Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Gündem Said Nursî



Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez bir manevî güneş olduğunu bütün dünyaya ispat etme idealine vakfettiği hayatında, hiçbir dünyevî ve maddî kıstasla ölçülemeyecek hizmetlere imza atan ve arkasında ölümsüz eseri Risale-i Nur’la nur neslini bırakan Bediüzzaman Said Nursî, kendisini yok etmek veya tesirsiz hale getirmek için uğraşanları “Vefatım hayatımdan daha çok hizmet edecek” diyerek uyarmıştı.

Nitekim öyle oldu. Vefatının üzerinden 46 yılı aşkın bir zamanın geçtiği şu gün itibarıyla, eserleri Türkiye’de milyonlarca insanın gönlünü fethettiği gibi, pek çok lisana çevrilerek dünyanın dört bir köşesine ulaşmış durumda.

Birtakım maşaları kullanarak İslâmı terörle veya fanatik, bağnaz, ırkçı, despot zihniyetlerle özdeş gösterme tuzaklarını boşa çıkarıp, müsbet ve yapıcı metodlarla manevî fütuhatına devam eden bu nurlu hareket, dinsizlik ve ahlâksızlığa karşı Müslümanlarla Hıristiyanları aynı safta buluşturacak iklim ve zemini de hazırlamakta.

Bunu istemeyen ve bütün güçleriyle engellemeye çalışan ifsad şebekelerinin, kullanabildikleri herşeyi ve herşeyi devreye sokarak Said Nursî ile uğraşmalarının asıl sebebi bu.

Lâtif Salihoğlu’nun son aylardaki yazılarında bunların en taze örneklerini gördük.

Bu saldırılarda “dindar” görünenler de kullanılıyor, dinle hiç ilgisi olmayanlar da.

Meselâ tencere ticaretiyle çıktığı yolda Kemalizm ticaretine rampalayan mâhut güruh, vaktiyle Yeni Asya’nın hasbî ve samimî desteğini de alarak kurduğu televizyondan ve de paralel şekilde gazetesinden Said Nursî’ye iftiralar yağdırdı ve bunlara verilen müskit cevapların altından kalkamayınca da çareyi tazminat dâvâsı açmakta buldu.

Bir başkası, vakti zamanında Yeni Asya’nın panellerine konuşmacı olarak katılan, ama bilâhare Y. N. Öztürk’ün yardımcısı olup profesörlüğe yükseldikten sonra Said Nursî’ye sataşmaya başlayan ilâhiyatçı.

Diğer cenahtan örneklere gelince:

Bunlardan biri, Soros’un vakfınca yönlendirilen bir kuruluşun yaptığı araştırmada Said Nursî’nin “İslâm Kalvin’i,” Nurcuların da “İslâmî Kalvinistler” olarak nitelenmesi.

Bir diğeri ve en yenisi, içeriğindeki “Said Nursî’nin naaşı denize atıldı” iddiasıyla gündeme getirilen ve böylece hem özellikle Nurcular tarafından merak edilip satın alınması ve “best seller” olup yayıncısına çokça para kazandırması; hem de içerdiği diğer iddialarla başka bazı noktalardan da kafaların karıştırılması hedeflenen yeni bir kitap.

Kitabın “kabir nakli” bahsiyle gündeme taşınmasında ise hem Nurculara yönelik yeni bir tahrik kastının, hem de gündemin irtica bağlamında cumhurbaşkanlığı seçimine yönlendirilip ülkenin tekrar 28 Şubat iklimine sokulmak istendiği bir ortamda buna ilişkin amaçların yattığı, böylece bir taşla birden fazla kuş vurulmak istendiği seziliyor.

Görünen o ki, kıyamete kadar mücadele sürecek. Fitneler, tuzaklar, saldırılar bitmeyecek. Ama kervan da yoluna devam edecek.

23.06.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

MÜSİAD’ın raporu



MÜSİAD, hükümete sunacağı ‘2006 Ekonomi Raporu’nu Cevahir Otel’de düzenlediği bir basın toplantısı ile kamuoyuna duyurdu. Raporda, hem 2005 yılı değerlendiriliyor, hem de 2006 yılı beklentilerine yer veriliyor.

MÜSİAD Başkanı Dr. Ömer Bolat tarafından açıklanan raporda, Türkiye’nin en büyük dertlerinden biri olan ‘işsizlik’ masaya yatırılmış ve bu derde çare olabilecek ‘öneriler’e de yer verilmiş.

Son haftalarda ciddî bir dalgalanma yaşandığını hatırlatan MÜSİAD Başkanı Bolat, Türkiye ekonomisinin bu krizleri aşabilecek seviyede olduğuna dikkat çekiyor. Bolat, kamu maliyesinin sağlam olduğunu, ancak son yıllarda enflasyonun düşmesine rağmen ekonomide yapısal dönüşümlerin tamamlanamadığına da işaret ediyor. Küresel etkilerin de krizlerde rol oynadığını hatırlatan raporda, Türkiye’nin küresel ekonomilere entegre olmak mecburiyetinde olduğu da belirtiliyor.

Son krize çare olarak başvurulan faiz arttırımının yanlış bir çözüm olduğuna da işaret edilen raporda, reformlara mutlaka devam ettirilmesi isteniyor. Cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili tartışmaların ekonomiyi olumsuz etkilediği hatırlatılan MÜSİAD raporunda, Türkiye’nin borç/faiz sarmalından çıkmasının istenmediğinin altı çiziliyor.

Raporun en önemli noktalarından biri de, son yıllarda elde edilen ‘kazanımlar’ın heba edilme riskinin olduğu şeklindeki tesbittir ki, bu bizce çok ciddî bir uyarıdır. Son yıllardaki kazanımların heba edilmesi demek, hem ekonomik, hem de siyasî anlamda istikrarsızlığa sürüklenmek anlamına gelir ki, bundan da en büyük zararı ‘millet’ görür.

MÜSİAD Raporunun ‘en’leri şöyle:

*En önemli sorun: Her siyasî gerilimden ‘rejim bunalımı’ çıkarılması.

*En acil tedbir: Mali disiplin sağlanmalı ve istikrarsızlık tehdidi altındaki siyasal iklim bir an önce rahatlatılmalı.

