|
|
Mustafa ÖZCAN |
Blokaj |
|
CHP ve e-muhtıra meseleyi Anayasa Mahkemesi’ne havale ederek Türkiye’de krizi derinleştirdi. Zira yönlendirme ve CHP’nin başvurusu lehinde vermiş olduğu kararla mevcut sistemin tabutuna bir çivi daha çakılmış oldu. Anayasa Mahkemesi de krizin içine dahil edilmiş oldu. Yeni içtihad kararıyla birlikte fiilî olarak cumhurbaşkanının Meclis tarafından seçilmesi adeta imkânsız hale getirilmiştir. En azından mevcut kırılgan ve bölünmüş siyasî tablo içinde. Cumhurbaşkanı seçilmesi için ya partilerden birisi mutlak çoğunluğu ele geçirecek (ki zaten mevcut bunalımın kaynağı da o) ya da partiler zıtlaşma içine girmeden cumhurbaşkanını birlikte uzlaşma içinde seçecekler. Yani birilerinin keyfi tam tatmin olacak.
Bu yeni adımla birlikte kriz anayasal bir boyut kazanmıştır. Ve Başbakan Erdoğan bunun adını doğru koydu: Blokaj. Yani kuşatma. Buna ideolojik kuşatma da diyebiliriz. Kendisi de zaten adını öyle koydu. Blokaj ideolojik ise bunun siyasî çıkışı yoktur. Zira başbakanın da dediği gibi CHP’nin halka gitmeye yüzü yoktur. Bundan dolayı, Çağlayan mitinginden sonra kendisine ideolojik yakınlıktaki partileri cephe siyasetine ve bütünleşme siyasetine çağırmıştır ama iltifat görmemiştir. Zira onların üzerine örteceği ideolojik şalla onların muhtariyetlerini de ellerinden alacaktır. Bu yüzden diğer sol partiler çağrısına yüz vermemiştir. Bu durumda, ideolojik beklentileri için siyasetten destek alamayacaktır. Bundan dolayıdır ki; Recep Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi ne meclis seçimleri ne de cumhurbaşkanlığı seçimi için halka gitme yüzleri yoktur. Gitseler bile netice aleyhlerine olacaktır. Bundan dolayı, halk da şantaja ve tehditlere boyun eğecek olursa erken seçimlerin bir şans olabileceğini söylemiştir.
Bence seçimler, iki taraf için de nefes tazeleme ve geçici bir sükûn ve vakit kazanma devresi olacaktır. Dolayısıyla seçimler blokajı çözemeyecektir. Zira başbakanın tam söylediği gibi bu bir blokoj ve mugalebe (üstünlük kurma) siyasetidir. Bunlar doğru. Başbakan’ın blokoj nitelemesi ve tasviri doğrultusunda New York Times gazetesi de Anayasa Mahkemesi’nin Abdullah Gül’ün adaylığını bloke ettiğini (önünü kestiğini) söylemiştir. Bunlar hep Meclis Başkanı Arınç’ın hatasının bir sonucudur. Üçlünün dışındaki aday ihtimalini bloke ettiği varsayılmaktadır. Bu başörtüsüz adayların blokajı olarak anlaşılmıştır. Mesele bu noktada kilitlenmiş ve zıtlaşmaya girmiştir. Bunun ötesinde ‘Çankaya’ya dindar cumhurbaşkanı’ söylemiyle de bunu pekiştirmiştir. Hem gereksiz hem de yanlış bir iş yapmıştır. Türkiye’nin bu ortamda Nejad tarzı liderlere katlanma lüksü yoktur. Dışarıdan hatta içeriden bakanlar Türkiye’deki mücadelenin tabiatını anlayamıyorlar. Hükûmetin 28 Şubat sürecinden daha güçlü olduğunu varsayıyorlar. Kemmiyet olarak öyle ama... Bunu rahatlıkla aşabileceğini düşünüyorlar. Hatta bazı Arap kanallarında Türkiye’ye yüzeysel okuyan Muhammed Adil gibilerle ters düştük. Ben krizin oldukça derin olduğunu ve kısa sürede çözümünün olmadığını söyledim. Onlar ise şartların 28 Şubat şartları olmadığını söylediler. İnşaallah biz yanlış takdir etmiş olalım. Ama öyle olmadığına inanıyorum. Bu Türkiye’nin 80 yıllık derin krizinin yeniden siyaset yüzeyine yansımasıdır. Ama özünde siyasî değildir.
***
Bununla birlikte bizim de kendimizi bir muhasebeden geçirmemizin vaktidir. Ben 28 Şubat sürecinden sonra geldiğimiz noktanın 28 Şubat süreçleri için daha müsait hale geldiğini hep savundum. Laik kesimler ders çıkartmış olsunlar veya olmasınlar biz süreçten hiç ders çıkarmadık. Üslûbu değil de özümüzü ve sözümüzü veya söylemimizi değiştirerek kuşatmayı yaracağımızı vehmettik. Ama bir arpa boyu yol almadığımız ortada. Sözgelimi, Ertuğrul Özkök’ün temas etmesinden önce Kırmızı diye çıkan bir derginin reklamı gözüme ilişmişti. Bu başlık üzerinde Yayın Koordinatörümüz Abdullah Eraçıkbaş Bey’le dertleşmiştim. Tam da krize denk gelecek ya: “Kâbe de halkın, Çankaya da’ diye absürd bir başlık atmış. Neden absürd? Elbette ontolojik olarak Kâbe de Çankaya da Allah’ın ama sembolik olarak sadece Kâbe Allah’ındır. Yoksa Allah hac menasikiyle alâkalı şeairillah ifadesini kullanmazdı. Aynı mantıktan gidecek olursak, Beyaz Saray gibi bütün konutların da Allah’ın olduğunu söyleyebiliriz. Ama bu yanlış bir benzetmeden öte bir şey olmaz. En fazla Behçet Kemal Çağlar’ın doğrusunu değil tersini yapmış oluruz.
Behçet Kemal Çağlar, ‘Ne örümcek, ne yosun/ Ne mucize, ne füsun/ Kabe Arabın olsun/ Çankaya bize yeter!’ demişti.
Daha yakınlarda, ADD kongre üyelerinden İsmail Akpar, kongrede yaptığı konuşmada “Anıtkabir Mekke’den daha kutsal” şeklinde bir hezeyanda bulunmuş. Bunlar yanlışa yanlışla mukabeledir ve çıkar yol değildir. Kâbe elbette halkın değildir. Kâbe Allah’ındır. Ama halkın da ona karşı duyguları reddedilemez. Bu anlamda Peygamberimizden bir hadis mervidir: “Kavmim İslâm’a yeni girmiş olmasaydı Kâbe’yi orjinaline uygun olarak yeniden inşa ederdim.” Demek ki, halkın duygularının da bir karşılığı var. Ama halkın duyguları her zaman doğruyu da aksettirmiyor. Burada Kırmızı dergisini çıkaran Ali Gümüş gibi arkadaşlar kıdemli olmakla birlikte eski hastalıklarını üzerlerinden atamamış ve olgunlaşamamışlar Bu bağlamda, İslâmî basının olayları algılama ve teşhis biçimi 28 Şuşat sürecinin de gerisindedir. Seviye daha da gerilere düşmüştür. Bazılarında ideolojik keskinlik, tutarsızlık ekseninde seyrederken, ekserisi de dünyevîleşti. Nuray Mert’in fetihçilikten bahsetmesi de yadırgatıcı. Bu ifade dakik değil. Belki kadroculuk denebilir ama bu da İslâmî eksende değil parti asabiyeti refleksi tarzındadır. Tayyip Bey 2 Mayıs’taki konuşmasında bunların ipuçlarını da vermiştir: Modern hayatın değerlerini biz güçlendirdik. Ardından da Atatürk’ü referans verdiği konuşmasında CHP’yi kastederek ‘kimse bir yere sığınmasın’ demiştir. Bu noktada, CHP’nin referansı daha sağlam ve tutarlı görünüyor.
