|
|
Murat ÇETİN |
33 yaş yazısı |
|
33’sün işte. Hiç de öyle ahım şahım bir şey değilsin. Hani 100 olsan asır derdik. “Vay be neler sığdırmıştır bu ömre” derdik. “Dalya” derdik. “Sultan Abdülhamid’i gördün mü?” diye sorardık.
Oysa bu halinle oldukça sıradansın. Milyarlarca insanın yaşadığı ya da yaşamakta olduğu bir yaşsın.
Kıbrıs savaşında yeni doğmuşsun. 12 Eylül’ü hayal meyal hatırlıyorsun.
Nüfus sayımı dışında da sokağa çıkma yasağının olabileceği fikrinin sana neden çok da yabancı gelmediğini yıllar sonra anladın.
Ülkeleri, isimlerinin başında “Devlet Başkanı Orgeneral” olan birilerinin yönettiğini zannettin uzunca bir süre.
Boğaz Köprüsünün nasıl satılacağını, satın alanın nereye götürüp o köprüyü kuracağını merak ettin yıllarca.
Televizyonla okul arasında pek fark yoktu. İkisi de eğitim amaçlıydı ve ikisi de İstiklal Marşı ile açılıp kapanıyordu.
Yerli malının yurdun malı olduğu ve her Türkün onu kullanması gerektiğini bilen bilinçli bir vatandaştın o zamanlar.
Türk olmaktan neden mutlu olduğunu bilmesen de mutluydun işte. Belki muz Türk yurdunun malı o yüzden diye düşünmüşsündür, belki okulda dağıtılan fındık zihnini açarken.
12 Eylül öncesiyle ilgili bir şeyler duydun hep. Bir taraf bu 12 Eylül denen tarihi savunuyordu, ama kime karşı savundu, hiç anlamıyordun. Ne yani birileri 12 Eylül’de olanları –henüz çocuk aklınla ne olduğunu da bilmiyordun ya- kötülüyor muydu ki? Niye ki? Oysa fena halde ikna olmuştun, yapılan her neyse iyi olduğuna.
En çok izlenen programlar Anadolu’dan Görünüm’dü. Bir de Taş Devri. Senin için pek farkı yoktu ikisi arasında.
Televizyon zaten sesi açılıp kısılan ve bir de kapanan aletlerdi. Üstündeki kanal düğmelerinin hangisine basarsan bas hep aynı şeyi gösteriyordu. Bu da yıllar sonra sana ülkedeki fikir ayrılıkları hakkında bir fikir vermişti.
Sonra çok kanallar çıktı. Kanalları uzaktan değiştirir oldun. Ama değişmeyen, hangi düğmeye basarsan bas aynı kanalın çıkmasıydı.
İnternet çıktığında önce anlamadın. Sonra bunun milyarlarca kanal düğmesi olan ve her düğmeden farklı bir kanal çıkan bir televizyon olduğunu fark ettin. Ama tek fark eden sen değildin. Türkiye Cumhuriyeti de fark etti ve “lüzumsuz” kanalları kapatmanın yollarını buldu.
Bu arada 12 Eylül’ün lehinde olanlarla beraber aleyhinde olanların da iddialarından haberdar olmaya başladın. Sadece haberdar olsan iyi, onlardan yana oldun. Ama sanki tek kanallı, “Devlet Başkanı Orgeneral” ile başlayan isimlere sahip kişilerce yönetilen bir ülkedelermiş gibi o günleri hâlâ savunanların olduğuna da şaşırıyordun.
Hayal meyal hatırladığın 12 Eylül ve hiç hatırlamadığın Kıbrıs savaşı, ülke gündeminden hiç düşmedi.
Ve kendini ilerici sanan ama Taş Devri’nden bile geri kalmış kafalarla Muz Cumhuriyetinde yaşamaya devam ediyordun ve fındık “iyi geliyordu” hâlâ .
Ve sen çok matah bir şeymiş gibi bu yaşını kutluyorsun. Pes yani…
07.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Avrupa’dan selâmlar |
|
Hafta sonu Avrupa’daydık. Önce, Köln’deki okurlarımızın bir kısmıyla beraber olduk. Ardından Fransa’nın Normandiya sahillerine yakın bir mekânda organize edilen feyizli bir okuma programına katıldık. Sonra tekrar Almanya’ya geçerek Düsseldorf’a uğradık ve orada da bazı okuyucularımızla buluşarak sohbet ettik.
Katıldığımız sohbet ve programların ana konuları, Risale-i Nur’daki temel bahisler oldu.
İman hakikatlerinden nükteler, namazın hikmetleri, ahirzaman hadiselerine Risale-i Nur perspektifiyle bakış, Nur hizmetinin kendisine has orijinal esas ve prensipleri, ihlâs ve istikamet dersleri eksenli fikir teatilerinde bulunduk.
Dört günlük kısa seyahat programımızın merkezinde, Fransa’daki okuma buluşması vardı.
Paris ve Brüksel'den okurlarımızın katıldığı programda, Risale-i Nur’un yukarıda özetlemeye çalıştığımız bahisleri çerçevesinde verimli ve semeredar fikrî gezintiler yaptık. Okunan pasajlardaki mânâlar, sual-cevaplarla daha da açıldı.
Program sona erdiğinde hepimiz, bu zamanda böyle bir hizmette istihdam edilmenin ne kadar büyük bir nimet ve mazhariyet olduğunu daha iyi hissedip kavrayabilme imkânı bulduk.
Ve bu nimetin şükrünün, yine eserlerde verilen ölçüler çerçevesinde, ihlâs ve istikamet çizgisinde hizmete devamla eda edilebileceği inancımızı iyice pekiştirdik.
Fransa programı, 1920’li yılların sonlarında Barla’da Nurun ilk kâtiplerinden Hafız Halid’in kalbinden geçirdiği bir suale Üstadın verdiği “Keçeli, bir gün gelecek, bu eserler dünyanın her yerinde okunacak” cevabındaki mesajın yeni bir teyidi niteliğindeydi.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sının psikolojisini tahlil ederek, “Dünya hayatının bütün bütün fâni ve aldatıcı olduğunu anlayan beşer, Kur’ân’daki hayat-ı bâkiye müjdesini bütün kuvvetiyle arayacak” diyen Leyle-i Kadir bahsini, harbin seyrini değiştiren Normandiya çıkartmasının yapıldığı yerde, hem de çıkartmanın 63. yıldönümüne tekabül eden günlerde okumak ise anlamlıydı.
Bu müzakerelerde, Rusya’daki son gelişme de gündeme geldi. Bir mahkemenin verdiği Risale-i Nur’a yasak kararının üst mahkemeye, oradan sonuç çıkmazsa AİHM’e götürüleceği ve böylece Risale-i Nur gerçeğinin bu yolla Avrupa ve dünya gündemine taşınacağı, bunun da çok yönlü hayırlara vesile olacağı ifade edildi.
