|
|
Murat ÇETİN |
Kitaplara iyi bakın |
|
Kitaplara iyi davranın. Sadece kütüphanenizdeki kitaplara değil, her kitaba. Sadece sevdiğiniz yazarlara ait kitaplara değil, her yazarın kitabına.
Bakıp geçmeyin. Bir elinize sırtını alıp, diğer elinizin baş parmağıyla yapraklarını kendinize yelpaze yapmayın. Bir kenara atıp bırakmayın. Sadece tozunu almak için ara sıra dokunmayın.
Kitap; cildine, kapağına, etiketine, sayfa sayısına, rengine, kokusuna bakılıp öylece bırakılacak, terk edilecek; sadece gözlere hitap etsin diye yerine konulan bir süs eşyası değildir.
Siz, o öylece bırakıp geçtiğiniz kitabın yazarı, kitabı hakkında neler hissediyor biliyor musunuz? Tahmin edebiliyor musunuz? Hissedebiliyor musunuz?
İlk çıktığında nasıl da koştu matbaaya. Sevinç içinde eline alıp her santimetrekaresine dokundu parmaklarıyla. Kokladı, içine çekti mürekkep kokusunu, o mürekkepteki emeğini, alın terini, harcadığı zamanı.
Sanki kendi yazmamış gibi okumaya başladı. Sanki ilk kez okuyor gibi düşünmeye, hissetmeye, hüzünlenmeye, gülümsemeye, şaşırmaya başladı.
İlk gördüğü arkadaşına göstermek için can attı. Birisi kitabı hakkında konuşsa, her kelimesini beynine kazıdı.
Kütüphanesine koymaya kıyamadı, hep masasında, hep çantasında taşıdı.
Onun bir çocuğu gibiydi adeta. “Gökkubbe altında hoş bir seda” bıraktığını biliyordu.
İşte sırf bu yüzden bile olsa kitaplara iyi davranın. Bir kültablasına, saklama kabına, masa lambasına davrandığınız gibi davranmayın.
Bir kitap deyip geçmeyin. Hele bu kitap bir kâinat kitabıysa. Yaratıcısından bize gönderilmiş bir mektupsa. Her satırında bir kütüphane, her harfinde bir kitap saklıysa. Bu dünyada bulunmamızın, bu hayatı sürdürmemizin gayesi ise…
Bu kainat kitabına, “Neden-sonuç ilişkisi” deyip geçmeyin. “Doğaldır” diye hor görmeyin. “Rastlantısal” diye dalga geçmeyin.
Rüzgarını alıp serinledikten sonra bırakmayın, okuyun.
Yağmurunu alıp ürünlerinizi suladıktan, barajlarınızı doldurduktan sonra terk etmeyin. Okuyun.
Güneşini, yıldızını, ayını, bulutlarını boşverip geçmeyin. Okuyun.
O kitabın sahibi bizi düşündüğü, bizi sevdiği, bize değer verdiği için…
Kainat kitabını okuyun…
18.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Son zafer |
|
TÜSİAD zenginler kulübü olarak adlandırılır kamuoyunda. Bu “zenginler kulübü” zaman zaman fikir beyan eder. Kimi zaman meselelere doğru teşhisler koydukları gibi, kimi zaman da yersiz çıkış yaparlar... Böylelikle ya siyasîleri kızdırırlar, yahut milleti.
Son zamanlarda kamuoyunda yıpranan imajından dolayı olacak, TÜSİAD yönetimi “başkanlık” görevi teklifini Arzuhan Doğan Yalçındağ’a iletti. Yalçındağ, Konseyin “başkanlık” teklifini kabul ettiğini ana haber bültenlerinde açıkladı (Kanal D). Eğer seçilirse, Yalçındağ TÜSİAD’ın ilk kadın başkanı olacak.
Kimdir bu Arzuhan Doğan Yalçındağ? Mail Order’in kurucusu, Alternatif Bank’ın kuruluş aşamasında fiilen görev aldı. Milliyet Dergi Grubunun yönetiminde ve nihayet Kanal D Yönetim Kurulu Başkanı. Halen Doğan TV ve Radyolarında CEO ve Doğan Holding’in Yönetim Kurulu Üyesi. Kısaca: Ünlü medya patronu Aydın Doğan’ın kızı.
TÜSİAD, herhalde Yalçındağ’ı, kara kaşı kara gözü için “başkanlık” koltuğuna oturtmayacak. Beklentileri var. Özellikle medya cephesinde kendini garantiye alacak. Peki Doğan Grubu’nun beklentileri yok mu? Olmaz mı? Aslında Arzuhan Hanımın başkanlığı bir anlamda Doğan Grubunun zaferi. Önce Uzanlar’ı biçti Doğan... Medyada tek söz sahibi oldu. Güçlendi. Ardından POAŞ’ı satın aldı. Gücüne güç kattı. Ancak “nereden çıktıysa” vergi kaçırdığına dair “haberler” döküldü medyaya. Zamanlama ilginç ve Doğan Grubuna mensup biri, adeta TÜSİAD Başkanlığıyla ödüllendiriliyor, taçlandırılıyor. Bu “zenginler kulübü” böyle bir şey olsa gerek.
Bakalım Doğan Grubu, TÜSİAD’la güç mü kazanacak, yoksa bu “son zafer” mi olacak?
MECLİSTE KAVGA
Mecliste televizyon kavgası haberini okurken, şaşırdım. Acaba televizyon programlarının kalitesizliği ile ilgili bir tartışma mı diye düşündüm. Değilmiş. CHP’li bir milletvekili TBMM kulisinde, ANAP Genel Başkanı Erkan Mumcu konuşurken televizyonu kapatmış. AK Parti Bilecik Milletvekili Fahrettin Poyraz da TV’nin kapatılmasına bozulmuş... Yani kayıkçı kavgası. Haberlere yansıması bile abes.
EN MEDYA“TİK”LER
Ajans Press, ‘en medyatikler’ listesini yayınladı. Siyasetten spora, iş dünyasından şov dünyasına kadar birçok alanda basının gündeminden düşmeyenler belli olmuş. İşadamları kategorisine baktığımızda, 2006’da en çok konuşulan ilk 20 kişinin başında Aydın Doğan geliyor. Yakışır.
“Gazeteciler” kategorisinde Ali Kırca 2006 yılının en çok konuşulan gazetecisi olmuş... Keşke “başarısı”ndan dolayı gündeme gelseydi... Ama ne yazık ki, “sansasyonel” bir haberle epey zihinleri meşgul etti. Hatta, google arama motorundan en çok onun “görüntüleri” tıklanmış. Hem de rekor düzeyde... Karizması yerle bir edildi.
“Yazarlar” kategorisinde Orhan Pamuk tartışmasız en çok konuşulan isimlerin başında gelmiş. Gelelim “şov” dünyasına... Hülya Avşar, uzun süredir sürdürdüğü liderliği 8.901 haber ile 2006’da da kimseye kaptırmamış.... Hatta son 3 yıl değerlendirildiğinde 2004’ten bu yana haber sayısını hemen hemen ikiye katladığı görülmekte. Onu Sezen Aksu, takip ederken, İbrahim Tatlıses üçüncülüğü Seda Sayan’a bırakmış...
Avşar, magazin basınını “enayi” yerine koyduktan sonra, bu “liderliğini” hep koruyacak. Çünkü magazinciler Avşar parmağını oynatsa haber yapıyor. Sazan gibi atlıyorlar. Bakalım bu “kısır-döngü” ne zaman son bulacak? Gündemi hep “sığ” haberlerle işgal edenler, Türkiye’nin ne yazık ki, dağ gibi problemlerini örtüyor veya örtbas ediyorlar. Gündemde “liderliğe” oynayanlar, tıpkı geçmişte olduğu gibi, yarın bir köşede unutulmuş olarak hayatını tamamlayacaklar.
18.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Hamasetle seçimi kotarma |
|
İktidar, yoğun dış gündemlerin baskısı altında seçime tahvil edilebilir mesajlara ağırlık vermeye başladı. AB sürecinde tavsamaya başlayan müzakerelerden, Avrupa’ya tepki verme ve iç politikayı reste dönüştürme yolunu seçti. Başbakan, üslubunu sertleştirdi. Sanki bir daha işbirliği yapılmayacakmış psikolojisine büründü.
Başbakan, Kıbrıs konusunda da “Bir çakıl taşı vermeyiz” edasında yine pür şiddet bir tavır sergiledi. Milliyetçi figürleri ve hamaset söylemlerini öne çıkardı. AB soğumaya bırakılırken, Saddam’ın idam edilmesiyle birlikte “öncelikle gündem Irak” beyanatını verdi ve dış ilişkiler yeni bir boyut kazandı.
ABD’nin yeni Irak stratejisi, bize göre yeni balonu, şimdiden fos çıktı. Zulmün şiddetini arttıracak fazla asker göndermekten başka bir şey yok. Dışişleri Bakanı Rice’in Ortadoğu turu da nafile.
Kuzey Irak üzerinden Türkiye’nin yaşadığı gerginlik ise gittikçe büyüyor. Acaba tasarlanmış sonuçlara bir hazırlık mı, yoksa hazırlıklara başlangıç olacak yeni planların habercisi mi? Bunu birlikte göreceğiz.