*En önemli tehlike: Staglaflasyon/durgunluk tehlikesi var. Devalüasyonlarla carî açık sorunu kalıcı olarak çözülemez. Yüksek faiz, enflasyonun çözümü değil sebebidir.

*En ‘zararlı’ çözüm: Merkez Bankası ve hükümete, ‘faiz arttırımı’ için baskı yapılması. Faiz arttırımına devam edilmemelidir.

*En sinsi risk: Yabancı sıcak sermaye, sırf faizler artıyor diye ülkede kalmaz. Türkiye IMF ile bir kez daha anlaşma yoluna girmemesi gerekiyor.

*Reform yorgunluğuna dikkat: Dalgalanmanın beklentileri karartmaması için reformların devamı gerekir.

Temmuz ayının ilk haftasında hükümet yetkililerine sunulacağı ifade edilen MÜSİAD Raporunda; reel sektör, işsizlik, maliye politikaları, finans sistemi, vergi reformu, bölgesel dengesizlik, özelleştirme, sosyal güvenliğin yapılandırılması ve AB üyeliği ile ilgili ‘çözüm teklifleri’ de yer alıyor.

Aslında sıkıntılardan kurtulmanın çaresi bellidir. Mühim olan bu ‘çare’leri cesaretle uygulamakta. MÜSİAD’ın hatırlattığı beklenti de budur.

23.06.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Akıllı insanlar



Kur’ân bir âyetinde, “Mallarınız ve evlâtlarınız sizin için ancak bir imtihandır”1 buyurur.

Diyebiliriz ki sahip olduğumuz her şey bir imtihan vesilesidir.

Ancak her şeyin kendine göre sorumlulukları, yükümlülükleri vardır. Hakkını vermek, şükrünü ifa etmekle yükümlüyüz.

Nimet yükümlülüğü yerine getirilince fanilikten kurtarılıp bakîleştirilmiş olur. Bu da onları Cenâb-ı Hakkın istediği şekilde kullanmakla olur.

Diyelim ki bir sürü malımız, maddî imkânlarımız var. Zekâtını verebiliyor, gerekli hayırları yapabiliyorsak malın hakkını vermiş oluruz.

Böyle davranmak hayırlı insan olmak demektir. Bir hadis-i şerifte, “Allah bir kul hakkında hayır murad ederse, ona insanların ihtiyaçlarını gördürür” buyurulmuştur.

Bazan insan ruhen, kalben ihtiyaç içinde olur; morale, kuvve-i maneviyeye ihtiyaç duyar. Bazan da maddî imkânlara. Manen moral vermekle, maddeten de o kardeşimizin ihtiyacına koşmakla görevimizi yapmış oluruz. Hayır yolunda kullanılamayan malın ne kıymeti olabilir ki?

Sa’di “Akıllı insanlar mallarını, paralarını öbür âleme götürürler” der.

İnsan ölünce her şeyini bırakıp gittiğine, dünya malı dünyada kaldığına göre Sa’di bununla neyi kastetmektedir dersiniz?

Sözünün açıklamasını da yine kendi yapıyor Sadi. Diyor ki: “Onlar mal ve mülklerini iyilik ve yardım yapıp dünya malı olmaktan, fanî olup gitmekten çıkarırlar.”

Cimriler ise bu şansı kaçırmaktadırlar. Sadi, cimrilerin de bu duygudan mahrum kaldıklarını belirtir. “Onlar mal ve paralarının hasretini çekip burada bırakıp giderler” der.

Allah Resûlü de (a.s.m.), “Ey Âdemoğlu, yediğin, içtiğin, giydiğin, bir de ahirete önceden gönderdiklerin dışında hangi malın var?” buyurmuyor mu?

Hz. Ömer, Sa’di’nin akıllı dediği bu insanları sever ve onlara duâ eder: “Allah’ım! Sen fazla malı içimizdeki hayırlılara ver. Çünkü onlar en çok muhtaç olanlara yardım ederler.”

Gerçekten bunlar akıllı insanlardır. Fanî olanı bakiye tebdil etmekte, ellerinden çıkıp giden mal ve paralarını hayırla ebedîleştirmektedirler. Mesnevî-i Nuriye’de denilir ki: “Senin iktidarın kısa, bekan az, hayatın mahdut, ömrünün günleri madud ve her şeyin fanîdir. Öyleyse şu kısa, fanî ömrünü fanî şeylere sarf etme ki, fanî olmasın. Baki şeylere sarf et ki, baki kalsın.”

Ömür de, mal da Baki yoluna sarf edilirse bakîleşir.

Dipnotlar:

1. Teğabün Suresi: 15.

23.06.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İnsanın önemi, duâya verdiği önem nisbetindedir



Önemli şahsiyetler gerek emniyet birimleri, gerekse medya tarafından dikkatle takip edilir. Sözleri, fiilleri, hattâ davranış ve mimikleri bile kamera alınır. Bundan ötürüdür ki, politikacılar veya önemli mevkii işgal eden şahsiyetler, sarf edecekleri cümlelere, kelimelere dikkat eder; adımlarını hesaplayarak atarlar.

Yaratıklar içinde en mühim, en şerefli, en önemli varlık insandır. Onun için her fiili, her hareketi, her konuşması kaydedilir. Bu açıdan bakıldığında duâsı da önemlidir. Duâsının kabul olması da bu öneminden gelmektedir. Ancak, duâsıyla, başta Dâî (Dâvet eden, çağıran), Mucîb (Cevap veren), Rahman (Canlı-cansız, inançlı-inançsız her şeyi, herkesi besleyen), Rahîm (Acıyan, yardım eden) olan Cenâb-ı Hakkın Esma-i Hüsnâ’sının kapsam alanına girmeli.

Kur’ân’da, duâ etmeyen insanın bir değerinin olmadığı vurgulanır. Çöllerin ücra köşelerinde, kuş konmaz, kervan geçmez dağ başlarında, mağaralarda, ormanların derinliklerinde yaşayan, inzivaya çekilen ve hiçbir şekilde irtibat kurmayan bir insanı düşününüz. Sosyal hayatla ilgisini kesmiştir. Ne hemcinsleri, ne yöneticiler, ne de adâlet mekanizmalarıyla herhangi bir irtibatı, bir alış-verişi vardır. Ne onlardan bir isteği, ne bir beklentisi... Böyle birisinin insanlar, yöneticiler ve toplumun gözünde ne önemi vardır?

