|
|
Nimetullah AKAY |
Mezarda biten arkadaşlıklar |
|
Biz insanların en çok aldandığı durumlar dünyanın geçici güzellikleridir. Dünyaya yönelik bir menfaat söz konusu olduğu zaman hemen harekete geçer, bütün enerjimizi bu dünyalığı kazanmak için harcarız. İşte imtihanımızın en şiddetli yönü budur.
Dünyayı sevmek, dünyada ebedî kalacakmışız vehmine kapılmak, dünyanın makam ve mevkilerine dört elle sarılmak ve bütün bunların neticesinde olabildiğince ölümü ve ölümden sonraki hayatı unutmak bizim en büyük handikapımızdır.
Oysa bizler dünya hayatının bir oyun ve oyuncaktan ibaret olduğunu bilmekteyiz. “Mal da yalan, mülk de yalan. Var biraz da sen oyalan” şeklindeki Yunusvarî ifadeler, dünyanın ve dünyevî değerlerin gerçek mahiyetini güzel bir şekilde ortaya koymaktadır. Buna rağmen yalanların peşinden gitmek, doğrularla yüzleşmekten kaçınmak ne kadar büyük kayıptır...
Dünyaya yanaştıkça, dünyaya değer verdikçe hayatımızın çekilmez hale geldiğini çok iyi bildiğimiz halde, kendimizi insanı rahatlatan Allah’ın varlığı duygusuna yaklaştırma haletlerimiz oldukça az olmaktadır. Zihnimizi körelten kirli bilgiler, kafamızı aydınlatacak İlâhî aydınlıklardan bizi mahrum bırakmaktadır.
Böyle delice dünyaya bağlanmalar bütün problemlerimizin başıdır. Bir şeye olduğundan fazla değer verirsek, onu değersizleştirir, kendimize de yazık etmiş oluruz. Neye ne kadar değer vermemiz gerektiği noktasındaki hesaplamalarımız yetersiz bir seyir takip etmektedir ne yazık ki...
Öyle görünüyor ki hesap ilminden sınıfta kalacağız. Çünkü hesabı kullanmamız gereken yerleri ihmal etmekte, hesap ilminin bir değer ifade etmediği alanlarda at koşturmaktayız.
Bütün ihtişamına rağmen dünya hayatının neticede bir yerde son bulacağını biliyoruz. Bu insanın başını döndüren parıltıların neticesinde karanlıkların var olduğunu da biliyoruz.
Ebedî yaşama duygumuzun bu dünya hayatına yönelik değerler tarafından tatmin edilemeyeceğini de gayet iyi bilmekteyiz. Bütün bunları biliyoruz, ama yine de kendimizi dünyanın cazibesinden kurtaramıyoruz.
Aslında acınacak çok hallerimiz vardır. Boşuna yaşanan ve ebedî hayata yönelik bir kazanımı olmayan her anımız zaman israfı sınırları içinde değerlendirilebilir. Fakir, yoksul olanların israfçı davranması nasıl acınacak durumda olan bir insan manzarasını ortaya koyuyorsa, aynen bunun gibi bir saniyesi bile boş geçirilmemesi gereken zaman emanetini boşa harcamak ondan çok daha fazla acınacak bir duruma insanı sokar.
Boşa geçen ve ebedî hayat için değerlendirilmeyen her ânımız büyük kayıptır. Hele ebedî hayatın kazanılması için harcanmayan zamanın tersi bir kullanımla emanet sahibinin rızası dışında kullanılması çok daha büyük bir kayıptır. Hem elindeki malı ticaret için kullanmamak, hem de bu malın ebedî şekavete sürükletecek bir yolda harcamak adeta bir cinayettir insanoğlu için.
Dünyevî değerlerin fitnelere azamî bir oranda sebep olduğu bir zamanın insanı olmak kolay değildir. “Dünyayı kesben değil kalben terk etmek” ekseninde hayatı sürdürmek büyük bir insanî çabayı gerektirmektedir. Burada durup düşünmemiz ve bu gerçekleri hayatımıza geçirip geçirmediğimizi gözden geçirmemiz gerekmektedir.
Dünyaya çalışırken bile, Rabb-i Rahim’i unutmamakla, Resûl-i Ekrem’in (asm) aydınlık âlemlere götüren izini takip etmekle dünyanın gerçek anlamını hayatımıza geçirilebiliriz. Yoksa hem dünyada, hem de ahirette zararda olmaktan insanın kendini kurtarması oldukça zor olacaktır.
Dünyanın zahiren çok parlak ve çekici görünen, ama aslında sonları karanlık olan değerleri yerine, bizler sonsuz bir âlemde huzur kazandıracak değerlere ulaşmadığımıza yanalım. Dünyanın bütün ihtişamı ancak mezara kadar insana arkadaşlık edebilir. Halbuki bizler gayet iyi biliyoruz ki, asıl olan mezardan sonraki yolumuzu aydınlatacak arkadaşlıklar ve özlemlerdir.
05.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Akhisar hilâli |
|
Adını yazdırdı Akhisar’a, Akhisar adıyla anılır oldu… Hisar’da Hilâl guruba gitti… Ebedî iklime uzanan ruhu, bâkî bir hizmetin izlerini bıraktı geride; Hıfz-ı Kur’ân.
Yüzlerce hafız, binlerce Kur’ân okuyan yetişti Hilaliye Kur’ân kursundan… “Ay ışığı” Hilâliye kapısından geçti Nur bahçesine… Böyle kim bilir kaç bin kişi geçti o kapıdan… O kapı kıyamete kadar ışıyacak inşaallah.
79’da garajın karşısında Medrese-i Nuriye’de kalmıştım… Anarşinin bol, Akhisar’ın “küçük Moskova” diye anıldığı yıllar… Birbirimize ‘Bugün sen kime, ne anlattın?’ diye sorduğumuz günler… Dünyanın bize gülmediği, bizim dünyaya dönüp bakmadığımız, hizmetle yandığımız zamanlar… Sıcak samimi dersler, muhabbet ve uhuvvetle kaynaştığımız, şevkle coştuğumuz demler…
Zamanın hükümeti sömestr tatilini 45 güne çıkarmıştı, biz ise Nur mektebinde okumayı tatil etmemiştik; geniş salonda 5–6 kişilik gruplara bölünmüş Nur kitapları sıra ile okuyorduk… İkindiden sonrası müzakere havasında geçerdi; Hocamıza sorular sorar, o da bize sorardı. Ağzından bal değil Nur akardı; saatlerce ders yapsa ne dinlemekten yorulurdunuz, ne de uykunuz gelirdi… “Âlim-i mürşid koyun olmalı kuş olmamalı, zira koyun yavrusuna süt, kuş kay verir”deki mürşid bir âlimdi çünkü…
Âlim edası vardı şahin halinde… Cemâlî ve Celâlî birliktelik okunurdu yüzünden… Durmak ve dinlenmek bilmeden, engellere takılmadan Kur’ân hizmetini hep ileri taşıdı; ne 12 Eylül, ne de 28 Şubat hizmeti inkıtaa uğrattı. En son özel bir lise açmıştı, hafız olanı bu lisede bedava okutuyordu.