***
CHP, ‘Yönetimi bize bırakın’ diyor ama halk onlara bırakmıyor. Bunun üzerine de cıngar çıkartıyorlar. Geriye, AKP gibi partileri blokajla ideolojik tedrisattan geçirerek eğitmek ve ehlileştirmek kalıyor. Halkın hakemliğinde kriz sadece bir süre erteleniyor.
Hepimiz: ‘Düşmanım da olsa yeter ki ülkeye hizmet etsin’ anlayışında birleşebilmeliyiz.
03.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Bir maymunun yaptığı |
|
1920 yılının ortalarında Yunanistan’da meydana gelen bir olay Türk milletinin kaderini derinden etkilemiştir. Bu olay; Yunan Kralı Aleksandr’ın bir kuduz maymun tarafından sarayının bahçesinde iken ısırılması ve kudurarak ölmesi olayıdır.
“Bir kralın ölmesi bu kadar önemli midir?” diye akla bir soru gelebilir. Eğer Yunan ordusu gibi politika ile iç içe geçmiş bir ordu söz konusu olunca elbette önemli olmaktadır. Zira bu ölüm olayından sonra ordu karışmış bir cumhuriyetçiler, bir kralcılar olmak üzere devamlı bir siyasî mücadele başlamıştır.
Yunan ordusunda üst rütbelere yani yüzbaşılıktan yukarıya çıkabilmek için Harp Okulu’nu bitirmek gerekirdi. Fakat bu okul paralı idi. Ancak zengin çocukları bu parayı ödeyebilirdi. Haliyle aristokrat ve krala yakın çevre ordu kumandasını eline geçirmişti. Nitekim Balkan savaşlarında Veliaht Kostantin ordunun başında kalmış ve kral orduyu elinde tutmuştu.
I. Dünya Savaşı esnasında Kral, Almanya tarafına meyletmeye başlayınca orduda ikilik meydana çıktı. Zira Kral, Prusya Prensesi ile evli idi. Başbakan Venizelos, Selanik’e giderek ordunun da yardımı ile geçici bir hükümet kurdu. Orduyu Fransızlar eğittiği için Müttefikler galip gelmişlerdi. Donanma da İngilizleri tutuyordu. Sonunda Kral Konstantin yurt dışına çıkmak zorunda kalmıştı. Taht ise yukarıda bahsettiğimiz ölen Aleksandr’a kalmıştı.
Yunan ordusunda kralcılarla Venizelos’a bağlı cumhuriyetçiler arasında mücadele devam ediyordu. Bu mücadele Kral’ın maymun tarafından ısırılıp öldürülmesi ile daha da şiddetlendi. Yönetim bir kralcıların bir cumhuriyetçilerin eline geçiyordu. Bu mücadele Anadolu’da savaş devam ederken de devam etti.
Anadolu’ya Venizelos’cu yönetim ile giren ordu İnönü ve Sakarya Savaşlarında kralcı olmuştu. Büyük taarruz başladığında ise ordu içindeki karışıklık had safhaya varmıştı.
Kütahya ve Eskişehir muharebelerini kazanan Yunan ordusunun sonunu, Türk askerinin kahramanca mücadelesi ile birlikte bu siyasî çekişme hazırlamıştı.
Biz de benzer olayları yaşamıştık. Özellikle Balkan Savaşları esnasında ordumuz siyasî çalkantılar nedeniyle balkan komitacılarına yenilmek durumunda kalmıştı. Çerkez Ethem onca başarılı savaştan sonra muhalifleri ile çatışınca, olan yine ordumuza olmuş Yunanlılar Ankara’nın yanı başına Polatlı’ya kadar ilerlemişti.
İşte ordu siyasetin içine girince daima bozgun yaşanıyor. Bizim için geçerli olan bu sonuç komşumuz Yunanistan için de geçerlidir. Kader bir maymunun eliyle Yunanistan’daki siyasî mücadeleyi şiddetlendirmiş ve galibiyeti bize kazandırmıştı.
Bu kadar sözden sonra çıkarılacak sonuç elbette askerin siyasetten uzaklaşması gereğidir. Sadece biz ve komşumuz için değil tüm dünyada kural bu şekildedir. Eğer bir ordu siyasete bulaşmış ise felâket kapıda hazır bekliyordur.
Darbeler ülkemizi yıllarca geriye götürdü. Ekonomik gelişmeler hep yarım kaldı. Bizden fakir G.Kore, Tayvan ve Malezya gibi ülkeler hızlı bir şekilde kalkınırken biz yarı yolda kaldık.
Şimdilerde ordu tekrar siyasete bulaştırılmak isteniyor. Geceyarısı muhtıraları veriliyor.
Eğer tarihten gerekli dersleri hâlâ tam anlamı ile çıkaramıyorsak vay halimize. Bu kadar acı olayı yaşamışken nasıl aynı hataları işleyebiliyoruz anlamak mümkün değil. Kendi düşüncesinde olanların çıkar ve menfaatlerini korumak maksadıyla orduyu siyasete çekmeye çalışmak ne derece hatalıdır anlamak için zeki olmak bile gerekmez. Cenâb-ı Allah’tan dileğim bu bahtsız milletimize merhamet etmesi ve fitne kazanı kaynatanların tuzaklarını boşa çıkarmasıdır.
03.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İlk gülen mi, son gülen mi? |
|
Anayasa Mahkemesi, devam eden cumhurbaşkanlığı ‘tur’larıyla ilgili olarak ‘beklenen’ ama beklenmemesi gereken bir karar verdi. Siyasette bir günün dahi ‘çok uzun’ olduğu Türkiye’de, yarın nelerin olacağını tahmin etmek zor. Mahkeme kararının değerlendirmesini siyasetçi ve hukukçulara bırakmak en iyisi.
Aslında bu konularda fikir beyan etmek, biraz da “Zenginin malı, ‘züğürt’ün çenesini yorar” misâline benziyor. Nihayetinde bu konular gündemi meşgul etse de gelip geçer. Aslolan ‘kalıcı gündem’lerin gündemimizi meşgul etmesidir.
