|
|
Saadet Bayri FİDAN |
Tepkilerimiz haddi aşıyor |
|
Haberleri izlemek canımı acıtıyor artık. Gözyaşlarım ne söz dinliyor, ne irade…
Duygularımız istismar ediliyor. Kanallarda sanki şehit haberi değil de, duygusal şov yapılıyor. Acıttıkça acıtıyorlar hem şehitlerin yakınlarını, hem bütün halkı.
İnsanlar kışkırtılıyor, “sokaklara dökülün” diye propaganda yapılıp, iyi bir şeymiş gibi yansıtılırken.
O şehir, bu şehir diye ayırt edenlerin yüzü hiç kızarmıyor. Yurdumun değişik illerinden gelen haberler içimizi dağlıyor. Ülkemin doğusundan batısından canlar gidiyor.
Bu acı yakarken hepimizi, bütün şehirlerde galeyana gelen insanlar var. Haklılar! Dayanılacak şeyler değil yaşanılanlar. Hele Tv’lerin yaptığı negatif programlar ve görüntüler insanı evinde zor tutuyor.
Ancak bu eylemler her zamanki gibi sınırını aşıyor. Millet olarak hiçbir şeye doğru dürüst tepki veremiyoruz.
Gecenin bir vakti “Ne oluyor?” diye balkonlara fırlıyoruz.
Caddeler korna sesleriyle inliyor.
İnsanlar ellerine bayrakları alıp sokaklara düşmüş.
Şehrin en önemli yolu kapatılmış, eylem yapılıyor.
Derken arabalar hızlı gelip, bir anda durduğu için çarpışıyorlar.
Bir kargaşa, bir hareketlilik başlıyor kalabalığın arasında…
Kaza oluyor.
Ölü var mı? Yaralanan var mı?
Kimsenin umurunda değil.
Hareketlenen kalabalık daha da ileriye gidip, kendini gösterme derdinde.
Anlamakta zorluk çektiğim sahne bu.
Protesto ediyoruz.
Neyi?
Askerlerimizin şehit düşmesini...
Peki, neden biz bir başkasının canına sebep olacak hareketlerde bulunuyoruz.
Bu yürüyüşten, bağırıştan kasıt gencecik insanların şehit düşmesi değil mi?
Ancak bir başka canın gitmesine biz sebep olursak ne olur?
Sebebimiz belli: İçimiz acıyor.
Ancak, millet olarak sevincimizi, hüznümüzü hep tek başımıza yaşıyoruz. Hiç kimseyi düşünmeden, başkası zarar görür mü diye dikkat etmeden.
Askerler bizim olduğu kadar, diğer insanlar da bizim, bu vatan da bizim.
Bu hayat ve bu dünya...
Hepsi bizlerin.
Birçok yer tahrip ediliyor.
Kimin için?
Bu vatan evlâtları için.
Yıktığımız, kırıp döktüğümüz kimin vatanı.
Başkasının mı?
Acımızı gösterirken, başka acılar meydana getirmek, sözlerimizle ters düşmek demektir.
Bir taraftan yıkılmışlığa, acıya, yanlışa, zulme “hayır” diyerek karşı olduğumuzu gösterirken…
Diğer tarafta aynı zulmü biz yapıyoruz. İtişip kakışmadan insanlar eziliyor. Çocuklar yıpranıyor.
Elimizden geldiğince müsbet harekete kanalize edelim birbirimizi.
Ve en önemli silâhımız, evlerimizde otururken duâ etmek.
Rabbim bütün askerlerimizi korusun.
24.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Namaza endeksli hayatlar |
|
Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Cenâb-ı Hakkı tesbih ve hamd ile meşgul olduğu bir kâinatta, varlıkların en şereflisi ve donanımlısı olarak yaratılan insanın vazifesi de Allah’a iman ve ubûdiyettir.
Bahsi geçen hakikat Zâriyat Sûresi’nin 56. âyetinde meâlen “Ben cinleri ve insanları yalnız Beni tanısınlar ve ibâdet etsinler diye yarattım” şeklinde beyan edilmiştir. İnsanın yaratılış ve bu dünyaya gönderiliş gayesi sadece kâinatın Yaratıcısını tanımak, iman ve ibâdet etmektir. Bunun dışındaki şeyler tamamen tâlî ve dolayısı ile olan vazifelerdir. Gerekçesi ne olursa olsun, hiçbir şey bizi asıl yaratılış amacımızdan alıkoymamalı ve saptırmamalıdır.
İbâdetlerin yönü âhirete dönüktür. Bu dünya, âhiret hayatına perde değil, onu kazanmaya vesiledir. “Dünya, âhiretin tarlasıdır” hadisi bu mânâya işaret eder. Fâni olan dünyanın meşgaleleri, bâkî olan âhireti kazanmaya engel teşkil etmez ve etmemelidir. Bediüzzaman’ın “Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarf ediyorsun?” (Sözler, s. 245) îkazı çok önemlidir. Hem ibâdetlerini yapan ve namazını kılan bir mü’minin diğer mübah dünyevî işleri, güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır. Yirmi dört saatinin tamamını ibâdetle geçirmiş gibi olur. Fâni ömrünü, bu cihetle ebedîleştirir. Kısacık bir hayatta, ibâdet sayesinde Cennetin dâimî saâdet ve lezzetlerine mazhar olmaya liyâkat kesbeder. Gerçi, Cennet amel ve ibâdetin karşılığı ve ücreti değildir. Çünkü, yapılan ibâdetler ve salih ameller, geçmişte Allah’ın verdiği nimetlerin bile karşılığı olamaz. Ancak, Cenâb-ı Hak, Cenneti fazlından ve kereminden ihsan eder. Amellerin ücretiymiş gibi muâmele eder. Aslında, Allah’ın fazlından bir bahşiş ve bir lütuftur. Zira, insanın işlediği bir günahı, Cenâb-ı Hak bir yazdığı halde, sevabı ise en az on olarak yazmakta, fazl ve keremiyle de yetmiş, yedi yüz, yedi bin, on bin ve Kadir gecesinde de otuz bin kat olarak sevabı arttırmakta ve sümbüllendirmektedir. Bir haşhaş tohumundan yirmi bin tohum yarattığı gibi....
İbâdetler içinde en önemlisi ve her Müslüman’ı ilgilendiren beş vakit namazdır. Çünkü, zekât ve Hac zengin mü’minlere farzdır. Fakir olan, onlardan muaftır. Oruç da yılda bir aydır. Namaz ise, her gün beş vakit zengine de fakire de farzdır. Bununla birlikte, abdestle birlikte yirmi dört saatin bir saatidir. Altmış senelik bir ömür içinde, buluğ çağı öncesi olan on beş yıl çıkarılırsa, kırk beş yılın toplam üç yılına tekâbül eder. Üç senelik toplam namazla, üç milyar seneler dâimî bir Cennetin saâdeti kazanılacaktır. İnsanın kendi menfaatine olan böyle bir mükâfattan mahrum olması ne kadar büyük bir hasâret, zarar ve hüsrandır!
Ancak, ibâdetin asıl illeti ve sebebi Allah’ın emretmiş olmasıdır. Neticesi ise Allah’ın rızâsıdır. Cennet bile ibâdete ve namaza asıl sebep olmamalıdır. Allah’ın rızâsı her şeyin üstündedir. O râzı olduktan sonra Cenneti de, ebedî saadeti de, kendi cemalinin görülmesini de ihsan eder. Onun için amellerde ve ibâdetlerde yalnız ve yalnız Allah’ın rızâsı esas alınır. Başka şeyler, müreccih ve teşvik edici hükmündedir.