Her yıl yapılan hafızlık cemiyeti, Akhisar için manevî bir ziyafetti; bölgeden, Anadolu’dan gelen ziyaretçiler Hilâliye’de Haliliye mesleğiyle buluşurdu… En son vefatından bir iki gün önce icazet alan 32 hafız, hayatının son meyvesiydi…
Vasiyeti Hilâliye’nin sahip çıkılması, Kur’ân hıfzı hizmetinin devam etmesi… Âhir zamanın dehşetli fitnelerinde Kur’ân kalplerden sökülmek istenirken böylesi bir hizmette bulunmak gerçekten çok ulvî bir dâvâ adamlığının şiârı… 60’lı yıllarda yaktığı meşalenin kıyamete kadar yanması için hepimizin yapacağı katkılar var.
Bir Hilâlin gurubu, bin Hilâl olarak doğmalı yeni günde… Karanlığın katmerleştiği, kalplerin kesafet kapladığı günlerde kabımıza çekilip oturamayız elbette… Akhisar’da ve yeni hisarlarda hizmet bayrağını dalgalandırmak; yeni Şahin’lerin görevi… “Kur’ân yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, cenneti de istemem” diyen Kur’ân hizmetkârı peşinden gidenlerin her biri, bir Hilâl gibi doğmalı bulunduğu beldede…
Şahin Yılmaz hoca hizmet için yandı, Akhisar’ı bir hilâl gibi aydınlattı… Uzak Hisarlar o ışığa koştu, şimdi sıra ışıksız Hisar kalmaması için çalışmakta… Yılmadan, yorulmadan yürümek Kur’ân’a hizmet yolunda, sonu sonsuzluğa varıncaya dek…
Kabrin Kur’ân nuruyla dolsun, Arşın gölgesinde duranlardan, sırattan geçip cemâlullahla müşerref olanlardan ve bize de şefaat edenlerden olasın hocam.
05.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Hafıza kaybı |
|
Yer: Polonya.
Jan Grzebski adında bir demiryolu işçisi bundan 19 yıl önce bir trenin çarpması sonucu komaya girdi.
Tarih, Polonya’nın Komünizm rejimle yönetildiğini yazıyordu.
Ve ülkesi Avrupa Birliği’ne üye değildi.
O zaman dört çocuğu vardı.
Grzebski uyandı. Komadan çıktıktan birkaç gün sonra konuşmaya başladı. Artık el ve ayak parmaklarını da hareket ettirebiliyordu.
Kendine geldiğinde, 11 tane torunu olduğunu öğrendi.
Sonra:
Polonya, Komünizmi bir kenara bırakmış... Hatta Avrupa Birliği’ne bile girmiş şekilde buldu.
Siz 63 yaşındaki Jan Grzebski’nin sevincini hayal edebiliyor musunuz?
Peki 19 yıl önce Türkiye nasıldı?
Türkiye’de o zaman da “irtica” paranoyası var... Çünkü TÜSİAD Özal hükümetini “irtica” ile uyarıyor.
ANAP iktidarda. Gündem: Zam, PKK ve irtica! Ve dahi: Referandum.
Sırasıyla “erken seçim” kararı. Dönemin ifadesiyle, baskın seçim!
-ANAP Kongresi’nde bir saldırgan Özal’a tabanca ile ateş ediyor. Provokasyon o dönemde de var.
Yani, Grzebski gibi biri Türkiye’de kazayla şuurunu kaybetmiş ve bugün uyanmış olsa şaşırır mıydı dersiniz?
Halen;
Avrupa Birliği’ne giremedik.
Halen;
Darbe ve onun uzantıları olan “süreç” devam ediyor.
Halen;
Demokrasi tam oturmamış.
Halen;
YÖK dimdik ayakta, hatta “kız çocukların” bile okumasını istemiyor.”
Dolayısıyla bizim “hafıza kaybı” diye bir problemimiz yok! Yerimizde sayıyoruz.
Ancak;
Toplumsal bilinç kaybı yaşadığımız bir vak’a.
DOKTORLAR
Doktorlar (Show TV) dizisinin önceleri “Emergeny” yani “Acil Servis” dizisinden “arak”landığını sanıyordum.
Yanılmışım.
Fox TV’de Amerikan patentli bir doktor dizisi olan “Grey’s Anatomy”i izlerken, sahnelerin neredeyse birebir olduğunu gördüm. Karakterler bile aynı.
Senaryoyu yazan aklıevveller, “intihal” ederken biraz daha kamufle etmeli. Değil mi ama?
TRT GÖZÜYLE TOKAT
TRT-int’de “Geziyorum” köşesinde geziniyorum.
Anadolu’nun sevimli bir ilini Tokat’ı gösteriyor... İzlerken biraz hasret giderelim diyoruz.
Ama o ne?
Sunucumuz Tokat’ın şarap üreticisiyle konuşuyor. TRT sunucusunun Tokat’ın kültürel değerlerinden çok, şarap üreticinin şarabı ile ilgilenmesi hayli ilginç.
Üretici diyor ki:
“Şarap kesinlikle sofrada bulunmalı. Çünkü sıradan alkollü bir içecek değil. Elbette, fazlası zarar. Ama yemeğin de fazlası zarar değil mi?”
Bravo, ne mantık ama!
Bu kafaya göre, güneş de faydalı, ama “fazla”sı zarar!
Oksijen de faydalı, ama “fazla”sı ölüme götürür.
TRT sunucusu şarap üreticisiyle yaptığı söyleşiyi uzun uzun verirken, Tokat’ın çok gezilen “Ballıca” mağarasına az yer verdi. Öyle ki, girdi ve çıktı.