Anayasa Mahkemesinin kararını yorumlayanlar, başlangıçtaki konumlarını muhafaza ediyorlar. Bir kısım uzman, bu kararın Türkiye’yi uzun yıllar sürebilecek yeni tartışmalara sürükleyeceğini söylerken, bilhassa CHP cephesi kararı sevinç ve adeta ‘bayram’ havasında karşılamış görünüyor. CHP Genel Başkanı, kararın duyulmasından sonra yaptığı ilk açıklamada sevincini gizlemiyordu. Konuyla ilgili haberi duyuran muhabir de, kararın duyulmasıyla CHP’de alkış seslerinin duyulduğunu hatırlatıyordu. (NTV, 1 Mayıs 2007)
Tabiî ki kimin sevineceği ya da kimin üzüleceğine müdahale edecek değiliz. Ancak ‘erken’ sevinenlerin unuttuğu bir nokta var: Umumiyetle ‘ilk gülen’ değil, ‘son gülen’ kârlı çıkar. Mahkemenin kararına sevinen CHP, acaba aynı sevinci seçim sandıkları açıldıktan sonra da devam ettirebilecek mi?
NTV’de kararı yorumlayan gazeteci Mehmet Barlas, şu anlamda görüş beyan diyordu: “Bu karar, seçimlerin de, millet iradesinin de bir anlamının olmadığını ortaya koymuş oldu. Oldu olacak, hangi partinin birinci parti olacağına da karar verilsin!”
Eğer böyle bir görüntü ortaya çıkıyorsa bu durum Türkiye demokrasisine fayda değil zarar veren bir neticedir. Bu ve benzeri kararlar; millet iradesini dikkate almayanları sevindirmiş olabilir. Fakat bu anlayışla ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaşmak da mümkün değildir.
Türkiye’de bu tartışmalar yaşanırken, dünya dönmeye devam ediyor. Dünün ‘Komünist Rusya’sında Risâle-i Nur, mahkemelerin gündemine taşınmış. Tataristan’da açılan bir dâvâda, Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur’ların ‘yasaklanması’ istenmiş. Devam eden mahkemeye, Rusya Müftüler Konseyi Başkanı Ravil Gaynuddin bir yazı göndermiş; “Nursî’nin ünlü Kur’ân yorumcularından biri olduğunu, eserlerinin müstesna şekilde aydınlatıcı unsurlar taşıdığını ve mânevî değerler meydana getirilmesini sağladığını” ifade etmiş. Mahkemenin, hakkı teslim etmesi için duacıyız...
Başka bir sürpriz de Danimarka’da yaşandı. Danimarka Kültür eski Bakanı Gerner Nielsen, bir milletvekilinin başörtüsünü ‘gamalı haç’a benzetmesini ve seçilse bile bir başörtülünün meclise giremeyeceği yönündeki açıklamasını protesto için başörtüsü takıp sokakta dolaşmış. (Yeni Asya, 29 Nisan 2007)
Ülkemiz ‘kısır’ çekişmelere sürüklenirken, dünyada müsbet gelişmeler de oluyor. Müsbet gelişmelerin darısı Türkiye’nin başına...
03.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Ekranda siyasî trafik |
|
TV ve haber sitelerinin Cumhuriyet Mitingi’ne ilgisinde artış gözlenmiş.
Medya Takip Merkezi (MTM), Tandoğan’ın ardından Çağlayan mitingini de incelemeye alarak, her iki mitingin medya yansımalarını birbirleriyle karşılaştırmış.
MTM’ in “veri”lerine göre, TV kanallarının Çağlayan mitingine ayırdıkları süre, Tandoğan mitingine göre ortalama %48 oranında artış göstermiş.
Ulusal gazetelerin konuya ilgisi aynı seviyelerde kalırken, haber sitelerinde yayımlanan haber sayısında ise ortalama %67 artış gözlenmiş.
Araştırma kapsamındaki 3 günlük sürede, Çağlayan’daki mitinge 38 ulusal gazete, toplam 435 kez yer verirken; 32 TV kanalı, yaklaşık 68 saat boyunca mitingden görüntüler yayınlanmış. 59 internet portalı ise konuyu 1.114 kez haber yapmış.
Diğer yandan, dünya medyasının gözleri de İstanbul’daki gelişmelerdeydi. BBC, CNN ve El Cezire gibi dünyanın önde gelen haber kanalları, Cumhuriyet Mitingi’ni ilk haber olarak canlı bağlantılarla izleyicilerine aktarmış... ABD ve İngiltere basını da yüksek katılıma dikkati çekerken, ordunun bildirisiyle ilgili yorumlara da yer vermiş.
Gerçi, bu konuyu konuşalım derken, gündem öylesine hızla değişti ki, ağzımız açık kaldı.
27 Nisan’ı 28’e bağlayan gecede e-muhtıra ile gelen “kaygı” dolu mesaj birden bire Cumhurbaşkanlığı gündemini ikinci plana itti.
Şimdi ufukta erken seçim... Yahut iktidarın söylemiyle “öne alınmış seçim” var. İlâve olarak Cumhurbaşkanını halk seçsin konusu.
Cumhurbaşkanı aday adayı Abdullah Gül, etrafında kalemşörlerle birlikte TRT 1’deydi. Önemli açıklama yaptı...
Doğrusu monoton bir konuşma oldu. Yahut ben öyle bir hava aldım.
Acaba TRT’nin kırmızı çizgilerinden mi kaynaklanıyordu bilemem. Ama neticede bazı haber kanalları doğrudan TRT’ye bağlanarak ekranlarından izleyicilerine bu görüntüleri doğrudan yansıttı.
Demek ki oluyor. TRT gündemi yakalayarak, diğer özel kanallara fark atabiliyor. Her ne kadar “vekaleten” yürütülüyorsa da.
Hemen ardından Deniz Baykal’ı TV8’de izledik. Orada da bir grup gazeteciyle birlikte sorulara cevap verdi. Koltukta bir hayli keyifli oturuyordu.
CNN Türk’te “Tarafsız Bölge”de ANAVATAN Genel Başkanı Erkan Mumcu’nun telefon konuşmasını dinledik. Doğrusu, hangi kanalı açsam, Mumcu’nun görüntüsüne veya telefon bağlantısına rastlıyorum.
Görülüyor ki, siyasiler şu sıralar yoğun bir trafik yaşıyor.
Bakalım siyasetin bu çalkantısı ne getirecek, önümüzdeki günlerde göreceğiz.
KURTLAR RTÜK ÇİZGİSİNDE
RTÜK Başkanı Zahid Akman, bir dergiye verdiği beyanatta, Kurtlar Vadisi ile ilgili soruya şöyle cevap vermiş:
“Bu dizi canımızı sıktı. Çünkü hedef gösteriliyor olmak iyi bir şey değil. Bu diziyle ilgili bize yapılan eleştiriler yanlış ve haksız” diyor.
Akman, bir program yayınlanmadan önce müdahale etmenin doğru olmadığına dikkat çekerek, “Edemiyoruz değil, ama etmiyoruz” diyor.