Bu hakikatler muvacehesinde, bir Müslüman’ın, samimî bir müminin hayatı namaza endekslidir. Hayat programında namaz birinci önceliktir. Her şeyden evvel, önce namaz. Sonra diğer şeyler gelir. Bunun için ecdadımız, randevularını namaza göre planlarmış. Filân vakitte filân camide buluşalım, namazdan sonra o işi yapalım, derlermiş.
En faziletli namaz, vaktin evvelinde ezandan sonra kılınan namazdır. Cemaatle kılınan namazın sevabı ise, yirmi yedi kat daha fazladır. Bediüzzaman Hazretleri o namaza “Salât-ı Kübrâ” diyormuş. Çünkü, aynı boylam üzerindeki milyonlarca Müslüman’ın namazına iştirak mânâsına mazhariyet vardır. Karavana borusu çaldığında ilk yemeğe gelenler yemeğin en iyi yerinden alıp, sonunda gelenler kazanın dibinde kalanlarla iktifa ettiği gibi, vaktin evvelinde namazını kılanlar sevabın en faziletli olanını alırlar. Kış mevsiminde, Bolvadin ilçesine ulaşmaya on dakika kaldığı halde, arabayı kenara çektirip, vakit girdiği için seccadesini karlar üzerine sererek namazını geciktirmeyen Bediüzzaman’ın hassasiyetine dikkat etmek lâzımdır.
Evet, namaza endeksli bir hayat, hayatımızın programı olmalıdır. Önce namaz, her şeyden önce evvelâ namaz ve mümkün oldukça cemaatle namaz, vesselâm...
24.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan GÜNEŞ |
İhlâs ve rakamlar |
|
Cenâb-ı Hak insanı yarattığında makamını sabit bırakmayıp en aşağılardan en yükseklere kadar iniş ve çıkışlara müsait kabiliyetlerle donatmıştır.
Bu değişik kabiliyetler ve donanımın yanında insanın ne olmasına ilâveten nerede olduğu, hangi konumda olduğu, neyi hedeflediği ve nereye yönlendiği çok daha önemli hale gelmiştir. Konumdaki, makam ve mevkideki ya da hedefteki her bir değişiklik insanın değerini ya da icraatını katlamalı olarak aşağı indirmede ya da yukarı çıkarmaktadır.
İnsanlar bu cihetle harflere ve rakamlara benzer. Hatırlanacağı üzere, Risâle-i Nur’da mânâ-yı ismî ve mânâ-yı harfî kavramları kullanılır. Okuma yazma bilmeyenler için harfler ya da rakamlar sadece birer şekil yığınları iken, gerçekte aldıkları konumlarla ve dizilişlerle en aşağılardan en yukarılara kadar mânâlar kazanır. Sınırlı sayıdaki rakamlarla kâinatın zerreleri ya da zamanın saniyeleri tahminî de olsa söylenebilir. Yine sınırlı sayıdaki harflerle şaheserler telif edilir. Kur’ân’ın “Eğer Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, deniz muhakkak tükenecekti, bir mislini daha yardımcı getirsek bile” ifadesiyle harflere denizler dayanmaz.
Harfler ifade için nasıl sınırsız kullanım şekline giriyorsa rakamlar da miktar ve kıymet olarak aynı şekilde büyük farklılıklar gösterir. Harfler ve rakamlar şimdiki tâbirle sözel ve sayısal olarak kâinatın ve insanın birer ifadesidir. İhlâs Risâlesi’nden hatırlanacağı üzere: “Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuât-ı tarihiye şehadet eder” ifadesi de sayılarla insanlar arasındaki kuvvetli irtibata dikkat çeker.
Burada dikkat çeken diğer önemli bir husus da, birinci misâlde “üç adet bir” denilmeyip “üç elif” denilmesidir. Yani burada rakamların sinerjisine bir de harflerin sinerjisi eklenmektedir. Elde edilen kuvvet, hâsıl olan netice mânevî hizmetlerdeki “kerametkârâne muvaffakiyet” seviyesine çıkıyor.
İhlâs Risâlesi’nden iktibas ettiğimiz kısmın sonunda “pek çok vukuât-ı tarihiye şehadet eder” ifadesi geçmektedir. Gerçekten tarih bunların sayısız misâlleri ile doludur. Burada rakamların benzemesi dolayısıyla önemli bir tevafuk olan Mısır’ın fethiyle ilgili hadiseyi aktarmak istiyorum: Tarih kitaplarında da geçtiği gibi Amr ibn-ül As, Doğu Roma orduları karşısında başarı sağlayamayınca Hz. Ömer’den yardım istemiştir. Hz. Ömer gönderdiği küçük bir orduya ilaveten dört kişi daha gönderiyordu ve mektubunda tavsiyelerine ilaveten de bu kişilerin özelliklerini sayıyordu: “Sana yardım için, dört Müslümanı yolluyorum! Çünkü onların her biri, bin askere bedeldir. Haydi, Allah yardımcınız olsun.”
Burada önemli nokta harflerin ve sayıların maksat ve vazifede ittifak ve ittihadı ve omuz omuza gelebilmesi yani ihlastır. Yine omuz omuza gelenlerin sayıların dizilişinde olduğu gibi, hangi basamakta olması gerektiği, yöneticinin en uygun basamağı tesbit etmesi; yönetilenin de basamaklar arasında fazilet farkı olmadığını idrak ederek basamağına kanaat etmesi gerekmektedir. Aksi takdirde yüz on bir yerine Roma rakamlarındaki gibi üç değerinde olur.
Neden rakamlardaki gibi büyük bir değer ya da harflerdeki gibi güçlü bir ifade olmak gerektiği aslında çok açık. İnsan âciz bir varlık olmakla birlikte önünde ibadet ve tefekkür açısından arza halife olmak için istidadını nemalandırmak gibi muazzam bir vazife ile mükelleftir. Topluma karşı vazifeleri açısından da, Risâle-i Nur’da bahsedildiği gibi “bizler gayet az ve zaif” ifadesiyle hakkın ve hakikatın taliplileri, fedakârlık gösteren ve feragat edenler genellikle hep azdan çoğa doğru bir trend izlemişlerdir. Misâldeki Hz. Ömer (ra), vaktiyle Peygamberimizin (asm) etrafında bir avuç sahabeden birisi iken, ihlâs ve imanları sayesinde Mısır’a ordu gönderecek seviyeye çıkmışlardır. Gerçekte Mısır’a gönderecek güçlü bir ordusu yoktu. Dünyanın en güçlü devletinin hâkim olduğu, İstanbul’dan sonra dünyanın ikinci büyük şehri olan İskenderiye’yi fethedecek sayı ve rakama sahip değillerdi. Bu sebeple, her biri bin kişi değerinde olan kişilere ihtiyacı vardı. Herkes rakamına göre savaştı. Roma ve rakamları kaybetti.
24.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
TSK zaten orada! |
|
Anayasayı da, 301’i de, ekonomiyi de, hattâ bütün Türkiye’de yapılan referandumu da geri plana iten terör gündemi Türkiye’yi de, dünyayı da kendisiyle meşgul etmeyi sürdürüyor.
Öyle ki, petrol fiyatlarındaki anormal yükseliş dahi Türkiye’nin Kuzey Irak’a yapması muhtemel bir sınırötesi operasyonla ilişkilendiriliyor.
Bu duruma kimi hükümet yetkililerinin zaman zaman övündükleri gibi “Artık dünya piyasalarını etkileyen global bir aktör olduk” diye bakıp sevinsek mi, yoksa sonuçta bizi de etkileyen olumsuz sonuçları sebebiyle üzülsek mi?!
Terör, tezkere, sınırötesi operasyon tartışmaları diğer birçok önemli konuyu örterken, doğrudan kendi kapsama alanında cevap bekleyen yeni soruların da kapağını aralamış oldu.
