meraklı ve zevkli bir iş olduğu için, insanı gerçek görevinden uzaklaştırır, boş yere meşgul eder. Bir kere bu “Lâ ya’lemü’l-gaybe illallah/Gaybı Allah’tan başkası bilemez” âyetine karşı edep dışı bir davranıştır." (Turan Dursun'un kitabından naklen, Efendi, s. 96.)
Fıkra
Rahşan Hanım çok mu geziyor?
Ahali, kocası ağır hasta olan Rahşan Hanımın sağda solda gezmesini, kapı kapı dolaşarak siyasî ittifak peşinde koşmasını ayıplar, yadırgar.
Bazıları da kendini tutamayıp sitemini yüksek sesle dile getirir:
"Ayıp yahu! Bu kadın çok geziyor artık. Baksanıza her yere de gidiyor."
Bu konuşmaları gayr–i şuurî duyan Bülent Ecevit, haftalardır içine girdiği derin komadan bir an için uyanmış ve gözünü açıp şunları söylemiş:
"Yok canım. İftira ediyorsunuz kadına. Öyle her yere gidiyor olsaydı, her halde arasıra bize de uğrardı."
01.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Her şeyin bir bedeli var |
|
Millete ve değerlerine yabancı siyasî bir azınlığın desteklediği Terörle Mücadele Kanunu (TMK) bütün itirazlara rağmen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edildi. Görünüşte ‘şer’lere kapı açabilecek olan bu kanunun, yine de ‘hayır’lara vesile olmasını dileyelim.
Kâinatta hiç bir şeyin Yaratıcımızın ‘izin ve müsaadesi olmadan’ meydana gelemeyeceğine inandığımıza göre, bu hadiseler de ‘tesadüfî’ değildir. Ya, işlediğimiz ‘hata’lar sebebiyle ‘çekeceğimiz’ var, ya da ödememiz gereken bir ‘bedel.’
Kabul edilen kanun, destekleyenler tarafından iddia edildiği gibi ‘faydalı’ bile olsa, bütün bir milletin, çok sayıda sivil toplum kuruluşunun karşı çıktığı bir teklif, nasıl ve niçin; anlaşılmaz bir inadla kanunlaştırılır? Hükümet cenahı en azından ortaya konulan tepkileri bir nebze dinlemeli ve itirazları dikkate almalı değil miydi? Bu kararların ‘hesabını’ nihayetinde seçim sandıklarında hükümet vermeyecek mi?
Kabul edilen kanunun ‘fayda’ değil ‘zarar’ vereceğini; Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in beyanından/itirafında anlamak da mümkün. TBMM’deki görüşmeler sırasında bir konuşma yapan Adalet Bakanı Cemil Çiçek, “Keşke böyle bir yasayla huzurunuza gelmeseydik. Sevimsiz bir tasarı olduğunun farkındayız” demiş. (Milliyet, 30 Haziran 2006)
Bu beyana, bu itirafa, bu tesbite ‘pes’ demek gerekmez mi? Eğer bu beyan, milletle ve onların temsilcileri olan vekillerle—özür dilerim—’dalga geçmek’ anlamı taşımıyorsa ne anlamı taşır? Bu beyandan, hükümetin de bu kanuna taraftar olmadığı anlaşılıyor. Peki, özgürlükleri kısıtlayacağı belli olan bu kanuna hükümet taraftar değil, millet taraftar değil, üye olmaya çalıştığımız Avrupa Birliği taraftar değil, farklı görüşlere mensup onlarca/yüzlerce sivil toplum kuruluşları taraftar değil; o zaman kim taraftar? “Biz de istemiyoruz, ama ne yapalım; mecburuz” demek hükümeti mes’uliyetten kurtarır mı? Hükümet öncelikle ve bilhassa milleti ve onun temsilcilerini (STK’lar da buna dahil) dinlemeli değil mi? “Birileri istiyor, yapmaya mecburuz” anlamına gelecek beyanlar hükümeti kesinlikle mes’uliyetten kurtarmaz. Millete rağmen yapılan her işte olduğu gibi, kabul edilen TMK’nın da bir ‘faturası’ olacak ve bu da muhtemelen ilk seçim sandığında hükümetin önüne konulacak.
Bundan önce de böyle oldu, bundan sonra da—ibret alınmadığı için—böyle olacak. Yine de her şeye rağmen umudumuzu kaybetmeyelim. İbrahim Hakkı Hazretleri, “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” demiyor mu?
01.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|