“…Bu yetkimiz olsa bile bunu çok kullanmıyoruz. Bu tarz sorulara, bunun doğru olmadığını, sansür olduğunu, böyle bir şeyin kesinlikle olmaması gerektiğini anlatarak cevap veriyoruz. Çünkü Türkiye’de gelinen demokrasi seviyesinin böyle bir uygulamayı hak etmediğini ısrarla söylüyoruz. Kurtlar Vadisi ile ilgili durumda da aynısı oldu. Kurtlar Vadisi, Türkiye’de bilinmeyen bir dizi değildi. Birkaç yıl yayınlandı. Aynı isimde, aynı formatta, aynı kişilerle, aynı tarzda bir dizi yayınlandığını gördük. Kurtlar Vadisi Terör adlı dizinin tanıtımlarına baktığımızda bazı ihlaller içereceğini hissetmiştik. Program yayınlanmadan ne kanal yöneticisini çağırdık ne de dizinin yapımcısını. Ama dizi yayınlandıktan sonra ‘Bunları arayıp konuşalım’ dedik. Şiddet içeren görüntüler, toplumun huzurunu kaçıracak konuların ceza gerektireceğini söyledik. Bu durum karşısında müeyyide uygularız dedik. Bunun üzerine yayın kuruluşu, gitti kendisi diziyi yayından kaldırdı” diyor.
Dizinin şimdi “Kurtlar Vadisi Pusu” adıyla yayınlanmasının ise RTÜK’ün hassasiyetlerinin dikkate alınmasından kaynaklandığını anlatan Akman, “Kanunumuzun 4. maddesi hassasiyetlerimizi anlatıyor. Dizi bu şekilde yayın ilkelerine uyarsa sorun yok..”
03.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Mücahitlerin sevabını kazanan kadın |
|
Cephede düşmanla çarpışırken kazanılan sevabın büyüklüğünü bir tasavvur edin. Peki, ya evinde, işinde gücünde olup da savaşa katılmayan bir kadın da aynı sevabı kazanabilir mi?
Birgün gelip bir kısım sorular soran Yezid’in kızı Esmâ’ya verdiği cevapta Resûl-i Ekrem (asm) bu sevabı kazanmanın mümkün olduğunu anlatmıştı.
Kadınların temsilcisi olarak geldiğini söyleyen Hz. Esmâ, sorularını şöyle sıraladı: “Anam babam sana fedâ olsun ya Resûlallah! Ben kadınların aralarından seçip size gönderdikleri bir elçiyim. Allahu Teâlâ seni kadın erkek hepimize peygamber olarak gönderdi. Biz de sana ve senin Rabbine iman ettik.
“Fakat biz sizden birçok noktada farklıyız. Biz evlerinize kapanıp kalıyor, cinsî arzularınızı tatmin ediyor, çocuklarınızı karnımızda taşıyoruz.
“Fakat siz bazı noktalarda bizden ilerdesiniz. Cuma namazını kılıyor, cami ve cemate katılıyor, hastaları ziyaret ediyor, cenazelerde buluyor, birçok kereler hac edebiliyor, daha öte Allah yolunda cihada katılıyorsunuz.
“Şu var ki siz erkekler cihada katıldığınız, hac veya umre için evden ayrıldığınızda mallarınızı koruyor, iplik eğirip size elbise dokuyor, çocuklarınıza da bakıyoruz.
“Bu durumda biz sizin hayırlarınızın sevaplarına ortak olmayacak mıyız?”
Soru gayet yerinde ve mantıklıydı. Hayatı her konuda erkekle paylaşan kadın bazı işleri erkekle birlikte yapamıyor, ama erkeğin eksik kalan işlerini tamamlıyordu. Açıkçası hayatı paylaşıyor, herkes işin bir tarafından tutuyor, birlikte hayatı götürmeye çalışıyorlardı.
Hz. Esmâ maksadını çok güzel anlatmış, konuşması Resûllahın bile hoşuna gitmiş, Sahabîlerini göstererek, “Siz din hakkında soru sormada bu kadından daha güzel sözlü birine rastladınız mı?” diye sormuş ve sonra da Hz. Esmâ’ya şunları söylemişti:
“Ey Esmâ! Şunu iyi bil ve seni gönderen kadınlara söyle ki, bir kadın kocasıyla güzel geçinip gönlünü hoş tuttuğu müddetçe sözünü ettiğin değerli ibadetlerin sevabına eşit sevap kazanır.”1
Nitekim Kâinatın Efendisi (asm) başka bir zaman da yine kocasına itaat eden kadının sevabının mücahidlerin sevabına denk olduğunu bildirmişlerdir.2
Demek kadın için bir kayıp söz konusu değil. Kocasına itaat edip evinde çocuğuyla, ev işleriyle ilgilenmesi, temizliğine bakması, yemek pişirip çamaşır yıkaması da bir ibadettir. Zaten beş vakit namazını kılan bir kimsenin diğer mübah amelleri bile ibadet hükmüne geçmiyor mu?
Allah âdildir. Terazinin iki kefesini işte böyle dengeler.
Dipnotlar:
1- Mehmed Zihni, Meşahirünnisa, 1:36.
2- Et-Terğib, 3:53.
03.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Tevekkül ve hafiziyetin kapsam alanı |
|
Peygamber Efendimizin (asm) İbni Abbas’a verdiği tevekkül dersi, aynı zamanda bütün çağları tarayan ve bize de verilen bir derstir: “Yavrucuğum! Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste. Yardım dileyeceksen, Allah’tan dile! Bütün bir ümmet toplanıp sana fayda temin etmeye çalışsa, ancak Allah’ın senin için takdir ettiği faydayı temin edebilir. Ve bütün ümmet sana zarar vermeye kalksa, ancak Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilir. Çünkü artık kaderi yazan kalem yazmaz olmuş, yazdığı yazılar değişmeyecek şekilde kesinleşmiştir.”1
Kuşların hür ve korkusuz yaşamasının sırrı, onların tevekküllerindedir. Onların Allah’ın her günü, tam bir teslimiyet içinde yuvalarından ayrıldığını, rızıklarını bulamama korkusuna kapılmadığını, günün sonunda, karınlarını doyurmuş olarak yuvalarına döndüğünü hatırlatır. Ve tevekkül duâmızı da öğretir:
“Bismillâh, tevekkeltü alellâh, lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (Allah’ın adıyla evimden çıkıyorum. Allah’a dayanıp tevekkül ettim. Günahtan kaçacak
güç, ibadet edecek kuvvet ancak Allah’ın yardımıyla kazanılabilir.)”2 Başımız sıkıştığında Efendimiz (asm) ve ceddi Hz. İbrâhim-vârâ (as), “Hasbünallah ve ni’me’l-vekîl (Allah bana yeter; O, ne güzel vekildir)”3 demeliyiz.