Risale-i Nur’a yasak girişiminin AİHM gündemine gelmesi gibi bir gelişme, 11 Eylül sonrası El Kaide ve Usame bin Ladin üzerinden yürütülüp buna rağmen ters tepen anti-İslâm kampanyanın Risale-i Nur kalesine çarparak inşaallah tamamen tersyüz olmasını netice verecek.
Evvelce Almanya’da iki, Avusturya’da bir okuma programına katılmıştık. Şimdi de Fransa’da ilk kez tertiplenen böyle bir programa iştirak etmek nasip oldu. Risale-i Nur’un Avrupa’da da sür’atle kökleştiğini gösteren bu programlara emeği geçen ve katılan hizmet kahramanlarını tebrik ediyor, sevgiyle selâmlıyoruz.
Not: Avukatımız Turgut İnal, Aktulga ailesinin açtığı tazminat dâvâsında Yargıtay’a yaptığımız tashih-i karar başvurusunun oy çokluğuyla reddedildiğini bildirdi. Bu durumda Türkiye’deki hukuk yolları tükendiği için, kararı AİHM’e götürüyoruz. Okuyucularımızın bilgisine sunarız.
07.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Amerikalılar ılımlıları destekler efsanesi |
|
Bir de tersinden ılımlı İslâm şebekesi projesi var. Amerikalılar radikallere karşı ılımlıları desteklerler de, acaba tersini de yapabilirler mi? Yani ılımlılara karşı radikalleri destekleyebilirler mi? Yerine göre. Elbette, niye olmasın? Amerikalılar zaten skala biçiminde seçici davranmıyorlar mı? Ilımlıları kategorize ediyorlar. Laikleri, modernistleri, sufîleri ve sırasıyla gelenekçileri ve radikalleri skala biçiminde diziyorlar ve böyle bir tercih sıralaması izliyorlardı. Bazen de sırayı bozarak tersinden ılımlılara karşı radikalleri de destekleyebilirler. Saddam gibi bir laike karşı en radikalinden en ılımlısına kadar Şiîleri desteklemediler mi? ‘Building Moderate Muslim Networks’ projesiyle; ulus inşa etmekten yeni bir din inşa etme misyonuna yükselen ve bunu deruhte eden RAND Corporation tersinden de bir tasnif yapabilir. Yani radikalleri ılımlılara karşı desteklemek pragmatizmine ve seçiciliğine engel değildir. Belki icapları arasındadır. Irak’ta aynısını yapmadı mı? Saddam’ı indirerek Kaide’nin önünü açmadı mı? Hadi bunu bilmeyerek ve istemeyerek, kasıtsız bir şekilde yaptı diyelim! Ya Yemen’deki ılımlılara karşı radikalleri destekleme modeline ne diyelim?
Yemen’de RAND’ın tavsiyeleri üzerine Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih iktidarını pekiştirmek için radikal akımları ve Selefîleri destekleme kararı almış. İnanılır gibi değil, ama öyle... Uğur Mumcu gibilerin devletin RABITA bağlantısına önce inanmak istememeleri gibi... Yemen’de Müslüman Kardeşler’in yerel bir uzantısı niteliğinde olan güçlü Yemen Islah Birliği’ne ve gücüne karşı tedbir açısından RAND Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’e ılımlı İhvan kanadına karşı radikal Selefîleri desteklemesini salık vermiş. Bunun üzerine selefîlerin partileşmesi süreci için düğmeye basılmış ve para tedarikine gidilmiş. Hikmet ve İhsan adlı Selefî gruplar kampanyaya başlamışlar bile. Ali Abdullah Salih’in desteğiyle bu grupları parlatmak için ‘Mescid-i Aksa’ya yardım’ adı altında bir milyonluk bir imza kampanyasına girişmelerine izin verilmiş. Bu uğurda Yemen Aksa Cemiyeti gibi cemiyetler de imza toplama işleminin dışında tutulmuşlar. Yani bypass edilmişler.
***
Sa’de bölgesinde de Havsîlere karşı selefîler devreye sokulmuşlar. Bu durum Yemen’deki geleneksel Zeydîleri de öfkelendiriyor. İman Üniversitesi’nin kurucularından olan ve aynı zamanda Yemen Islah Cemiyeti’nin önemli isimlerinden ve rumuzlarından olan Zindani’nin de ana hareketten koparılarak kurulacak Selefî meşrep partinin başına getirilmesi planlanıyormuş. Bu girişimler çeşitli kesimlerin tepkilerini çekiyor. Ali Abdullah Salih’in böyle yaparak devletten sonra toplumu da ele geçirmeye çalıştığı ve bunun da kabul edilemez olduğu ifade ediliyor. İslâmî hareketler ve terör konusunda uzman Yemenli gazetecilerden Abdullah Haydar bu yeni yapılanmanın RAND’ın tavsiyelerinin bir sonucu olduğu görüşünde. Böylece Selefîler İhvan’ın hesabına kurulu düzene kazandırılmaya çalışılıyor. Ali Abdullah Salih’in Selelefilerin partileşmelerine izin verme karşılığında tek şartı bulunduğu ifade ediliyor: Bu da kendisini tekfir etmekten vazgeçmeleri. Yemen’de devlet ve onun arkasında RAND İhvan’ın ve Havsilerin panzehiri olarak Selefileri görüyor ve onları örgütlemeye çalışıyor. Ali Abdullah Salih Zeydi alimlerle Havsileri dize getirmeye çalışırken en son kendisine kâfir diyen Bin Ladin’e karşı da Selefileri devreye sokmaya ve kendisine siper yapmaya çalışıyor. Ali Abdullah Salih bu mücadelede ABD’nin eski belalısı Abdulmecid Zindani ve İman Üniversitesini mızrak ucu olarak görüyor ve onu sahaya sürmeye hazırlanıyor.
***
Bununla birlikte partileşme sürecine giren Selefîlerden Amerikalıların da bazı talepleri var. Demokrasiyi içselleştirmeleri, kadın özgürlüğü, insan haklarına saygılı olmaları ve şiddeti kavlen ve fiilen terketmeleri. Bunlar Daniel Pipes’ın da AKP ile ilgili mülâhazalarında aynen yeralıyor. ‘Türkiye’de laikleri destekleyin’ başlıklı yazısında bu paralelde şunları yazıyor: “Rice’ın AKP lehinde açıklaması, AKP’nin zinayı cezaya tabi kılarak ve alkolsüz bölgeler oluşturarak İslâm kanunlarını uygulamasını, İslâmî mahkemeleri laik mahkemelere tercih etmesini, sırtını kara paraya dayamasını, dinî azınlıklara karşı ayrımcılığını ve siyasî muhaliflerini bastırmasını görmezden geliyor...”
Amerikan din mühendisliği için her yol mübah. Bazen ılımlıya karşı serti, bazen de serte karşı ılımlıyı destekliyor. Sahi Amerikalıların istikameti, bir tarafa kıblesi var mıydı?