Dikkat çeken husus, Türkiye’nin demokratikleşme ve AB sürecini gölgeleyen bölgesel aktörlüğe ve girift ilişkilere ağırlık verilmesidir. Eşzamanlı ve öncelikler değişmeden yeni problemlere çözüm getirme yaklaşımı yerine, tepkiyi arttıran ve diplomasiyi zora sokan sert siyasî beyanların verilmesi, çok anlamlı gelmiyor.
Uluslararası ailenin ve hegemonya sağlayan güçlerin dayatması altında düze çıkmaya çalışan ülkemiz, acaba dikleştiği söylemlerin arkasında duracak bir kuvvete ve dirence sahip mi?
Eğer değilse, bu “kabadayı” tarz neyi halledecek? Yoksa iç siyasî dengelerin ve hamasetin ucuz maliyetiyle yakın seçimleri kotarma hesapları mı yapılıyor? Devletin dış tehdit algısına daha stratejik ve makul diplomasi tepkisi vermek ve kalıcı bir direnç halkası oluşturmak yerine, mezarlıkta şarkı söylercesine kamuoyuna selâm mesajları vermek köklü devlet geleneğine yakışmıyor.
Sanki, son aylarda başbakan tamamen belli mahfillerde hâlâ öngörüsü eksik resmî reflekslerin sözcülüğüne soyunmuş durumda. Kıbrıs, AB, Kuzey Irak ve benzer bir çok konuda bir yerleri memnun edecek bir tarzı benimsemiş görünüyor.
Cumhurbaşkanlığına giden yol, acaba ön mukavelelerin ve ulusal dikleşmenin “bir yumruk gibi” çağrısı yapan konumundan mı geçiyor?
Dahası, derin gücü arkasına alma provaları mı? Demirel bir dönem şaşırtıcı derecede bunu yaptı. Bir başkasına, özellikle hassas yerlere sözü bırakmadan kendisi söylemeyi yeğledi. Bir başkası olmayı üstlendi.
Cari yapının özdeşleştirme derinliği ve siyaseti kendi rotasında ulusalcı bir dalganın etkisine çekme kararlılığı, şimdiden etkisini göstermeye başlamış.
Fazla kurgu yüklemeden daha açık bir ifadeyle, Kerkük konusunda bütün inisiyatiflerini kaybetmiş ve zamanında akil tavrın stratejik boyutundan mahrum bir dış politikanın “Kürt fobisi” ile kuruluşuna bile katkı yaptığı Kuzey Irak’tan şikâyetçi olması ne kadar inandırıcı?
İnşaat ve yatırımların çoğunu Türkiye’nin yaptığı Kuzey Irak’ı ve Kerkük konusunu, ilk defa duymuş gibi bugünün meselesiymişçesine kendimizi de çözüm mercii görmek, ne kadar sağlıklı bir ruh hali?
Kerkük için “kanımıza dokunuyor” demekle ve Kürt-Türk kritiği ile uluslararası işgali ve katliamları bu düzeye çekmek, hiç de akıllı bir söylem değildir.
Peki siyaseten bile yanlış olan bu hamasete neden sığınılıyor? Karnımızın şişini indirme dışında ne işe yarıyor? PKK meselesi için Irak’la köklü çözümleri konuşmanın ve iç dinamikleri demokratik kabullerin standardına çıkarmanın keyfiyeti ile daha okkalı konuşulamaz mı?
Yoksa tahvil edilebilir siyasî güncelliğin politik sıkışıklığına geleceği kurban etmiş oluruz. Seçimi kotaracak bir hamaset kültürü mazide kaldı. Demokratik kabul ve hazım hem içerde, hem de dışarıda şart.
18.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan GÜNEŞ |
Kayyûm ve devlet |
|
Malumunuz Osmanlı “Devlet-i ebed müddet” derdi. Gerçekten de ebedî olarak sonsuza kadar yaşayabilecek bir devlet var mıdır? Veya ebedî yaşayabilecek, ölümsüz bir şey var mıdır? Elbette şu fani âlemde “O’na bakan yüzü hariç her şey helak olacaktır” hükmünün karşısında durabilecek bir mevcut yoktur.
Tarih nice yıkılmaz saltanatlar, yenilmez ordular, tükenmez hazineler görmüştür ki şimdi yerinde yeller esmektedir. Yine tarih bir emriyle milyonların hayatının değişmesine sebep olan nice güçlü liderler, otoriter devlet adamları ve mağrur komutanlar görmüştür ki, onlar da şimdi sanki hiç yaşamamış gibidir.
Şüphesiz Osmanlı’daki devlet kavramı bugünkünden daha farklıydı. Yavuz Sultan Selim’in dediği gibi “hâkim değil, hâdim” yani var olduğu müddetçe mescid-i harameyne, İslâm’a ve halka hizmete talip bir sistem… Belki de kastedilen manevi bir mânâ, yani fiziki olarak yıkılsa da adaletiyle, mazluma merhameti, zâlime şiddetiyle kıyamete kadar kalblerde yaşayacak ve hep hayırla yad edilecek, numune-i imtisal olarak kabul edilecek bir devlet…
Bu mânâda bakıldığında onun başarılarına henüz hiç bir devlet ulaşamadı, rekorları kırılamadı.
Ya da en nihayet, âyetteki gibi ancak “O’na bakan yüzü” yani Allah’a bakan yönü ile; İslâma hizmet cihetiyle, Allah rızası için yapılan her davranış bâkidir, ölümsüzdür, ebedîdir. Makamlar ve mevkiler kat kat kârlı bir şekilde tekrar iade edilecektir. Çünkü Kayyûm-u Bâki ancak Allah’tır ve ancak onun rızasını kazanmakla ayakta kalınabilir ve ebedî saadet elde edilebilir. “Dünya, bir padişaha çok; iki padişaha az” diyen Yavuz Sultan Selim’in imanla kabre giren bir neferi için bile, dünya kadar büyüklükteki ebedî cennet mülkü ve saltanatı çok görülmeyecek.
Ebedî hayatı hedefleyenler için bu söz bir derece makul iken, sadece dünyayı hedefleyenlerin de “sonsuza kadar yaşayacak devletlerden” söz etmeleri ilginçtir. Aslında dünyanın fazla ömrü kalmadığı da dikkate alınırsa en iyi ihtimal “kıyamete kadar yaşayacak” demek daha doğru olsa gerektir.
Kıyamet aslında kâinatın çöküşü zannedilse de, beşerin hadsiz günahına karşı büyük bir sabır ile sessiz sedasız vazifesini yapmaya devam eden mevcudatın, en nihayet dayanılmaz hale gelen isyanlar karşısında emr-i ilahî ile kıyam etmesidir, ayaklanmasıdır, dehşetli bir vaveylasıdır.
Beşinci Şua’da nakledilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (a.s.m.) “Ümmetim istikametle gitse, ona bir gün var” buyurmaktadır. Yine “Eğer istikamette gitmezse, ona yarım gün var” denilmektedir. Aynı bahiste âyet ile yapılan izahta bir günün “bin sene” olduğu anlatılmakta ve Abbasî ve Osmanlı’nın istikameti devlet olarak ancak beş yüz sene, ümmetin ise toplamda bin sene istikameti muhafaza ettiği izah edilmektedir.
Demek ki kâinatı nasıl ayakta tutan Cenab-ı Hakkın fizikî kanunlar gibi tekvini kanunları ise, beşeriyeti hususan bizleri de ayakta tutan istikamettir, yani Kur’ân’dır, sünnet-i seniyyedir.
Evet ebedî kalmak, kâim olmak yani ayakta olmak için kayyûm olan Allah’a dayanmak gerekiyor. Beşer istikamette zaaf gösterdiğinde hatalarının karşılığı olarak Cenab-ı HakKayyûm ismini bazı sahalarda yavaş yavaş perdelemeye, inayetini ve rahmetini çekmeye başlar.
Cenab-ı Hakkın Kayyûm ismi insanlar arasında perdeli ise de, fizikî âlemde perdesizdir, âzam mertebede tecelli eder. Atom altı parçacıklardan, uzayın en uzak köşesindeki hesaba gelmez yıldızlara kadar her şey Kayyûm-u Bâki olan Allah’ın misilsiz ilim ve kudretiyle ayakta durmaktadır. Bir an O’nun Kayyûm isminden nisbeti kesilse her şey herc ü merc olacaktı.
En küçük yapı taşı olarak kabul edilen atomun iç yapısını anlamak için ilginç bir misâl verilir. Eğer atomu bir futbol sahası kadar büyütsek; çekirdeği sahanın ortasındaki bir futbol topu kadar, elektronlar ise sahanın kenarında korkunç hızla dolaşan birer misket kadar olacaktı. Çekirdekteki parçacıkları bir arada tutan, elektronları uçup gitmekten muhafaza eden muazzam kuvvetler düşünüldüğünde Kayyûm isminin ne kadar mühim olduğu ve Kur’ân’da bir çok defa zikredilmesinin ve Otuzuncu Lem’a’da “İsm-i Âzamın iki ziyasından ikinci ziyası” olarak bahsedilmesinin hikmeti anlaşılır. Atom içindeki bahsedilen boşluklar ve hareket dikkate alındığında, bir cismin Kayyûm ismi ile nisbeti bir an kesilse neredeyse zamansız bir şekilde tozlaşıp yok oluverecekti.