Korkutuğumuzda, üzüldüğümüzde, endişeye kapıldığımızda, sıkıntıya maruz kaldığımızda, bir problemle karşılaştığımızda bu duâlar zihnimizde, içimizde, yanıbaşımızda. Tevekkülle Rabbimizin sonsuz gücüyle bağlantı kurar, tevekkül duâsıyla Onun Hafiziyeti’nin kapsam alanına gireriz. En yüksek ahlâk sahibi ve bir ismi Mütevekkil olan Hz. Muhammed (asm), Kur’ân’ın tevekküle dair âyetlerini de hem fiilleri, hem de sözleriyle tefsir ederek/yorumlayarak ders verdi. Tevekkülün sihirli kelimeleri, Efendimizin (asm) mübarek dilinden şöyle dökülür:
“Allah’ım! Sana teslim oldum, Sana inandım, Sana güvendim. Yüzümü, gönlümü Sana çevirdim, Senin yardımınla düşmanlara karşı mücâdele ettim. Kitabın ile hükmettim. Şimdiye kadar yaptığım, bundan sonra yapacağım, gizlediğim, açığa vurduğum ve Senin benden daha iyi bildiğin günahlarımı affeyle! Öne geçiren de Sen, geride bırakan da Sensin. Senden başka ilâh yoktur.”4
Kendisini ölümün küçük kardeşi uykunun kollarına bırakırken de aynı tevekkül duâsı tebellür eder fem-i mübarekinden:
“Allahım! Kendimi Sana teslim ettim. Yüzümü Sana çevirdim. İşimi Sana ısmarladım. Sırtımı Sana dayadım. Ümit bağladığım Sen, korktuğum yine Sensin. Senden kaçıp sığınacak ve Senin elinden kurtulacak bir yer varsa yine Sensin. İndirdiğin kitabına, gönderdiğin Peygamberine iman ettim.5
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Kıyâmet 59.; 2- Ebû Dâvûd, Edeb 103; Tirmizî, Daavât 34.; 3- Buhârî, Tefsir, 13.; 4- Buhârî, Teheccüd; Müslim, Müsâfirîn 199.; 5- Buhârî, Daavât 6; Müslim, Zikr 56.
03.05.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Gelişmelerin hayırlı tarafına bakmak |
|
Şöyle derin bir "Oh!" çekip "Yâ Rabbî, sana şükürler olsun" diyerek başlamak istiyorum.
Zira çok güzel, çok hayırlı gelişmelere yol açacak kapıların hiç olmazsa aralandığını görüyoruz.
İşte bakın. Ankara'da tıkanan siyasetin düğümleri—istemeyerek ve mecburiyet tahtında olsa bile—bir bir çözülmeye doğru gidiyor. İlk adım olarak, mümkün olan en erken tarihte genel seçimlere gidilmesi isteniyor. (Daha başkaları gibi, biz de bunu söyleye söyleye dilimizde tüy bitti.)
Kezâ, Cumhurbaşkanlığı seçimi hususunda, yüz yıllık demokrasi (ve seksen beş yıllık cumuhriyet) tarihimizde ilk defa olarak, inşaallah halkın eliyle yaptırmanın ciddî adımları atılıyor. İktidar cenahı bununu açıkça dillendirdi. Mumcu da tam destek sözünü verdi. (Söylediklerinin arkasında mertçe durmazlarsa, elbette ki mesul olurlar; hatta, samimiyetleri dahi tartışmaya açılır.)
Evet—şayet geri adım atılmazsa—Cumhurbaşkanını artık cumhurun kendisi seçecek. Bir başka ifadeyle "Çankaya savaşları" sona erecek, gerçek anlamda bir cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak.
Er yahut geç, hiç fark etmez; değil mi ki siyasetin ana rotası artık bu istikamete doğru zorlanıyor, o halde, siyaset âleminde bundan daha güzel, daha sevindirici başka ne tür bir gelişme olabilir?
Velev ki gayr–ı samimi bir niyetle olsun, velev ki şartların zorlamasıyla olsun, velev ki iktidardaki siyasîler buna mecbur kalmış olsun; her ne olursa olsun, gelinen nokta, netice itibariyle güzeldir.
Velhasıl, Cenâb–ı Hak, şer ve çirkin gibi görünen bazı hadiselerden, çok hayırlı bir neticeyi karşımıza çıkarmıştır.
İnşaallah, Meclis çoğunluğuna sahip olan iktidar kanadı, hiç olmazsa bu konuda ciddî davranarak Meclis'te samimâne şekilde bir mutabakat zemini arar ve bu işi sürüncemede bırakıp sulandırılmasına fırsat tanımadan, âdâp ve usûlü dairesinde halletmeye çalışır.
* * *
Evet, Meclis'in oylamada (27 Nisan) kilitlenmesi, arkasından e–bildirgenin yayınlanması ve onun ardından Anayasa Mahkemesinden red kararının çıkması, zahiren şer ve haksızlık şeklinde görünse bile, bütün bunlardan çıkan neticeyi yine de hayırlı bir gelişme şeklinde değerlendirmek mümkün.
Hiç şüphesiz, her hadisede olduğu gibi bu hayır gelişmenin de bir takım "muzır maniler"i olacaktır.
Meselâ, cumhurbaşkanını halkın seçmesine asla rıza göstermeyen ve buna şiddetle karşı çıkanlar bulunabilecektir.
Kezâ, Meclis'in bu meyanda yapması gereken anayasa değişikliği çabasını boşa çıkarma hevesine kapılanlar olacaktır.
Varsın olsunlar, yapsınlar yapacaklarını. Değil mi ki, mutlak ekseriyet artık halkın iradesine başvurmaktan yana... Değil mi ki, halkın hür iradesi şimdi daha kıymetli, daha makbul bir hale geldi... Değil mi ki, siyasî tıkanmaların giderilmesi için yegâne adresin ve nihaî merciin hür irade olduğuna şimdi daha çok inanılır bir noktaya gelindi...
İşte, bu iradenin hiç de uzak olmayan bir zamanda güneş gibi tecelli edeceğini bütün kalbimizle istiyor ve bunun için duâlar ediyoruz.
Evet, samimiyetle duâ ve temenni ediyoruz ki, bundan tam yüz sene evvel müjdelenen "meşrûtiyetin tam cemâlini görme"nin vakti, vakt–i merhunu artık pek yakındır. (Bkz: Münâzarât, s. 29.)
Ok yaydan çıktı bir kere. Bunun geri dönüşü olmaz. En kötü ihtimalle, kısa süreli bir tehir söz konusu olabilir.
Bundan önceki Cumhurbaşkanlığı seçiminde halka gidilmesine taraftar olmayan ve bilhassa "5+5 formülü zinhar olmaz" diyenlerin bizatihi kendileri, şimdi çark edip aynı formülü bugün savunur bir hale gelmişlerse, bu neticeyi memnuniyetle karşılamak lâzım.
Tıpkı, bundan on yıl öncesine kadar Türkiye'nin AB üyeliğine şiddetle karşı gelenlerin, sonradan tam tersi bir noktaya gelmesinden memnuniyet hissi duyduğumuz gibi...
Yerinde sağlam durmak
Şu günlerde baş döndürücü bir hızla yaşanan gelişmelere bakarak, tereddütlere kapılmamanın ve yerinde sağlam durmanın ehemmiyetini bilhassa nazara vermek istiyoruz.
1908 Meşrûtiyet ilânını müteakip günlerde, bu içtimaî nimeti halka anlatmaya çalışan Üstad Bediüzzaman, aynı zamanda yüz yıl sonrasını işaret ederek hakikatli bir müjdeyi veriyor.
