Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mustafa ÖZCAN

Kanun ve hikmet



Maslahat, ahlâk ve kanun birbiriyle bağlantılı bir üçlüdür. Üçü arasında görünür ve görünmez ilişkiler vardır. Maslahat, keyfiliği temsil eder ve keyfilik de genellikle kavga sebebidir. Keyfilik kuralsızlığın başka adıdır. Herkesin maslahatı farklı olduğundan maslahatçılığın sınırları yoktur ve nefs-i emmareye tabidir. Bu farklar çelişki duvarları olarak birbirinin karşısına dikilir. Maslahat nefs-i emmareyi temsil eder. Paylaşım gibi hususlar ise üst ahlâk mertebelerini temsil eder.

Nefs-i emmarenin sınırlarına tecavüz ederek çıkarmış olduğu kavgayı yatıştırma veya önleme görevini ahlâk üstlenir. Nefsi emmare en alt seviyedeki ahlâktır. Ona düşük ahlâk veya ahlâksızlık da denilir. Maslahat da benciliğe tabidir. Üst ahlâk nefsin tecavüzü altındaki sınırların bekçisidir. Onun bekçiliği devreden çıktığında kanunsuzluk hakim olur. Kimi zaman bu kanunsuzluğa orman kanunu da denilir. Gücün egemen olduğu kanun alanı. Kanun alanı mecazidir. Aslında kanunsuzluk alanı denmek istenmiştir. Teksas gibi bölgeler hukuksuzluk alanı olarak anılmaktadırlar. Kanunlar egemen olmayınca onun yerini egemenlerin kanunu alır.

Evet, maslahat hayatidir, ama aynı zamanda bencilliği temsil etmektedir. Yapıcı olduğu kadar yıkıcıdır da. İnsanlar maslahat çizgisini aşamadıklarında ahlâksızlık egemen olur ve burada işbirliği, yardımlaşma gibi daha üst kavram ve yapılar yeşermez, kollektif hizmetler gelişemez. Buna bağlı olarak, insanlık ve ümran yani medeniyet de gelişemez. Bu itibarla medeniyet, maslahat ile ahlâkın ve bunlara da ilâveten kanunun izdivacından tevellüt eder. Kimilerine göre, güce dayalı, onu temsil eden nefsanî medeniyeti (Batı medeniyeti gibi) medeniyet kavramıyla ifade etmeli. Daha üst ve manevî yapıyla da bağlantılı medeniyet ise hadarettir. Dolayısıyla nefsin alt mertebesinden üst mertebelerine doğru bir yükseliş ve bunu temsil eden hiyerarşik bir zemin veya sistem olmalıdır.

Dünya aslında nefsin en alt mertebesini temsil etmektedir, ama bir yönüyle yaşadığımız bir alandır. Bu itibarla, akl-ı maaş olmasaydı dünya da olmazdı. Ama sadece akl-ı maaşa indirgenseydi dünya da harap olmaktan kurtulamazdı. Tersi de doğrudur. Dünyadaki insanlar genellikle nefs-i safiye düzeyinde ve seviyesinde olsaydı dünya atıl kalmaktan harap olurdu. Nefs-i emmare seviyesinde kalsaydı da bu takdirde çekişmeden dolayı krizlerle ve harplarla yok olurdu. Bundan dolayı dünyada her mertebedeki nefse ihtiyaç vardır. Bu çerçevede, Necmeddin Tufi gibilerin maslahat felsefesi veya maslahatı mutlaklaştırmaları ölümcül bir hatadır. Maslahatı dolayısıyla nefsin arzularını mutlaklaştırmışlardır. Cemiyeti de bir fert gibi mütalaa ederek esas olanın maslahat olduğunu ifade etmişlerdir. Bu cemiyeti kayıttan kuyuttan, kuraldan azade etmektir. Bunun mübalağalı bir ifadesi olarak: Haysüma vücide’l maslaha fesemme şer’ullah denmiştir. Yani maslahat ve çıkar nerede ise Allah’ın hükmü de oradadır. İşte bu noktada kurallar, kanun ve ahlâk kaybolmaktadır.