Ve bu meyanda, konuyla ilgili olarak iç kamuoyunun meçhulü olan bazı kritik bilgiler, dışarıdaki ağızlarca deşifre edilip açığa vuruldu.
Bunların başında, ilk olarak Bush’un telâffuz ettiği husus geliyor: “Şu anda Türkiye’nin Irak’ta zaten askeri var. Fazlasına gerek yok...”
Ardından Talabani “Türk ordusuna Kuzey Irak’ta dört adet üs sağladık” açıklaması yaptı.
Peş peşe gelen bu beyanların anlamı ne?
Bush’un ve Talabani’nin söyledikleri doğru mu? Kuzey Irak’ta askerimiz var mı? Varsa ne kadar, çapı ve mahiyeti ne? Bölgedeki Türk askerî üsleri ne iş yapar?
2003 Temmuz’unda Süleymaniye’de yaşanan o talihsiz çuval hadisesi bu üslerden birinde mi gerçekleşmişti?
Peki, biz Kuzey Irak’ta askerî olarak da var isek, yıllardır ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirilen sınırötesi operasyon iddialarının anlamı ve izahı ne?
Bir yoruma göre, çuval olayı öncesinde oradaki asker sayımız 5000 civarındaymış. Şu andaki mevcudumuz iki tabura inmiş ve bunlar istihbarî faaliyetlerde bulunuyorlarmış (Şamil Tayyar, Star, 22.10.07).
Son olaylar, özellikle Dağlıca saldırısı, bu bağlamda birçok yeni soruyu gündeme getirdi.
Genelkurmay’ın bir süre önce “geçici güvenlik bölgesi” ilân ettiği dört sınır vilâyetine sevk edilen binlerce askerle yoğun operasyonların sürdürüldüğü, harekât bölgelerinin uçak ve helikopterlerle sürekli denetlendiği bir ortamda, 200-250 kişilik terörist grubunun Kuzey Irak’tan kalkıp sınırı geçerek fark edilmeden iki kilometre içeri girdikten sonra Dağlıca saldırısını nasıl gerçekleştirdiği suali, bunların başında geliyor.
Bu sualin içerdiği istihbarat zaafı kuşkusu ise, kendilerinden destek beklediğimiz bazı “dost ve müttefik” ülkelerin istihbarat vermediği, hattâ kendi birimlerimizin istihbarat haberleşmesini teknik yönden engellediği iddialarıyla pekişiyor.
Bölgeyi yakından bilenler, çatışmalar o coğrafî yapıda sürdükçe, hele sınırötesi operasyon da yapılırsa şehit sayısının daha da artmasına hazırlıklı olmamız gerektiğini ifade ediyorlar.
Ve bu durum, vur-kaç taktiğiyle çalışan terör örgütüne kalabalık ve nizamî birliklerle mukabele etme stratejisinin yanlışlığını, dolayısıyla bu konuyu terörle mücadelede uzmanlaşmış özel birliklere devretme gereğinin artık daha fazla ertelenemez bir zorunluluk haline geldiğini bir kez daha açık şekilde gözler önüne seriyor.
Sınırötesi hamasetiyle sürdürülen provokasyonları bir an önce etkisiz kılıp, öncelik ve özellikle bu konulara yoğunlaşmak gerekmiyor mu?
24.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Terör, gündemi kilitledi |
|
Terör, Türkiye’nin önünü tıkayıp, ufkunu karartma görevini yerine getiriyor. İçerden ve dışardan destek bulan terör örgütü, en kanlı cinayetlere imza atıyor ve ocakların sönmesine sebep oluyor. Böyle olunca da, bir anlamda ‘akıl tutulması’ yaşanıyor ve akl-ı selim ile hareket etme yerine, tahriklerin önü açılıyor.
Bu durum, ülkemiz için, en az, devam eden terör kadar dehşetli ve zararlıdır. Heyecanla, hislerle ya da ‘kin’ ile hareket edenler, ekseriyetle zarar eder. Bu bakımdan, tahriklere kapılmadan, sağduyu çağrılarına kulak vermek gerekir.
Tabiî ki her şeye rağmen hayat devam ediyor ve edecek. Kanlı terör saldırılarının Türkiye’nin gündemini kilitlemesi bir bakıma ‘normal’dir. Ancak, terör örgütü ve onun destekçilerinin asıl hedefinin de bu kilitlenmeyi temin etmek olduğu unutulmamalı, bu tuzağa düşülmemelidir. Bir yandan terörün önlenmesi için gerekli her türlü dedbir alınmalı, öte yandan da Türkiye’nin daha hür, daha demokrat ve daha ‘zengin’ olması içir gerekli adımlar ertelenmeden atılmalıdır.
Hislerin ve heyecanların doruğa ulaştığı bu günlerde, ‘îtidal’ çağrılarına kulak verilmelidir. Gerek hükümet cenahından ve gerekse sivil toplum kuruluşlarından gelen bu anlamdaki çağrılar dikkate alınmalı. Tek başına kızgınlıkla terörü önlemek mümkün olsa, hep baraber kızalım, bağıralım, çağıralım. Ama gerek geçmişte ve gerekse günümüzde; ülkemizde ve dünyada yaşanan hadiseler, terörün ancak ‘tedbirli, kararlı ve samimi’ adımlar atılarak önlenebildiğini göstermiştir. Türkiye’de de bu yapılmalı, ‘kuru’ ile birlikte ‘yaş’ların da yanmamasına, terörün destek bulmamasına ve kökünün kazınmasına çalışılmalıdır.
Terörün bir hedefi de, Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyeliği yolundaki ilerlemesini engellemektir. Çünkü AB üyesi bir ülkede, terörden beslenmek kolay olmayacak. Terör örgütü ve destekçileri bunu bildikleri için her vesile ile bu yolu tıkamanın peşindeler.
Bütün değerlendirmeler bir yana, teröre ‘kökten çözüm’ün; ancak eğitimle, demokrasi ile ve insana insan gibi muamele ile mümkün olacağını herkesin bilmesi gerekir. “Din kardeşliği”nin “ırk kardeşliği”nden çok önce geldiğini insanlara anlatmak lâzım. Bunun yolu da yine dinî bilgilerden arınmamış eğitimden geçmektedir. Cahillik, fakirlik ve ihtilafın beslediği her türlü terör, ancak; san’at, bilgi ve birlik ile aşılabilir.
Terör belâsına karşı “din kardeşliği”ni gösterenlere; “Yok, biz başka çereler bulduk” diyenlerin inadı yüzünden bir asra yaklaşan zaman zarfından on binlerce insan öldü. Hele hele Türkiye şartlarında “din kardeşliği”ni dışlayarak teröre çare bulmak mümkün olsaydı bu güne kadar bulunmalıydı.
Her kademede Türkiye’yi ‘idare edenler’e bir defa daha seslenelim: Teröre karşı da kalıcı çare ‘din kardeşliği’ni tesis etmektir. Bu kardeşliği tesis etmek belki zaman alır, ama kalıcı çare bu noktadır. Lütfen, bir asır süren yanlışta inad etmekten vazgeçilsin, gerçek ve kalıcı çareye müracaat edilsin.
“Gündem kilitlenmesi”ni de ancak bu şekilde aşabiliriz.
24.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Hudson senaryosu mu? |
|
Medyanın ana haber bültenlerini izliyorum: Savaş tamtamları çalıyor. Bülten boyunca askerî harekât ihtimali göz önünde tutuluyor. Kimbilir kaç saat boyunca üniformalı asker görüntüsü... Hemen ardından yürek burkan şehit cenazelerini izliyorum… Ağlayan ana ve babalar... Bayrağa sarılmış şehitlerin tabutları omuzlar üstünde gidiyor. Protesto eden kalabalık ve “Hepimiz Mehmetçiğiz” pankartı taşıyan minik bir çocuk.