Kayyûm isminin mertebeleri muazzamdır. Her bir zerrenin parçacıklarında bu şekilde tecelli ederken, bu zerrelerden müteşekkil Yerküre’den Güneş’e ve galaksilere kadar her şeyi yörüngesinde ve rotasında tutar. Her bir insanın vücudunu dağılmaktan ve parçalanmaktan ruhu vasıtasıyla muhafaza eder. Yine Kayyûm ismi imân ve İslâm sayesinde kişinin kalb, akıl ve ruh bütünlüğünü muhafaza eder. Birbirine düşman ve yabanî kalbleri İslâm sayesinde dost ve kardeş yapar.
Evet devletler de fertlerden ve bir çok birimden oluşur. Devamlılık için, en küçük birimden en büyüğüne kadar onları bir arada tutacak olan bağları ve kuvvetleri idrak etmek ve istikameti ona göre çizmek gerekiyor.
18.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Uzağı görememek |
|
Türkiye’nin özelde Kerkük’teki, genelde Irak’taki dengelerin değişmesi üzerine bir askerî harekât yapması üzerinde duruluyor. Özellikle Deniz Baykal, bu konuda hükümete tam destek vereceklerini ve arkalarında olduklarını ifade ediyor. Daha temkinli ve dikkatli davranan veya kafası karışık olduğundan dolayı kararsız durumda bulunan hükümete “Uzağı göremiyorlar” diye sesleniyor.
Bu uzağı görmek öyle basit bir iş değil aslında. Hele de ABD, Çin, Fransa, Almanya, vb. ülkelerin en az 20-30 yıl sonrasını düşünerek strateji geliştirdikleri bir dünyada iki-üç yıllık projesinin bulunduğu bile şüpheli olan Türkiye’deki siyasî ortamda “uzakları görmek ve uzgörüşlü olmak” öyle pek kolay yenilir, yutulur bir şey olmasa gerek. Sözgelimi günübirlik dedikodu siyasetiyle hareket eden siyasî partiler ve bunlara lojistik fikir desteği veren bir medya ile uzun vadeli planlar yapmak ve bunları kabul ettirmek çok, ama çok zor.
Bu gün Türkiye’de uzağı görerek, birimiz bir fikir ileri sürecek olsak adımız ya vatan hainine, ya zırdeliye veya hayalpereste çıkacaktır. Alışılagelen kalıplarda düşünmek, yerleşmiş şablonlarla strateji belirlemek hepimizin kanıksadığı bir yöntem olmuştur. Oysa ki suyun akışına ters gidiş sayılacak fikirler bile değerlendirilmelidir. Büyük devletlerin, büyük kültürlerin meselâ bir dış ilişkiler ve diplomasi alanındaki taktikleri bir çok devlet tarafından çözülemez bile. Hatta saçma ve uçuk bulunur. Ancak ekseriyetle bu beklenmedik, umulmadık ve hesaba katılmadık stratejilerdir ki dün olduğu gibi bu günkü dünya siyasetine ve uluslar arası ilişkilere yön vermektedir. Rakibi tarafından okunabilen ve ne yapacağı deşifre edilen devletler fazla manevra alanı bulamazlar bulsalar da başarılı olamazlar.
Deniz Baykal, 1 Mart Tezkeresindeki tavrıyla bu günkü gelişmelerde tarihî sorumluluk almış bir partinin genel başkanıdır. Dört yıl önce karşı çıktığı ABD’nin talebi ve baskısı ile sınır ötesi harekâta bu gün ABD’ye rağmen ve tam dört yıllık sürec içinde kırk açıdan değişmiş dengelerin rağmına şiddetle taraftar olmaktadır. Bu uzağı görmek değil, uzağı görememektir, hatta tuzağı görmemektir. Çünkü bu mantığa göre Kuzey Irak’ta bulunmamız, Kerkük, Musul şehirlerindeki Türkmenleri korumamız daha kısası kırmızı çizgilerimizi muhafaza etmemiz gerekiyor idiyse bu sınır ötesi harekâtı çok daha uygun şartlarda ve maliyeti finanse edilmiş 1 Mart zemininde yapılmalıydı... Bu saatten sonra, Irak’taki bu şartlarda ve ABD ile ciddi bir işbirliği garantisi alınmaksızın sınır ötesi harekât tam bir kaos ortamına sürüklenmek sayılabilir. Bu harekât, ilk elde Türkiye’nin Irak’ta ABD ile çatışması demektir ki bunun siyasal, stratejik ve uluslararası müttefik oluşumuz açısından ne türden çelişkilere ve çıkmazlara yol açacağını en iyi bilmesi gerekenlerden birisi de zannımızca Baykal’dır.
Dün tüm Irak halkı savaş ortamındayken seyirci kalmak ve bulaşmamak barışçılığın gereği sayılırken bu gün gerekçe olarak PKK terörü, Kerkük’teki Türkmenlerin problemleri ve Peşmergelerin oraya yerleşme teşebbüsleri karşısında sadece etnik gerekçelerle bölgeye çıkarma yapılmasına taraf olmak diplomatik açıdan dünya kamuoyuna pek inandırıcı gelmeyecektir. Türkiye’nin Kerkük’te garantörlük misyonuyla bulunması gibi en makul versiyon bile çok geç kalınmış bir seçenektir. Bunun temellendirilmesi ve zamanı bu gün değil 1 Mart tezkeresi zamanıydı. Bu saatten sonra kimse buna uzağı görmek demeyecektir
Bu tavrıyla bize göre Baykal, Türkiye’yi ya temellendirilmemiş gerekçelerle bir maceraya sürüklemek isteyenlerin direktiflerine alet olmaktadır veya seçim yılına girişten dolayı iç siyaset manevrası icabı iktidarı hatalar zinciri dehlizlerine düşürmek istemektedir.
18.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Risâle okunması ile ilgili bir husus |
|
Yeni Asya Prodüksiyon tarafından seslendirilen Küçük Sözler, Ramazan, İhlâs, İktisat ve Şükür Risâlelerine ait kasetleri yolculuk esnasında arabadaki teybimde dinliyorum. Çok istifade ettim. Emeği geçenlerden ve hassaten okuyan kardeşimizden Allah razı olsun.
Risâle-i Nur eserleri sadece bir defa okunup geçilecek eserlerden değildir. Kendi adıma söylemek gerekirse, en az on defa okuduğum halde hâlâ büyük bir iştiyakla okumaya ve dinlemeye devam ediyorum. Hiçbir kitapta görülmeyen bu durum Kur’ân’ın bu asra bakan muazzam bir tefsiri olmasından kaynaklanıyor.
Benzer ifadeleri birçok okuyucudan, hatta Bediüzzaman’ın kendisinden de duyabilirsiniz. Örneğin Haşir Risâlesi ile ilgili olarak en az yüz defa okuduğunu ifade etmiştir.
Bir yazarın kendi yazılarını defalarca okuması pek alışılagelmiş bir durum değildir. Bediüzzaman bu hususta eserlerin çoğunun “sünuhat” kabilinden olduğunu ifade etmiş, her zevk ve meşrepten farklı özelliklere sahip kişilerin ayrı ayrı tad alacağını söylemiştir.
Diğer eserlerde görülmeyen bu hususu Barla Lâhikasında Re’fet Bey “Ne kadar okursam okuyayım… Diğer bir okuyuşumda okumamış gibi oluyorum. Ve yeni bir eser okur gibi oluyorum. Hadsiz bir zevk-i manevî ve nihayetsiz bir hazz-ı ruhî ile okuyorum” diye ifade etmektedir.
Tanıdığım yüzlerce insandan defalarca okuduğu halde benzer ifadeleri kullandığını çok gördüm. Ayrıca Risâle dinlemekte de çok güzel duygular yaşanmaktadır. Gemilerde çok kitap okuduğum halde sohbetlerde aldığım bazı hazları alamıyorum. Bunun sebebi şahs-ı manevî adı verilen birliktelik duygusu olsa gerektir.
Arabada dinlerken de büyük bir zevk ile dinliyorum. Hatta sohbetlerdeki manevî atmosferin etkisi ile olacak acele eden birçok araç sahibine yol verip oldukça kibar ve efendi bir insan tavrını takınıyorum. Keşke her halim böyle olsa. Askerlikten ve denizcilik mesleğinin sertliğinden olsa gerek yumuşak huylu olmak ve bunu yaşantımızın bir parçası haline getirmek gerçekten güç bir iş. Demek ki ne kadar çok Risâle okunursa o kadar faydası oluyor.
Risâle dinlerken, okuyan arkadaşlarımızın lüzumundan fazla izah etmeleri ise beni ziyadesi ile rahatsız ediyor. Çoğu zaman konunun anlam bütünlüğünün bozulduğunu görüyorum. Belki bir kardeşimiz daha iyi anlamış olsa bile, belki on kişi başka mânâları düşündüğünden olsa gerek aksini söylüyor ve sohbetlere düzenli olarak gelmemesinin izahını bu şekilde yapıyor.