***

Nefsi frenleyen, ahlâk ve onun temsil ettiği üst mertebelerdir. Ahlâk psikolojik boyutu temsil eder. Sosyolojik boyutta ise keyfiliğin aşılmasında üst mertebeyi kanun temsil eder. Maslahat nefsin çıkarlarını temsil eder ve bu noktada insanlar birbirleriyle niza ve ihtilafa düşerler. Bunlar arasındaki uyum ve ahengi kanun gücü temsil eder. Bundan dolayı, ahlâk ve kanun fazileti temsil etmektedirler. Bu itibarla, güç ve yetki de kişi de değil, kanunda olmalıdır. Bundan dolayı, Mevdudî gibiler İslâm hukukunun uygulanmasını da bu zaviyeden değerlendirirler. Bu bağlamda, İslâmda clergy yani din adamları ve ruhbanlar sınıfı yoktur. Bilgiyi, kuralları ve ahâkı temsil eden âlimler vardır. Âlimler bildikleri ve amel ettikleri derecede İslâmı temsil ederler. Ruhbanlıktaki gibi temsilleri mutlak değil, izafidir. İslâmda ruhban sınıfı yoktur ve sadece değerlerin gücü vardır. Mevdudî gibiler bunu ifade etmek için nomokrasi veya meritokrasi gibi kavramları kullanırlar. Kurallarla, o kuralları uygulayan icraî güç de birbirinden ayrıdır. Bu açıdan Hazreti Ali gibiler bir gayri müslimle aynı yargıcın huzurunda muhakeme ve mürafaa edilmişlerdir. Bu anlayıştan da kuvvetler ayrımı doğmaktadır. İslam’ın ruhunda bu vardır. Ama sözgelimi Velayeti fakih gibi doktrinler bu noktada illetlidirler. İcraya, bilgi ve ahlak ve kural nezaretinden ziyade kişi nezareti vardır bu da gücü kanuna, kurala değil kişiye vermektir.

***

Maslahat gibi bilgi de çeşitli ve çelişkilidir. Bilgi de maslahat gibidir. Dinî ve dünyevî alanda subjektif bilgi çeşitleri vardır ve bu alt düzey bilgi çeşitleri maslahat gibi insanları ve toplulukları birbirine düşürebilir. Maslahatın keyfiliğini ahlâk ve kanun dengelediği gibi alt bilginin çatıştığı noktaları da hikmet yani üst bilgi halletmektedir. Üst bilgi hikmettir. Dinî alandaki üst bilgiye hikmet denmektedir. Metodolojik boyut kadar irfanî boyut ve cepheyi de temsil eder. Bu paralelde, nazariyat alanının da üst bilgisi vardır. Bu, metodoloji veya usül ilmi veya ilimlerin felsesefisidir. Bilginin sağlaması hikmet, maslahatın sağlaması ahlâk ve kanun, kanunun sağlaması ise hukuktur. Üst maslahatı, ahlâk ve hikmetin rehberliğindeki dayanışma ve yardımlaşma temsil ve temin etmektedir. Cenab-ı Hak ‘favke külli zi ilmin alim’ dediği gibi ilimlerin de birbirine nazaran mertebeleri vardır. Objektif bilginin adı hikmettir. İlimler arasındaki barış da hikmete bağlıdır. Üst ahlak veya güzel ahlak ve bunun yanında üst bilgi olarak hikmetin sınırları arttıkça çelişkiler azalacaktır.

25.12.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Menemen provokasyonu



Bundan 76 yıl önce yani 1930 yılında İzmir Menemen’de, aklî muhakemesi yerinde olmayan bir meczubun asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ı katletmesi olayı üzerinden bugün cumhurbaşkanlığı seçimleri yürütülüyor.

Kim yürütüyor?

86 yıllık cumhuriyette, 60 yıllık çok partili siyasette milletin asla doğrudan iktidarı vermediği CHP yürütüyor.

Başka?