Milletçe bu görüntüleri izleyen bizler, “Kuzey Irak’a girmek için daha ne bekliyoruz” demeye hazırız artık.
Daha birkaç ay öncesinde her şey tıkır tıkır giderken, Türkiye’ye ne oldu da birden bire sis perdesi indi, savaş rüzgârları çıktı?
Ne hikmetse, birden aklıma Hudson senaryoları geliverdi.
Hatırladınız değil mi?
Hani Haziran ayında Türk dâvetlilerin de katıldığı toplantıda ele alınan senaryodan bahsediyorum.
Özetle şöyleydi:
-Anayasa Mahkemesi Başkanı bir suikasta kurban gidecek…ti.
-PKK’nın canlı bombası İstanbul Beyoğlu’nda kendini patlatıp 50 masum insanın ölümüne yol açacak…tı.
Ve dikkat buyurun:
-Türkiye 50 bin askerle Kuzey Irak’a girecek…
Türkiye ile ilgili, enstitüde konuşulan bir başka konu ise “PKK’nın üst düzey elemanlarının bu aşamada yakalanıp ABD tarafından Türkiye’ye teslim edilmesinin ne getirip ne götüreceği.” Ancak iddialara göre Türk katılımcılardan bir veya ikisi buna “seçimler öncesi hükümetin işine yarayacağı” gerekçesiyle karşı çıkmış.
Yine dikkat buyurun:
Toplantıda Genelkurmaya bağlı Stratejik Araştırmalar ve Etüt Merkezi SAREM’in direktörü ile Washington’daki askerî ateşe ve diğer bazı yetkililer hazır bulunmuştu. Hudson Enstitüsü Türkiye uzmanı Zeyno Baran’ı söylemeye gerek yok… “Kehanetleri”yle meşhur Baran, Hudson’daki toplantıyı ve görüşmeleri doğruladı. Ancak “farazi” vurgusunu yaparak.
Aradan 4 ay geçti. Kuşkusuz “Hudson”daki senaryo aynen uygulanmadı. Deşifre edildiği için “uygulanamadı.” Geldiğimiz noktaya bakarsanız, bu oyunu sahneye koyanların, demek bir başka senaryosu daha varmış.
İnşallah bu “oyun” ve hesaplar bozulur.
Hani “Al-i İmran” da şu âyet çok calib-i dikkattir:
“Onların bir hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı var. Onlar bir düzen kurdular. Allah da bir düzen kurdu. Allah düzen kurucuların en hayırlısıdır.” (54)
24.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Terör neden tırmanışa geçti? |
|
Türkiye, cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi tamamen siyasî bir nakavt yaşadı. Demokrasinin açık rejim mantığı olan sandığı ve oylama ile alacağı sonucu hazmedemeyen cari yapı, TBMM’de 367 karar yeter sayısını arayarak seçim sürecini tıkadı.
Erken seçim kararı alınması, akabinde anayasa değişikliğinin yapılması, seçim ve sandık tercihinin önünü açtı. Genel seçimler, hem gerginliği aldı, hem de halkın tercihine saygılı bir zemini yeniden istikrara kavuşturdu.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan meclise girme/girmeme garabeti de yeni dönem siyasî partilerince aşıldı. Böylece eski anayasa metnine göre Meclis tarafından—bugün itibariyle—son kez 11. Cumhurbaşkanı seçildi.
Siyaseti hazmedemeyen çevreler, genel seçim öncesi cumhuriyet mitingleri üzerinden yürüttükleri gerginliği, cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası başörtüsü üzerinden yürütmeyi denediler. Eşli/eşsiz meselesi temcit pilavına döndü. Basının bütün gayretine rağmen gerginlik oluşturulamadı.
Asker, cumhurbaşkanı yemin törenine katılmadı, MHP temkinli gitti, DTP’liler Devlet Bahçeli ile tokalaştı. Meclisteki genel akış ve tartışmalar, CHP’nin kısmî boykotu dışında yeni dönemine girdi.
Bu arada, 22 Temmuz seçimlerinde, özellikle doğu ve güneydoğu bölgesinde DTP umduğunu bulamadı. Kahir ekseriyet (yüzde 53) AKP’ye verdi. Bunun sosyolojik değeri ve siyasi anlamı şudur: Ülkenin birliğine karşı olan ve DTP ile PKK tabanlı girişimleri destekleyen bir halk güneydoğuda yok. Olsaydı, onların lehine sandığa giderdi.
Nitekim DTP’li Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in beklenmedik çıkışı ve hükümetle kavgaya girmesi de bu telâşın ürünüydü.
DTP belediyeleri doğu ve güneydoğuda başarısız. Halk, onların siyasî tercihini tasvip etmediğini, ülkeyi yöneten bir iktidara oy vererek gösterdi. Zaten eski seçimlerin tahliline bakılırsa, merkez sağdan yana bir ağırlığı hep görürüz.
Haliyle belli mahfillerin; öncelikle ve ısrarla öne sürdükleri iki propaganda ve tutunma yolları ile laiklik ve birlik tehlikesi iddiaları boşa düştü. Onlara göre;
1- Ülke irticaya teslim oluyor, laiklik elden gidiyordu. Belli çevrelerin mitinglerle, üniversitelerin kiraladığı otobüsler desteğinde ve bazı derneklere cumhurbaşkanlığı bütçesinden tahsis edilen katkılarla yapılan nümayişler, sonuçta sandığı etkileyemedi. Siyasî istikrarın istedikleri gibi olmaması, belli çevreleri daha da gerdirdi.
2- Ülkenin bölüneceği, bunun için demokratikleşmenin ve AB sürecinin terörü arttıracağı, halkın da buna meyilli olduğu kanaati vardı. Bu yüzden, güvenlik gerekçesiyle demokratikleşme adımlarına engel olunuyordu.
Yukarıdaki iki gerekçenin bilgi ve belgeye dayalı boyutunda suç unsuru ve kamu düzenini bozan gelişmeler varsa, bunu deklare etmek ve siyasî tartışma konusu yapmak yerine, birinci derecede önlemek, güvenlik güçlerinin ve yargının anında çözmesi gereken görevidir.
Ancak güvenlik ve yargı, kendi görevlerinden ziyade laiklik tartışmalarına hız verdi. Yürüyüşlere zımni destek verdi. Siyasî iktidarı yıpratmayı hedef seçti. Bütün bunlar olurken;
1- Hükümet kuruldu. İstikrar zemini kaybolmadı. Ekonomik göstergeler belli bir dengede ilerliyor.
2- Cumhurbaşkanlığı seçimi skıntılı da olsa sivil bir siyasetçiye emanet edildi.
3- Bundan sonrası için halkın seçmesini öngören referandum aşamasına gelindi ve sonucun ne olacağı önceden belliydi.
4- AB parlamentosundan ve ilerlemeyi yürüten yetkililerden Türkiye lehine demeçler gelmeye başladı. AB süreci yeni yol haritasını hazırlayarak hızlanmak üzereydi.
5- En önemlisi sivil anayasa tartışmaları ve hazırlanan taslak, gündemi doldurmuştu. Kamuoyundaki aktörlerin sesli tartışmaları, müzakerenin kalitesini arttırmak üzereydi.
6- Bir de Ramazan’a huzurlu girmiştik. Manevî hava, sükûnet ve yardım elleri çok iyi bir muhabbet ve şefkat vesilesiydi.
Derken; üç hafta içinde 36 evlâdımız şehit edildi. Terör tırmandı. Tezkere canlandı. Yetmiyormuş gibi yeni yürüyüş dalgaları bir infiale öncülük etti. Televizyon kanalları, ajitasyona başladı.
Tam da, özellikle Doğu ve Güneydoğu, yüzde 90’ın üstünde şaşırtıcı bir çoğunlukla sivil siyasete ve cumhurbaşkanını halkın seçmesine “evet” demişken.