Bakınız bu konuda Sözler’de geçen “Konferans” adlı kısımda neler söylenmiş:
“Üstâdımız Bediüzzaman, bir Nur Talebesine Risâle-i Nur’dan bâzan okuyuvermek lütfunu bahşederken, izah etmiyor, diyor ki: ‘Risâle-i Nur, imânî meseleleri lüzûmu derecesinde izah etmiş. Risâle-i Nur’un hocası Risâle-i Nur’dur. Risâle-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidâdı nisbetinde kendi kendine istifâde eder. Aklınız herbir meseleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdânınız hissesini alır. Ne kadar istifâde etseniz, büyük bir kazançtır.’
“Okunan Türkçe veya Arapça bir risâlenin izahı, başka bir risâlede varsa, onu getirip okuyor. Risâle-i Nur’daki gayet ince nükteleri derk eden basîretli âlimler de der ki: ‘Bir âlimin yüksek bir ilmi olabilir, fakat Risâle-i Nur’u cemaate okurken tafsilâta girişip eski malûmâtlarıyla açıklarsa, bu izahâtı, Risâle-i Nur’un beyân ettiği asrımızın fehmine uygun ve ihtiyacına tam cevap veren hakikatlerin anlaşılmasında ve tesirâtında ve Risâle-i Nur’un mahiyetinin derkinde bir perde olabilir. Bunun için, bâzı lûgatların mânâlarını söyleyerek aynen okumak daha müessir ve daha efdaldir.”
Yukarıda geçen bahsi daha iyi anlamak istiyorsanız bir de bahsettiğim kasetleri veya CD’leri teybinizden dinleyerek düşünün. Gerçekten de aynen dinlemenin daha faydalı olduğunu göreceksiniz. Kaldı ki sohbetteki birlik ve beraberlik ruhu olmadan isterse asabî ruhlu şoförlerin arasında bulunun.
18.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Hizmet aşk ve şevki |
|
“Sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira kâinatı nağâmâtıyla [nağmeleriyle] raksa getiren hakâikın [hakikatlerin] esrârını ihtizaza veren musika-i İlâhiye hiç durmuyor, mütemadiyen güm güm eder.”1
Münazarat’ta yer alan bu satırlar bize, herşeye rağmen şevk ve gayretimizi yitirmememiz gerektiğini anlatıyor. Kâinatta İlâhî musıkî güm güm edip dururken biz nasıl kendimizi yokluk demek olan tembelliğin kucağına atabiliriz?
Şevk, insan, özellikle hizmet ehli için o kadar önemlidir ki, onu kaybeden hizmet aşk ve sevincini kaybeder. En önemli binek olan bu duyguyla hizmet ve gayret ehli hayat meydanına atılır, karşılaşacağı engelleri kolayca bir bir aşar.
“Geçen Cumartesi Düzceli arkadaşlarımızı ziyarette cıvıl cıvıl bir kadroyla karşılaştık. Çoğunluğu genç, müştak, iştiyak dolu, heyecanlı bir ekiple yüz yüzeydik.
“Devamlı bir şeyler yapma, motivasyon içinde olma, aktiviteyi muhafaza etme, hizmeti ayakta tutacak hisleri canlı ve lokomotif olabilecek çalışmaları gündemde tutma söz konusu olunca neler yapılmıyor ki?
“Düşünce hizmet olunca onun yolları da bulunuyor…”
Tırnak içindeki yukardaki satırları 23 Aralık 1997 tarihiyle kayıtlı “Hizmet esas olunca” başlığı adı altında yazmışım.
O yıllar geniş iki katlı Düzce Eğitim ve Kültür Vakıf binasında verdiğimiz seminer üzerine kaleme aldığımız makaleden bir bölüm bu. Geçen Cumartesi de Yeni Asya Vakfı Düzce Şubesi adını taşıyan yeni faaliyet binalarında üst katta bayanların televizyon ekranından takip ettikleri Toplumsal Huzurun Şifresi adındaki seminerimizi Düzceli dostlara sunarken yine cıvıl cıvıl, aşk ve şevk dolu, okuyan, araştıran, düşünen, sürekli didinen meraklı bir toplulukla beraberdik.
12 Kasım 1999 depremi sonrasında da Gölcük, İzmit ve Adapazarı’yla birlikte Düzce’ye uğramış, depremle ilgili esrarengiz olayları bizzat şahitlerinden dinlemiş, Deprem Çiçekleri isimli çalışmamızı hazırlamıştık.
Tahkikî imandan aldıkları kuvvetle depremin maddî ve manevî baskısını göğüslemiş, bir kısmı yakınlarını dar-ı bekaya yolcu etmiş, ama kuvve-i maneviye ve metanetlerni kaybetmemiş bu saygın insanlar kısa zamanda toparlanmasını bilmiş, hizmet aşk ve şevkiyle yeniden kültürel faaliyetlere koyulmuşlar.
Tebrik ediyor; ihlas, sebat, sadakat ve gayretle hizmetlerinin devamını Cenâb-ı Erhamürrahimin’den diliyorum.
Dipnotlar:
1- Münâzarât, s. 46.
18.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Su görmeyen çamaşırlar temiz olur mu? |
|
Kimi zaman, yaşayışları 180 derece zıt insanların ağzından, “Kalbim temiz, imanım tam, dini bütünüm!” sözleri dökülür. Acaba, “Kalbim temiz!” demekle kalp temiz; “Allah’a inanıyorum!” demekle gerçekten iman tam olur mu?
Ne tuhaftır ki, kafası binbir şüphe ve vesvese; midesi rüşvetle dolu olan da “Kalbim temiz!” diyor.
Aslında bu iddiada bulunanların bir kısmı, dinî bilgisi, manevî birikimi o kadar, sözlerinde gerçekten de samimidirler. Bir kısmı ise, kendilerini aldatıyorlar! Daha doğrusu, Allah’a inanmaları ve dinî görevlerini yerine getirmeleri gerektiğini vicdanen biliyorlar. Ama, psiko-sosyal pozisyonlarının gereği böyle bir söylem içine girme ihtiyacını hisediyorlar.
Bunların durumu, tıp fakültesine gitmeyen birisinin, “Ben tıbbı çok iyi biliyorum!” demesi gibi değil mi? Kalbi tıp aşkıyla yanıp tutuşan fakat hiçbir kitap karıştırmayanın aşkının ne kıymet-i harbiyesi olur? Hangi meslek, yalnız “Kalbim temiz, buna yürekten inanıyorum!” demekle kazanılır?
Manevî kirler, düşünceler, inançlar, hurafeler de ruhumuzu/duygularımızı kirletir. “Kalbim temiz” demekle kalb temiz olmadığı gibi, “İmanım kuvvetli!” söylemiyle de iman güçlenmez. Giyim eşyalarından, kullandığımız ev âletlerine kadar, hatta evimizi ve otomobilimizi yeniliyoruz. Elbette ruh/duygularımızın gıdası olan imanımızı; “İmanınızı yenileyiniz!” buyuran Peygamberimize (asm) ittiba ederek yenilemeli ve güncelleştirmeliyiz. İman, yalnızca dilimizle tekralayıp, kalbimizle tasdik ettiğimiz, bir anlamda içimizde hapsettiğimiz bir olgu mudur? İman esaslarının, tüm özellikleriyle düşünce, kalp, gönül, hal, fiil, söz, özetle özümüze yansıyan boyutları yok mu? Hayatımızın bütün safhaları, sosyal hayatın bütün katmanları (ferd, aile, toplum) ve tüm varlıklarla kâinatın Sahibi hesabına iletişime geçilip pratiğe dökülebilen huzur, mutluluk ve güç kaynağı değil mi?
Eğer, madde, maddeötesi, yani gayp/metafizik âlemleri aydınlatan muazzam bir projektör olan iman;
- Sağlam bir kişilik, karakter, davranış biçimi, bilgi birikiminin temelini oluşturmuyorsa;
- Kendimizi, çevremizi, olayları, nesneleri olduğu gibi görmemizi; iç yüzlerini keşfetmemizi; olumlu bakış açısı ve iletişimimizi sağlayamıyorsa;
- Günlük hayatımızın tanzimine, aile ve toplum hayatının huzur ve mutluluğuna vesile olmuyor; insanı galaksiler ötesine taşıyan müthiş bir güç ve enerji menbaı olmuyorsa;
- Her türlü olumsuzluğu rıza ile karşılama ve ona direnebilme gücü vermiyorsa;
- Bizi başıboşluk, hedefsizlik, sıkıntı, problem, stresten kurtarıp, bize sonsuz hedefler göstermiyorsa, güçlü bir iman olabilir mi? Bu olsa olsa, hafif rüzgârlar karşısında bile sönmeye mahkûm, taklitten öteye geçmeyen bir inanç olabilir.
***
Vaktiyle bir adam, bir bilge krala gidip baştan çıkmaya nasıl karşı koyacağını sordu.
Kral, adama ağzına kadar yağla dolu bir fıçı verilmesini emretti. Adam bu fıçıyı şehrin bir kapısından öteki kapısına kadar bir damla yağ dökmeden taşıyacaktı.