Aynı kaynağın tek parti anlayışını devam ettirmek isteyen Kemalist ve seçimin sonuçlarına razı olmayan hazımsız demokrasi muhalifleri...

Bunlar; 1946 seçimlerini “açık oy gizli tasnif”le hileli yapan güruh.

27 Mayıs’ta darbe yapan veya yapılmasını sağlayan takım.

12 Mart’ta muhtıra sonrası yeni kabineye listeler hazırlamış ekip.

Bunlar; aynı zamanda YÖK’ün yasakçı kanadı, baskıcı yapının hamisi, inanç sistemlerini olumsuz yansıtmanın yayıncıları...

Unutmayalım; 28 Şubat’ın bindirilmiş kıt'aları, şövalyelerin daha da ötesi donkişotları...  

İnsan hakları ihlâlleri, kamunun kaybettiği dâvâlarda ödediği tazminatlar, holdingleşen OYAK, işsizlik, üretim ve rekabet umurlarında bile değil.

Varsa yoksa laiklik... Gericilik... İrtica... Çağdaşlık... Bitmeyen nakaratlar hepsi.

Söz konusu kesim milletin ağız tadını kaçırmak için rahatsız edici ne varsa kamuoyunun gündemine polemik ve saldırgan bir üslûpla taşıyor.

Menemen’de her yıl yapılan anlaşılmaz tören bu yıl mitinge dönüştürüldü.

Dışarıdan getirilen insanlarla Menemen’de tahrike varan bir tepki ortaya kondu.

CHP’nin atılmış “Sarıgül”ü oradaydı. Ulusalcı Kanal Türk’ün “Özkan”ı da...

Mitingin ana teması; militanca ve seviyesi tartışılır bir üslûpla cumhurbaşkanının kim olması gerektiğini belirleme teşebbüsü, cüreti, cehaleti... Ne derseniz deyin.

Bunlar iflâh olmaz ve aklını boşa vermiş, sinirleri tepelerinde, millî iradeye saygısız ve provokasyonlara mahal verecek zemine müheyya işaretler.

Mitingin yapıldığı gün İzmirdeydim. Menemen’den gelen esnafla konuştum. Bu tavrın ve tarzın Menemen dışından planlandığını söylüyorlar.

Bir not daha; DYP, parti teşkilâtını böylesi bir oluşumdan uzak durması konusunda tembihliyor. Aynı gün Manisa ve İzmir programları olan Ağar da mitinge oldukça mesafeli duruyor.

Baykal ise yine hırçın ve tahrik edici.

AKP, sağduyusunu kaybetmeden bu çığırtkan, antidemokratik ve hançereden çıkmış provokatif organizasyonlara karşı daha çok demokratikleşme ve AB sürecini hızlandırıcı adımlarla cevap vermeli.

Milletin iradesine yaslanmalı ve dik durmayı öğrenmeli.

Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.

25.12.2006

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

“Baby shower” ve “potluck”



Bugün sizlere Amerika’nın iki kültürel özelliğinden bahsedeceğim. Türkiye’de de örnek alınmasını istediğim, son derece faydalı bulduğum özellikler bunlar. Beyefendi okurlarımdan özür diliyor, sadece bayanlara hitap eden bir yazı olduğunu şimdiden söylemek istiyorum.

Baby shower; bebek doğmadan önce bebeğin ailesine yapılan para ya da hediye yardımı anlamına gelir. Belli bir gün belirlenir ve o günde bebek bekleyen ailenin evine yakın akraba ve dostlar konuk olur, tabiî ellerinde hediyeleriyle. Yahudilerin bazıları doğumdan önce böyle bir partiye sıcak bakmadıkları için doğum sonrasını beklerler.

Bebek bekleyen aileler, bebek eşyaları satan mağazalara giderek bir hesap açtırırlar. İnternetten de görebileceğiniz bu hesapta bebeğin ihtiyacı olan (ailenin henüz satın almadığı) eşyaların listesi yer alır. Ailenin yakın dostları bu hesaptan haberdar olup aralarında bütçelere göre anlaşarak ya toplu hediyeler alır (yatak, bebek arabası, vs.) ya da kendi istedikleri daha küçük çapta hediyeler seçerler. Böylece alınan hediyeler tamamen ihtiyaca binaen olmuş olur. İşin güzel yanı, en fazla masrafın yapıldığı dönemde yakın dostların aileye destek olması.