Gerisini düşünmeye aklım ermiyor... Sahi terör, neden tırmanışa geçti?
Neyi ve hangi inisiyatifleri değiştirmeye matuf?
Birileri devletin tavanını, birileri ise halkın tabanını kaybediyor. Mesele bundan ibaret.
Sabırla ve şefkatle, hep beraber bu asil milletin fertleriyle kucaklaşma zamanı. Muhabbet, zoru bozar.
Şefkat ve muhabbet seferberliği bu oyunların hepsini bozar.
24.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Sınırötesi”nden önce... |
|
Ankara’da teröre karşı çâre aranıyor. Kamuoyunun kasten yönlendirildiği “sınırötesi harekât” dahil bir dizi tedbirden bahsediliyor; lâkin bataklığı kurutacak maddî ve mânevî tedbirlerin üzerinde durulmuyor.
Her defasında olduğu gibi, son saldırının sıcak saatlerinde de, aynı açıklamalar tekrarlandı. Hakkari Dağlıca konuşlu piyade taburuna üç ayrı koldan saldırıldığı, teröristlerle çatışmaların sürdüğü, kaçış ihtimallerinin tâkip edildiği, hatta 63 “muhtemel” hedefin ağır silâhlarla ateş altına alındığı duyuruldu.
Oysa, düzenli orduyla teröristlerin üzerine gitmek, bir nev'î balyozla sinek avlamaktır. Bunu herkes biliyor. Fakat ne garip ki hâlâ bu husustaki ikazlara kulak asılmıyor... Resmî beyânlara göre içeride binlerce terörist yuvalanmışken, operasyon için nazarlar dışa çevrildi. Kalabalık terörist grubun “Irak sınırından sızdığı” vurgulanarak, büyük infiâl uyandıran saldırının amacına bir nev'î hizmet edildi. Türkiye’yi adı konmamış bir savaşa çekme tuzağına gelindi.
Halbuki buna hiç gerek yok. Türkiye, Irak’a girip sonu meçhul bir mâcerayla başını belâya sokmak yerine, evvela yurtiçindeki tedbirleri almalı...
* * *
Aslında problem, ABD’nin 36. paralelde bir hat çizip, kuzeydeki peşmergeleri Bağdat’tan koparmakla başladı. Ve ne yazık ki bölgede Irak hükûmetinin otoritesinin devre dışı bırakılmasına “Özal politikaları”yla Ankara tam destek çıktı.
Irak’ı bölüp parçalayan “Çekiç Güç”e ait savaş uçakları İncirlik’ten havalandı, Türkiye’den her türlü lojistik imkân sağlandı. On yedi yıldır Türkiye’ye yönelik terör burada türeyip yuvalandı. Türkiye, şimdiye kadar yirmi sekiz kez bölgeye sınırötesi operasyon yaptı. Otuzbeş bin askerle girdiği oldu. Bir hesaba göre en az ikiyüz trilyon lira harcandı. Belki bazı mevzii başarılar sağlandı; ancak netice alınmadı. Yine de terör tasfiye edilemedi. Bir eski devlet görevlisinin ikrarıyla, “Siz bomba atarken, teröristler yirmi metre yerin altındaki mağarada saz çaldı.”
Gelinen noktada Kuzey Irak, teröristlerin eğitim ve barınma merkezi haline geldi. Türkiye’nin otuz bin insanı katledildi. Evlere, yüreklere kor ateşi düştü ve düşmeye devam ediyor. Doğrudan Amerikan himâyesini gören terör örgütü, Amerikan silâhlarıyla terörü daha daha da azdırıyor.
Onca vaade rağmen kontrolündeki Irak’ta terör elebaşlarını teslim etmeyen Bush, iş işten geçtikten sonra şimdi kukla yönetimin terör örgütüne karşı harekete geçmesini söylüyor. Ne var ki Irak’ın işgaliyle palazlanan Kuzey Irak yönetimi, açıkça örgüte arka çıkarak tahrik ediyor. Provokasyona çanak tutuyor.
Barzani, “PKK terör örgütü değildir” diye Türkiye’yi kışkırtıyor. Talabani, “Değil terörist, bir kedi bile vermem” diye rest çekiyor. Ağababaları “süper güç”e güvenerek...
Şurası muhakkaktır ki ABD ve bölgedeki yegâne müttefiki Kuzey Irak yönetimi, terör örgütünden yararlanıyor. Bölge petrolü ve Kerkük’ün statüsünün değiştirilmesi plânıyla, Türkiye’ye karşı “pazarlık unsuru” ve “oyun kartı” olarak elinde tutuyor. O halde Ankara çok dikkatli olmalı. Türkiye’yi bataklığa sokmadan bataklığı başka yollarla kurutmalı...
Zira, sıra savaşa ortak olmaya gelmeden Türkiye’nin yapacakları var. Artık yüksünmeden elindeki en etkili kozları kullanmalı. Öncelikle, ABD ile Kuzey Irak yerli yönetiminin “PKK şantajı”na karşı, resmen açtığı hava ve deniz limanlarını kullanıma kapatmalı.
* * *
ABD’nin Afganistan ve Irak’ a yönelik operasyonlardaki lojistik ihtiyaçlarının yüzde yetmiş beşini İncirlik’ten sağladığı belirtiliyor. Buradan havalanan savaş uçakları, Müslüman komşu Irak kentlerinin, kasabalarının, köylerinin üzerine, mahallelerin, evlerin, çocukların üstüne binlerce kilometre yüksekten tonlarca ağırlığındaki bombaları bırakıyor.
Ankara, öncelikle başta İncirlik olmak üzere, üslerini ABD’nin işgal ve savaşında istimaline son vermeli. Keza Barzani’nin Türkiye’deki şirketlerinin bloke edilmesi ve sınır kapılarının sıkıca denetimi, başlıca önlemler arasında yer almakta.
Gittikçe bir mafya örgütüne dönüşen terör örgütünün uyuşturucu ticareti ile insan ve silâh kaçakçılığı önlenmeli. Avrupa ülkelerine uzanan malî kaynaklarını kurutmalı... En önemlisi, Bağdat’ın hâkim olamadığı hududun kontrolü. Uzmanlar, ecnebilerin kasten dağların tepesinde çizdikleri, oldukça sarp bölgeden geçen sınırın sıfır noktasının denetiminin önemini bildiriyorlar. Dağlık bölgenin bitiminde, sınırın öbür yakasında ovada bir emniyet şeridiyle hududun tutulmasının şart olduğunu belirtiyorlar.
Bunun için Ankara “sınırötesi” yerine, bu stratejileri geliştirmeli. Israrlı ve sabırlı güçlü bir diplomasiyle uluslararası zeminlerde haklılığını savunmalı. Destek veren bölgedeki komşularıyla müzâkere etmeli, daha etraflı ekonomik, sosyal ve siyasî işbirliklerine gitmeli...
Ve bütün bu maddî tedbirlerin yanısıra fitne, ifsad ve teröre karşı kalıcı mânevî tedbirler almalı.
Vakit kaybetmeden...