“Eğer tek bir damla dökersen başın kesilecek” dedi Kral.
Adamın yanına yalın kılıç iki koruyucu verdi. Bir damla yağ dökecek olsa, adamın kellesini anında uçuracaklardı.
Bir Pazar günüydü. Şehrin her yanı satıcı tezgâhlarıyla, insanlarla doluydu. Adam fıçıyı yüklenerek dikkatlice yürüdü. Hem de ne dikkat! Bir damla yağ dökülmedi...
İki koruyucuyla birlikte saraya geri geldiğinde, bilge kral adama:
“Peki şehirde ne var ne yok?” diye sordu.
“Hiçbir şey görmedim efendim” dedi adam. “Aklım, fikrim yağdaydı.”
Bu cevap üzerine, bilge kral gülümsedi:
“Şimdi baştan çıkmamanın çaresini buldun işte” dedi. “Allah’ın rızasını kazanmaya, fıçıdaki yağa odaklandığın dikkatle odaklan. O zaman hiçbir şey seni baştan çıkarmaz.”
18.01.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
İşgalin ön ve arka yüzü |
|
İnsanlık dışı birtakım fikir ve metotlarla yola çıkarak girmiş olduğu Irak batağına boylu boyunca saplanan Bush yönetimi, şimdi ne ileri gidebiliyor, ne de geri adım atabiliyor.
Orada kalarak ne huzuru sağlayabiliyor, ne de çekip gidebiliyor.
Saplandığı batağın içinde debelenip duruyor.
Debelenme hareketleriyle, hem kendisine, hem de başkasına büyük zarar veriyor.
Ortalık kan deryasına döndü. Ölüm grafiği yükseldikçe yükseliyor.
Dahası var: Bu dehşet veren kanlı arenanın sahası günden güne genişletilmeye çalışılıyor.
Ölüm kusan batağın içine İran, Suriye ve Türkiye de bir şekilde çekilmek isteniyor.
Doğrudan tetikleyemedikleri komşu ülkeleri, türlü oyun ve plânlarla, bitmek tükenmek bilmeyen bir belânın içine sokmaya çalışıyorlar.
* * *
Bu zalimâne fikir ve planlar, aslında yeni değil. Eskiden beri var. Tâ, 1700'lü yıllardan beri yürürlükte.
Literatürdeki ismi "İngiliz siyaseti"dir. Özellikle Yahudi asıllı İngilizlerin hazırlayıp uyguladıkları bir siyasettir.
Bu sinsî politikanın dayandığı menhus anlayış ise şudur: "Büyük Britanya'nın huzur ve selâmeti için, İslâm dünyasının, bilhassa Ortadoğu'nun huzursuzluk içinde bulundurulması gerekir." (Bkz: Meşhûr İngiliz casusu Mr. Hamper'in hatıra ve itirafları.)
Dolayısıyla, bölgede geçmişe dayanan (1725) ve geleceğe uzanan emellerin sahibi, Amerika'dan ziyade İngiltere ve İsrail'dir. Daha doğrusu, bu ülkelerdeki etkili Yahudi lobileridir.
Yahudiler ve İngilizler, Irak'ta ve Ortadoğu genelinde ABD'yi bir güç odağı, bir kuvvet merkezi olarak tepe tepe kullanıyorlar.
Amerika'da, Bush'un liderliğindeki Cumhuriyetçi iktidarı devrilip Demokratların başa geçmesi halinde, bu ülkenin Irak ve hatta Afganistan politikası büyük çapta değişecek gibi görünüyor.
* * *
Evet, görünürde bölgede kendi menfaatini ön planda tutan ve kahredici zalim politikaların aktörlüğünü yapan Amerika ve Bush yönetimidir.
Ancak, arka plandaki durum daha farklı olsa gerektir.
Öyle ki, yarın meselâ ABD'nin bölgedeki politikası değişir ve tedricen çekilme kararı alınsa bile, İngiliz ve İsrail'in tutum ve hesapları kolay kolay değişmeyecektir.
Çünkü onlar, kendi huzur ve rahatları için, genel politikalarını Müslüman toplulukların rahatsız ve huzursuz olmaları üzerine bina etmişler.
Burada adeta öküz rolünde güdülmeye çalışılan Amerika'nın ise, böyle bir derdi yok. Geçmişte yoktu, gelecek için de, en azından İngiltere ve İsrail'in gerisinde duruyor.
Netice, Ortadoğu'da silâhları ölüm kusan Amerika, aslında başka güç ve odakların inisiyatifiyle hareket ediyor. Ancak, gerçeğin böyle olduğunu Bush ve yandaşları değil, muhtemelen iktidara gelme hazırlığındaki Demokratlar anlayacak ve gerekeni yapmaya çalışacaklar.
GÜNÜN TARİHİ (18 Ocak 1912)
İttihatçıların devletçilik oyunu
Osmanlı Meclis–i Mebusanı, Sultan Reşad'ın fermanıyla feshedilerek kapatıldı. Yeni seçimlerin yapılmasına karar verildi.
Ne var ki, 18 Nisan 1912’de toplanan yeni Meclis, 5 Ağustos günü tekrar feshedildi. Ardından, sıkıyönetim ilân edildi.
Dahası, Balkan Harbi gerekçe gösterilerek yeni bir seçim yapılması cihetine de gidilmedi. Bu sebeple, siyasî gerilim hiç eksik olmadı.
Nihayet, 23 Ocak 1913’te Babıali Baskını ile iktidarı ele geçiren İttihatçılar, ülkenin mukakadderatını tek parti sultasının altına soktu.
1914'te yapılan genel seçimlere de, ne yazık ki bu atmosfer içinde gidildi. Vatandaşlar, sadece İttihatçı olanları seçim Meclis'e gönderebildi.
Bu tarihte yapılan seçimler, 1923 sonrası Türkiye'si için de bir nevi örnek teşkil etmiş oldu.
* * *
II. Meşrutiyet döneminin ilk seçimleri 1908 yılı sonlarında yapıldı. Meclis–i Mebusan, 4 Aralık günü açıldı.
1908'deki genel ve 1911'deki kısmî seçimlerde, seçmenlerin birinci tercihi İttihat–Terakki, ikinci tercihi ise Ahrar Fırkası idi.
Buna rağmen, rakip ve rekabetten hiç hazzetmeyen İttihatçılar, türlü dalavere ve komitacılık faaliyetleriyle, iktidarı daima ellerinde tutmaya çalıştılar.
Aslında, İttihatçılar arasında doğru dürüst bir devlet adamı yoktu. Ancak, onlar zorbalık metodunu iyi kullanmasını bildikleri için, hükümetleri, hatta padişahı dahi hep tesir ve baskı altında tutmayı başardılar.
Koca Osmanlı devleti, yaklaşık on yıl müddetle (1908–1918) adeta İttihatçıların elinde oyuncak oldu.
Dahilde devletçilik oyunu oynamaktan geri durmayan İttihatçılar, özellikle İkinci Balkan Harbi ile Birinci Dünya Harbe esnasında, dış güçlere karşı canla başla çalıştılar.
Diğer vahim hatalarının yanında, bu özelliklerini de belirtmek gerekir.
18.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Yağmur duâsı ve namazı |
|
Tire’den okuyucumuz: “Yağmur duâsı ile ilgili olarak sünnet olan nedir?”
Topraklarımız yağmura muhtaç. Canlılar suya muhtaç. Ruhumuz Allah’ın sayısız ikramına, ihsanına ve lütfuna muhtaç. İçimiz dışımız rahmete muhtaç. Allah âfet vermesin tek! Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, yağmur namazı ve duâsı bir ibadettir. Yağmursuzluk o duânın ve ibadetin vaktidir.1 Duâyı ve ibadeti vaktinde yapmalı, değil mi?
Yağmurlar kesildiği zaman tövbe ve istiğfar etmek, duâ edip namaz kılmak ve ikramı, ihsanı ve rahmeti sonsuz olan Cenab-ı Hak’tan yağmur istemek sünnettir. Kur’ân’da Nuh Aleyhisselâmın, kavmine şöyle dediği kaydedilir: “Dedim ki: ‘Rabb’inize istiğfar edin. Muhakkak o bağışlayandır. Size gökten bol bol yağmur indirsin.”2
Peygamber Efendimiz (asm) bir kıtlık zamanında yağmur duâsında bulunmuş ve daha ellerini indirmeden mübarek sakalı yağmur suyu ile ıslanmıştır. Enes bin Malik (ra) anlatıyor: Bir defasında insanlar bir kıtlığa uğradılar. Bir Cuma günü idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) hutbe okurken, karşı kapıdan birisi girdi ve: “Ya Resûlallah! Mallar helâk oldu. Çoluk çocuk aç kaldı. Bize duâ buyur!” dedi.