Bir kul olarak Yaratıcısına duâ ile sığınmayan, müracaat etmeyen insanın durumu da ondan farksızdır. İşte insanlığa inen son İlâhî mesajda, “Duânız olmasa ne ehemmiyetiniz var?”1 diye sorulmasının sebeplerinden birisi bu olmalı. Bu, aynı zamanda duânın ve dolayısıyla varoluşun sırrına işârettir.

Duâ, Rabbini hatırlamak ve Ona iltica etmenin yanında, yalnızca sıkıntı ve problemlerle karşılaşıldığında ifa edilecek bir ibâdet değildir. Duâlarımız, iyi ve kötü günde, ferah ve mutluluk anlarımızda, hem dünya, hem de sonsuz hayat için, her zaman ve zeminde, her şartta Yaratana muhatap olma, Onunla konuşma, Ona müracaat etme, Ona sığınma, Ona bir anlamda tekmil vermektir.

Bunun yanında insan duâ etmek zorunda. Çünkü, son derece âciz ve fakirdir. Her an sıkıntı, problem, hastalık, felâket ve ölüm gerçeğiyle karşı karşıya. Dünyanın en güçlüsü, en zengini, en itibarlısı, en bilgilisi de olsa, onu, otuz bin defa büyütülen ve ancak mikroskopla görülen bir mikrop, bir virüs yerden yere seriyorsa duâdan başka ne yapabilir?

Duâ ile Allah’a yaklaşan, Onu sevindirir, merhamet, sevgi ve yardımını hak eder: “Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Benden isteyenin isteğine cevap veririm.”2 “Allah’ın, kulun bağışlanma dilemesinden duyduğu sevinç, birinizin çölde kaybettiği devesini bulmasından duyduğu sevinçten daha fazladır.”3 “O daima yaşayandır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde O’na dininde samîmiyet erbâbı olarak ‘Hamd olsun kâinâtın Rabbi olan Allah’a’ (diye) duâ edin...”4

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Furkan, 77; 2- Kur’ân, Bakara, 186; 3- Câmiü’s-Sağîr, Hadîs No., 7192; 4- Kur’ân, Mü’min, 65.

23.06.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yanlıştan gerçeğe doğru



Said Nursî'nin "meçhûl mezar"ı ile ilgili haberleri iki gündür sürmanşetten duyuran Hürriyet gazetesinin araştırmaya dayalı ikinci haberi, dünkü yazdıklarımızı büyük ölçüde doğruluyor.

Biz demiştik ki: 12 Temmuz 1960'ta Urfa'dan uçakla alınan Üstad Bediüzzaman'ın naaşı, resmî kayıtlara göre Afyon üzerinden karayoluyla Isparta'ya getirildi ve şahitlerin de tasdikiyle burada önceden hazırlanmış bir "meçhûl mezar"a defnedildi.

Hürriyet ise, bütün bu söylediklerimizi kaynağına ulaştığı "resmî tutanak"la belgeleyerek aynen doğrulamış oldu.

Yine biz demiştik ki: Said Nursî'nin has talebeleri, bu ikinci mezar yerini tesbit ettiler ve "Üstadlarının vasiyeti üzere", naaşını buradan alarak "herkesten meçhûl" olacak bir başka yere götürüp defnettiler.

Konuyu araştıran Hürriyet gazetesi ise, "Tutanak var; mezar yok" başlıklı haberiyle bu iddiamızı da doğrularcasına, birinci sayfadan "...Daha sonra cemaat, Said Nursî'nin cesedini kaçırdı" ifadesini kullandı.

Hürriyet'in "mezar yok" demekteki kastı aslında şudur: "Resmî tutanakta belirtilen mezarın içinde, Said Nursî'nin naaşı yok. Talebeleri buradan alıp başka yere götürmüşler."

Doğrudur. Üstelik, Üstad Bediüzzaman'ın "Benim mezarım gizli kalsın" vasiyetine de pekâlâ uygun bir neticedir.

Evet, Üstad'ın mezarının meçhûlde kalması, her yönüyle mâkul ve doğru olan bir meseledir.

Bu hususla ilgili vasiyetinin yanı sıra, daha başka sebepler, gerekçeler de vardır ki, mezar yerinin meçhulde kalmasını lüzumlu kılıyor.

Zira, şayet yeri bilinirse, o mezar yine yoğun ziyaretçi akınına uğrayacak ve yine ehl–i dünyayı illâ ki tedirgin edecek.

Tedirgin olanlar, nasıl daha evvel o zatın naaşını Urfa'dan alıp bir meçhûle götürdüyse, yine benzeri tarzda yeni bir harekete teşebbüs edecek.

Düşünelim, Barla Çam Dağındaki "hatıra ağaçlar"a bile tahammül edemeyerek onları gizlice kesenler, Üstad Bediüzzaman'ı alenen bilinen ve çokça ziyaret edilen bir mezarın içinde hiç rahat bırakır mı?

Kaldı ki, Üstad Bediüzzaman'ın mezarıyla ilgili vasiyetini bilen ve buna uymaya çalışan Nur Talebeleri de, Üstadlarının naaşını herhalde bilinen bir yerde bırakmazlar.

İyisi mi, bırakalım Üstad'ın mezarı meçhûlde kalsın. Böylelikle o da, biz de rahat edelim. Nasıl olsa, okunacak duâlar, Fatihalar uzaktan da onun ruhuna gider. Buna hiçbir engel yok.

Hıristiyanlıkta durur mu?

ÖNDER, Sabah'ın kasıtlı haberiyle ilgili gereken açıklamalarda bulundu gerçi.

Hadise alabildiğine abartılmış. Bu arada hem söz konusu kitabın, hem de kitabı neşreden yayınevinin bol bol reklâmı yapılmış.

Öte yandan, Hıristiyan olduktan sonra İncil'i Kürtçe'ye tercüme ettiği söylenen imam hatip menşeli bir eski müezzinin, Tevrat ve Zebur'u da aynı şekilde tercüme ettiği belirtiliyor.