07.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
İstismar olmasın |
|
Ekranlara yansıyan şehit cenazesi görüntüleri yüreğimizi burkuyor...
Peki, ya ötesi?
Yani duygusal konuşmanın ötesinde, tabutu başında ağlayan şehit yakınlarının ağıtları ekrana gelirken, acaba “doz” kaçı-yor mu?
Haber bültenlerinin acar muhabirleri, görüntü alırken, cenazeleri görüntülerken ağlayan yakınları “zoom”laması ve olayı “dramatize” etmesi acaba ne kadar “samimi?”
Lütfen “ana haber bültenleri” bu konuda ölçülü olsun. İstismara yol açılmasın.
İNTİKAM ARACI: İNTERNET
TRT’nin ciddi bir hanım sunucusu hakkında, olur olmaz iddiaların “internete” kadar düşmüş olması utandırıcı...
Hatırlıyorum: İki yıl önce TRT dergisinin bir sayısında Fulin Arıkan “mutlu evlilik”ten bahsediyor, eşiyle birlikte mutluluğun resmini çiziyordu.
Şimdi ise boşanmış eşiyle başı dertte.
Mutluluk pozları geride kaldı.
İntikam duygusu mu, psikolojik rahatsız-lık mı, ne derseniz deyin... “İnternet”in bir intikam aracı haline dönüşmesi ne kadar korkunç.
İnternet insanlığa büyük fayda getirdiği gibi, psikolojik rahatsızlığı olan “eğitimli” insanların elinde patlayan bir bombaya dönüşüyor.
DONDURMA REKLAMINA HAYIR!
Bir okurum ısrarla telefonda “dondurma reklamlarını izleyin ve yazın” demişti.
İzledim...
Özellikle “marka” olmuş bir dondurma “müstehcen” mesaj içeriyor...
“Çaresiz ev kadınları” dizisinde oynayan bir aktrisi “vitrin” olarak kullanmışlar...
Bu nasıl iş?
Dahası, tiyatrocu-komedyen Yasemin Yalçın da bu konuda şikâyetçi...
Farklı bir gözden eleştiriyor ve diyor ki:
“Kızım şeker hastası ve reklamlarda dondurma görünce ağlamaya başlıyor. Bu reklamlar dursun!”
Yalçın’ın kızı henüz 5 yaşında ve 3 yıldır her gün iğne yiyor.
Devamında diyor:
“Biz çok üzgün günler yaşıyoruz. Okulda arkadaşları çok yardımcı oluyor. Ancak televizyon reklamlarında çocuk yiyemediği şeyleri yine görüyor ve isyan ediyor. Hasta olduğu ya da parası olmadığı için dondurma yiyemeyen çocuklar da düşünülmeli. Dondurma reklamları bu kadar detaylı ve özendirici gösterilmemeli.”(Sabah)
Hem müstehcen olması hasebiyle, hem de “özendirdiği” gerekçesiyle dondurma reklamlarına son!
07.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Milletvekili listeleri ve sonrası |
|
4 Haziran saat 17.00 itibariyle, seçime girecek siyasi partiler milletvekili aday listelerini Yüksek Seçim Kurulu’na teslim ettiler.
Her aday ve vatandaş gibi, biz de listedeki isimleri erken öğrenmek istedik. Televizyon haberleri 17.00 itibariyle o kadar iletişim hızından ve seri liste açıklamaktan uzaktı ki, parti merkezlerinin önünde yayın yapan muhabirler, sadece bilgi kıtlığından lafı uzatarak birini konuşturmayı tercih ettiler.
2007 seçimleri, iletişimin, güncel seçmen listelerinin ve elektronik demokrasinin daha etkin kullanılacağı bir dönem olmasına rağmen, bir saat sonra partilerin web siteleri duyuruya başladılar. Hemen açılmayan siteler ise işin çabası.
Haber duyurma hızı ve anında bilgi ağı gereken böylesi zamanlarda, yarışı önde götüren bir kanal aradım ancak nafile.
Neden 17.00’ye beş kala bütün parti siteleri, hatta bir saat önceden listelerini web sitelerinde duyurmadılar? Basın kuruluşlarına daha erken servis yapamadılar? Medya planlaması, günümüz iletişim teknolojileri ile uyumlu değildi.
Parti merkezleri ve telefon diplomasisi ile şansı yaver giden liste başı zevatın bir kısmı kendinden emin ortalıkta gözükmeyip, sessizce seçim sonucuna ait hayalini tazelerken, bir kısmı sırat köprüsünden geçer gibi sıralamadaki yerinin ne kadar garantili olduğunu ölçmeye çalıştı.
Muhtemel garanti sıraları ferahlık verirken, kritik olanlar şimdiden kalp çarpıntılarına yakalandılar bile. “Acaba masraf yapsam mı? Seçilebilir miyim? Yoksa dolgu malzemesi mi olurum? Yoksa hiç çalışmamak mı? Acaba şartları zorlayıp çok çalışsam, sonuçlar değişir mi? Kritik sıraya finans bulabilir miyim?” türünden binlerce ahiret sorusu ile kafası, gönlü çalkalanır durur.
Bu tür kritik, endişeli insanların iki tür yakınları/dostları/danışmanları oluyor. Bir grup, her şeyi tozpembe gösterip, tabiri caizse “gaz” veriyor. Diğeri ise ümitsizlik aşılayarak, ne kadar moral bozucu telkin varsa “gerçekçi olmak lazım”la başlayan bir sürü beyanda bulunuyor.
Türkiye’de aktif siyaset, gerçekten en ağır işçiliktir. En garantilisi de, en etkisizi de, hatta ömür boyu seçilmeme garantisi olanı da eziyet çekmektedir. Her an genel başkanı ve etrafındaki tayfayı memnun etmekten geçen liste savaşında kariyerini çizdirmemek, bir defa siyasetçiyi asgarisinden yüzde 50–60 riyakâr ve “evet efendimci” yapıyor.
Doğrusu Türkiye’nin siyasi geleneğinde ve büyük adam tarifinde, başkan sıfatlı zevat kral muamelesi görmeyi ve kendini taçsız kral sanmayı çok seviyor. Ondandır ki demokrasimiz gelişmiyor.
O kadar hazin bir tablo ki, hiç kimse seçileceği yerden, vatandaşın rızasını alacağı bir ön seçim veya delege tercihi ile aday olamıyor. Genel merkezlerde, genel başkan ve çok yakın bir iki çekirdek avenesi, biraz da “dostlar alış verişte görsün” hesabı birkaç parti yetkilisinin de –etkilisi değil- içinde yer alacağı bir prosedür işletiliyor. Bu süreç bile kendini teknolojik olarak yenilemiş partilerde görünüyor. Temayülmüş, anketmiş, etkiymiş, parti tabanıymış hak getire. Sadece birer karar bahanesi.
Lütfen insafsızlık ettiğimi düşünmeyin. Ekseriyetle gerçeği budur. Elbette seçimi kazanacak adayların peşindeler, ancak başka kazançlar da şimdiden sıralamayı etkiliyor.