Resûlullah Efendimiz (asm) mübarek ellerini kaldırdı. O sırada gökyüzünde gözümüze hiçbir bulut parçası gözükmüyordu. “Allahümme eğısnâ!” (Allah’ım bize yağmur ver!) ve “Allahümme’skınâ!” (Allah’ım bize su ver!) diye duâ buyurdu. Nefsim kudret elinde bulunan Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, bulutlar dağlar gibi gökyüzünü sarmadıkça, o mübarek ellerini indirmedi. Minberden inerken mübarek sakalına doğru yağmur tanelerinin yuvarlandığını gördüm. O gün, ertesi gün, daha ertesi gün... Tâ öteki Cuma’ya kadar. Hep üzerimize yağmur yağıp durdu. Ertesi Cuma yine bir adam ayağa kalkarak, bu defa “Ya Resûlallah! Binalar yıkıldı. Mallar boğulmaya başladı. Bize duâ buyur” dedi. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü (asm) insanoğlunun bu kadar çabuk usanmasına tebessüm buyurdu. Mübarek ellerini kaldırdı. “Allahümme havâleynâ, velâ aleynâ!” (Allah’ım, etrafımıza gönder! Üzerimize gönderme!) diye duâ buyurdu. Bunu söylerken mübarek eliyle hangi cihetteki buluta işaret buyurdu ise, orası açıldı. Medine üstü açık bir alan oldu. Kanat vadisi bir ay mütemadiyen aktı ve hangi yönden kim geldiyse bol yağmur geldiğinden bahsetti.”3
Abdullah bin Zeyd (ra) dedi ki: “Hazret-i Peygamber (asm) namaz kılınan yere çıkıp yağmur duâsı yaptı. Kıbleye döndü. Ridâsını ters çevirdi. İki rek’at namaz kıldırdı.”4
Abbas b. Temim (ra) amcasından nakleder: “Resûlullah’la (asm) yağmur duâsına çıktım. Ridâsını ters çevirdi. Arkasını da cemaate dönerek duâ etti. Daha sonra iki rek’at namaz kıldı. Namazda kıraati açıktan okudu.”5
Enes bin Malik (ra) şöyle demiştir: “Resûlullah (asm) yağmur duası yaptı da, ellerinin arkasıyla semaya işaret etti.”6 Enes (ra) bir diğer rivayetinde ellerinin içini aşağıya getirip uzatarak, şöyle demiştir: “Resûlullah (asm) ellerini böyle yaparak yağmur duâsına çıkardı. Ellerini o kadar kaldırırdı ki, koltuk altlarının beyazlığını görürdüm.”7
Duâ esnasında sünnet olan, istenen şeyin lehimize olması halinde ellerin semaya doğru açık tutulması; aleyhimize olması halinde, yani bir âfetten ve şerden Allah’a sığınmamız söz konusu olduğunda ise, avuç içlerinin yere, sırtının da semaya doğru çevrilmesidir. İkisi de sünnettir.
Yağmur duâsında, yukarıdaki rivayetlerden de anlaşılacağı gibi, Peygamber Efendimiz (asm) mübarek ellerini koltuk altının beyazı görülünceye kadar kaldırmış ve avuç içini yere çevirmiştir. Ellerin bu şeklini “taabbüdî” kabul etmek, yani ibadet şeklinin böyle olduğunu düşünmek, teslimiyet açısından bizi daha sağlıklı neticeye götürür. Bundaki görünebilen hikmete gelince:
1- Peygamber Efendimiz (asm) yağmur ve su istemekle beraber, susuzluk musibetinden de, suyun âfetinden de Allah’a sığınmıştır. Bu durumda rahmet isterken ellerin düz çevrilmesi, âfetten Allah’a sığınırken de ellerin ters çevrilmesi sünnete uygundur.
2- Mübarek ellerini çok fazla kaldırıp yere doğru çevirmekle, ihtiyaç duyulan suyun gökten aşağıya doğru indirileceğine işaret buyurmuştur.
3- Gökten nâzil olacak rahmete şiddetle muhtaç olduğumuz duâ lisanıyla ilân edilmiştir.
Cenâb-ı Allah Müslüman topraklarını yağmursuz, rahmetsiz, lütufsuz, keremsiz bırakmasın. Âmin.
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 287 2- Nûh Sûresi, 71/10,11 3- Buhârî, 3/505, 538; Müslim, İstiskâ, 8; Nesâî, İstiskâ, 9 4- Müslim, İstiskâ, 2; Buhârî, İstiskâ, 540 5- Nesâî, İstiskâ, 5 6- Müslim, İstiskâ, 6 7- Ebû Dâvud
18.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Mısır’da hoşgörünün iksiri |
|
Gece yarısıydı Han Halil’e ulaştığımızda.
Bizim Kapalı Çarşıyı andıran tarihî bir alışveriş merkezi Han Halil.
Gece geç saatler olmasına karşın hareketliliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. Dükkânlarının kepeklerini kapatanların yanı sıra nargilelerini tüttüren Mısırlılar ile alışveriş telâşındaki turistler çarşının hareketli kalmasını sağlıyorlardı.
Mehmet Akif Ersoy’un Mısır günlerinde uğrayıp kahve içtiği El Fiyşavi Kahvehanesi yine önemini koruyor. Papirüsler, bolca Firavun heykelleri, altın ve gümüş hediyelikler, incik-boncuk satılan dükkânlarda iyi bir pazarlık yapmanız gerekebilir.
Burada Türk olduğumuzu öğrenince kimi İstanbul’u gördüğünü anlatmaya çalışıyordu, kimi Hakan Şükür, kimi de İbrahim Tatlıses diye sesleniyordu. Bu arada bizim liglerde oynayan Mısırlı futbolcuların ismini verdiğimizde ise, gururla göğüslerini kabartıyorlardı.
Han Halil’i gezerken zamanın iyice geç olduğunu unutmuş olmalıyız. Hanın ara sokaklarından meydana çıktığımızda gece yarısını çoktan aştığımızı fark ettik. Han Halil’in önü geniş bir meydana açılıyordu. Tam karşımızda El Ezher vardı. Bina da karizma olur mu demeyin, Han Halil ne denli canlıysa, El Ezher o denli asildi. Belki yıllardır bir özlemle andığımdan dolayı olmalı ki, bir binaya değil, El Ezher’deki mânâya baktım. Yolun tam karşısındaki El Ezher Külliyesini seyretmem ve üstüne basa basa, “El Ezher burası değil mi?” diye tekrar tekrar sormam, oradakilere tuhaf gelmiş olabilir. Çünkü geç saat olmasına kadar meydan doluydu, çoğunluğunu gençlerin, satıcıların ve taksicilerin oluşturduğu yerli kalabalık, her gün gördükleri bu binaya bir El Ezher’e bakar gibi bakmıyorlardı. Bir saygısızlık yoktu. Sadece benim gibi ilk kez gören hayalî El Ezher’le dolu birisi gibi bakmıyorlardı, zaten bakmalarını da beklemezdim.
Osmanlı’nın değişik dinleri, dilleri, ırkları ve coğrafyayı 600 yıl boyunca bir arada tutmasının formülü El Ezher gibi kurumlarda saklı. Osmanlı bölgeyi adaleti, ilim müesseseleri ve başarılı idarecileri ile ayakta tuttu. Her tarafı medresenin yaktığı ışıkla aydınlanan Güneydoğu’da ırkçılık fitnesi hayat bulamadı. Mısır’da El Ezher, İslâm’ın kütüphanesi olarak doğru İslâmı muhafaza edip, nesilden nesile aktarırken, sanki Bağdat, Şam, Bingazi, Bosna öyle değil miydi?
Bir imparatorluğun kılıçla değil, irfanla ayakta tutulmasının modelinden birisi de El Ezher olduğu için o mânâ beni çok etkilemişti.
Mısır Cumhurbaşkanından sonra protokoldeki ikinci isim El Ezher Rektörü. Bu denli ağırlığı var. Ve tabiî sadece burada dinî ilimler öğretilmiyor, hukuk ve tıp alanında da üniversitenin çok iyi olduğunu söylüyorlar. Biz de YÖK marifetiyle denkliği iptal edildiği için artık Türk öğrenciler eskisi gibi rağbet göstermiyor bu üniversiteye. Ancak “Etrak Yurdu” yani tarihten bu yana Türk öğrencilerin kaldığı mekânlar muhafaza ediliyor, az sayıda da olsa yine öğrencilerimiz var.
Han Halil ve El Ezher’in karşılıklı olarak bulunduğu meydanın üçüncü ayağını ise, muhteşem yapısıyla İmam Hüseyin camii oluşturuyor. Ortadaki geniş meydan hızlı akan trafiğe rağmen, her zaman hareketli ve gecenin hangi saati olursa olsun Mısırlı kadınlar ya da bayan turistler güven içerisinde orada oturuyor, alışverişlerini yapabiliyorlar.
İşte Mısır gibi önemli bir İslâm devletinde hayat tarzlarına yönelik karşılıklı saygı ve bir arada yaşamanın güzel bir örneği.
Biz de her Ramazan ayında laik medya ve bazı CHP’lilerin maraza çıkarmasına alıştık artık. Ancak Mısır’dan, hem de farklı dinlerden bir hoşgörü örneğini aktarmak istiyorum.
Mısır’ın Maliye Bakanı Yusuf Butros Gali, Hıristiyan. Mısır tarihinde ilk kez bir Hıristiyan Maliye Bakanı olmuş. Müslümanların malının emanet edildiği bir kurum olması açısından bir “Hıristiyan’a Müslümanların malları teslim edilir mi” tartışması yaşanmış.