24.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İki sürpriz |
|
PKK saldırısından ve tuzağından sonra gelişmeler çok dalgalı bir şekilde seyrediyor. Kuzey Iraklı Kürtler birden fazla çark etti. Amerikalılar da çark etti. Başbakan Erdoğan da yeni bir dil kullanmaya başladı. ‘Kimseden izin almak zorunda değiliz’ diyen Erdoğan birden ABD ile ortak hareketten bahsetmeye başladı? Baş döndürücü bir şekilde seyreden gelişmeler nasıl olmuş da bu istikamete evrilmişti? Hatta Adalet Bakanı Mehmet Ali Yılmaz ‘Binlerce kilometreden ‘terörist’ kovalamak için Afganistan’a gelen ABD bizimle teröristler arasına giremez’ şeklinde konuşmalar yapmıştı. Anlaşılan Amerikalılar işin değil, ama Türkiye’nin ciddiyetini farkedince siyaset değişikliğine gittiler. PKK saldırısının ertesinde ABD’de sabah olduktan sonra Bush ivedilikle bir açıklama yaptı ve PKK’nın saldırılarının kabul edilemeyeceğini ve durdurulması gerektiğini ifade etti. İlk defa Bush ve Amerikalılar çifte bir dil kullanmaktan sakındılar ve yalın olarak PKK’nın saldırısını kınadılar. Bir şeyler değişiyordu ve bu değişikliğin bir habercisiydi. Kuzey Iraklı liderler de iki arada bir derede açıklamalar yapıyor ve zaman zaman zülfiyare dokunarak tansiyonu daha da yükseltiyorlardı. Adeta tavşana kaç tazıya tut politikası güdüyorlardı. ‘Türkiye’nin barışçı tekliflerine hayır demesi halinde PKK’ya ancak o vakit terörist diyebiliriz, şimdi bunu söyleyemeyiz’ diyen Barzani, Türkiye’ye masayı gösteriyordu. Sanki Türkiye ile PKK eşit konumdaydılar. Bu da Türkiye’nin Barzani karşısındaki tutumunu keskinleştirdi.
Ertuğrul Özkök gibiler asıl hedefin Barzani olması gerektiğini yazdılar. Yavaş yavaş Apo’nun yerine hedefe Barzani oturuyordu Bahçeli’ye göre çete reisi olan Barzani Türkiye’nin öfkesini çekmek için elinden geleni yapıyordu. Hem PKK’nın Kürtlerle Türkiye’yi karşı karşıya getirmeye çalıştığını söylüyor, hem de buna hizmet eden kışkırtıcı açıklamalardan geri durmuyordu. Irak’a komşu ülkeler zirvesine katılmak için Türkiye’ye gelmesine günler veya ramak kala Talabani de ‘Türkiye’ye Kürt kedisini bile teslim etmeyiz’ diyerekten eşkiyalık günlerini hatırlatan cümleler kurmaktan geri durmadı. Ama sürpriz yine ondan geldi ve PKK’nın tek yanlı olarak ateşkese hazır olduğunu ilan etti. PKK da, tezkerenin uygulanmaması kaydıyla saldırılarını tek yanlı durdurmaktan bahsediyordu.
***
Kanaatimce, Talabani, bu açıklamasını oğlu Kubat vasıtasıyla Amerikalıların nabzını tuttuktan veya telkinini aldıktan sonra yaptı. Çünkü Amerikalıların tahammül edemeyecekleri nokta Türkiye ile bir hırgür çıkarmaktı. Bush’un bir yılı kalmıştı ve tamamen Irak üzerine yoğunlaşmak istiyordu. Başarısız olmaya tahammülü yoktu. Ayrıca bütün mesaisini İran üzerine yoğunlaştırmış ve bu yönde dikkatini dağıtacak ikincil ve tali gelişmeler istemiyordu. Talabani’nin açıklamaları bunun sinyaliydi. Barzani ve Talabani ikilisi PKK’lı unsurların Kuzey Irak’ı terketmelerini de istiyorlardı. Ancak Türkiye’ye masayı göstermeleri ve PKK ile eşit saymaları haklı olarak Babacan’ı adamları Hoşyar Zebari önünde ‘teröriste terörist denir’ demeye sevketti. Son gelişmeler PKK’nın kesinlikle hesap hatası yaptığını; Kürt idaresiyle Türkiye’yi hatta ABD’yi karşı karşıya getirme hesapları geri tepmiş ve aksine ABD’yi tek yanlı veya Türkiye ile ortak operasyon yapma noktasına taşımıştı. Artık Amerikalılar da Türkiye’yi oyalamanın yetmediğini ve bu politikanın taştığını ve işlevini yitirdiğini görmüşlerdi. Artık önlerinde harekete geçmekten başka seçenekleri kalmamıştı. Savsaklama politikası bitmişti. Erdoğan’ın ortak operasyon açıklamasına paralel bir biçimde Chicago Tribune gazetesi Amerikalıların Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı tek yanlı olarak hava akınları ve taarruzları düzenleyebileceğini yazdı. Türkiye’nin zorlamasıyla ABD’nin sessizlik duvarı yıkılmış ve politikası iflas etmişti. Bu da 1999’daki gibi askeri baskının bir kez daha sonuç verdiğini gösteriyor.
***
Bush ile Gül arasında yapılan telefon teatisi hakkında Chicago Tribune’e bilgi veren bir Amerikalı yetkili, geçmişte ABD’nin PKK terör örgütüne karşı hava taarruzu ya da özel bir güçle doğrudan harekete geçme konusunda çekimser davrandığını hatırlattı. Şimdiye kadar kırmızı çizgilerinin Türklerin sınırı geçmesi olduğunu, çünkü bunun bölgede durumu iyice kötüleştireceğini kaydeden yetkili, “Bugün ise Türklerin sabrı taştı ve bizim de risk hesaplarımız değişiyor” diye görüş beyan etmiştir. Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine harekâtı Washington’ın ufkunu karartır. Washington da enseyi karartmamak ve evrakları daha da karıştırmamak için harekete geçmenin vakti geldiğini nihayet anladı.
24.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İhlâsın harika maddî gücü |
|
İ’la-yı Kelimetullah (Allah’ın dinine, İslâm medeniyetine hizmet); birbiriyle uğraşmak ve cedelleşmekle değil; ekonomik güç, ilimde terakkî ile mümkün. Bunlar da ancak ihlâs ile elde edilir. Zira;
“Bu dünyada, özelikle âhirete yönelik hizmetlerde en mühim bir esas, ihlâstır. En büyük bir kuvvet, ihlastır. En makbul bir şefaatçi, ihlâstır. En metin bir istinat noktası, ihlâstır. En kısa hakikat yolu, ihlastır. En makbul manevî bir duâ, ihlastır. Maksatlara ulaşmada en kerâmetli (harika) vesile, ihlastır. En yüksek bir haslet, ihlâstır. En safi kulluk, ihlastır.”1
Unutmayalım ki, bütün duygu ve hasletlerimiz potansiyel bir enerji kaynağıdır. Onları, düşünce ve imanımızla harekete geçirebilir, yükseltebilir, yönlendirebiliriz. Çünkü ruhî olgunluk neticesinde duygu ve duyularının enerjisini kontrol edebilme mahareti gösteren evliyanın kerâmeti (olağanüstü, harika hali) olduğu gibi, halis niyetin ve samimiyetin, ihlâsın dahi kerâmeti vardır.2
Düşüncemizi bilek, kol, pazu, omuz, el ve ayağımıza odaklaştırdığımızda o uzvumuz normalin üstünde bir güç kazanmaz mı? İhlasımızın gücünü de bu metotla yükseltip faaliyet ve hareketlerimize yansıtırsak harika işler başarırız.
İhlâs, diğer duygularımız gibi şarj edilebilen bir enerji kaynağıdır. Bedenimiz elektrik ve sair enerji türleri, ruh ve düşüncelerimizle de duygu üretiriz. Bu duygularımızı samimiyet, dürüstlük, doğruluk ve içtenlikle birleştirirsek, ihlasın gücü ortaya çıkar. İmanımız ve samimiyet derecemiz ne kadar yüksek ise, ihlasımız da o nispette güçlü olur.