Eğer öyleyse, durum gösteriyor ki, İslâmdan çıkan bu şahıs Hıristiyanlıkta da sebat etmeyecek, oradan da çıkacaktır.

Nitekim, bugüne kadar İslâm dinini terk edenler, mutlak ekseriyetle hiçbir dine girememiş, girse bile duramamış ve neticede dinsizlikte karar kılmıştır.

Son olarak, Kürtleri çok yakından tanıyan bizler gayet iyi biliyoruz ki, Müslüman Kürtlerin İncil'e, yahut Tevrat, Zebur gibi nesh ve tahrif olmuş kitapları okumaya zerrece ne bir meyilleri var, ne de ihtiyaçları.

Demek ki, bir yerlerden pompalanan bu gibi haberler, tamamen kasıtlıdır ve zihinleri bulandırmaya yöneliktir.

Günün Tarihi

Şehit Reis

23 Haziran 1565: Büyük denizci Turgut Reis’in vefâtı.

Turgut Reis, Osmanlının Menteşe Sancağına bağlı bir köyünde 1485 senesinde dünyaya geldi. Denizci olarak yetişti.

Bilhassa Barbaros Hayreddin Paşanın hizmetine girdikten sonra, tam bir müştereklik ruhu içinde hareket etti. Onunla birlikte zaferden zafere koştu.

Aynı şekilde Preveze Zaferinde de pek büyük yararlılık gösterdi.

Hızır Reis’in “Turgut benden ileridir” dediği bu kahraman denizci, son Malta kuşatması esnasında başından aldığı ağır bir darbe sonucu beş gün baygın halde kaldı.

Nihayet, 23 Haziran günü şehadet şerbetini içerek bu fâni dünyaya vedâ eyledi.

Aranıyor

Kayıp Piton nerede?

Ankara'da iktidar partisine karşı teşkil edilen bir "yeni oluşum'dan söz ediliyor.

İçinde her türden, her renkten, her eğilimden adam bulmak mümkün.

Ancak, bir eksiği vardı: Piton.

Muhtemelen onu da saflarına katmışlardır.

AKP'yi bir hamlede devirsin, yutsun diye...

23.06.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kıskançlık kavramı üzerine



Mine Karagöz: “İslâm’da kıskançlık kavramı nedir? Bilgi almak istiyorum. Allah razı olsun.”

İki türlü kıskançlık vardır: Biri haram, diğeri sünnettir. Sırayla görelim:

1- “Hased” karşılığı kullanılan kıskançlık. Müslüman kardeşinin iyiliğini çekememekten ve kötülüğünü istemekten ibâret olan bu kıskançlık, bir kötü huydur. Haramdır.

2- Eşimizi, kızımızı, kız kardeşimizi, annemizi ve sâir mahremlerimizi nâmahremlere karşı korumayı ifâde eden içimizdeki sevk-i İlâhî (iç güdü) de dilimize kıskançlık olarak girmiştir. Bu kıskançlık sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) bu kıskançlığı teşvik ve tavsiye etmiştir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Allah, mahremlerini namahremlerden kıskanan kullarını sever.”1

Mahremini kıskanmak, mahremini haramdan koruyan ve onu helâl sınırları içinde barındıran güzel bir örtüdür. Kur’ân, “Onlar sizin örtünüz, sizler de onların örtülerisiniz.”2 âyeti ile eşleri harama karşı birbirleri için örtü îlân ediyor. Bu örtünün önemli bir ayağı kıskançlıktır. Çünkü kıskançlık damarıyla beyini haramlardan çekip alan kadın da, karısını açık saçıklıktan ve erkeklerle terbiye sınırlarını incitecek derecede muhatap olmaktan alıkoyan erkek de aslında yekdiğerini Allah’ın rızasına, takvaya, Allah korkusuna, Cehennemden korunmaya ve Cennete girmeye dâvet etmiş ve yol açmış olmaktadır.

Nitekim erkek için haram bakışlar ne kadar kötü ve haram ise, kadın için de açık saçıklık o kadar onur kırıcı ve harama dâvet edicidir. Netice itibariyle; erkeği haram bakışlardan ve haram meyillerden alıkoyan kadının kıskançlığı da, kadını açık saçıklıktan ve erkeklerle ar damarını çatlatacak derecede muhatap olmaktan alıkoyan erkeğin kıskançlığı da Allah’ın rızası yolunda atılmış en fıtrî ve en saygı değer birer adımdır.

Daha açık konuşalım: Erkeğinin gözünün harama kaymasını kadın kıskanıyorsa; bu güzel bir huydur ve kadın—kendisi bilsin, bilmesin—bu tavrı Allah adına gösteriyor. Çünkü “Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar”3; “Allah gözlerin gizlice harama bakışını da bilir, gönüllerin sakladığını da”4 buyuran, Cenâb-ı Allah’tan başkası değildir.

Keza kadınının açık saçık giyinmesini ve başkalarıyla cazibeli biçimde muhatap olmasını erkek kıskanıyorsa eğer; bu erkek için de güzel bir huydur ve erkek—kendisi bilsin, bilmesin—bu tavrı Allah adına gösteriyor. Çünkü “Mü’min kadınlara söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar, süslerini kendiliğinden görünen kısmı müstesna açmasınlar. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocalarından veya babalarından... başkasına göstermesinler”5 ve “Eğer takva içinde olmak isterseniz, namahremlerinizle cazibeli ve çekici bir eda ile konuşmayın. Ki, kalbi bozuk olanlar bir ümide kapılmasın. Konuşurken ciddiyet ve ağırbaşlılıkla söz söyleyin”6 buyuran Kur’ân’dan başkası değildir.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, kadın ve erkek arasındaki şiddetli bağlılığın yalnız dünyevî hayatın ihtiyacı için olmadığını; kadının kocasına yalnız dünya hayatında değil, ebedî hayatta da hayat arkadaşı olduğunu; böylesine değer verilen kadının da, ebedî hayat arkadaşı olan kocasının nazarının dışında başkasının nazarını kendi güzelliklerine çekmek suretiyle, kocasını kendisinden darıltmaması ve onu kıskandırmaması gerektiğini kaydeder.7

Demek eşlerin birbirlerini yabancılardan ve nâmahremlerden kıskanmaları bir örtüdür; bu, yaşanmalıdır.