Yusuf Butros Gali’nin, Mısır’da etkin olan Hıristiyan Kıpti Butros ailesinden geldiğini öğrendik. Bir dönemler BM Genel Sekreterliği yapan Butros Gali’nin amcasının oğlu ya da kardeşi olduğunu söyleyenler var. Resmî görüşmelerde sağındaki bakanlık bürokratının başı kapalı bir hanım olması dikkatimi çekti.
Gali, Türk yatırımlarına önem verdiğini göstermek için, “İşadamlarınızın hangi sıkıntısı olursa, beni bulsunlar. Paranın musluğu benim elimde olduğu için, diğer bakanlar sözümü dinler” diye espri ile karışık bir davet yaptı. Baktım Tüzmen de ruhsat sorunu olan bazı iş adamlarımızı Gali’ye yönlendirmeye başladı.
Mısır’ın Hıristiyan olan Maliye Bakanı’nın zengin ve cömert birisi olduğunu ve her Ramazan’da Kahire’nin birçok yerinde iftar çadırları kurdurup, Müslümanlara iftar yemeği verdiği aktarıldı, orada yaşayan Türkler tarafından. Gali, Kurban Bayramlarını da unutmuyormuş. Her bayram sabahı kurbanlar kestirip, yoksul mahallelerde dağıttırıyormuş. Bir Hıristiyanın hoşgörüsü nere, bizim Müslüman laiklerin her Ramazan’da kopardıkları iftar çadırı kıyametleri nere?
Biz Yusuf Butros Gali ile BM eski Genel sekreteri Butros Gali arasındaki yakınlığı konuşurken Kahire havaalanının VIP salonunda Butros Gali ile karşılaşmayalım mı? Çok yaşlanmış. Yanında sarı saçlı kendisi gibi yaşlı bir bayan vardı. VIP’e açılan iç salon kapalı, ama kapısında bir görevli vardı. Tüzmen bu yüzden giriş bölümünde oturmak durumunda kaldı. Az sonra o kapı açıldı, Butros Gali çıktı.
Yoğun programlar sebebiyle akşam saatlerine doğru yetiştiğimiz piramitlerde ise, Mısır’ın en büyük gelirinin neden turizm olduğunu daha iyi fark ediyor insan.
İstanbul Boğazından güneşin batışını seyretmek nasıl farklı bir duyguysa, piramitlerin arasından güneşin gurubunu seyretmek de o denli ilginç.
18.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Kerkük ve PKK |
|
Başbakanın ve Dışişleri Bakanının Kerkük için peş peşe verdikleri “Oldubittiye seyirci kalmayız, müsaade etmeyiz” mesajları ve Gül’ün “Bürokratlarla, komutanlarla en uç senaryoyu bile konuşuyoruz” beyanı, “Hükümet Kerkük’e de mi operasyona hazırlanıyor?” sualini gündeme getirmişti.
Ve buna bağlı olarak, “Erdoğan seçim arefesinde Kerkük fatihi olmayı mı kafasına koydu?” spekülasyonları dahi yapılmıştı.
Tabiî, böyle birşeyin bilhassa bugünkü dünya, bölge, Irak ve Türkiye konjonktüründe mümkün olmadığı; içeride bazı hevesliler olsa bile sağduyulu çoğunluğun ve dışarıda da hiç kimsenin, hedefi Kerkük olan bir harekâta kesinlikle sıcak bakmayacağı belli.
Lozan’da Birinci Meclisin bütün itirazlarına rağmen Atatürk ve İnönü’nün kararıyla vazgeçtiğimiz Kerkük ve Musul’u tekrar “misak-ı millî’ye dahil etmemiz artık hayal.
Eğer mesele petrolse, Irak’ın işgali sonrasındaki paylaşım planları ve aslan payını hangi Batılı şirketlerin alacağı çoktan belirlendi ve uygulamaya konuldu bile. Dolayısıyla Türkiye’nin oradan da alabileceği birşey yok.
Bu itibarla, Türkiye’nin Kerkük için “yeniden fetih” seferleri açması artık imkânsız.
Üst düzey bir Dışişleri diplomatının, “Türkiye’nin Kerkük’e askerî müdahale gibi bir yaklaşımı yok” sözü (Ardan Zentürk, Star, 16.1.07), Ankara’nın tavrının da bu çerçevede maceraya kapalı olduğunu gösteriyor.
Ancak aynı diplomatın “Kuzey Irak konusunda tek askerî seçenek PKK’yla bağlantılı gelişmedir. Türkiye bu askerî seçeneği herkesin önüne koymuştur” beyanıyla ifade ettiği iradenin uygulanması da kolay değil.
Herşeyden önce ABD’nin bu konuda başından beri katı bir tavır sergilediği mâlûm.
O kadar ki, Bush’un açıkladığı son planın ardından Dışişleri Bakanı Rice ve yeni Savunma Bakanı Gates gibi isimlerce yapılan açıklamalarda, “Planın başarılı olması, Türkiye’nin Irak’a girmesini engellemek için de şart; biz çekilirsek Türkiye girer” gibi şantaj ve tehdit kokan sözlerin sarf edilmesi de bu tavrın en son tezahürleri olarak görülmeli.
Öte yandan, ABD’nin Irak yönetimine getirdiği kişiler de, Türkiye’nin hangi sebeple olursa olsun Irak’a müdahalesine karşı.
ABD, Türkiye’nin en fazla hassas olduğu ve Bush başta olmak üzere üst düzey Amerikalı yöneticileri defalarca uyardığı PKK meselesinde hem ipe un seren tavrını sürdürüyor, hem de Türkiye’nin bu meseleyi kendi inisiyatifiyle çözmesine izin vermiyor.
Hoş, izin verse ne olur? İşgal öncesinde, bazıları canlı yayınlarla aktarılan birçok sınırötesi harekât yapılmıştı. Sonuç alındı mı?
Açıkça belli ki, gelinen noktada PKK meselesi, Türkiye’yi bu konuyla ilişkili politikalarını değiştirmeye zorlamak için bir araç ve koz olarak kullanılıyor. Ve Ankara’nın kendi anlayışına göre belirlediği kırmızı çizgileri anlamsız kılacak yeni bir yapı oluşturuluyor
Bush'a atfedilen “Sınırda işbirliğine hazırız” önerisi ise, tıpkı koordinatörlük gibi, yeni bir oyalamaca taktiğinin ifadesi gibi görünüyor...
18.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Yıkmaktan vazgeçilsin |
|
“Helâket ve felâket asrı”nda yaşadığımız için en başta ‘aile’ tahrip edilmiş ve sistemli bir şekilde tahribine devam da ediliyor. Gazetelere yansıyan bazı haberler, ‘yara’nın çok derin olduğunu düşündürüyor.
İslâma uygun yaşanmayan bir hayatın, kişiye ve topluma huzur vermesi mümkün değil. İslâma uygun hayat yaşama çeşitli sebeplerle tahrip edildiği için, hatırlatmak dahi istemediğimiz çirkin hadiseler yaşanıyor. Pek çok cinayet ve diğer çirkinliklerin altında da ‘İslâmın emrettiği şekilde yaşamamak’ sebep olarak yerini almıyor mu?
Türkiye bir dönem ‘zina’yı tartıştı. Gerçi kanun maddesi düzenlemekle problemler hallolmaz, ama buna dahi müsaade edilmedi ve neticede maalesef ‘zina’yı savunanların dediği oldu. Ancak, Türkiye ve dünya gerçekleri, ‘zina’yı serbest bırakmak isteyenlerin aleyhinde gelişiyor.
Ekseriyetin Müslüman olduğu Türkiye’de ‘zina’ya hayır diyenler görünüşte mağlup oldu, ama dünyanın öbür ucunda ‘zina’cılar mağlup olmuş.
“Bu eyalette çapkınlığa ömür boyu hapis var” başlıklı haberde şu bilgiler yer alıyor: “Amerika’nın Michigan eyaletinde Eyalet Yüksek Mahkemesi tarafından verilen bir karara göre zina yapanlar ‘birinci derece suç teşkil eden cinsel davranışla’ yargılanacak ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılabilecek. Karar, Mahkeme Başkanı William Murphy ve mahkeme üyelerinin oybirliğiyle geçtiğimiz Kasım ayında verildi. Karardaki ‘bir kişi ne zaman zina yaparak birleşme gerçekleştirirse o kişi birinci derece suç teşkil eden cinsel davranışla yargılanabilir’ ifadesi tartışmaları tetikledi.” (Sabah, 17 Ocak 2007)
“Zina yapanlara ömür boyu hapis” şeklinde olması gereken haber başlığı ‘yumuşatılarak’, “çapkınlığa ömür boyu hapis” denilmesi bir yana, geçen Kasım ayında verilen bir kararın ‘yeni’ haber olması da dikkat çekici değil mi?