O zât, herkesin bir padişah kadar rey sahibi olduğu günlerin, bütün aksiliklere, tenbelliklere ve gecikmelere rağmen, "yüz sene sonra" geleceğini müjdeliyor.
Bu itibarla, gelip geçici rüzgârlara kapılmamak ve sarsılmamak için "nihayetsiz bir itidal ve metanet" göstererek, Risâle–i Nur'daki içtimaî ölçü ve düsturlara sadakatla sarılmaya devam etmeli.
Ne olursa olsun ve başkası ne yaparsa yapsın, bizim yapmamız gereken şey, budur ve bundan ibarettir. Tâ ki, haricî cereyanlar içimize girip de bizleri tefrikaya atmasın.
Acizâne, yaşanan dehşetli sarsıntıların farkında olarak, burada bazı hatırlatmalarda bulunma ihtiyacını hissettik. Lütfen, birbirimize karşı daha müşfik ve mülâyim davranmaya çalışalım.
GÜNÜN TARİHİ 3 Mayıs 1920
İlk Meclis'in ilk kabinesi...
Ankara'da 23 Nisan günü kurulan Millet Meclisi, ilk Bakanlar Kurulunu da teşkil etti. Bu heyetten önce aynı vazifeyi "Heyet–i Temsiliye" görmekteydi. İstanbul'daki Meclis'in dağılmasından sonra, mebusların ekseriyeti Ankara'da toplandı ve ilk Meclis bu suretle teşkil edildi. O zamanki ismi "İcra Vekilleri Heyeti" olan bu kabine, ilk etapta 11 bakanlık şeklinde ihdas edildi. M. Kemal, İsmet Bey ve Fevzi Paşanın ön planda olduğu bu kabinenin tam listesi şu şekilde tanzim edildi:
Başkan: M. Kemal Paşa
İçişleri: Cami Bey (Aydın)
Adliye: C. Arif Bey (Erzurum)
Bayındırlık: İ. Fazıl Paşa (Yozgat)
Dışişleri: Bekir Sami (Amasya)
Sağlık: Adnan Adıvar (İstanbul)
İktisat: Yusuf Kemal (Kastamonu)
Maliye: Hakkı Behiç (Denizli)
Maarif: Rıza Nur (Sinop)
M. Müdafaa: Fevzi Paşa (Kozan)
Erkân–ı Harbiye: Albay İsmet (Edirne)
03.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Kurt gövdenin içine girince |
|
“Açık yaraya kurt düşmez” derler. Ne kadar tehlike varsa, gizlenip sonra açığa çıkan şeylerden oluşur.
“Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir” diyen Bediüzzaman “Âlem-i İslâmı zelzeleye maruz bırakan nifaktır” demiştir.
İttifakı ve birlikteliği esas alan bir ekol ve bir cemaat ya da herhangi bir topluluk muvaffak olabilir.
Ama derebeyler gibi, birleşmeyen su damlaları misâli ayrı ayrı hareket edenler, husumete muhabbet besleyenler hep hüsrana uğramışlardır.
Bunun çaresi samimiyettir, feragattir, fedakârlıktır.
Kendi cüz’î arzu ve isteklerini, hayallerini bırakıp, birlikteliği muhafaza etmek, insaf düsturunu elden bırakmamaktır.
Bir defa kurt gövdenin içine girdiği zaman, iç dünyamızda faaliyet alanını oldukça genişletir.
Genel prensipler ve belirlenmiş hedefler her zaman bize pusula olabilir.
Öyle veya böyle yol işaretleri zamanla değişebilir. Ama insan değişmemeli.
Onun için bir Batılı bu prensibi bakın nasıl tasvir etmiş: “Küçük insanlar şahısları konuşur. Büyük insanlar dâvâları konuşur” Kurt gövdeye girmeden önce, gerekli tedbirler alınmalıdır.
İlaçlanmalı, dezenfekte edilmeli, yolları kapatılmalıdır ve bir de fitneye sebebiyet verecek tutum ve davranışlardan kaçınılmalıdır.
“Hakperestlik” esas olmalıdır. “Bir fikre dâvet, cumhur-u ulemanın kabulüne vabestedir. Yoksa dâvet bid’attır, reddedilir” cümlesi, umumun kabul ettiği prensiplere uymak zorunluluğunu hatırlatır.
Yoksa bir vazo, denemek için yere fırlatılmaz. Mesele, yükü kırmadan, dökmeden, hırpalamadan götürebilmektedir.
Yavuz Sultan Selim Han’ın şu sözleri kulağımıza küpe olmakla, fikrimize de mihenk taşı olmalıdır:
“İhtilâf u tefrika endişesi
Kuşe-i kabrimde hatta bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a’dâyı (düşman saldırısını) def’e çaremiz,
İttihat etmezse millet dağdar eyle beni”
Temennimiz, cümle kurtlarımız yok olsun, açık yüreklilik ile birbirimizi severek, artılarımız ile beraber yaşarız.
03.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
İstihare namazı fal değildir |
|
Özlem Men:
*“Ben istihare namazı kılmıştım. Sonuç olarak da yeşil gördüm, biraz karışık rüyaydı, ama sonra da siyah beyaz bir fön makinesi gördüm. Ben bir anlam veremedim. Bu renklerin beyazı hayır, siyahı ise şer olduğunu biliyorum. Nasıl karar vermeliyim? Hayırlı mı, değil mi diye. Bana yardımcı olursanız sevinirim. Acele bekliyorum.”
Bir iş yapmaya karar verdiğimizde Allah’tan hayırlısını isteriz. Aslında istihare budur.
Bir şeyin hayırlısını isterken, iki rekât namaz kılmayı ve duâ yapmayı Resûlullah Efendimiz (asm) tavsiye buyurmuştur. Nazar ve niyet dünyevî olmamalıdır; aksi halde namazı kökten iptal eder. Bu namaz, diğer namazlar gibi sırf Allah rızası için kılınmalı ve sonuçta her hangi bir faydadan çok, Allah’ın rızası gözetilmelidir. Çünkü kendisi başlı başına bir ibadet olduğundan, neticesi rıza-i Hak’tır. Meyvesi ve faydaları uhrevîdir.1 Hükmü sünnettir.
Cabir b. Abdullah’tan (ra) rivayet edilen bir hadîste Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz bir işe kalben azmettiğinde, farzın dışında iki rek’at namaz kılsın ve şöyle duâ etsin: ‘Allah’ım! İlmine güvenerek, Senden, hakkımda hayırlısını istiyorum. Kudretinle bana güç vermeni istiyorum. Sonsuz lütfunla bana hayır vermeni istiyorum. Allah’ım! Senin her şeye gücün yeter; ama ben güçsüzüm! Sen her şeyi bilirsin; ama ben bilmem! Sen her gizli şeyi, şuurumuzdan her uzak olan şeyi, pek yakından bilirsin, Sen Allâmü’l-Guyûb’sun. Allah’ım! İstediğim bu şey, (burada istenen şey ismen de zikrolunabilir) Senin ilminde, benim dinime, dünyama, hayatıma, geleceğime, âhiretime, sonuma hayırlı ise bunu bana takdir et ve kolaylaştır! Eğer bu iş, Senin ilminde benim dinim, hayatım, sonum, dünyam ve âhiretim için şerli ise, onu benden, beni de ondan uzaklaştır; beni vazgeçir! Her nerede hayır varsa, onu bana nasip et. Benim için hayır takdir eyle. Sonra da beni o hayırdan hoşnut ve razı eyle!”2 Bu duâyı namazdan sonra Türkçe olarak yapmak mümkündür.