TRT sunucuları söyleşi yapacak kişileri özenle seçse hiç fena olmaz. Gezi programlarında o bölgenin kültürel ve tarihî dokusunu yansıtsa kıyamet mi kopardı?
05.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
“Şevkiniz hiç bozulmasın” |
|
İman, Kur’ân, İslâm için kolları sıvamış hizmet ehlini büyük, yüce ve kudsî hizmetler bekliyor. Omuzuna ihsan-ı İlâhî tarafından konulan, hakka hizmete müyesser olmuş o hizmet fedâileri taşıdıkları emanetin verdiği şeref, hazinenin manevî ağırlığı ölçüsünde aşk ve şevk içinde hareket ederler.
Şevk, vazgeçemeyecekleri binekleridir onların. Himmetlerini şevke bindirip mübareze-i hayat meydanına atıldıklarında ne kadar güçlü, büyük engeller çıkarsa çıksın hizmetin kudsiyeti sebebiyle bunları bir bir aşarlar. Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa, şevkleri hiç bozulmaz, hiç teessüf etmezler. Zira kâinatı nağmeleriyle raksa getiren hakikatlerin esrarını titreten İlâhî musıkî hiç durmamakta, mütemadiyen güm güm etmektedir.1
En büyük örnek ve rehberdir Resûl-i Ekrem (asm) onlar için. Görevleri sadece tebliğdir. Kabul ettirmek ise Allah’a aittir. İnsanlar dinlemedikçe ümitlerini yitirmez, şevklerini kırmaz, aksine daha çok gayrete gelir, olumsuzluklara rağmen olumlu hareketlerine devam ederler.
Bilirler ki hizmetin büyüklük ve yüceliği gayrete getirmeye yeter onları. Onlar, “Amellerin en hayırlısı en zor olanıdır” sırrınca şartlar zorlaştıkça hizmetlerini arttırır, daha çok çalışırlar.
“Acaba ben doğru yolda mıyım? Söz ve davranışlarım hizmet esas ve prensiplerine uyuyor mu?” diye kendi kendilerine sordukları sorulara verdikleri olumlu cevap yılmadan, bıkmadan, usanmadan hizmete sevk eder onları. Bilirler ki, kendileri doğru yolda olduktan sonra yoldan çıkanların yanlışları onları bağlamaz, ayak bağı olmaz, şevklerini kırmaz.
Tembellik zindanına düşeren iç içe girmiş engelleri bir bir aşar; çalışma, gayret ve faaliyetin zevkiyle hareket ederler.
Onlar “Burası hizmet mahallidir. Rahata çekilme yeri değildir. Ücret öbür âlemde verilecektir” der; zorlukları, meşakketleri şevkle omuzlar, rahatı meşakkatte arar, rahatın zahmetle geleceğine inanırlar. “Yoksa, sizden evvelkilerin başlarına gelenler, sizin de başınıza gelmeden Cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle sıkıntılar ve musibetler erişti, öyle sarsıntılara uğradılar ki, onlara gönderilen peygamber ve yanındaki mü’minler ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek hâle geldiler. Haberiniz olsun, Allah’ın yardımı yakındır”2 âyeti gereği çile çekmeden nimetin, rahmetin, yardımın gelmeyeceğini bilir, hizmet adına her türlü sıkıntıyı göğüslerler.
Şu fanî dünyada emsalsiz bir Cenneti kazanma adına hangi sıkıntı, çile çekilmez ki?
Dipnotlar:
1- Münazarat, s. 46.
2- Bakara Sûresi: 214.
05.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
AKP demokrat mı? |
|
Siyaset dünyasındaki müfsitlere aldanmamalı, her sözü, hareketi mihenge, ölçüye vurmalı: “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez, daima sûret-i haktan görünür, yâhut bâtkılı hak görür... Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Çok silik söz ticarette geziyor... Her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz.”1
Gerçekten, nefsi adına, maddî-mânevî bir çıkar peşinde olmayıp, hasbî olarak, sırf Allah rızası, Kur’ân, Sünnet ve İslâm’a hizmet etmek isteyen bu asrın imamının ortaya koyduğu “siyasî ölçülere” uymaya çalışmalıdır. Çünkü, artık vicdânen de biliyoruz ki, bu ölçüler, Kur’ân’dan süzülmüş, Sünnet’ten istihraç edilmişlerdir. Şimdiye kadar, bu ölçüler haricinde bir yol takip eden “Siyasal İslâm”, cevab-ı red aldı. Siyasetle hiçbir meselede ilerleme sağlayamadığı gibi, hem kendisi kaybetti; hem o güne kadar alınmış olan mesafeye sekte vurdurdu, hem dâvâya büyük zarar verdirdi.
AKP demokrat değil mi, merkez sağın yerine oturabilir mi?
Bunu anlamak artık zor değildir. Zira, dört buçuk yıllık bir uygulama herkesin gözü önündedir.
AKP lideri ve kurmayları, 2002’lere kadar, “Demokrasi küfür rejimidir, referansımız İslâmdır, şeriatı getireceğiz, AB’ye düşmanız—‘28 Şubat’a kadar düşmandım’—diye yoğrula, pişe geldi. Ve, “Değiştik, muhafazakâr demokratız, referansımız din değildir, gayemiz AB’ye girmektir!” söylemlerini sık sık tekrarladılar.
Herhalde demokratlık veya herhangi bir görüş, boyacı küpü değil ki, batır öyle olsun, batır şöyle olsun! Doğrusunu isterseniz şahsen, AKP lider ve kurmay kadrosunun bazılarının samimi olarak değiştiklerine inanıyorum. Ancak, ne kadar özümsediler, benimsediler? Dört buçuk yıllık icraat, bunu ortaya koymuyor mu? Buna göre demokratlaştıklarını söylemek güç! Ayrıca, AKP’nin omurgasını sürükleyen kitle ‘millî görüş’ değil midir?
Sn. Erdoğan, sosyal demokratlardan da bazılarını alarak, Özal gibi dört eğilimi birleştirerek sağın yerine oturduğunu iddia ediyor! Bu yol da çıkmazdır. Daha önceki yazılarımızda ifade ettik ki, Bediüzzaman ‘dört eğilimci’ değil. Hürriyetin imanın özelliği olduğunu, insanlığın ‘serbestiyet ve malikiyet’ devrine gireceğini sosyolojik olarak yüz sene önce tesbit etmiş. Dolayısıyla Demokratların desteklenmesini öngörmüştür.