Ne kadar acı bir durum. Bu demokrasimizin en büyük ayıbıdır. Parlamenter sistemin bütün aktörleri, vekilleri, halkın önüne konulacak sandık öncesi genel başkan sultasından geçmektedir. Onların istemediği, ağzıyla kuş tutsa sıralamaya giremiyor.
Sivillerin, özellikle parti liderlerinin bu kadar kıstas bilmez yetki kullanma biçimleri, sonunda hür iradenin ve başı dik ifadenin yankılandığı bir meclis tablosuna müsaade etmiyor.
Grup başkanvekilliği, grup kararları ve grup disiplini, daha demokratik ve çok sesli düşünce zenginliğini örselemekte ve engellemektedir. Düşünmeyi dizayn etmektedir.
Bu günlerde, Ankara’da herkes burnundan soluyor. Herkes dediysem, sözün gelişidir. Siz aday adaylarını ve aday olmayı başaranları anlayın. Bir kısmı rahatlamanın verdiği garanti liste ile açık havada bol bol temiz oksijen soluyor. Diğer bir kısmı ise ağzından alıp burnundan veriyor. Neler köpürdüklerini varın siz hesaplayın.
Son anın sürpriz sonuçları, maalesef demokrasimizin şahıs hâkimiyetine dayalı en büyük handikapı. Kurumsal dayatmaların ince elekten geçirip “pestil” yapan hali ise ayrı bir mengenedir.
Bir de ilk defa aday adayı olan; saf, hemen inanan ve kendini dev aynasında görüp, umut tacirlerinin eline düşen, gördüğü rüyalarından, listelerin açıklandığı an uyanan acemiler var ki, gerçeğin granitine çarpıp beyin sarsıntısı yaşıyorlar.
Savaştan çıkar gibi seçimden çıkanlar, acaba yaralı birer savaşçı gibi ne kadar tahammüllü olabilecekler? Enerjilerinin çoğunu, kendini kabul ettirmekte harcıyorlar. Hizmete fazla zaman kalmıyor.
07.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Rusya'da dine yöneliş |
|
Lenin’in, Stalin’in Rusya’sında din afyon görülür, en küçük bir dinî gelişmeye tahammül edilemezdi. Ama bugün komünist Rusya yok. İnsan fıtratına ters düşen bir rejimin ilelebet ayakta kalması mümkün değildi. Yıkıldı ve yerini insan haklarına saygılı, dinî hayata müsamahakâr bir Rusya aldı.
Dünkü yazımızda ülkemizde namaza, daha doğrusu dine, dinî yaşayışa tahammülsüzlükten söz etmiştik. Bugün de Rusya’nın geldiği noktadan bahsedelim.
Acaba Rusya bugün dine karşı nasıl bir tavır sergiliyor? Yıllarca Komünizmin esaretinde yaşayan Türkî Cumhuriyetlerdeki durum ne?
Geçtiğimiz Cumartesi günü İstanbul Üsküdar’da arkadaşlarla sohbetteydik. Azerbeycan’dan gelen Sabri Akıncı Bey Rusya’daki manevî gelişmelerle ilgili çok ilginç hatıralar anlattı. Asrın hakiki, kuvvetli ve bürhanlı tefsiri olan Risale-i Nurlar Rusların da gönüllerini fethetmekteymiş. Askerlere varıncaya kadar halk büyük bir teveccüh gösteriyormuş Risale-i Nurlara.
Rusya’nın kuzeybatısında yer alan ünlü Alman prensi Bismark’ın memleketi Kaliningrad (Kenigsberg) şehrinin imamı Faslı Rabatan Abdullah Hoca, Nurlarla ilk defa karşılaştığında sevinçten uçar hâle gelir âdetâ. Sözler ve İşârâtü’l-İ’caz isimli eserlerle haşir neşir olmaya başlar. Vaazlarını, hutbelerini nurların etkin hakikatleriyle süsler. Bununla kalmayan imam haftada bir de evini dinî sohbetlere açar. İmam yardımcısı şefkat timsali Azerî Zaur da hizmete âmâde bir gönüllü. Sık sık telefon açıp, “Hizmet var, bizi bekliyorlar. Haydi nur hakikatleriyle gönüllere su serpelim” demesi, şakirtleri toplayıp hizmete koşması takdire şâyân. Bir gün dershaneye gelen Zaur, “Haydi bugün Baltiysk şehrinden davet var. Askerler sohbete çağırıyor” diyor.
Hemen koşuyorlar. Aralarında askerlik yapmış Nur talebesi Amin de bulunmakta. Yarbay Oleg Mihaylovic karşılyor kendilerini. 120 kadar Rus akseri sohbete hazır beklemekte. Sohbet Rusça’ya çevrilmiş Nur Risalelerinden yapılır. Tabiatın yaratıcı olamayacağıyla ilgili Tabiat Risalesi, insan ve özellikleriyle ilgili 23. Söz (1., 4. nükte) ve Meyve Risalesi’nden Allah’ın varlığının ispatıyla ilgili 6. Mesele okunur. Sohbette Albay İvan İvanovic de bulunmeaktadır. Albay İvanovic okunanlardan o kadar memnun kalır ki, “Her ay gelip bize bu derslerden okur musunuz? Gerekirse sizi arabayla aldıralım” demekten kendini alamaz. Daha onlar ayrılmadan Dağıstanlı askerlerin namaz kılabilecekleri bir oda tahsis edilir mescid olarak. Albaya Rusça bir Asa-yı Musa ve askerî kütüphaneye de bir kısım Risale-i Nurları hediye edilir. Eserler kütüphaneye yerleştirilir.
Bir başka ay da yapılan sohbette albay kendini tutamaz, sevinçle askerlere seslenir. Bakalım neler duymuş ve hayretini nasıl dile getirmiş. Bir sonraki yazımızda da inşaallah bunun üzerinde duralım.
07.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Eleştiri ve siyasî tarafgirlik |
|
İlâhiyatçı arkadaşlarımız ve dahi okuyucularımızdan bazıları telefonla aradı, “Son siyasî yazıların için tebrik ederiz; devam et. İmanî bahisleri herkes yazıyor!”; bazıları, “İman ve kişisel gelişimle ilgili yazılarını zevkle okuyoruz, siz siyaset yazmayın!” dedi. “AKP demokrat mı?” yazısı üzerine gerek telefon, gerek e-posta ile arayanların yüzde 25’i olumlu, yüzde 75’i olumsuz tepki verdi. Kimisi, terbiye sınırlarını aşan fanatikçe sataşmalarda bulunmaktan haya etmedi!
Evvela Bediüzzaman’ın dünya çapındaki eleştiri ölçüsünü tekrar sunalım:
“Sual: Neden bunların umumuna fena diyorsun? Halbuki hayırhâhımız gibi görünüyorlar.