Bir iş hususunda kararsız kaldığımızda, işin sonucunun bizim için hayır mı-şer mi getireceğini kestiremediğimizde, işin iyi veya kötü olacağından emin olamadığımızda, sâlim düşünceler ve istişareler sonucunda sağlıklı bir karara ulaşamadığımızda, Cenâb-ı Hakk’ın kalbimizi hayırlı olana yönlendirmesini ve kalbimizi yatıştırmasını istemek ve Allah Teâlâ’dan hayır dilemek için istihare namazı kılarız. Bediüzzaman Hazretlerinin, dua ve ibadette tespit ettiği temel prensipler çerçevesinde söylemek gerekirse3; Cenâb-ı Hak’tan “hayır” istemeye ihtiyaç duyduğumuz anlar,—gece veya gündüz fark etmez—istihare namazının hususî vakitleridir.
Fakat salim düşünceyi ve istişareyi çiğneyip geçmemelidir. Bir işin bize hayır mı-şer mi getireceğini az çok sezgilerimizle, salim aklımızla, sağlıklı düşüncelerimizle; bu olmadığında bilenlere danışarak, büyüklerle veya uzmanlarla ya da güvendiğimiz kimselerle istişare ederek ve görüşerek tahmin etmemiz mümkündür. Bu yollar öncelikle denenmelidir. İstihare namazını, hâşâ, fala bakar gibi kılmak veya fal gibi kabul etmek caiz değildir. Sonuç vermez.
İstihare namazını kıldıktan sonra, kalbimizde bir yatkınlık, kararımızda bir ferahlık ve rahatlık, içimizde işin hayırlı olabileceğine dair bir genişlik ve ümit doğarsa, Allah’a güvenerek o işe “Bismillah” der ve ilk adımı atarız. Eğer içimizden sıkıntı ve darlık geçmez ise, kararsızlık hâli devam ederse, hayırlı olacağından emin olmama durumu sürerse, gönlümüz hâlâ yatışmamışsa, istihare namazını tekrar kılar ve Allah’a tekrar duâ ederiz. Böylece yedi defaya kadar istihare namazının kılınabileceğine dair Peygamber Efendimiz’den (asm) rivayet vardır.4 İç sıkıntımız yine de geçmez ise, bu işin olumsuz ve hayırsız olacağına yorumlarız.
İstihare namazında okunan özel bir sûre rivayet edilmemiştir. Allah rızası için istihare namazı kılmaya niyet edilir, her hangi iki rek’atli bir namaz gibi kılınır ve duâ yapılır. İbn-i Ömer’in, Peygamber Efendimiz’in (asm) “dünya ve içindekilerden daha hayırlı bulduğu” sabah namazının sünnetinde genellikle “Kul yâ eyyühe’l-kâfirûn” suresi ile “Kul hüve’llâhü ehâd” sûrelerini okuduğunu rivayet etmesi üzerine; başta İmam-ı Gazalî olmak üzere bazı âlimler istihare namazında da bu sûrelerin okunmasının daha faziletli olacağına hükmetmişlerdir.5
İstihare namazı kılındıktan sonra uykuya yatılacak ve rüya beklenecek diye bir şart yoktur. Bunlar daha sonra ilâve edilmiş ve söz gelişi rüyada beyaz veya yeşil görülürse hayra; siyah veya kırmızı görülürse şerre işaret sayılmıştır.
Ancak Peygamber Efendimiz (asm), bilhassa, “namazdan sonra kalpten geçen mânânın ve oluşan kararlığın” hayra yorumlama açısından önemli olduğunu bildirmiştir.6
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 136. 2- Buhârî, Teheccüd, 4/598. 3- Sözler, s. 287. 4- Tecrit Terc. 4/143. 5- İhya, 1/566. 6- Tecrit Terc. 4/143.
03.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
CHP’de zafer havası |
|
Ali Fuat Başgil’in cumhurbaşkanlığı alnına silâh dayanarak engellenmişti.
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı da bir hukuk darbesiyle elinden alındı.
Adı Ahmet Necdet Sezer ya da Süleyman Demirel hatta Turgut Özal olsa o üçüncü tur oylamadan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin 11.Cumhurbaşkanı olacaktı.
Ancak adı Abdullah Gül ve partisi AKP olduğu için Çankaya’ya çıkmasına müsaade edilmedi.
Mustafa Balbay, Cumhuriyet gazetesinde 367 konusunu ortaya attıklarında Baykal dahil kimsenin inanmadığını söylemişti.
Artık herkes inandı.
Anayasa Mahkemesinin hukuka uygun karar verdiğine inanmadı kimse.
Bu işin bir derin devlet projesi olduğuna inandı.
Bir kez daha gördük ki, Cumhuriyet gazetesi demek ordu demekti, CHP demekti, yargı demekti.
Anayasada açık hüküm bulunmasına, Özal, Demirel ve Sezer aynı maddeyle seçilip ülkede Cumhurbaşkanı yapılmalarına rağmen, Anayasa Mahkemesi iptal kararı almıştı.
Anayasayı yapanların, MGK ve Danışma Meclisi tutanaklarının dahi aksini iddia etmelerine rağmen.
Genelkurmay’ın bir gece yarısı muhtırasından sonra siz kime inandırabilirsiniz Anayasa Mahkemesinin hukuka uygun karar verdiğini.
Siyaseti, yargısı, Cumhurbaşkanlığı seçimi askeri vesayet altında olan bir ülke konumuna düştük. Eskiden yadırganmıyordu belki bu durum, ama artık AB’den tam üyelik tarihi almış, birinci sınıf demokrasi ile idare olunmayı hedefleyen bir Türkiye olduğuna inanıyorduk.
Anayasa Mahkemesinin kararı çıktığı anda AB parlamenterlerinin ilk değerlendirmesi,”TSK’nın gölgesi düştü” şeklinde oldu. The Independent,” AB müzakerelerini yürüten bir ülke için inanılmaz” yorumunu boşuna yapmadı.
Bir dönem bölgenin parlayan yıldızı olan Türkiye, bu olayla birlikte hukukun ve demokrasinin ayaklar altına alındığı bir Haiti konumuna düştü.
Geçen Cuma günü ile bugün arasında geçen süreden Türk halkı fakirleşerek çıktı. 1 haftada gelirimizin yüzde 8’ini kaybettik.
Rejimi kaybettik, sen ne gelirinden söz ediyorsun derseniz, haklısınız derim.
Cumhurbaşkanlığı sürecinden demokrasimiz hırpalanarak çıktı.