Fakat kıskançlığı bir kâbus hâline getirmemeye dikkat etmek lâzımdır. Kıskançlığı abartarak aile yuvasının yıkılmasına kadar götürmek doğru değildir. Kıskançlık, haramlara karşı örtü mahiyetini korumalı; bunun ötesinde akıldan uzaklaşarak ve duygusallığı başına geçirerek zorbalıklara, zulümlere, ayrılıklara, boşanmalara ve cinayetlere kesinlikle sebep olmamalıdır.

Bilinmelidir ki, eşine karşı haddi aşmayan kıskançlık ne kadar iyi bir huysa; hak, adalet, merhamet, müsamaha, iyi niyet, iyi zan, güven, aff ve bağışlama da en az, “tadında bırakılan kıskançlık” kadar iyi birer huydur. Normal seyrinde iyi huylarımızdan olan kıskançlığı; iftiraya, su-i zanna, kötü muameleye, dargınlığa, kırgınlığa, kavgaya, geçimsizliğe, mutsuzluğa, ayrılığa ve cinayete vardıracak derecede abartılı kullanmak zulümdür.

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sağîr, 2/1078. 2- Bakara Sûresi, 2/187. 3- Nûr Sûresi, 24/30. 4- Mü’min Sûresi, 40/19. 5- Nûr Sûresi, 24/31. 6- Ahzab Sûresi, 33/32. 7- Lem’alar, s. 198, 199.

23.06.2006

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Mal markasıyla satılır



Bütün dünyada her hangi bir mal, maddî ve manevî sahada markasıyla satılır. Genel kanaat, umumî vicdan ve araştırma meyli, dürüstlük, istikrar, şahsiyet, şerefli çalışma ve emsâli güzel çalışmalar ve doğru hareketlerin ana kaynağı “Mal markasıyla satılır” ve âlem çarşısında muteber kabul edilir. Bunun dışında taklitçilik İslâm hukukunda ve Medeni Kanunda yasaklanmış, yasalar çıkarılmış ve uygulanmaktadır.

Bundan 4 hafta önce bir mimar arkadaşımız önüme bir kitap sundu. (Risâle-i Nurdan tefekkür damlaları, Gençlik Rehberi. Müellifi Bediüzzaman Said Nursî). Çocukluğumdan beri okuduğum ve Abdülmecid Nursî’nin (Ünlükul) bizzat elinden aldığım bu emsalsiz eseri tanıyamadım. Gözlerim yaşlarla doldu. İhanet ancak bu kadar olurdu. Kitap tamamen sadeleştirme adı altında mânâsı değişmiş, maneviyatı izale olmuş, tanınmaz hale gelmiş. Tek değiştirmedikleri Bediüzzaman Hazretlerinin görkemli ismi. Bu kişiler bununla da kalmamış, Hz. Üstadın diğer eserlerini de bu şekilde tahrif etmişlerdir. İçler acısı.

Ayrıca Türkiye’de bazı kişiler, çeşitli isimler altında verdikleri konferans ve seminerlerde ve yazdıkları kitap ve makalelerinde Bediüzzaman Hazretlerinin sözlerini alıyorlar, kendilerine mal ederek satıyorlar ve karşılığında yüksek ücret de alıyorlar. Bu fikir hırsızlarını, şahsım ve birçok araştırmacı mütefekkir insan, hayret ve dehşetle izlemekteyiz. Bunları bulup ayıklamak insanî ve vicdanî tekâmüldür.

Şimdi tarihe ve hakikate dönüyorum. 1967 senesinde Abdülmecid Nursî Efendinin vefatı münasebetiyle Konya’ya gelen ve bir müddet kalan Bediüzzaman Hazretlerinin kahraman talebelerinden merhum Zübeyir Gündüzalp, merhum Halıcı Sabri Efendi’nin mağazasındaki sohbet anında, Risâle-i Nurların neşri üzerine Hz. Üstad’dan şu hatırayı nakletti:

“O tarihlerde Emirdağ’da ve Türkiye’de neşriyatla ilgili birçok gelişmeler oldu. Hz. Üstad’a kendim sordum. ‘Üstadım, bu kadar tazyikat ve takibatlar var ve mâdem ki Risâle-i Nur hizmet ediyor, Bediüzzaman Said Nursî ve Risâle-i Nur Külliyatı demeden neşretsek olmaz mı veya olur mu?’ Cevaben dedi ki; ‘Risâle-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursî demezseniz hizmet olmaz, bu isimlerin önemi vardır. Başka isimlerle neşrolunmaz ve Risâle-i Nur’un tek harfi değiştirilemez, sadeleştirilemez. Çünkü mevhibe-i Rabbânî, sünûhât-ı İlâhî ve ilham-ı kalbîdir.” Bu ifadelerin tarifi Risâle-i Nur’da vardır.

Arşivimde mevcut olan, Konya İ.H.O. emekli öğretmenlerinden muhterem Yaşar Gökçek bana yazdığı mektubunda bununla ilgili bir kayıt düşer: “Bediüzzaman Said Nursî’nin kardeşi Abdülmecid Efendi’den, öğretmenliği döneminde Konya İmam Hatip ve Yüksek İslâm Enstitüsü öğrenci ve öğretmenleri kendilerinin kaleminden Risâlelerin sadeleştirilmesini istemişler. Onlara cevaben demiş ki: ‘Bugünkü ifade, Hz. Üstadın imzası gibidir. Asla değiştirilemez ve sadeleştirilemez. Hem Risâle-i Nurun düşmanlarına fırsat verilmiş olur, hem de Hz. Üstadın ifadesindeki ilmî lezzet kaybolur’”

Biz ve bizim gibi serdengeçti, hakperest, sırf rızâ-i Bârî olarak hizmet etmeye çalışan ve başka mecralara bağlı olmayan muhterem zevat, 28 Şubat sonrası ve daha önceki yıllarda verdiğimiz bütün konferanslarda ve hatta 163’ncü maddeden 1980’de yargılandığımız 2. Ordu Askerî Mahkemelerinde, açık ve net olarak Bediüzzaman Hazretlerinden ve Risâle-i Nur Külliyatından ders yapar gibi unutulmaz ve inkâr edilmez ifadelerde bulunduk. Üslûbumuzdan ve Risâle-i Nur’dan hiçbir idarî mahkûmiyet ve takibata uğramadık. Allah’a hamd olsun ve herkese teşekkür. Kasıtlı mahkûmiyetler hariç...