Cevap: Hiçbir müsid ben müfsidimdemez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”1
Bediüzzaman kendisini mihenge vurdurup eleştiriye açıyorsa, Ahmet kim, Mehmet kim, Recep kim, Şaban kim, filan parti kim ki, mihenge vurmayalım, eleştirmeyelim!.. Ayrıca, “emr-i bil-ma’ruf, nehy-i an’il-münker” (iyi, güzel, doğru, hayrı anlatmalı, yaygınlaştırmalı; kötü, çirkin, yanlıştan uzaklaştırmak) gibi bir görevimiz yok mu? Ancak, unutmuyoruz ki, tenkidi de, insaf işletmeli. O zaman hakikat parlar. Eğer inat ve cehalet işletirse, gerçek rencide olur… Elbette eleştirilerini belgelere, haklı gerekçelere, mantıklı değerlendirmelere dayandıranlardan istifade ederiz; eksiklerimizi tamamlar, yanlışlarımızı düzeltiriz. Zira, “Yakanda akrep var!” diyenlere binler teşekkür mihenge sahibiz.
Acaba, eleştiriye açık olmamak ve farklı düşüncelere tahammülsüzlük demokrat olamamanın bir işareti mi? Tuhaf ki; okuduğu gazetesini, içinde bulunduğu grubu, cemaati şiddetle eleştirenler, geçmişte büyük hatalar yaptığını söyleyenler; AKP’nin eleştirilmesine tahammül edemiyor! Ne kadar büyük bir baskı altındalar ki, mazide doğru, isabetli, haklı oldukları çizgiyi muhafaza edemiyorlar!
Aslında tenkitten/eleştiriden değil, tarafgirlikten kaçınmalıyız. Tarafgirlik; bir düşünceye, bir meseleye, bir şeye “hak” gözetilerek değil de, herhangi bir çıkar için veya kendisinin içinde olduğu bir gruba, cemaate, partiye körü körüne meyletmek, yapışmak, yanlışlarına, hatalarına sahip çıkmak şeklinde târif edilebilir. Yani, “Hakkın hatırını âli tutmak değil, Ali’nin hatırını hak tutmaktır!” Hiç şüphesiz bu, tehlikeli bir damardır.
Tarafgirlik yalnzca siyasî değil, içtimâî, dinî, cibillî, ilmî veya hukûkî olabilir! En zararlısı siyasî tarafgirlik olsa gerek. Dinî tarafgirlik, şu fıkradaki gibi olursa, diğer tarafgirliklerin nerelere varacağı tahmin edebilirsiniz:
Karadeniz Bölgesinde yan yana olan iki mahalleli rekabet halinde. Cami yapmada da rekabet eder. Biri, yeni ve muhteşem bir camii yolun kenarına inşa eder.
Diğeri de, “Siz cami yaparsınız da biz yapamaz mıyız?” diyerek, hemen karşısına minaresi çift şerefeli bir cami daha diker. Akşam ezan okunurken: “Oğlum, git bak bakalım ezan-ı Muhammedî bizim camiden mi okunuyor, karşı mahalleden mi?”
Çocuk nefes nefese, “Baba, bizim camiden!” deyince, adam, derinden derine, “Aziz Allah, Celle-Celâmlühü!” çeker.
Dindeki mutaassıbane “tarafgirlik”, böyle acayip bir hâlete sürüklerse; acaba “siyasî tarafdarlık” nice fenâlıklara yol açar; kestirmek mümkün mü? Eğer, siyasete “inatlı taraftarlık” girerse, “Mânevî hayat ve kulluğun sıhhati, düşmanlık ve inatla sarsılır. Çünkü, kurtuluş vasıtası olan ihlâs zayi olur. Zira, tarafgir bir inatkâr, kendi hayırlı amellerinde hasmına (rakibine) üstün olmayı ister. Hâlisen liveçhillâh, yâni Allah rızası için amele pek de muvaffak olamaz. Hem hüküm ve muamelâtında tarafgirini tercih eder, adalet edemez. İşte, faaliyet ve hayırlı işlerin esasları olan ihlâs ve adâlet, husumet ve düşmanlıkla2 kaybolur.
Hem Tahtîecilik (hatalı görme, hata arama, hatalı gösterme) fikri, sû-i zan, (kötü düşünce besleme) ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, Müslümanlardaki ruh ve kalblerin omuz omuza verip birleşmesini engeller.
Kalb birliği, karşılıklı sevgi, ve yardımlaşmada büyük yaralar açmıştır. Halbuki hüsn-ü zan, muhabbet ve vahdetle memuruz. 3
Dipnot: 1. Münâzarât, s. 49.; 2. Mektûbât, Yeni Asya Neşriyat, s. 163.; 3. Sünûhât, Yeni Asya Neşriyat, s. 47.
07.06.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Rumeli seyahati |
|
Seçkin ve kalabalık bir heyetle Rumeli seyahatine çıkan Sultan Reşad, 7 Haziran (1911) Çarşamba günü Selanik limanına ulaştı.
Bu heyetin içinde, birçok devlet ve hükûmet erkânı ile birlikte meşhûr allâme Bediüzzaman Said Nursî de vardı.
Üstad Bediüzzaman, Sultan Reşad'ın seyahatine Şark Vilâyetlerini temsilen katılıyordu.
Padişah ve beraberindekiler, iki gün evvel (5 Haziran) Dolmahçe rıhtımından hareket etmişlerdi. Selânik'e kadar Barbaros zırhlısıyla gelen heyet, buradan Üsküp'e olan seyahatini ise trenle yaptı.
Denizde ve karada gerçekleştirilen bu seyahat esnasında, pek geniş bir güvenlik tedbirinin de alınmış olduğu belirtiliyor.
O günleri yaşayan Osmanlı tarihçisi İsmail Hami Danişmend'in aktardığı bilgilere göre, Selânik, Üsküp, Priştine ve Kosova Sahrasını içine alan bu seyahat, tam 22 gün sürmüş.
* * *
Osmanlı padişahı ve maiyetindeki heyetin bu seyehati ile alâkalı olarak şu bilgileri de hatırla(t)makta fayda var.
Sultan Reşad'ın ağabeyi olan Sultan II. Abdulhamid, 1909'da tahttan indirilmiş ve gözetim altında tutulmak üzere Selanik'e gönderilmişti.
Siyasî dehasıyla Balkanları 30 sene sükünet içinde muhafaza eden Sultan Abdulhamid'in düşmesinden sonra, bu coğrafyada şiddetli sancılanmalar başgösterdi.
1911 yılı ortalarına gelindiğinde ise, bu sıkıntı had safhaya gelmiş durumdaydı. Bir seyahat kaçınılmaz gözüküyordu.
Haziran ayı başında deniz yoluyla İstanbul'dan ayrılan padişah ve protokol heyeti, önce Gelibolu'ya, bir gün sonra da Selanik'e vasıl oldu.
Deniz yolculuğu esnasında bir savaş filosunun koruması altında giden heyet, Selanik'te büyük bir merasimle karşılandı.