Gelelim bizim ülkemize; yeni doğum yapan çiçeği burnunda anneler, hediye yağmuruna tutulur. Tutulur tutulmasına da zavallı annecik ne yapıp edip çocuğun tüm ihtiyacını önceden tamamlamıştır zaten. Gelen hediyelerin en azından bir kısmı (lâf olsun torba dolsun, ele güne ayıp olmasın hesabı) göstermelikten öteye geçmemiş, fuzulî kategorisine girmiştir. Bazı akrabalar (yarım ağız da olsa) sorarlar: “Kızım neye ihtiyacın var? Söyle, biz alalım.” Anne adayı cevap verir: “Sağolun her şeyi var.” İş işten geçmiştir çünkü. Geçmemişse bile örfümüzün asıl özelliğinden dolayı ihtiyacını söylemekten geri durmuştur anne.

Geçenlerde katıldığım bir Türk arkadaşımın bebek partisini ele alalım meselâ. Otuza yakın misafir vardı evde. Güzelce Kur’ân-ı Kerîm okundu, bebek için hayır duâlar edildi, gelen hediyeler anne tarafından tek tek açıldı. En sonunda da herkesin evinden yapıp getirdiği (potluck) pasta, börek, çay faslına geçildi. Her şey çok güzeldi.

Potluck demişken söylemeden geçemeyeceğim, geçen gün Türkiye’de yaşayan kardeşimle ‘msn’de konuşuyoruz. Bayanlar arası yapılan gündüz sohbetlerindeki yiyecek telâşından dem vuruyoruz. “Yazık!” diyor kardeşim, “Onlarca kişiye kadın kaç çeşit yapsın? Hem çocukları var, hem belki durumu müsait değil.

Her seferinde karar alınır, bir tatlı, bir tuzlu diye, gene kadınlar dayanamaz açık büfe döktürür. Yapan var, yapamayan var ama günah değil mi?” dedi. Benim de hemen aklıma bizim Amerika’daki Türkler arasında yaygın olan ‘potluck’ âdeti geldi. “O da neymiş?” dedi kardeşim, ben de anlattım. Potluck, dâvetli olduğu eve giden misafirin evinde ne varsa (Allah ne verdiyse) bir çeşit tatlı ya da tuzlu yapıp götürmesi. Bu sayede ne ev sahibi zor duruma düşüyor, ne de yetecek mi, doyacaklar mı, az çeşit mi oldu telâşı yaşanıyor.

Bayanlar! Benden söylemesi, hiçkimse “Ev sahibine külfet olmasın, sadece çay yapılsın” kararına katılmayacaktır. İyisi mi, siz bu yöntemi kullanın, çok işe yarıyor.

(NOT: Bu arada, plastik tabak ve bardak kullanıyoruz kalabalık misafire, bulaşık derdimiz de olmuyor, biz meşgul insanlarız. Ne o, sizin çok mu zamanınız var yoksa?)

25.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yolun doğrusu



İnsan bilmediği şeye düşman kesilirmiş ya! İslâmı bilmeyen nice insan İslâma karşı en azından bir soğukluk, uzak kalma, âdetâ ondan kaçma duygusu içine girer. Sanki İslâmı tanısa, ona yönelse hayatı kararacak, hayattan tat alamaz hâle gelecek!

Oysa gerçek zevk ve lezzeti, huzur ve saadeti onunla elde edecektir de farkında değildir insan. İman ve İslâmın ruh, kalp ve akılları doyuran ebedî hakikatlerinden habersizdir.