Tekrarlamakta fayda var: Bu gibi ‘çirkin’ hadiseleri önlemek, tek başına kanun maddesiyle ya da hapis cezasıyla mümkün değildir. Ancak burada önemli olan, Amerika gibi ‘muâsır medeniyet seviyesi’ni aşmış bir ülkede bu kararın alınmış olmasıdır. Bu karar, ‘fıtrat’ların yalan söylemediğini göstermesi bakımından da dikkat çekicidir. Bugün için Avrupa ülkelerinde ‘zina’ya müsamaha ile yaklaşılıyor olsa da, yakın gelecekte onlar da bu hatalarının farkına varacaklardır.
Hatırlanacağı üzere, İslâmın bu konudaki tavrı da çok farklı ve önemlidir. Çünkü İslâm, “Zinaya yaklaşmayın” diyerek insanları ta baştan ikâz edip uyarıyor. Ta baştan, bu çirkin yola girmekten insanları men ediyor.
Unutulan ‘zina’ tartışmasında kazandığını zannedenler aslında ‘kökten kaybetmiş’ ve bütün Türkiye’ye de kaybettirmişlerdir. Umalım ve dua edelim ki, gençlerimiz bu çirkin yola sürüklenmesin...
*
Sofraya buyurun
Kısa bir ‘fıtrat haberi’ de Türkiye’den: Psikiyatrist Doç. Dr. Sefa Saygılı, ailelerin sofrada buluşmasının önemini belirterek, birlikte yemek yiyen aile bireylerinde ruh sağlığı problemlerinin daha az olduğunu belirmiş. Saygılı, ayak üstü atıştırmak yerine aile bireylerinin bir arada yemek yemesinin tercih edilmesini tavsiye ediyormuş... (Gülistan Dergisi’nden aktaran: Haber7.com, 17 Ocak 2007)
Buyurun...
18.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kerkük tasması |
|
2007 sonuna doğru Kuzey Iraklı Kürtler bir oldu bitti ile petrol zengini Kerkük’ü bölgelerine veya topraklarına katmak istiyorlar. Formalite olarak da referandum yapacaklar. Neden formalite? Zira 2003 işgalinden itibaren Recep Tayyip Erdoğan’ın da dikkat çektiği gibi demografik yapıyla oynadılar. ‘Minareyi çalan, kılıfını hazırlar’ misali kılıfı hazırladılar. Bölgenin içinden hatta bölgenin haricinden buralara yandaşlarını iskân ettiler ve böylece şehrin yapısı bir kez daha bozuldu.
Saddam Araplaştırma projesi uygulamış ve bu çerçevede Arapları bölgeye iskân ederken ve bölgedeki Türkmenleri de diğer bölgelere kaydırırken işgal sonrası Peşmergeler de yeni bir nüfus politikasıyla Saddam’ın yaptığını tersine çevirmişlerdi. Kısaca onlar da, Kürtleştirme politikası uyguladılar. Dolayısıyla referanduma karşı çıkmak doğru değil, ama referandumun mahiyetine karşı çıkmak buradaki en doğru politika olacaktır. 2003 öncesi şartlar yeniden hazırlanmadan referandum meşru olamaz. Yeni yerleşimcilerle yapılacak bir referandumun sonuçları önceden bellidir. Kimse kimseyi kandırmasın.
Bilindiği gibi Kürtler Bağdat’ın düşmesinden sonra Kerkük’e girdiklerinde ilk yaptıkları işlerden birisi tapu kadastro sicillerini ve arşivini yakmak oldu. Sonra da şehre yeni yerleşimcileri yığdılar. Böylece şehrin demografisi bozulmuş ve coğrafî hafızası da yakılmıştı. Beyaz sayfa (tabula rasa) üzerine yeni bir oldu bitti yapmak istediler. Şimdi de ısrarlı ve sistematik bir şekilde politikalarını sürdürmeye çalışıyorlar. Bu bağlamda, şantajvari politikalarıyla Peşmergelerin Bağdat’ta görev almasına mukabil Amerikalılardan Kerkük’ün tapusunu istiyorlar. Böylece sistematik planlarını sonuca ulaştırmak istiyorlar.
Aslında Amerikan işgali sonrasında bölgenin ve ülkenin yeniden paylaşımı döneminde Kerkük her ne kadar stratejik hedefleri ise onun da ötesinde Musul’u da ele geçirmek ve ilhak etmek istiyorlar. Netice itibarıyla, Kürtler bir şekilde, Şiiler de başka bir şekilde işgalden yararlanma politikası gütmüşlerdi. Biz buna istikva siyaseti diyoruz. Hatta şantajlarla ABD’nin denge politikası izlemesine de mani olmak istiyorlar. ‘Fırsat bu fırsat’ yaklaşımı içindeler.
***
Bu fiilî durum karşısında ne yapılabilir? Birincisi, emri vakiyi kabullenmek şeklinde. İkincisi de, CHP’nin teklif ettiği şekilde bölgeye asker sevk etmek. İkisi de doğru olmaz. Birincisi, emri vakiyi kabullenmektir ve bu, mütecavize alan açmaktır ve Peşmergelerin iştahının daha da kabarmasına vesile olmaktır. Bu durumda, Kerkük’ten sonra sırada Musul var demektir. Halbuki Peşmergeler bu kadar ısrarcı ve oldu bittici olmasalar belki zamanla mesele onları da tatmin edecek şekilde tatlıya bağlanabilir. Bağdat gibi ortak bir şehir olmasının ne mahzuru var?
İkinci seçenek olan asker sevki de uluslararası şartlar dikkate alındığında büyük tepki toplar ve müdahale sonrası gerçekten de Türkiye orada nazım bir rol oynayabilir mi? Bunun imkânı var mı? ABD bile müdahalede başarılı oldu, ama nazım bir rol oynamakta başarılı olmadı. Geriye üçüncü şık kalıyor? Bu asla bekle ve gör politikası değildir.
Üçüncüsü, üstü örtülü bir şekilde kesintisiz ve görünmez müdahaledir. İran bunu başarıyla uyguladı. Bundan kasıt, hem bölgede yeni müttefikler edinmek, hem de sosyal dokuya ve kurumlara sızmaktır. İran ikisini de başarıyla uyguluyor. Bundan dolayı, Türkiye müttefik listesini yeniden tanzim etmelidir. Bu yeni müttefik listesinin başına da Arap ve Türkmen Sünnileri koymalıdır. Birincisinin bir devamı olarak, ikinci kategoriye ise Irak’ın millî birlik ve bütünlüğüne inanan yerel ve millî Şiilerle aynı anlayışı paylaşan Kürtleri koymalıdır. Bugüne kadar Türkiye parçalı Türkmenler üzerinden sağlıklı bir cephe oluşturamadı. Bunun nedeni Telafer’de görüldüğü gibi Şii asıllı Türklmenler arasında mezhep asabiyetinin millî ve ırkî asabiyenin önüne geçmesidir. Dolayısıyla bunlar İran politikalarına daha yakındırlar. Buna mukabil, Sadr gibi Şii olsa da federalizme inanmayan ve Irak’ın birliğine inanan Şiiler Kerkük’ün devrine karşıdır.
Mukteda gerçekten de reşit olmayan bir siyasetçidir, bununla birlikte Hekim’e göre ehvendir ve Şiiler arasında Irak’ın birlik ve bütünlüğüne inananlar arasındadır. Daima ılımlı Şiiler ve Irak’ın bütünlüğüne taraftar Şiilerle diyalog aranmalıdır.
***
Böyle bir yelpaze veya gökkuşağı kendiliğinden Peşmergelerin yayılmacı politikalarına karşı bir blok oluşturacaktır. Bu da Peşmergeler için yıpratıcı olacaktır. Türkiye’nin görevi de bunlara sistematik bir şekilde lojistik ikmali yapmak olmalıdır. Türkiye’nin baştan beri uygulaması gereken bu politikayı neoconlar baltalamıştır. Bunun bir ayağı olarak, Türkiye, oldu bittiyi kabul etmediğini deklare etmeli ve bunun için diplomatik yaptırımlar uygulamalıdır. Bunun ötesinde sıcak bir müdahaleye gerek de yoktur, ihtiyaç da yok. Kürtler Kerkük’ü alarak kendilerini hapsetmiş olacaklardır. Kerkük’ü almak kolay, ama hazmetmek ve elde tutmak zordur. Bu zamanla Peşmergeler açısından bir yıpranma savaşına dönüşecektir. Kerkük’ü muhafaza etmek istedikleri oranda topyekün olarak zayıflayacaklardır. Bunda hiç kuşku yok.
Kuveyt Saddam için nasıl bir tuzak olduysa Kerkük de onlar için benzeri bir tuzaktır. Kerkük Peşmergelerin Kudüs’ü mü, yoksa bir kâbus mu sonra belli olacaktır. Olsa olsa onlar açısından siyah altından müteşekkil bir tasma vasfı kazanır. Bununla birlikte, bu yayılmacı politikalarının zararları bizzat Kürtlere de anlatılmalıdır. İhtiraslarına gem vurmak onları bölgesel açıdan meşrulaştırdığı oranda bölgeyi de rahatlatacaktır. Aksi takdirde, işleri sandıklarından da zor olacak. ABD’ye güvenmenin bir sonu yok. Her an masa ters dönebilir. Kerkük muamması tasma haline gelebilir.
18.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|