Padişahın Cuma selâmlığı da, Selanik Ayasofyasında gerçekleşti. Aynı gün, çeşitli heyetlerin ziyareti kabul gördü; akşam vakti ise, Mevlevîlerin sema gösterisi izlendi.
* * *
Bu tarihte, Sultan Abdulhamid de Selanik'teki Alatini Köşkünde bulunuyordu.
İttihatçıların şiddetli baskı ve tehditlerine bakın görün ki, aynı yere gelen Sultan Reşad, ağabeyinin ziyaretine gidemiyor. Sadece iki paşasını göndererek ona arz–ı hürmetini bildirmekle yetiniyor ve buradan ayrılarak seyahatine devam ediyor.
Seyahatin Selânik'ten sonraki kısmı trenle ve yine koruma altında yapılıyor. Öyle ki, bir komuta heyetine eşlik eden askerlerle birlikte, bölgede bir ön keşif yapılıyor ve padişah ondan sonra menzil alabiliyor.
Seyahat programı için, ayrıca bir–iki ay öncesinden de geniş bir keşif çalışması yapılmış ve ziyaret programı esaslı bir takvime bağlanmıştı. Bu işte görev alanlardan biri Enver Bey, bir diğeri ise Sadrazam M. Şevket Paşa idi.
* * *
Selanik'ten sonra trenle Üsküp'e giden padişah ve beraberindekiler, burada da büyük bir törenle karşılaştı. Priştine'de Medresnin temelini atan Sultan Reşad, daha sonra Kosova Sahrasına giderek buradaki "Meşhed–i Hüdavendigar" diye tâbir edilen ceddi Sultan Murad–ı Hüdavendigar'ın makamını ziyaret eder.
Kosova ziyareti, yine Cuma gününe tevafuk eder. Kaynakların bildirdiğine göre, burada en az yüz bin kişiyle Cuma namazı kılınır.
İslâm tarihinde "yüzüncü halife" olarak bilinen Sultan Reşad, Rumeli seyahatini tamamladıktan sonra, yine aynı güzergâh üzerinden dönerek, Haziran ayı sonlarında İstanbul'a vasıl olur.
Seyahatin asıl maksadı
Rumeli seyahatinin öncelikli sebebi, Balkanlarda başgösteren sosyal ve siyasî kargaşayı önlemek ve bilhassa isyana kalkışan Arnavutları teskin etmekti. (Arnavutluk'ta 1 Nisan'da isyan hareketleri yaşandı.)
Seyahatin bir başka sebebi ise, Üsküp'te büyük bir İslâm Üniversitesini vücuda getirmekti.
Seyahati organize eden merkez, İttihat ve Terakki Cemiyetiydi. Maksatları, Balkanlar'da patlamaya hazır olan dahilî sıkıntıları kısmen olsun hafifletmek ve bu coğrafyada otuz senedir yaşanan sükûneti yeniden tesis etmekti.
Görünürde, bu maksadın kısmen ve muvakkaten hasıl olduğu söylenebilir. Ancak, bir sene sonra patlak veren Balkan Savaşları gösterdi ki, sükuneti sağlama politikaları çok sığ ve sathi olmuştur.
Nitekim, 1911 yılı ortalarında bu derece büyük bir şaşaa ve nümayiş ile gerçekleştirilen Rumeli Seyahatinin sağlıklı ve kalıcı bir tesir bırakmadığı, 1912 yılı ortalarında kesin sûrette anlaşılmış oldu. Seyahat edilen şehir ve bölgelerin hemen tamamı, bir sene sonra Osmanlı'nın elinden çıkıp gitti.
* * *
Muhtelif mektuplarda bu tarihî seyahata atıflarda bulunan Bediüzzaman Said Nursî, bir eserinde şunları ifade ediyor: "İttihatçılar zamanında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Kosova’ya gittim. O vakit Kosova’da büyük bir İslâmî darülfünun tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem İttihatçılara, hem Sultan Reşad’a dedim ki: 'Şark (Doğu Vilayetlerimiz), böyle bir darülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem–i İslâmın merkezi hükmündedir.' O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan Harbi çıktı. O medrese yeri (Kosova) istilâ edildi." (Emirdağ Lâhikası, s. 402)
* * *
Üstad Bediüzzaman'ın Hutbe–i Şâmiye isimli eserinin ortalarında bahsini ettiği "iki mütefennin muallimle" olan muhaveresi de, işte bu tarihte ve trenle (şimendiferle) yapılan Rumeli seyahati esnasında vuku bulmuştur.
Hatırlayanınız olacaktır, trendeki muallimlerle yapılan sohbetin ana konusu şudur: "Hamiyet–i diniye mi, yoksa hamiyet–i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?"
07.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mü’minler niçin namazda ısrar ederler?
Çünkü, o bir emirdir. Müslümanların hayatında namaz, “olmazsa olmaz”lardandır.
“Mükellefiyet” dediğimiz, sorumluluğun başladığı yaş on beştir. Kadın-erkek kim olursa olsun, bu vazifeye başlamalıdır. Hatta dokuz yaşlarından itibaren de alıştırmak amacı ile namazların başlaması tavsiye edilmiştir.
Evlerde, okullarda, işyerlerinde, karada, havada, nerede ve hangi şart ve şekillerde olursa olsun namaz farzdır.
Aklı yerinde, şuuru yerinde olanlar bu farizayı yerine getirmektedir.
Geçtiğimiz hafta bir okulda öğrencilerin namaz kıldığı mescidi görüntüleyen basın kuruluşları oldu.
Bunu haber yapan muhabire, bu haberi “haber değeri” taşıdığını düşünerek yayına koyan insanlara şaşmamak elde değildir.
Bazı insanlar hangi ülkede yaşadığının farkında değiller veya işlerine öyle geliyor. Namaz hakkının, ibadet hürriyetinin sayısız haklı ve hukuki gerekçeleri vardır. “Niçin namaz kılmıyorsun?” diye bir dayatma olamayacağı gibi, “Niçin namaz kılıyorsun?” diye bir tehdit de olmamalı.
Hukukî açıdan namaz kılan da, kılmayan da aynı ölçüdedir. İslâm’ın beşiği ve buram buram iman kokan bir ülkede namaz kılanlar ne kadar çoğalırsa, emniyet ve asayiş o kadar ahenkli bir hal alır. Bu kabil sansasyonları şiddetle kınıyorum. Toplumun yüzde doksanı da benimle aynı görüştedir biliyorum.
07.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Peygamberimize (asm) nasıl duâ yapalım? |
|
Tire’den Ünal Ziylan:
*“Peygamber Efendimiz’e, (asm) Peygamberlere, evliyalara ve üstadımıza nasıl duâ yapılır?”