Peki bu kişi ve kişiler ne olacak? Bunlar kim? Bunlar son dönemlerde zuhur etti. Nurun âlem şümul bayramında bu hırsızlık ve tahrif niçin? Nur talebesiyim diyenler ve ehl-i feraset bunları çözmelidir. Tahrif edenler de manevî tokatlar yiyecekler. Çünkü mal markasıyla satılır. Hele AB sürecinde tam bir maskaralık. Nerede ticarî sicil? Nerede vicdanî sicil?

23.06.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Bekleme İvanoviç meşgulüz



Uzaya çıkarken hiç zorlanmamış Rus kozmonot İvanoviç.

Ancak İvanoviç Türkiye’ye vizesiz girince enselenmiş. İvanoviç, uzay yolcuğunda ne denli büyük bir tehlike atlattığını o anda anlamış olmalı.

Eğer kendisinden önce uzaya giden bir Türk vatandaşı olsa, o daha uzay mekiğinden çıkıp, hava boşluğuna ayak atmadan önce ensesine bir G-3 namlusu dayanıp, “Kıpraşma, vururum” komutuyla, yere, pardon iki seksen uzaya uzatılırdı.

Ya da Rasim Tekin’le çevirdikleri uzay filminde Cem Yılmaz’ın, beslenmeleri için uzatılan kapsülleri alırken, “Biraz suyundan da koy” demesi gibi Türklere has isteklerle karşılaşabilirdi.

Tabiî, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün, “Uzaya gidelim” önerisine, “Şimdi gelemem, demokrasi mücadelem var” cevabını aynı sınıfa sokmazsanız...

Uzaya gitmeye vakit bulamayan necip Türk milleti yeryüzünün her metrekaresinde ise varlığını hissettiriyor.

* * *

İsviçre’de Uluslar arası Çalışma Teşkilâtı, (ILO) toplantısına katılan sendikacılarımızın dil bilmedikleri ile yanaşık düzen yürümeleri, yolda fıkralar anlatıp, “kakara kikiri gülmeleri” karşısında huylanan İsviçre polisinin “eylem yapıyorlar” diye müdahale etmesi de bu fani dünyaya Türk varlığını hissettirme merakımızın sonucu olsa gerek.

İsviçre’de ILO toplantısı yapılıyor. Almanya’dan 50 sendikacı katılmış. Adamların 50 değil 150 kişi olarak katılmaya hakları var. Çünkü ülkelerinde çalışma hayatına ilişkin süper haklara sahipler. Amerika’dan 40, bizden ise 150 sendikacı katılmış. Biz de sendikal hakları zirveye taşıyıp, işçi hareketinin ülkenin en saygın sınıfı konumuna yükselttiler ya... Ne yapsalar haklarıdır. Ama adamların hakkını yemeyelim, bol harcırahlı yurt dışı gezilerinde, işçi haklarını savunup, çalışma hayatımızı insanca yaşanır bir düzeye çektikten sonra holding merkezlerini aratmayan sendika binaları yaptılar. Uçakları, tatil köyleri, TV kanalları ile bazı sendikalarımız Almanya ve ABD’deki meslektaşlarının çok çok ilerisindeler. Zaten Türkiye dünyanın en zenginleri G-8’lerin ligine girdiğinde toplantıda Türkiye’yi sendikacıların temsil etmesini önereceğim.

İsviçre’nin ortasında, temel fıkraları anlatıp kahkahalar atarak dolaşan sendikacılarımızın hali bana, “tıh tıh eyi gunler” diyen banka reklâmındaki iki kişinin şakalaşmasını hatırlatıyor her nedense.

“Tıh tıh sendikacılar, eyi gunler.”

Ya da “köyden indim şehire” filmindeki Kemal Sunal’ın, Ankara’nın itfaiye meydanında “Himmet abey” diye koşturmasını...

* * *

Her şey bu denli renkli değil elbette ki.

Çarşamba günü akşam saatlerinde Cumhurbaşkanlığına bağlı Devlet Denetleme Kurulunun bir raporu düştü ajanslara. Rapor Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın oğlunun mısır ithalatıyla ilgili. Cumhurbaşkanlığı vergi indirimlerinden faydalanılarak yüksek miktarda mısır ithal edildiğini belirtip, haksız kazancın soruşturulmasını istiyor.

Muhalefet için altın yumurtlayan tavuk hükmündeki Unakıtan yumurtaları ve mısırları mevzusu. Peki bunun tuhaf neresi var?

Ülkenin cumhurbaşkanı, devletin kasasını koruyan Maliye Bakanına itimat edilir kişi olarak bakmıyor. Bu işte bir yolsuzluk olduğunu iddia ediyor.

Sezer açısından bu yeni bir durum değil ki? Kendisini seçen DSP hükümetiyle de Halk Bankasındaki yolsuzluk iddiaları yüzünden kavga etmemiş miydi?

Zaten bizi endişelendiren konu da buydu. 19 Şubat MGK’sında Sezer’in Anayasa kitapçığını Ecevit’in önüne fırlatmasıyla patlak siyasî ve ekonomik kriz, hükümetin yolsuzluk iddialarının üzerine kararlılıkla gitmemesinden kaynaklanmıştı.

Bizi endişelendiren de Unakıtan’la ilgili Köşk’ün tasarrufundan bir gün sonra yani dün MGK toplantısının yapılacak olmasıydı. Sezer’in Erdoğan’ın önüne patlamış mısır ya da pastörize Unakıtan yumurtaları atmasını beklemiyorduk, ama iyiden iyiye 3. adamlığa soyunan Sezer, bir çıkış yapar mı kaygısını da üzerimizden atamadık.