İhlasla işine sarılan, harika sonuçlar alır. Anne babaların yüksek şefkat ve fedakârlıkları3 ve olağanüstü enerjileri, dayanma ve savunma güçleri, ihlas gücünün delilidir. Onlar, yavruları için gösterdikleri fedakârlık karşısında maddî çıkar veya nefis hesabına ne kazanıyorlar? Hiçbir şey! Hatta hesapsız maddî kayıplar, nefsî lezzetlerden mahrum kalıyorlar.
Şu halde, onca fedakârlıklara katlanacak güç/kuvvet/enerjiyi kazandıran şey nedir? Hiç şüphesiz ki, ihlâslı şefkatleridir... Korkak tavuğun yavrularını korumak için köpeğe, tilkiye saldırmasındaki güç de ihlâsa dayanır. Maddî güç ve imkândan mahrum bir avuç sahabinin (Peygamberimizin arkadaşlarının), insan hak, hürriyet ve adaleti hâkim kılması; Bediüzzaman’ın dünya çapında eserler ortaya koyması; Edison gibi kâşiflerin harika buluşlar yapması, ısrarlı ve halis samimiyetin/ihlâsın sonucudur.
İhlâsta, işin büyüğüne küçüğüne değil, fonksiyonuna bakmak gerekir. Bir civata veya çivi küçüktür, ama çark kadar önemli vazifeler görmektedir. Sonuç itibarıyla bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir kumandanı, bir kumandan bir orduyu, bir ordu bir ülkeyi kurtarır...
Bu sırra binaen ihlas, zerreyi yıldız yapar, denmiştir. Çünkü vesilenin mahiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Sonuç, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaksa, ihlasla yapılan küçük bir şey, büyüktür.4 Yani hazinesi dolu padişah, fakir insanların getirdiği hediyenin değerine bakmaz, samimiyet ve bağlılığına bakar.
Bediüzzaman, ihlasın müthiş gücünün sırrını şöyle tasvir eder:
“Üç elif ittihat etmezse (bir araya gelmezse) üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihat etse yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer kardeşlik sırrı ve ve maksatta birlik ve görevde beraberlik ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakiki sırr-ı ihlas ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuât-ı tarihiye şahadet ediyor.
“Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakiki, samimî bir ittifakta her bir fert, sair kardeşlerinin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakiki müttehit adamın her biri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.”5
Öyle ise, herşeyde olduğu gibi, müessesenin güçlenmesi veya gazete tirajı için de, ihlasa öncelik vermeli. Çünkü, en büyük güç ihlâstır. Gerisi lâf u güzaftır…
Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 163.; 2- Barla Lâhikası, s. 15.; 3- Lem’alar, s. 201.; 4- Age., s. 159.; 5-Age., s. 165.
24.10.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Bataklığı kurutmak |
|
PKK iyice azıttı. Kadir Gecesi başlattığı saldırılarını, 12 askerimizi daha şehit etmekle sürdürdü. Milleti yasa boğdu.
Genel kanaat PKK’nın bir kısım güçlerce maşa olarak kullanıldığı. Maksat Türkiye’yi içinden çıkamayacağı bataklığa çekmek.
Türkiye meseleye akl-ı selimle, dört bir yanıyla kapsamlı olarak bakacak, teröristlere ve destekçilerine gereken dersleri vererek tereyağından kıl çeker gibi bu işin içinden çıkacaktır inşaallah.
Bu son olaylar bizleri bir kere daha düşündürdü. 1980’li yıllardan itibaren boy göstermeye ve gittikçe azıtmaya başlayan PKK şimdiye kadar niye bitirilemedi? Terörle herhangi bir hedefe varılamayacağı gibi şiddetle önlenemediği de bir gerçek.
Bataklık kurutulmalı. Aksi halde terör sinekleri türemeye devam edecektir.
Peki, otuz senedir niye kurutamadık?
Demek yapılması gerekenleri tam yapmadık.
Teröre kızmak yetmiyor. Onu üreten kaynakları bulmak ve kurutmak gerekiyor.
Türkiye’nin demokratik çerçevede kalarak büyümesini istemeyen bir kısım güçler eksik değil şüphesiz. Olmaya devam edecektir de. Akıllı, dirayetli politikalarla Türkiye bu belânın üstesinden gelecek güçtedir.
Topluca, akıllıca, taşkınlığa kaçmadan, birlik ve beraberlik içinde olduğumuzun göstergesi olan tepkiler gayet yerinde. Ama provakasyonlara kapılıp taşkınlıklara girildiğinde ise düşmanın ekmeğine yağ sürülmüş olacaktır.
Terörü önlemede elbette yeri ve zamanı gelince, hem de geciktirilmeden kuvvet kullanılmalı. Ama uzun vadeli çözüm yine demokrasi içinde bulunacaktır.
Bir defa Doğu halkının temsilcisi olarak meclise girmiş milletvekillerine sormalı. “Niye bu terör?” Onlar elbette bir kısım tezler ileri süreceklerdir. Haklı ve doğru oldukları noktalarda gerçekten devlet ve hükümet olarak eksikliklerimiz varsa onları giderme yoluna gitmeli, terörün eline bahane bırakmamalı.
Doğu ve Güneydoğulular asırlarca birlikte yaşadığımız, tasayı ve sevinci birlikte paylaştığımız kardeşlerimiz. Halka şefkatle yaklaşım birinci ve en önemli adımdır çözümde. Asırlardır bizi bir araya getiren, kenetleştiren değerlere ağırlık vermek, hak ve özgürlükleri teminat altına almak, bölgenin ekonomik yönden kalkınmasını sağlamak, yatırımları teşvik etmek, arttırmak görülecektir ki çok kısa zamanda terörün kökünü kurutacaktır.
Geç de olsa Türkiye bunu yapmak zorunda. Yarayı daha da deşmeden, daha fazla anaları ağlatmadan, bir on-yirmi yıl daha beklemeden çözmek için hemen kolları sıvamalı.
24.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Elbirliğiyle olgunlaştırılan harekât |
|
Şuurlu–şuursuz destekçilerinin çok olduğu bir askerî harekât, elbirliğiyle nihayet olgunlaştırılmış oldu.
Bu "olgunlaşma" tâbirini bir başka askerî harekâta atıfta bulunmak maksadıyla kullandığımızı özellikle ifade edelim: 12 Eylül askerî harekâtı... O harekât, bir darbe, bir ihtilâldi aslında. Org. Bedrettin Demirel'in anlattığına göre, kuvvet komutanlarının 1979'da niyet ettikleri bu ihtilâlin bir yıl kadar tehir edilmesini bizzat Evren Paşa teklif etmiş.
Org. Evren'in gerekçesi de şuymuş: "Bir yıl daha bekleyelim ki, ihtilâl daha da olgunlaşsın..."
İşte, bu olgunlaşma süreci içinde, ne yazık ki beş bin vatandaşımız daha anarşiye kurban edildi. Yakın tarihimizle ilgili bu kısacık hatırlatmadan sonra, şimdi asıl konuya dönelim.
Seçimden önce, seçimden sonra
Kuzey Irak'a yönelik bir askerî harekâtı olgunlaştırma sinyalleri, aslında Türkiye'nin seçim atmosferine girdiği günlerin başında verilmişti.
Org. Yaşar Büyükanıt'ın 12 Nisan günkü konuşmasını hatırlayalım.
O gün, pür dikkat takip edilen basın konuşmasında, gündemdeki cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili soruları cevapsız bırakmış ve şöyle demişti: "Cumhurbaşkanlığı konusunda bana soru sormayın. Ama, meselâ, 'Kuzey Irak'a bir askerî operasyon yapılmalı mı?' diye sorabilirsiniz."
Yaşar Paşa, aynı sorunun cevabını anında yine kendisi vermişti: "Askerî açıdan bakıldığında, K. Irak'a operasyon yapılmalıdır. Ama, bunun için önce siyasî karar çıkmalı."