Ayrıca, Özal modeli sıfırı tüketmiş ve ANAP bitip tükenme noktasına gelmiştir. Üstelik AKP’den daha özel şartların ürünü idi. AKP de, büyük çapta Erdoğan ismiyle ayakta durduğuna göre (AKP’lilerin çoğu, Erdoğan’a “Cumhurbaşkanı olursan parti dağılır!” diyerek bunu tescillemiş), iktidarı zayıfladıkça ve iktidardan düşünce ANAP’tan daha kısa bir zamanda dağılıp gitmeyecek mi? Özde demokrat olmadığı için dağılmayacak mı? Bir ölçü daha: Demokrat olmak, iktidar ve muktedir olmak ayrıdır; demokrat olduğunu söylemek ayrıdır. Ve iktidar olmak ayrıdır, muktedir olmak ayrıdır. Gerçek, muktedir demokratlar varken (yaptıkları, muktedir olduklarının teminatıdır), neden demokratlığı sonradan görme, tam özümsemeyen ve muktedir olmayanı (AKP’nin yapamadıkları da, bunun teminatıdır) tercih edilsin ki!
Dipnot: 1- Münâzarât, s. 49.
05.06.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Siyasette savrulma günleri |
|
Genel seçim takvimi işlemeye başladığı andan itibaren, siyaset sahnesinde aniden bir hareketlilik başgösterir.
Takvim ilerledikçe ve zaman daraldıkça, bu hareketlilik de ivme kazanır.
Hele hele, partilerin aday adayı olacakların kesin listesi hazırlanmaya başlandığında, yer yer sarsıntılar meydana gelir.
Kesin listeler YSK'ya bildirildiğinde ise, özellikle büyük partilerin içinde küçük küçük kıyametler kopar.
İşte bugün, öyle bir gündür.
Meclis'e girme şansı olan partilerde, şiddetli sarsıntılar yaşanıyor.
Meclis'e girebilmek büyük bir avantaj iken, parti içi kavgalar, aynı partiler için büyük bir dezavantajı netice veriyor.
Gürültü, patırdı, çalkantı, kavga, didişme, çekişme... hangi partinin iç bünyesinde daha fazla görünüyorsa, vatandaşın/seçmenin teveccühü de ona göre gerilemeye başlıyor.
Zira, seçmen vatandaş şöyle düşünür: Bunlar kendi aralarında bir uyum sağlayamıyorsa, ülkenin idaresini uyum içinde nasıl sağlayacaklar.
Esasında, vatandaş ekseriyetinin kendine mahsus birer siyasî eğilimi vardır. Bunlar, şahıslardan ziyade partinin ana temayülü istikametinde tercihini belirler.
Ancak, aday isimlerinin de seçmen vatandaşın tercihi üzerinde önemli bir tesir meydana getirdiği açıktır. Yani, şahıslar sebebiyle, parti ve tercih değiştiren pekçok insanımız var.
Ne var ki, üst parti yönetim kadroları, bu hususları ne kadar dikkate almaya çalışsalar da, kesin listeleri belirleme esnasında haddinden fazla zorlanırlar. Adeta, ne yaparlarsa yapsınlar, illa ki birilerini küstürecek, darıltacaklar.
Küskünlük ve dargınlıklar ise, çoğu zaman partilerden istifaları ve kopmaları netice veriyor...
İşte bugün de, öyle bir gündür.
Kesin listeler YSK'ya verildi ve tahmin edildiği gibi çeşitli ölçekteki sarsıntılar birbiri ardınca yaşanmaya başlandı.
Şu an için ortalık adeta toz duman. Siyaset sahnesinde müthiş bir savrulma hali yaşanıyor. Koca çınarlar devriliyor. Kimilerinin ise, kolu kanadı kırılıyor, çok yakın gördüğü fırsatı kaçırıyor ve arayerde eli böğründe kala kalıyor.
Kimi şaşkın bir vaziyette, kimileri ise şokta adeta...
Ne yapalım ki, "menfaat üzere dönen" siyasetin çarkı şimdilik böyle işliyor.
Yine de, şaşkınlık ve belirsizliğin bir müddet daha devam edeceği ve ancak son birkaç hafta içinde durulmanın, netleşmenin hasıl olacağı tahmin ediliyor.
GÜNÜN TARİHİ 5 Haziran 1964
Dehşet günlerinin Gümüşpala'sı
Adalet Partisi Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala, İstanbul'da geçirdiği kalp krizi neticesi hayatını kaybetti.
Gümüşpala, 27 Mayıs İhtilâli (1960) sonrasında kapatılan Demokrat Partinin devamı mahiyetinde 11 Şubat 1961'de kurulan Adalet Partisinin ilk genel başkanıydı.
Emekli Orgeneral olan Gümüşpala, aynı yıl içinde yapılan genel seçimlerde parlamentoya girdi. Partisi ikinci sırayı aldı. (Senato'da ise ilk sıraya yükseldi.)
Meclis'te hiçbir partinin tek başına iktidar olacak sayıya ulaşamaması sebebiyle, AP–CHP arasında bir koalisyon hükümeti kuruldu.
Gümüşpala, hükümette görev almayarak partisinin başında durdu. 1964'te vefat etmesi üzerine, AP olağanüstü kongresi yapıldı ve yeni genel başkan seçimi yapıldı. Kongredeki oylamayı, Sadettin Bilgiç'le yarışan Süleyman Demirel kazandı.
Gümüşpala'nın kısa biyografisi
1897'de Edirne'de doğan Gümüşpala, Kuleli Askeri Lisesinde öğrenciyken I. Dünya Savaşına katıldı ve yaralanarak İngilizlere esir düştü. İki yıl sonra serbest bırakılınca derhal Anadolu'ya geçti ve Kuvayı Milliye saflarında İstiklâl Harbine katıldı.
Takım ve bölük komutanlığı görevlerinde bulundu. 1931'de girdiği Harp Akademisini 1934 yılında bitirerek Kurmay oldu. Çeşitli karargâh ve birliklerde görev yaptıktan sonra, 1948'de Tuğgeneral, 1951'de Tümgeneral, 1955'de Korgeneral ve 1959'da ise Orgeneralliğe yükseldi.
Orgeneral rütbesinde 3. Ordu Komutanı iken, 6 Haziran 1960 tarihinde Genelkurmay Başkanlığına atandı. 2 Ağustos 1960'ta bu görevde bulunduğu esnada emekliye sevk edildi.