İki dünya saadetimize vesile olan, Yaratıcımızı bize tanıtan ve sevdiren, Onun razı olduğu daireyi ve davranış biçimlerini bize gösteren, bizi Yaratıcımız’a kul ve dost yapan, iki cihan serveri, kâinatın efendisi Sevgili Peygamberimize (asm) nasıl dua yapalım? Onun şanı ve yüceliği, Allah’ın rızasına ermişliği, günahlarının olmayışı onun için ne istememize el verir? Diğer enbiya için, enbiyanın evliyası ve asfiyası için de aynı zorluk söz konusu değil mi? Büyükler için ne isteyelim? Hangi şeye ihtiyaçları olabilir?
Bu konularda darlık ve sıkıntımız yok. İbadetlerin içi ve dışı Allah’ın peygamberlerine, peygamberlerin ehline ve ashabına, ümmetine ve evliyasına yapmamız gereken dua örnekleriyle doludur. Mesela ezan okunduğunda ezan duasını yapan, ardından namazını kılan, namaz tesbihatını yapan kimse başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere, diğer peygamberlere, diğer peygamberlerin âline, ehline, ümmetine, evliyasına, bizim Peygamberimizin âline, ehline, ezvacına, ashabına, evliyasına, asfiyasına dua yapmış olur. Peygamberlere yapılan dualardan, feyiz ve bereket tarzında duayı yapan kendisi de istifade eder.
Başta Kur’ân, Hazret-i Peygamber’e (asm) yapılacak dua metni hakkında şöyle ipucu veriyor: “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, ona selâm edin.”1
Kur’ân’dan öğrendiğimize göre, bizim Peygamber Efendimiz için en temel dua cümlemiz, ona salât ve selam etmemizdir. Ka’b İbnu Ucre (ra) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanımıza gelmişti: “Ey Allah’ın Resulü, dedik, sana nasıl selam vereceğimizi öğrendik. Ama sana nasıl salât okuyacağız?” Hazret-i Peygamber (asm) buyurdu ki: “Şöyle söyleyin: “Allahümme salli alâ Muhammed’in ve alâ âl-i Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrahîme ve alâ âli İbrahime inneke hamîdun mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ bârekte alâ İbrahime ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdun mecîd.”2
Mânâsı şöyledir: “Allah’ım! Muhammed’e, pak zevcelerine, kutlu zürriyetine ve ehl-i beytine rahmet kıl, tıpkı İbrahim’e, İbrahim’in kutlu zürriyetine ve ehl-i beytine rahmet kıldığın gibi. Sen Hamid’sin, Mecid’sin. Muhammed’i, pak zevcelerini, kutlu zürriyetini ve ehl-i beytini mübarek kıl, tıpkı İbrahim’i, İbrahim’in kutlu zürriyetini ve ehlini mübarek kıldığın gibi. Sen övülmeye layıksın, şerefi yücesin.”
Diğer bir hadiste yine bir dua örneği olarak, Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Müezzinin ezanını işittiğiniz vakit siz de onun söylediği gibi söyleyiniz. Sonra bana salât ve selâm okuyunuz. Çünkü her kim bana bir salât okursa, bundan dolayı Allah ona on defa rahmet nazarıyla teveccüh buyurur. Sonra Allah’tan benim için vesileyi isteyiniz. Çünkü vesile Cennette bir derecedir ki, o, Allah’ın kullarından yalnız birinden başkasına lâyık olmaz. Benim o olduğumu umuyorum. Her kim benim için Allah’tan vesileyi isterse, ona şefaatim ulaşır.”3
İşte biz de bu nedenle ezan duasında şunu istiyoruz: “Allahümme Rabbe hâzihi’d-da’vete’t-tâmmeti ve’s-selâti’l-kâimeti âti Muhammedeni’l-vesîlete ve’l-fadîlete vedderaceterrafiatel’âliyeh. Ve’b’ashü mekâmem-mahmûdeni’llezî veadtehû.”4
Bu duayı yapan için aynı zamanda kıyamet gününde Peygamber Efendimizin (asm) şefaati ona hak oluyor.
Ezan duası olarak günde beş defa yaptığımız bu duanın manası şöyledir: “Ey bu mükemmel davetin ve namaz kıyamı (duruşu) emrinin sahibi olan Allah’ım! Efendimiz Muhammed’e (asm) vesileyi ve yüksek dereceleri ver. Ve ona, vaad ettiğin Makam-ı Mahmûd’u lütfeyle.”
Keza namaz Tesbihatında da benzer dualar vardır ki, gerek Peygamber Efendimizin (asm), gerekse diğer peygamberlerin ve evliyanın şanına ve yüceliğine uygun cümlelerle ve kelimelerle gelmiştir. Allah dualarımızı ve ibadetlerimiziz kabul buyursun. Âmin.
Dua
Ey duaları kabul eden! Ey çaresizlere çare, umutsuzlara umut, dertlilere derman, acizlere yardımcı, dua edenlere muin olan! Ey tövbeleri kabul eden! Ey istekleri veren! Ey kullarını dua etmeye çağıran ve dualarıyla saygın kılan! Ey bol bol istemeyi veren ve kat kat vermek isteyen! Ey Vehhab-ı Kerim! İsteklerimizi kabul buyur! Dualarımızı geri çevirme! İbadetlerimizi hatalarımızla birlikte makbul say! Şerleri istemekten bizi koru, hayırları istememizi kolaylaştır! Peygamber Efendimize ona vaat ettiğin vesileyi ve yüksek dereceleri lütfeyle! Bizi onun şefaatine erdir! Bizi katında makbul kullarından eyle! Âmin!
Dipnotlar:
1. Ahzab Suresi: 56 2. Buhârî, Daavât 33: Müslim, Salât 66, (406); Ebû Dâvud, Salât 183, (976);Nesâî, Sehv 51, (3, 47); Tirmizî Vitr,20, (483) 3. Müslim, Salât, 11 4. Buhârî, 2/365
07.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Seçim sandığından, geçim derdine |
|
Erkene alınmış milletvekili genel seçimlerinin ‘yaz sıcağı’na denk gelmesinin seçimlerin nasıl etkileyeceği tartışma konusu. Bazılarına göre ‘seçim’ tarihinde büyük çoğunluk ‘tatil’de olacak. Tabii tatil deyince sadece deniz kenarları anlaşılmamalı. Şehirleriniz göç alarak büyüdüğü için, bu nüfus, yaz aylarından köylerine gider, tarlasında çalışarak tatil yapar.
Bu durum, seçimlere katılan seçmen sayısı bakımından olumsuz olduğu ortada. Elbette, ‘vatandaşlık görevi’ gereği sırf oyunu kullanmak için şehirler arası seyahatler olacak. Ancak maddî imkânsızlık sebebiyle ‘oy turizmi’ne katılmayan seçmenlerin de varlığı ortada.
Turizm firmaları, bu hareketlilikten pay kapmanın peşinde. Seçim tarihi yaklaştıkça imkânı olan bazı siyasî partilerin ‘sandık turu’ düzenlemesi de muhtemel. Bütün bunlar, bir vak’ayı daha gündeme taşıdı: Türkiye’nin yüzde kaçı gerçek anlamda ‘tatil’ yapabiliyor?