Anayasa Mahkemesinin bu kararı ortada dururken, bu parlamentoda Cumhurbaşkanı seçmek neredeyse imkânsız hale geldi.
Seçimden sonra oluşacak parlamentoda 367’nin bulunacağının garantisi var mı?
Yapılacak olan, emaneti sahibine teslim etmek ve Çankaya’yı millete seçtirmektir.
İşte bu yüzden mahkeme kararı ile erken seçim kararı alan Türkiye, hür iradesiyle emaneti sahibine teslim edip, Cumhurbaşkanını halka seçtirmeli.
Bunun yolu da milletin önüne iki sandık koymaktan geçiyor.
Hem cumhurbaşkanı adayı Gül, hem başbakan Erdoğan cumhurbaşkanını halkın seçmesi teklifini getireceklerini açıkladı.
Başbakan, iki turlu olmalı, ama cumhurbaşkanını millet seçmeli dedi.
Çankaya sancısına bundan daha etkin bir ilâç bulunamaz.
Tüm bu notları kaydettikten ve iki sandık tezini hararetle savunduktan sonra gelişmelerin seyrini anlamak üzere Meclis’in yolunu tuttuk.
8 gün önce Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı adayı olarak ilân edildiği salonda bu kez seçilemeyen bir cumhurbaşkanının hesaplaşması ve demokrasinin üzerinden gece yarısı tankının getirdikleri vardı.
Başbakan kıyısından, köşesinden ima etmenin ötesinde genelkurmay bildirisine değinmedi. Hükümet adına yapılan açıklama yürekliydi, ama Erdoğan konuşmadı.
Dün de aynı tavrını sürdürdü.
Anayasa Mahkemesinin kararını demokrasiye sıkılan kurşun olarak nitelendirdi, Baykal’ı adalet terazisinin kefesine taş koymakla itham etti. Ama o konuya değinmedi.
Ancak diri bir grup vardı. Bol alkış, kararlı bir hava gördüm.
Demokrasi açısından bu özgüven gerekli. Çünkü bu sorun bir AKP sorunu değil.
Oradan ANAP grubuna uğradık. Şaşkın bir halleri vardı.
İki arada kalmış izlenimi edindik.
Ama CHP’de bir zafer havası vardı ki, sormayın gitsin. İnsanın kanına dokunacak ölçüdeydi.
Konuyu Anayasa Mahkemesine taşıyan Önder Sav’ın bir yürüyüşü vardı ki sanki partisi yüzde 50 ile iktidar olmuş. Baykal da ise bir hava, bir çalım sormayın gitsin.
Memleketi krize soktular ya….
Ama sorun bitmedi. Bu kez de cumhurbaşkanını halka seçtirmemek için harekete geçtiler.
Ya seçim ve cumhurbaşkanlığı sandığı gelecek ya da seçim ve referandum sandığı.
Yani iki sandık birden gözüküyor.
03.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Endişe verici |
|
Anayasa Mahkemesi beklenen kararı verdi ve CHP’nin 367 başvurusunu 2’ye 9 oyla kabul ederek Meclisteki cumhurbaşkanı seçiminin ilk tur oylamasını iptal etti. Böylece, aynı anayasaya göre daha önce yapılmış iki cumhurbaşkanı seçiminde aranmayan bir şartı bu seçimde geçerli sayan bir içtihad üretti.
Karar, hukukun ilkelere değil, siyasî konjonktüre göre şekillendirilebildiğine yeni bir örnek.
Bilâhare açıklanacak gerekçelerin, şimdiden bu yönde oluşmuş bulunan kanaati değiştirebileceğini ve “Karara siyaset gölgesi düştü” izlenimini bertaraf edebileceğini zannetmiyoruz.
Bu kararla beraber—sistem değişmediği takdirde—bundan sonra Mecliste yapılacak bütün cumhurbaşkanı seçimlerinde 367 şartı aranacak ve anayasanın üçüncü turda salt çoğunlukla seçilme imkânı veren maddesi anlamını kaybederek fiiliyatta yürürlükten kalkmış olacak.
Bu durumun yol açacağı sonuçlar, Meclisi, 1980 öncesindeki gibi cumhurbaşkanı seçemez duruma düşürebilir. Çünkü bu içtihadla, Prof. Dr. Ergun Özbudun’un söylediği gibi, üçte birlik bir azınlığa Çankaya seçimini ilânihaye bloke edip tıkama imkânı bahşedilmiş oluyor.
Karara, Genelkurmay muhtırası ile CHP liderinin “İptal olmazsa çatışma çıkar” sözünün düşürdüğü gölge de ayrıca kaydedilmeli.
Peki, iptal kararının bugüne yansımaları nasıl olacak?
Bunları şimdiden görmeye başladık. AKP, önceki akşama kadar direndiği erken seçim kararını, Anayasa Mahkemesinin tavrı ortaya çıktıktan sonra açıklamak zorunda kaldı. Zaten yapabileceği başka birşey de kalmamıştı. Cumhurbaşkanı seçiminin iptal edilen ilk turu bugün formalite olarak tekrarlanacak, ama o iş artık bitti.
Erdoğan, “Cumhurbaşkanını Meclise seçtiremezsek halka seçtireceğiz” diyor. Keşke baştan belli olan bu durumu zamanında görebilseydi de, ülkeye bunca gerilimi yaşatmasaydı...
Bilindiği gibi, cumhurbaşkanını halka seçtirme telkinleri son âna kadar yapıldı, ama Erdoğan bunlara itibar etmedi, şimdi sahipleniyor.
Umalım ki, bu adım sonuca ulaşsın. Ama işin gerçeği, bu noktada da kaygılarımız var. Çünkü bilhassa bu son tartışmalardan sonra, böyle bir teklifin AKP tarafından—kerhen—gündeme getirilmesi, karşı cenahta yine farklı yorumlara konu edilecek ve yeni yeni engeller çıkarılacak.
CHP liderinin “Cumhurbaşkanını halk seçsin” teklifine “Yarı padişahlık sistemi mi getirilmek isteniyor?” diye şimdiden karşı çıkması, dahası seçimin dahi çare olmadığını ifade eden sözler söylemesi, bunun endişe verici işaretleri.
Keza, 367 formülünün mucidi eski başsavcı Sabih Kanadoğlu’nun, şimdi de “Meclis cumhurbaşkanı seçimini sonuçlandırmadan, başka hiçbir konuyla meşgul olamaz, erken seçim kararı almak dahil” iddiasıyla arz-ı endam etmesi de.
Bunlar uçuk ve fantezi beyanlar gibi görünebilir. Ama 367’nin de başlangıçta öyle algılandığını hatırlar ve gelinen noktayı buna göre değerlendirirsek, kaygı duymak için fazlasıyla sebep olduğunu görmekte herhalde zorlanmayız.
Genelkurmay muhtırası, mâlûm mitingler ve Anayasa Mahkemesi kararı, bundan sonraki süreçte Meclisin ve siyasetin belirleyicilik gücünü ciddî şekilde azalttı. İnşaallah yanılıyoruzdur.
03.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|