Darbeci, cuntacı kafalarla anlaşamayan ve uyuşamayan Gümüşpala, Genelkurmay Başkanlığı makamında ancak iki ay kadar kalabildi.
Ardından siyasete girdi ve darbecilerin hışmına, gazabına uğrayan partinin misyonunu üstlendi. Gümüşpala, bu görevde iken vefat etti. Merhumun mezarı Zincirlikuyu'da.
05.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Namazda ve duâda Fatiha Sûresi |
|
Niğde’den Bilal Namlı: “1- Cemaatle kıldığımız namazlarda imam efendinin fatiha ve zamm-ı sûreleri okuması cemaatin üzerinden bu yükümlülüğü kaldırıyor. Yani cemaatin kıraat rüknünü yerine getirmiş sayılıyor. Bu sûreleri okumak farz olduğu halde imama tabi olmakla bu farz Hanefi mezhebine göre ortadan kalkmış oluyor, ya da okunmasa da oluyor. Peki, Sübhaneke, Ettahıyyatü, Salli ve Barik, Rabbena duaları okunması gerekiyor. Farzlar okunmayınca bunların haydi haydi okunmaması gerekmez mi? 2- İmam dıştan okuduğunda takip ediliyor ama içten okuduğunda bir boşluk oluyor. Şafi mezhebine göre fatihanın okunması farzdır. Hanefilerde de okunması veya okunmaması hakkında sorular yöneltiliyor. Bu konuları açıklar mısınız?”
1- “Fâtihatü’l-Kitâbı okumayan kimsenin namazı olmaz”1 buyuran Peygamber Efendimiz (asm), diğer bir hadislerinde “İmamı olan kişi için, imamının kıraati kendisinin de kıraatidir”2 buyurmuştur.
Namazda farz olan kıraat, kıyam halinde (ayakta iken) bir miktar Kur’ân-ı Kerim okumaktır. Yani Fatiha ve zamm-ı sûre okumaktır. Bu okunmadığında namaz olmuyor. Bu açıdan hüküm de buna göre binâ ediliyor. Yani namazın omurgası farz okuyuşlar olduğundan, hüküm de farz okuyuşlar üzerine kurulmuştur. Namazda Sübhaneke, Salli ve Barik, Rabbenâ dualarını okumak farz değil, sünnettir. Ettahıyyatü okumak ise vaciptir. Sünnet ve vacip olan duâları okumamakla namazın sevabı eksik olmakla beraber, namazın sıhhati zarar görmez. Yani namaz yine namazdır. Fakat farz okuma olan ayaktaki Kur’ân okuyuşu yapılmadığında namaz, namaz olmuyor.
Başka bir ifadeyle, namazı bir binaya benzetirsek; bu binanın kıraat (okuyuş) bakımından ana sütunları Fatiha Sûresi ve Zamm-ı Sûredir. Bu binanın duvarları ise sünnet veya vacip olan duâ, zikir ve tesbihlerdir. Ana sütunlar olmadığında bina olmaz, yıkılır. Ama duvar olmadığında binanın iskeleti ana sütunlar üzerinde devam eder.
Bu durumda; cemaatle kılınan namazlarda namaz binasının ana sütunu için imamın kıraati yeterli oluyor. Ama herkes kendi duvarını kendisi çekecek. Yani sünnet ve vacip okuyuşlarını herkes kendisi yapacak. Yani imam, cemaat adına farz okuyuşları yapıyor; sünnet ve vacip okuyuşları, zikirleri ve tesbihleri cemaat kendisi (bildiği kadar) yapıyor. Yine bu durumda imamet, farzlar için, yani ana direkler için teşkil edilmiş oluyor. (Zaten sünnet namazları tek tek kılmamızın, ama cemaati farz namazlar için teşkil etmemizin hikmeti de budur.)
Öte yandan hiçbir okuyuş bilmese de, namaz kılma niyetiyle imama uyan ve hiçbir şey okumadan imamla birlikte eğilip kalkan bir kimse, Hanefi mezhebine göre namazını eksiksiz kılmış oluyor. Çünkü bu mezhebe göre farz okuyuştan cemaat muaftır. Diğer okuyuşları ise bilmediğinden özürlü sayılır ve okumaması (öğreninceye kadar) namazına zarar vermez. Bu durum ayrıca, namaza yeni başlayanlar için büyük bir kolaylık ve rahmettir.
2-İmam dıştan okuduğunda cemaatin okuması mekruhtur. Ama imam içten okuduğunda, içten cemaatin de okumasında (mecburiyet olmamakla beraber) bir sakınca yoktur. Fakat imam içten okurken cemaatin susması durumunu boşluk olarak görmemek lâzım. Çünkü bu bir ibadet duruşudur, bir kıyamdır, hüküm böyle gelmiştir. Bu esnada cemaat Allah’ın huzurunda istikametli ve makbul bir duruş sergilediğini düşünür ve tefekkür eder.
***
İsimsiz okuyucumuz:
*“Duâdan sonra el fatiha demenin kısaca anlamı ne demektir?”
Fatiha sözlükte açış demektir. Fatiha Sûresi Kur’ân’ın açış sûresidir. Yedi âyet olmakla beraber, sevap cihetiyle Kur’ân’da en büyük sûredir. Peygamber Efendimiz’in (asm) ifadesiyle Kur’ân sûrelerinin en büyüğü ve faziletlisidir.3 Öyle ki, namazda okunmazsa namaz, namaz olmaz. Namazı namaz kılan sûredir.
Fatiha Sûresi aynı zamanda bizim kul olarak dünya ve ahiret için bütün isteklerimizi özetle içeren ve Allah’a arz eden anahtar cümlelerin verildiği bir sûredir. Duâdan sonra “El-Fatiha” demekle, duâya âmin diyen kimseleri Fatiha Sûresi okumaya özendirmiş, böylece Allah katında makbul ifadelerle duâmızı taçlandırarak Allah’a arz etmiş olmaktayız. Nitekim Fatiha Sûresi, Âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahîm olarak Allah’a hamd ile başlıyor. Kulluğumuzu yalnızca Allah’a arz ve isteklerimizi yalnızca Allah’tan istemekle devam ediyor. Ardından hidayet ve hidayet üzere sebat gibi öyle geniş bir istekle Allah’a yakarıyoruz ki, bu istek bizim dünya-ahiret bütün dileklerimizi de içine alan umumî bir istek ve dua haline geliyor. Yani duamızın sonunda Fatiha okumakla, duâmızı vahiyle gelmiş makbul bir duâ ile bitirmiş olmaktayız. Allah kabul etsin. Âmin.