E ne de olsa İsviçre’nin ortasında da olsa biz birbirimize benzeriz.

Birkaç yıl işler düzeldi, ekonomi rayına girdi. Görmüyor musunuz ülkede başbakanlık, bakanlık, cumhurbaşkanlığı yapan profesör, emekli general, işadamı ünvanını taşıyan adamların “İşleri nasıl büsbütün berbat ederiz” diye cepheler kurduklarını görmediniz mi?

Dünya daha çok kazanmak için projeler üretir, bizim akil adamlarımızın aklı ise kriz üretimine çalışır.

İvanoviç kardeş bizi bekleme. Şu sıralar uzaya gidecek halimiz yok. Hele şu memleketi bir berbat edelim, ondan sonra bakarız.

Meşgulüz kardeş...

23.06.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Elmalar ve armutlar



İşte “laiklik” bu.

Mehmet Ali Erbil boşuna yırtınmasın: “Efendim, beni asmak istiyorlar, yok etmek istiyorlar” diye...

Boşversene.. Hani nerde?

Bakın ona bir destek çıktı ki, hem de üstüne üstlük RTÜK üyesi.

Geçen yıl CHP’nin adayı olarak RTÜK üyesi seçilen Şaban Sevinç, bir gazetede Erbil’le ilgili şunları yazmış:

“Bazı çevreler, toplumu dinden soğuttuğu gerekçesiyle Erbil’i televizyonlardan tasfiye etmeye çalışıyor!”

Bir adım daha ileri gidiyor Sevinç:

“Televizyonlarda laikliği zedeleyen programlara ses çıkartılmazken ‘sektöründe vergi şampiyonu’ olan Erbil linç edilmeye çalışılıyor” diyor. (Yeter Söz Milletin, Hürriyet)

Sevinç harika tesbitlerde bulunmuş. Elma ile armutu birbirine karıştırmış.

Vergi ödemek ayrı, televizyonda adamın donunu indirmek ayrı.

Bir RTÜK üyesinin bu skandala destek vermesini anlamak mümkün değil.

Peki, yine bir RTÜK üyesinin “TRT’nin dinselleştirmesi” tepkisin nasıl yorumlamalı?

Eh, CHP’nin adayı olsa olsa bu kafada olur. Ne diyelim? Yani sıkılmasa diyecek ki:

“Dini programları Mehmet Ali Erbil sunsun.”

Öyle ya, belki “laiklik” kurtulur.

TARTIŞILAN ÇİZGİ FİLM

Gelelim “çizgi film” tartışmasına.

Önceki gün, yazımızla ilgilenen bir okuyucu, “belden” aşağı vurarak bir siyasinin sözüyle, benim sözümü kıyas tutmuş.

Olmadı.

Bu “sağlıklı bir tartışma” ortamı oluşturmaz.

Şunu söyleyebilirim ki, bu milletin ekserisi, bu tartışmadan sonra, “domuzlu çizgi film” istemez ve rahatsız olur.

Bir detay daha:

“Winy ve Pooh” isimli çok tartışılan çizgi film aslında yıllardır atv ekranlarında, üstelik her gün sabah kuşağında yayınlanıyordu.

Atv bunu nasıl izah edecek bilemeyiz. Ancak, şu var ki, herkesin gözünden kaçtı.

“NİTELİKLİ DOLANDIRICILIK”

Bakın, laikliğin bekçilerinden ve dahi CHP’li Kanaltürk, dolandırıcılık iddialarıyla gündemde.

Paragon Televizyon Yayın Hizmetleri AŞ İşletme Müdürü Şenol Ayyıldız, şirketinin 1 milyon 700 bin YTL dolandırıldığı iddiasıyla aralarında Tuncay Özkan ve Kanaltürk Genel Müdürü Kerimcan Kamal’ın da bulunduğu beş kişi hakkında “nitelikli dolandırıcılık” iddiasıyla Şişli Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunmuş.

“Nitelikli dolandırıcılık” hukuk diliyle net anlatılmış. Ama halk diliyle buna şöyle diyebilir miyiz:

“Kaliteli dolandırıcılık.”

Efendim, Paragon Televizyon yetkilileri “lisans devrinin gerçekleşmesini” istiyor.

Tuncay Özkan ve ekibi, böyle bir şirketi tanımadığını ve dava hakkında da bilgi sahibi olmadığını söylüyor.

Bu günlerde CHP’ye karargah kurarlarsa şaşmayın. Sığınacakları başka bir yer yok çünkü.

USTALAR GEÇİDİ

Radyo Onbeş kuruluşunun üçüncü yılında “ustaları selamladı.”

Türkiye’de radyo yayıncılığına emek vermiş ustaları selamlayan başka hangi kurum var ki?

TRT sadece arşiv görüntüleri ekrana getirerek, eskileri “yâd” ediyor.

Ödül alan “usta”lar, Ahmet Özhan, Arif Meşhur, Avni Anıl, Elife Hazin Güran, Ersin Tançkaya, Hasan Anaz, Meral Uğurlu, Necla Akben, Nedret Selçuker, Nevzat Yalçıntaş, Tuğrul Şan...

Türk Sanat Müziği dalından tut, spiker, hatta teknisyene kadar “usta”lara ödül verildi.

Dinleyici Özel Ödülü ise, Hüseyin Turan, Zara, Uğur Işılak ve Orhan Hakalmaz.