Niyetine tâ o zamandan girilmiş olan operasyon için gerekli "siyasî karar", seçimlerden önce çıkmadı, çıkamazdı. AKP, böyle bir şeyi kesinlikle göze alamadı, alamazdı. Bu işi seçimden sonraya bıraktı. Bir açıdan "akıllıca" davrandı. Aksi halde, Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde DTP'yi sollayacak kadar oy alamazdı. (AKP'ye oy vermiş o bölgeden pekçok vatandaş, "tezkere" ve özellikle harekât kararından sonra "Böyle olacağını bilseydim, Erdoğan'a kesinlikle destek vermezdim" diyor.)
Evet, bugünkü durumun aynısı ortaya çıkmış olsaydı, Erdoğan ve partisinin seçimlerden önce "Kuzey Irak'a oparasyon" kararını verecekleri ihtimali yüzde "sıfır"dı... Böyle bir ihtimalden şiddetle kaçınıyorlardı. Hem, öyle bir kaçınma ki, bölge halkını dahi buna inandırmışlardı.
Seçimlerden sonra ise, Erdoğan ve partisinin tavrı kesinlikle değişti. Koro halinde "Artık buraya kadar! Sabrımız taştı!" demeye başladılar. Sabır denen duygu, hangi merhaleden, yahut kaçıncı şehitten sonra taşıyorsa artık...
Kanaatimiz o ki, tezkere ve operasyon kararı, mahiyeti hâlâ gizli tutulan "Dolmabahçe mutabakatı"na kadar gidip dayanıyor: "Böyle bir harekât, seçimlerden sonraya bırakılmalı" mutabakatı... Evet, bu bir kanaat izharıdır ve de kuvvetli bir ihtimaldir.
AKP, İttihatçıların hatasına düşüyor
1984'ten bu yana belki 30–40 defa sınırötesi oparasyon yapıldı. En etkili operasyonlar ise, Peşmerge kuvvetleriyle mutabık kalınarak ortaklaşa yapılan askerî ve siyasî operasyonlardır.
Buna rağmen, yine de kesin sonuç alınamadı ve terörün kökü kazınamadı. Bu da gösteriyor ki, kökün büyüğü ve derinlerde olanı dışarda değil, içerde.
Üstelik, şimdi yapılması düşünülen operasyon, öncekilerden çok daha risklidir. Zira, bugün karşısında sadece bir terör örgütü yok. Ayrıca, şu ya da bu sebepten dolayı, bugün yerel güçlerle (Peşmerge) ve Irak'ın tümünü işgal eden küresel (koalisyon) güçlerle de karşı karşıya gelme riski altındasınız.
Dolayısıyla, terör örgütüne açıkça destek vermeyen, yahut vermediğini iddia eden yerel ve genel güçlerle işbirliği yapmadan, onlarla bir mutabakata varmadan, bir sınırötesi operasyon riskini göze alamazsınız, almamalısınız.
Aksi takdirde, 1915'te İttihatçıların Kafkasya Cephesinde düştükleri aynı hataya, siz de Kuzey Irak cephesinde düşersiniz.
İttihatçılar, Turancılık hayaliyle ve bir takım hamasî nutuklarla Kafkasya'ya gönderdikleri Osmanlı ordularını eritip tükettiler.
Üstelik, o tarihte Müslüman Türk ordusunun karşısında gayrimüslim olan Ruslarla Ermeniler vardı. Onlara karşı birlik–beraberlik ruhunu canlandırmak, şahlandırmak kolaydı. Yine de, 90 bin kişilik ordunun en az yarısı telef olup gitti... Şimdi ise, düşünülen operasyon bölgesindekiler de bizim gibi Müslüman. Üstelik, onların akrabaları içimizde, aramızda.
Dolayısıyla, bu meselede onlarla bir mutabakata varmak şarttır, zaruridir. Aksi halde, sınırın ötesinde yaşanacak olan sıkıntının daha büyüğü, Türkiye sınırlarının dahilinde başgösterebilir. Böylelikle cephe büyüyecek ve "düşman unsurlar" çoğalacaktır... Böylesi bir tehlikenin sinyalleri, daha şimdiden ortaya çıkmış bulunuyor.
Kaldı ki, savaş hüviyetini alan böylesi harekâtlar, dahilde ancak birlik ruhuyla başarıya ulaşabilir. 33 sene evvelki Kıbrıs Harekâtını düşünün. Birlik beraberliğe rağmen, bu girdaptan henüz çıkabilmiş değiliz.
Düşmanları çoğaltarak yol yürümek, aklın mantığın alacağı iş değil...
* * *
Şu ana kadar görünen ve anlaşılan o ki, AKP hükümeti ve başbakan, vaktiyle İttihatçıların düştüğü benzer bir hataya maalesef düşmüş bulunuyor. Üstelik, siyaseten ülkeyi yönetme inisiyatifini de, peyderpey ellerinden kaçırıyorlar. İnisiyatif, başkasının eline geçiyor.
Gidişat aynen devam ederse, harekâtı olgunlaştıranların, mevcut hükümeti de çökerteceklerinden kimsenin bir şüphesi olmasın.
Hükümetler geçicidir gerçi; ama bizim asıl korkumuz, ülkeye ve millete daha büyük ve kalıcı zararların verilmesidir.
"Harekât kaçınılmaz" noktasına gelindi
Kimi siyasîlerin, düşünürlerin ve bazı medya mensuplarının haşin ve öfkeli tavırlarına bakıyoruz da, onlara göre bir savaş halinin çoktan başlamış olması gerekiyordu.
Bu yüzden, sokak hareketlerini ateşlendirmeye ve öfke selini ummanlara akıtmaya vargüçleriyle çalışıyorlar. Bir an evvel harekât başlasın istiyorlar; farklı sesleri de, ağır itham ve şiddetli gürültülerle duyulmaz hale getirmeye çabalıyorlar
Bereket ki, ekseriyet onlar gibi düşünmüyor, onlarla birlikte hareket etmiyor... Bizim gibi, itidal ve sağduyu çağrısı yapanların "Öfkemiz, kardeşliğimizi vurmasın!" uyarısı, şükür ki akıllarda, vicdanlarda mâkes buluyor.
Yine de, ne yazık ki bir sınırötesi harekât kaçınılmaz bir noktaya gelip dayanmış bulunuyor.
Bu noktada yapılacak en doğru ve en akıllıca iş, düşmanı değil, dost unsurları çoğaltarak hareket etmektir.
Belki henüz aklı başında olanlara tesir eder diye, bütün bunları yazıp sıraladık... Son olarak, bir kez daha tekrar edelim ki, terör belâsı, evet, mutlak sûrette bitirilmesi, bertaraf edilmesi gerekir.
Bunun için, mümkünse bir sınırötesi harekâta gerek duyulmadan iş halledilmeye çalışılsın. Zira, damarın büyüğü içerde ve üstelik içerden besleniyor. İçerde, bu kanın durmasını istemeyenler var. Kârları, menfaatleri bunda. Ekmeklerini kana bandıra bandıra besleniyorlar.
Dışarısı için ise, öncelikle diplomasi lisanı konuşturulsun. Yaşanan tecrübelerden, birikimlerden istifade edilsin. Dost ve komşularla muhakkak mutabakat sağlansın.
Tahrikkâr davranmakla, dünya âleme kafa tutmakla, hamasetli nutuklarda bulunmakla, dost yerine düşman sayısını çoğaltmakla, zararın büyüğünü evvela kendimize, milletimize ve ülkemize vermiş oluruz.
Bütün bunları aklımızın, vicdanımızın sesini duyarak, tarihe ve insanlarımıza karşı duyduğumuz mesuliyetin idrakinde olarak ifade etme ihtiyacını duyduk. Kimse tutup başka tarafa çekmeye çalışmasın.
24.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|