Dipnotlar: 1- İbn-i Mâce, İkâme, 11; Tirmizî, Mevâkît, 69 2- İbn-i Mâce, İkâmet, 13 3- Buhari, 11/36
05.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
‘Türkiye artık kaybedildi’ |
|
RP-Yenilikçi Kanat ayrışmasında AKP’ye tanınan kredi limitleri aşıldı galiba. AKP’nin önünü açanlar şimdi kapatmaya çalışıyorlar. Anlaşılan, AKP’ye açılan kredi limitlerinde sona gelindi. Bu itibarla, benim kanaatim şu: Türkiye’de artık fiili olarak AKP dönemi kapandı. Bundan sonraki bir iki sene sadece uzatmalardan ibaret kalacaktır.
AKP’nin önünde koridor açanlardan birisi dönemin ABD Türkiye büyükelçisi Abromowitz şimdi AKP’nin başka dünyalara kulaç açtığını söylüyor. ‘Yaptığımız ehlileştirme veya aşı tam olarak tutmadı’ demek istiyor. Esasında Yenilikçi Kanat ile Musevi lobisi arasındaki ilişkiyi Nasuhi Güngör’ün unutulan Yenilikçi Hareket kitabı üzerinden takip etmek mümkün. Bu kitapta en fazla zikri geçen referans isimlerin başında Abromowitz geliyor. Yenilikçi Hareketin oluşumunun her kademesinde onun varlığını hissediyorsunuz. Abromowitz’in en akılda kalan cümlesi şuydu: “Kravatlı ve çağdaş görünümlü Erdoğan’ı, Erbakan’a tercih ederim...” Halbuki çağdaş görünümde Erbakan’ın Erdoğan’dan geri kalır tarafı yoktu. Peki neden bu sözleri sarfetti: Bu sözler ayartma ve ehlileştirme amaçlı.
Tayyip Bey ile Abromowitz arasındaki en ilginç ve can alıcı görüşme 15 Ekim 1996 tarihinde İstanbul Belediyesi’nde gerçekleşiyor. Bu tarihten sonra ilginç bir şekilde bir taraftan hapis yolu açılarak kahramanlaştırılırken diğer taraftan da Erbakan’la yolları ayrışıyor. Milli Görüş gömleğini çıkartıyor. Nasuhi Güngör’ün ifadesiyle ‘Erbakan’ın veliahtı’ benzetmesi, yerini ‘geleceğin lider adayı’ ifadelerine terk etti. Yani parlatmaya ve cilalamaya başladılar.
Peki Abromowitz kimdir? Onu Eric Edelman’ın selefi sayabiliriz. Carnegie Endowment başkanı ve sık sık künyesiyle ilgili bilgilerde ‘Mossad ajanı’ ibaresi geçiyor. Daha önce atanmasına Mısır, Malezya ve Pakistan gibi ülkeler karşı çıkmıştı. Hakkındaki mülâhaza hanesi açıktı ve şöyle deniliyordu: “Sözkonusu şahıs CIA ajanıdır. Görev yaptığı ülkelerin içişlerine karışmayı itiyad haline getirmiştir...” Yani adam fitnekâr ve karıştırıcı.
***
Peki bu zat şimdi ne diyor: ‘Türkiye artık kaybedildi...” Türkiye’yi kim kaybetti? ABD. Kim kaybettirdi? AKP.
Grossman’ın itirafıyla Irak işgali değil de sanki Türkiye -ABD ilişkilerini AKP baltalamış gibi. Kissinger Irak üzerinden ikili ilişkilere istemeden zarar verdiklerini söyleyerek gönlümüzü almaya çalışsa da niye AKP açısından da aynı şeyi düşünmüyorlar? Zira kendilerini güçlü görüyorlar. Alttan almak Türkiye’nin görevi. Efendilik ise beyaz adamın yüküdür (White man’s burden).
Son sıralarda Neocon çete AKP’den memnuniyetsizlik izhar ediyor. Bunlardan birisi olan ve Türk ordusu Kürtler karşısında yenilir dediği halde ne hikmetse cihet-i askeriye tarafından davetinde bir beis görülmeyen Michael Rubin ‘AKP HAMAS’ı davet ederek onu meşrulaştırdı’ diyor. Abromowitz’in şikâyeti de farklı değil: AKP kırmızı çizgiyi aşarak Araplara yaklaştı. Milliyet’in başlığıyla: “Türkiye, İslâm ülkelerine kayıyor...” Türkiye sanki İsrail’in kapı kulu. Neoconların arzusu bu. Kissinger de ‘AB olmazsa size ABD verelim’ diyor. Yine Türkiye’ye NAFTA kartı uzatıyor. Karanlıklar Prensi Richard Perle ne diyordu: “Türkiye bize, Afganistan gibi sıcak bölgelerde lâzım. O’nu AB’ye bile kaptırmayalım...” Soros da utanmadan Türklerin en iyi ihraç ürününün Mehmetçik olduğunu söylüyordu. Bernard Lewis gibiler de aynısını söylüyorlar. Neoconların hiçbir seçeneğinde Ortadoğu’da Türkiye’ye yer yok. Onu tabiî muhitinden koparmak ve kendilerine bende etmek istiyorlar. Cenâb-ı Hakk’ın Musa Aleyhisselâm için dediği gibi ‘Seni kendime seçtim, ayırdım / istana’tüke linefsi’ diyorlar.
***
Şimdi ters dönen Abromowitz Türkiye dönüşünde Newsweek dergisine yazdığı makalede AKP kadrolarına darbe kartını gösteriyor. Abromowitz, “AKP yine çoğunluğu elde ederse sorunlar katlanabilir. Askerler, kendi cumhurbaşkanı seçebilecek AKP’nin kontrolündeki bir parlamentoya izin verir mi?” diye soruyor. Abromowitz, “Türkiye, giderek artan bir biçimde bölünüyor, laik Türkiye giderek bölünüyor ve laik elit AKP’ye daha çok güç kaptırmaktan çok korkuyor” görüşünü dile getiriyor. Türkiye’nin yaklaşık her 10 yılda bir, bir siyasî kriz yaşadığını hatırlatan Abromowitz, ancak ufuktaki sorunun, geçmişteki krizlerin aksine “İslâmın geri çekilmesi ile sonuçlanamayabileceği”ni savunuyor. Satırbaşlarıyla şunları söylüyor: “10 yıl önce generaller Necmettin Erbakan’ı iktidardan uzaklaştırdılar ancak AKP usulca gitmeyi reddediyor. Birçok laik, askerlerin siyasete müdahale etmesi fikrinden hoşlanmıyor. Ancak laiklik ile demokrasi arasındaki seçimin, yapmacık bir seçim olduğunu savunuyor: Sadece birincisi (laiklik) ikincisinin (demokrasi) teminatıdır. Eğer, askerler ile AKP arasında bir seçim yapmaya zorlanırlarsa çoğunun askerleri seçeceğini sanıyorum.”