Radyo Onbeş’i kuruluşunun üçüncü yılında nice başarılar diliyoruz

23.06.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İğne ve çuvaldız



Önce bir tespitle başlayalım ve ardından konuya girelim. Atalarımız hakkaniyet konusundaki hassasiyeti dile getirmek ve bu meyanda ‘Daima ben haklıyım’ yaklaşımını sorgulamak için ‘İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır’ demişlerdir. Öyledir de. Bu aslında aynı zamanda empatik bir tavsiyedir de. Konuya gelecek olursak: Bakü’de toplanan İKÖ, Batı’da artmakta olan ‘slamophobia’yı gündeme getirmiş. Genel Sekreter Ekmeleddin İhsanoğlu konuşmasını buna ayırmış. Elbette haklıdır. Bununla birlikte, son sıralarda Batı’da neden bizzat Müslüman düşmanlığı arttı. Burada bize râcî hususlar ve nedenler olduğu gibi bizzat batılılara râcî nedenler de var. Yani sebepler tek taraflı olarak tayin edilemez. İslamfobisi’nden önce Batı’da Xenophobia denilen yabancı düşmanlığı vardı. Keza antisemitizm denilen Yahudi düşmanlığı da böyledir. Halen Rusya’da yabancı düşmanlığı ile birlikte sarmal bir şekilde yükselen İslâm düşmanlığı bulunuyor. Neonaziler saç tipine bakarak beğenmediklerine Moskova veya Rus kentlerini dar veya mezar ediyorlar. Bazı batılı ülkelerde Çingenelere karşı ayrımcılık da böyledir. Bu elbette ki onların kabahati. İşte bu yönüyle bu kabahati Genel Sekreter Ekmeleddin Bey gündeme getirmiş ve bu hususta batılı ülkeleri ve toplumları sigaya çekmiş. Ne iyi etmiş. Karikatür krizi gibi krizlere temas eden İhsanoğlu İslam aleyhtarlığının Batı medyası tarafından kasıtlı olarak körüklendiğine temas etmiş. Dahası ‘Hastalıklı korku’ olarak nitelendirdiği fenomenle alâkalı olarak Batılı kamuoyu araçlarında İslâm ve öğretilerinin toptan gözardı edildiğine ve farklılıkların da kıyasıya öne çıkarıldığına işaret etmiş. Buna mukabil, Müslümanlardan daha yapıcı davranışlar içinde olmalarını ve Batılıları İslâmî konularda aydınlatmalarını da talep etmiş.

***

21 Haziran günü Tehran Times gazetesi Ekmeleddin Bey’in bu uyarısını manşete taşımıştı. Aslında Tehran Times konuyu manşet yapmakla ister istemez meselenin bir tarafını öne çıkarmış oldu. Oysa ki İhsanoğlu hem nalına, hem mıhına, ya da iğneyi bize, çuvaldıdızı da batılılara batırmış. Aynı zamanda bu yöndeki ihmalimizi ve görevlerimizi de hatırlatarak. Bu yönde iğneyi batırmakla öne çıkanlardan birisi de Ekmeleddin Bey gibi aynı konu etrafında konuşan Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Durao Barroso. Bakü toplantısının yapıldığı günlerde Batı’nın iki yakasını biraraya getiren Viyana toplantısı öncesinde ‘Terörle mücadele yöntemleri önce bizi ifsat ediyor’ demiş. Gerçekten de güç ve zenginlik yerli yerinde kullanılmayınca önce sahibini ifsat eder. Tam da TMK’nın Türkiye’de komisyondan geçtiği günü gazetelere yansıyan konuşmasında Barroso şöyle konuşmuş: “Batı dünyası, terörle mücadelede ruhunu kaybedebilir.” İnternational Herald Tribune gazetesinde demeci yayınlanan Barroso şu uyarıda bulunuyor: “Terörle mücadele ediyoruz, ama bunu yaparken hak ve özgürlükleri silip süpürürsek, teröristler kazanmış olur...” Bush’un ve adamlarının yaptıkları başka bir şey mi? AB Komisyonu Başkanı Barroso sözlerini şöyle noktalamış: “Terörle mücadelede benimsemiş olduğumuz ahlâkî tutum, insan hakları alanındaki boşluk veya kopuklukla gölgelenmemeli.” Bunun formülü Batı’nın kendi içinde ayrışması ve Bush gibilere mesafe koymasıdır. Yani Rumsfeld gibilerin söylediklerini tersinden yapmasıdır. Ama Viyana’daki iki yakanın bütünleşmiş görüntüsü maalesef böyle bir tasavvura imkân bırakmıyor. Belki yapılması gereken Mahatır’ın söyledikleri: Bush ve Blair’in yargılanması. İnsanlığın selâmeti de buradan geçiyor. Ama insanlık bu tablodan da çok uzak. Sözgelimi, Şaron’u yargılayan Belçika pes ederken, şimdi karşıtı konuşma yapanları çeşitli bahanelerle mahkûm ediyor. Halbuki Şaron’un suçu sabit ve savaş suçu olarak fiilen subut bulmuş. Diğerleri ise sadece konuşma yapmışlar.

***

Tehran Times’den bir gün sonra Khaleejtimes’dan (22 Haziran 2006) Muhammed Galadari’nin ‘Islamophobia-Why?’ başlıklı yazısını okudum. Bu yazıda Tehran Times’in tam hilafına iğneyi değil, çuvaldızı kendimize batırıyor. Buna da cilduzzat yani mazoşizm diyorlar. İKÖ’nün İslamfobisi konusundaki uyarısını ele alan yazar zaman zaman gerçeklerin dışına çıkmış. Sözgelimi, kendi problemlerimizi dışarıya yani Avrupa’ya ihraç etmekle suçluyor. Bu aslında Bush’un da söylemidir. Peki içimizde başörtüsü meselesi olmasaydı bu mesele Batı’da patlak vermeyecek miydi? Bir başka açıdan, İslamfobisinin Batı’ya has değil küresel olduğunda ısrar ediyor. Özellikle İKÖ’de temsil edilen ülkelerin de bu illetten muzdarip olduklarını yazıyor. Önce içimizi düzeltelim diyor. Sözgelimi birkaç gün içinde insan hakları örgütleri Tunus ve Ürdün gibi iki İslam ülkesini bu hususlarda eleştiriyordu. Tunus bizdeki gibi okul bitirme sınavlarında başörtüsüne yasak getirmiş. Dolayısıyla İslam Konferansı Örgütü çatısı altında Batılılara ders vermek gerekir ama bu işin bir tarafı. Belki de kolay tarafı. Asıl zoru kendi içimizdeki ‘İslam düşmanlığına’ dur diyebilmek. Önce içimizdeki telakkileri düzeltmek. Evet iğne çuvaldız edebiyatının gerisinde düzeltilmesi gereken küresel bir telakki ve anlayış var. Aslında İhsanoğlu ve Barroso’nun konuşmaları da buna parmak basıyor. Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az.

23.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004