Elbette asıl ‘tatil’ farklı bir iş yapmak; eş, dost ve akrabayı ziyaret etmektir. Ama ‘farklı yerleri gezip görme’ anlamındaki ‘tatil’ de ancak maddî imkânlarla mümkün. Ay başını getirmekte zorlanan büyük çoğunluk için böyle bir tatil mümkün görülmüyor. Tatil için yurt dışına gitmek bir yana, komşu illerimizi dahi göremeyen, böyle bir ‘tatil’in bile kendileri için ‘lüks’ olan milyonlarca aile yok mu? Bir adım daha ilerisi için şunu söylemek dahi mümkün: Maddî imkânsızlık sebebiyle, bayramlarda dahi eş, dost ve akrabayı ziyaret edemeyen milyonlar yok mu?
Türkiye’yi idare edenler; “Yaz sıcağında seçim olur mu?” konusunu tartışırken, keşke bu konulara da çare arayabilse...
*
‘Dış basın’ı aratmayan ‘iç basın’
Ülkemizde ‘ihtilaller zinciri’ni başlatan 27 Mayıs 1960’ın üzerinden 47 yıl geçti. İhtilal şartları ile ilgili olarak her geçen yıl yeni bilgiler açıklanıyor. Merhum Başbakan Adnan Menderes’i avukatlarından Burhan Apaydın da bazı yeni bilgileri kamuoyu ile paylaşmış.
Ünlü avukata göre, ‘yabancı’ gazetelerde yapılan yorumlar idamlar için gerekçe oluşturmuş. Bu duruma itiraz eden Apaydın, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nın ‘Yassıada’ kararlarını iptal etmesini istiyor. İdamlara karar veren “Yüksek Adalet Divanı”nın gerekçeli kararından hatırlatmalar da yapan Apaydın, idamlara gerekçe yapılan “Tahkikat Komisyonu”nun da ihtilalden bir gün önce zaten lağvedildiğini, ihtilalin ve idamların hiç bir gerekçesinin kalmadığını hatırlatıyor. (Yeni Aktüel, 24-30 Mayıs 2007)
“Gerekçeli karar”da aktarılan ‘dış basın’ yorumları ile ‘iç basın’ın haber ve yorumları kıyaslanacak olsa, ‘iç basın’ın ‘dış basın’ı aratmayacağı da kolaylıkla anlaşılır. “Yüksek Adalet Divanı” her halde ‘ayıp’ olmasın diye ‘iç basın’dan değil de ‘dış basın’dan ‘delil’ler aramış!
Geçmiş ihtilallerde imtihanı kaybeden medyanın, ‘hata’larından ders çıkararak; bundan sonraki muhtemel müdahalelerde imtihanı kazanması en büyük dileğimiz...
07.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
AB’nin önemi ve Ankara Kriterleri |
|
Memleketimizden uzakta, son siyasî gelişmeleri uydu aracılığı ile izlemeye çalışıyorum. Deniz sakin olursa ne alâ, yoksa TV görüntüsü sık sık kesiliyor.
Anayasa Mahkemesi tarihe geçecek bir karar alarak cumhurbaşkanlığı seçimi için 367 ile toplanılması gerektiğine karar verdi. Azınlığın tahakkümüne yol açacak böylesine bir karar, ancak bizim gibi ülkelerde olabilirdi zaten. Biz de Ankara Kriterleri’nin neler olduğunu daha iyi görmüş olduk. Bu yazımızda kararın sonuçlarına ve hükümetin tutumuna bir parça değinmek istiyorum.
Ülkemizde demokratikleşme çabaları çok eski tarihlere dayanmakla birlikte, çok kuvvetli asker ve bürokrat engeli nedeniyle daima yavaş olarak gelişmiştir. Hâkim güç olma pozisyonlarının akamete uğramasından korkan antidemokratik güçler, çoğunlukla askerleri kışkırtarak amaçlarına ulaşabilmişlerdi. Fakat darbe yönteminin hoş karşılanmadığı günümüzde, bu sefer yargı kurumlarını etkileyerek demokrasinin gelişmesine engel olmaya çalışmaktadırlar.
Vaktiyle benzeri engellemelerle tanışmıştık. Zira AP iktidarına mensup bir milletvekili şöyle demişti. “Kırat şahlanmasına şahlanacak da şu taylar olamasa” taylardan kastettiği Danıştay ve Yargıtay gibi kurumlardı.
Demek ki cumhurbaşkanı seçiminde Meclisimizin başına gelen olay bir ilk değil. Daha önce de böyle engellemelerle karşılaşmışız. O halde çıkarılması gereken derslerden en önemlisi AB’ye katılma girişimlerinin yavaşlamaması gerektiğidir.
Başbakanımız, gerekirse “Ankara Kriterleri der yolumuza devam ederiz” diyerek AB’nin ekonomik ve siyasî kriterlerine karşı olumsuz bir tavır almakla büyük bir hata yapmıştı. Hâlbuki hükümet ilk dönemindeki gibi AB’ye girme yolundaki kararlı tutumunu devam ettirseydi, bugün başımıza gelen krizler çıkmayabilirdi.
Son gelişmelerin ortaya çıkardığı güzel ve kötü sonuçlar var. Öncelikle “Meclisin bloke edilmesine” rağmen ekonominin allak bullak olmaması güzel bir şey. Daha önce küçücük krizlerde bile yer yerinden oynar, döviz fırlar, işyerleri kapanırdı. Ekonomimiz çok az etkilendi.
Kötü sonuç ise, devlet gücünü elinde tutan hâkim güçlerin “ne pahasına olursa olsun savaşarak çekileceklerini” belli etmeleri. En olmadık krizleri çıkarmak bu zevat tarafından ayıp karşılanmıyor. Bu gün 367 olmazsa olmaz diyenler, yarın hiç olmadık cinliklerle karşımıza çıkmaktan çekinmeyeceklerdir.
Napolyon, “Bana öyle bir kelime söyle ki seni onunla idam edeyim” diyerek, tahakküm siyasetinin ne derece acımasız olduğunu ifade etmişti. Şimdi adeta, “buluttan nem kaptım” diyerek seçimler engellenmeye, Meclis kilitlenmeye çalışılıyor. Demek ki demokrasiye kavuşabilmek için daha çok çalışmamız lâzım.
Hükümetimiz ne yazık ki, çok söz söyleyip az iş yapmaktadır. Halbuki az söz söyleyip çok iş yapmış olsa halkımız kendilerinden memnun olacaktı. Örneğin eğitimle ilgili başörtüsü ile ilgili o kadar çok söz söylediler ki… Sonunda fincancı katırları ürktü. Başörtüsü ile eğitim başta olmak üzere hak ve özgürlükler konusunda hep geri adım atıldı. Ne diyeyim, bu sonucun çıkacağını göremediği halde iyi bir politikacı gibi görünmeye çalışan bu kişiler, halkın karşısına hangi yüz ile çıkacaklar merak ediyorum doğrusu…
07.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|