Sözlerinden ben şunları çıkarttım: Sistem AKP’yi götürebilir, ama çürüyen sistem bu süreçte kendisi de gidebilir. Sistem halkı mobilize etmeye çalışsa da artık son darbe vuramayacak kadar yaşlandı. Ortadan kaldırmaya çalıştığı AKP seçeneğiyle yola devam imkânı olsa hayatiyetini idame ettirebilir. Son siyasî gelişmeler ışığında şunu söylemem mümkün: Darbe yolundan son çıkış noktası olan 27 Nisan mühendislik kurgusu yine ters tepti. Bu da AKP’nin hem şansı, hem de şanssızlığı. Bu da emir komuta zinciri dışında darbe ihtimalini kuvvetlendiriyor. Necip Fazıl’ın deyimiyle manzara-i umumiye bu.
05.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Terör kıskacı |
|
Ne zamanki Türkiye ekonomik, sosyal bir açılım ve rahatlama yakalasa, demokratikleşme adımları ile birlikte AB’ye yönelen bir eğilim oluşsa, iki kırmızı kart gösteriliyor. Bunlardan biri “bölücülük”, diğeri ise “irtica” olarak adlandırılan, içine neyi ne amaçla yerleştirdikleri belli olmayan paranoyaya dönüşmüş refleksler, statükonun farklı şekliyle karşımıza çıkmaktadır.
Güneydoğu meselesi, öncelikle işsizlik, cehalet ve kalkınamamışlıktan kaynaklanan bir problem iken, bugün ilâve olarak vatandaşa şefkatle yaklaşmayan kamu yönetiminin, kısmen ırkçı yaklaşım ve söylemlerin bu noktaya getirdiği bir yara ve sıkıntıya ulaşmıştır.
Bu kısmın ilâcı demokratikleşmedir. Ülkenin her vatandaşına eşitlik duygusu yaşatacak çözümler ve etkin sonuçlar ortaya koymaktır.
“Bölücülük” olarak tanımlanan terör, bizzat silâhlı eylemle huzuru bozma ve ülkenin birliğini zora sokma teşebbüsleri ise, caydırıcı güvenlik gücüyle aşılabilir. Bunda kimsenin tereddüdü yok.
Silâhlı kuvvetlere bırakılmış bir çözüm şekli, tek başına şiddeti durduramayacağı gibi artan dozda sıkıntıyı tırmandırmaktadır. Burada altı çizilmesi gereken, siyasî iradenin demokratik açılım sağlamasıdır. Normalleşme ile vatandaşı rahatlatacak süreçlerle paralel, silâhlı terör gücünü etkisizleştirme kolaylaşacaktır.
Aksi halde, iç politika üzerinde inkâr edilemez etkisi olan ve siyaseti vesayet altında tutan bir cari sisteminin hâkim olduğu Türkiye’de; terörle mücadele, münhasıran ve öncelikle kendi başına konuşulan ve mutabakat sağlanan bir kararlılıkla yürütülemiyor.
Çünkü ülkenin hakim gücü ile siyasî zeminde ülkeyi rahatlatacak demokratikleşmeye yönelen hükümetler arasında sürekli bir sürtüşme ve bilek güreşi yaşanmaktadır. Siyasetin bileğini büken darbe ve post modern müdahaleler, her defasında inisiyatifi tek boyuta indirgemekte ve güvenlik güçlerine havale edilmektedir.
Böylesine devlet yönetimi kendi içinde bir uyum ve tutarlılık sergileyemediği için, Türkiye’nin zayıf karnı olan terör, her zaman içerde iç politikayı meclis dışı bir kuvvete taşımak için kullanılma istidadı göstermektedir. Dış dünyada kurgulanan ve süper kuvvetlerin gölgesinde yürütülen terörle mücadele işbirlikleri ise hem kalıcı olmamakta, hem de iç belirsizlik ve irade bütünlüğünün olmayışından dolayı etkili olamamaktadır.
Bu paradoksal durum, rejimin kaotik mantığı ile resmî söylemlerin yeni bir söylem geliştirmemesinden kaynaklanmaktadır. Dinamik, uzlaşma getiren çözümler yok ortada. Çaresizlik görüntüsü, terör belâsı karşısında zaafiyet oluşturmaktadır. Bu da herkesi gerdiriyor.
Hain güçler ve terörü besleyen dış mihraklar işin içine girince, terör dalgası, iç politikada bir nefret seline ve ayrışma noktasına gitmektedir. En ürkütücü manzara budur.
Seçimlerin ülkeyi sardığı bir dönemde, bir tarafta normal süreçte seçilmesi gereken cumhurbaşkanı, yine zinde kuvvetlerin hükümeti enterne eden hamleleriyle devre dışı bırakılmaktadır. Öte yanda, bir başka ülkeye, Irak’ın içlerine yapılacak askerî bir operasyon için kamuoyu üzerinden hükümete talepte bulunan bir Genelkurmay var.
Türkiye, artan terör cinayetleri ile sarsılırken, Kuzey Irak’ta bizi ciddi anlamda meşgul eden PKK’nın silâhlı potansiyeli dururken, adeta vatandaşın “vidaları”nı sıkacak yeni sıkıntılara ve baskılara cesaret etmek, ülkeyi kaosa sürüklemekten başka bir şey değildir.
Böyle bir dönemde süresi dolmuş ve “bonus” süre kullandırılan bir devlet temsilcisi ile hangi devlet meselesi koordinasyon ve müzakere ile çözüm masasına getirilebilir?
Son günlerde, ısrarla şahin kesilen, artan terör dolayısıyla Kuzey Irak’a girme heyecanı ile iç politikayı etkilemeye çalışan çevreler, dış dengeleri ve aldıkları uyarı sinyallerini bile dikkate almayarak acaba neyi durdurmak istiyorlar? Seçenekleri sıralarsak;
1-Sadece terörü durdurmak,
2-Bu vesileyle cumhurbaşkanlığı seçimini “durdurmak”, yeni bir inisiyatife sürüklemek,
3-Genel seçimlerin akışını değiştirmek, teröre karşı asabi duygularımızı yönlendirmek.
Başka ihtimalleri sıralamadan kafamızı kurcalayan bir belirsizlik daha var;
Neden 30 yılın ihmal edilmiş ve bir türlü bitirilemeyen terör belâsı, son üç ayın sıkışık ve kritik sürecine denk getiriliyor? Bu olgu devlet organlarının atışma alanı olarak mı seçiliyor acaba?
Bir ara, “Irak’a girelim,” bir dönem “İran’a dersini verelim,” sinirli bir geçmişte de “Suriye’yi vuralım” diye tam tam çağrısı yapan hevesliler, bulunduğu bölge ülkeleri ile daha sağlıklı ve kalıcı bir güvenlik çemberi ve komşuluk politikasını yeniden geliştiremezler mi?
Bir zamanlar, Bulgaristan’ın da “ümüğünü sıkarız” naraları, sonra Kardak kriziyle “Yunanistan ile sıcak saatler” heyecanı, geriye bakıldığında hamasetin ve iç siyasetin dengesiz tutumları olarak önümüzde duruyor.
Türkiye reddettiği halde hâlâ 1 Mart tezkeresinin faturasını ödemekten kurtulamadı. ABD’nin deve kini anlaşılan geçmemiş. Barzani ve Talabani üzerinden yürütülen gerginlikler ve sınırdan sızmalar ile bunaltan terör kaosu, insanımızın hassasiyetleri üzerinden yürütülen çok boyutlu tezgâh ve süreçlerin yeni bir uluslararası sıkıştırması olarak görülmektedir.
05.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Lisede toplu namaz |
|
Bir lisede mescit haline getirilmiş bodrum katındaki bir odada öğrenciler toplu halde namaz kılıyorlarmış. Bu çocuklardan birisinin annesi de bu suçu! kamera ile tesbit ederek medyaya aktarmış. Böylece büyük skandal ortaya çıkmış! Bu görüntüleri izlerken insanın asâbı bozuluyor. Aman Allahım, ne kadar dehşet verici görüntüler öyle? Bu zamanda bir devlet lisesinde, yani kamusal alanda birden fazla öğrenci namaz kılıyor. İnsan bu manzarayı görünce tüyleri diken diken oluyor, yüreği burkuluyor. Devlet ve millet adına heyecanlanıyor. Türk gençliği nereden nereye gelmiş demekten kendini alamıyor!
Türkiye günlerdir bu skandal olayla çalkalanıyor. Maazallah bir görüntüler ortaya çıkmasa ve durumdan haberdar olmasaydık, acaba halimiz nice olurdu? Belki bu fakir de bu saatte şu satırları yazamayacaktı. Çünkü bu fecaat birkaç gün daha devam etseydi, ülkemiz kim bilir ne hâle gelecekti?
Ben bunları düşünerek kahraman medyamıza şükranlarımı arz etmek isterken, Çanakkale savaşları sırasında kılınan bir toplu namaz resmi gözümün önüne geldi. Aman Allahım! Binlerce Mehmetçik namaz kılıyor, vatanın kurtarılması için duâ ediyor. Yüreğim burkuldu, gözlerim doldu. Demek ki bu zihniyetteki insanlar, yüzyıl önce de bu ülkede yaşıyorlarmış. Oradaki komutanlara da çok hayret ettim. Savaş ortamında, üstelik en kanlı cephede binlerce asker ibadet ediyor. Nerede bu komutanlar, bunları görmüyorlar mı? Üstelik onların da pek çoğu çocuk denecek yaştaydı. Bunlar mı vatan için kendilerini feda edecekler diye yüreğim sızladı. Demek ki Çanakkale komutanları da irticaya göz yummuş ve vatanın bu hale gelmesine sebebiyet vermişler diye düşündüm.
Ben böyle düşündüm de, bazıları öyle düşünmüyor işte. “Canım ne var bunda, Müslüman çocukları namazlarını kılamayacaklar mı, anayasada din ve vicdan özgürlüğü yok mu, burası bir İslâm ülkesi değil mi, namaz kılmak suç mu?” gibi söylemlerle bu hareketi masum göstermeye çalışıyorlar. Çocuklara okulda din dersi veriliyor, bu derslerde namazın nasıl kılınacağı anlatılıyor, namazın insanı nasıl güzel ahlâk ve fazilet sahibi yapacağı söyleniyorsa, size bunları tatbik edin denmiyor ya! Bildikleriniz belleğinizde, ilminiz kafanızda, imanınız kalbinizde kalsın yeter. Sonra her türlü toplu etkinliğin bu ülke için bir potansiyel tehlike olduğunu bilmiyor musunuz?
Bre gafiller, namaz bahanesiyle orada toplanan çocukların bir çete oluşturmak için bir araya gelmediklerini nereden biliyorsunuz? Haydi orada esrar ve eroin çekiyorlarsa? Tesbih çekenle eroin çekeni nasıl ayırt edeceğiz? Bu çocukların orada ihtilâl beyannamesi hazırlaması ve fırsat bulduklarında ülkeyi ele geçirmesi de pek âla mümkündür. Nasıl böyle bir tehlikeyi görmezden gelip de aymazlık içinde bulunabiliriz?
Yine böyle bir felâketi bir süre önce kahraman medyamızın ortaya çıkardığını ve memleketi uçurumun kenarından kurtardığını ne çabuk unuttunuz? Hatırlarsınız, Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle yapılan faaliyetlerin birinde 6 tane kız çocuğu tam teçhizatlı tesettürleri ile sahneye çıkmış, ilâhî okumuşlardı. Yani ilâhî okumak perdesi altında devlete meydan okumuşlardı. Bereket versin uyanık, işbilir ve işgüzâr medyamız, yine büyük bir özveri ile bu felâketi de önlemiş, ülkeyi uçurumun kenarından kurtarmıştı.
Tövbe tövbe, sen aklıma mukayyet ol Allah’ım! Ben neler saçmalıyorum. Ama beni ve benim gibileri böyle saçmalamaya iten madrabazlar utansın!
05.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|