Oysa, “Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var.” (Şuâlar)

“Hayat eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse hayat zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir.” (Sözler)

Ah şu insanlar Allah’ın bize kötülük yapmayacağını, sonsuz rahmet ve ihsanlarıyla bizi daima okşadığını bir bilebilse, Ona tam bir teslimiyetle gönül bağlayabilseler bütün mesele hallolacak. Bakara Sûresi’nin 286. âyetinde “Allah kimseyi gücünün yettiğinden fazlasıyla mükellef tutmaz” buyurulur. Nisa Sûresi’nin 28. âyetinde de, “Allah size yolun doğrusunu ve kolayını göstererek yükünüzü hafifletmek ister” buyurmuyor mu?

Bizi bir taş, bir ot, bir hayvan olarak değil de insan olarak yaratıp; en güzel organ, duygu ve kabiliyetlerle donatıp kâinatın tahtına oturtan, sonra da sayısız nimetlerle besleyip büyüten Rabbimize ne kadar şükretsek azken, emrettikleri gayet kolay ve zevkli iken emrinden kaçmanın, yasaklarını çiğnemenin izah edilebilir yönü var mıdır? En azından büyük bir saygısızlık değil midir?

Sadece verdiği yüzlerce, binlerce nimetten şu göz nimetini düşünsek bile ne kadar saygılı olmamız gerektiğini anlarız. Gözsüz olsaydık onu kazanma uğruna günde değil bir saat, on saat çalışmayı göze almaz mıydık?

Oysa göz gibi paha biçilmez nice nimetler ve lütuflarla bize değer veren, bizi sevdiğini gösteren Rabbimizi biz nasıl sevmez, emrini tutmaz, yasaklarından kaçınmayız?

Oysa insan aciz, zayıf, fakir, her an Allah’a muhtaç bir varlıktır. Emredilen ve yasaklanan şeyler hem gayet az, hem kolay, hem de sonsuzluk yolculuğunda mutluluğumuzun garantörüdür.

Savaş halindeki askere verilen eğitimin hem kendi, hem de vatan için faydası tartışma götürmez. Hedefi nefis ve şeytanla mücadele edip dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmaktan ibaret, Allah’ın askeri olan insan için bir nev'î eğitim olan görevler de bizim faydamız için değil midir?

25.12.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Zamanın bitmeyen fitneleri



Fitnelerin diz boyu olduğu ahirzamanda yaşamaktayız. Bu zamanda şeytânî düşünceler oldukça fazla bir şekilde revaç bulabilmektedir. İnsanları Hak yoldan, doğru olandan ayırmak isteyen birçok cereyanlar bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı, açık bir şekilde sefaheti yaygınlaştırarak insanları nefis ve şeytanların tuzaklarına düşürmeye çalışmaktadır. Bazıları da bizden görünerek inancımız konusunda insanların kafasına şüpheler sokmaya çalışmaktadır.

Sûret-i haktan görünen bir çok insan, aslında inancımızı zedelemek için büyük bir çaba içine girebilmektedirler. Bu sebeple olabildiğince dikkatli olmak zorundayız. Bizler için şaşırmaz ve şaşırtmaz hükümler Allah’ın emirleri ve Peygamber-i Zişan’ın sünnetleridir.

Bizler biliyoruz ve inanıyoruz ki, Kâinatı en mükemmel bir şekilde yaratıp, insanları yeryüzüne halife kılan Rabbimiz, emir ve nehiylerini insanlara bildirmek için peygamberler göndermiştir. Peygamberler bizler için birer model insan olmuşlardır.

Bütün Peygamberlerin sonuncusu ve en mükemmeli olan Peygamberimiz (asm), Rabbimizin bizlere örnek olarak gönderdiği her yönüyle eksiksiz özelliklere sahip bir insandır. Onun çizdiği ve bizlere öğrettiği kaideler çerçevesinde yolumuza devam edersek sahil-i selâmete ulaşmamızı engelleyecek bir güç olmayacaktır.

Kur’ân-ı Azimüşşanın bir çok âyetinde Rabbimiz, Habibi olan Hz. Muhammed’e (asm) uymamızı, ona tâbî olmamızı istemektedir. “Eğer beni seviyorsanız, benim sevdiğim zâta (Resûlüme) tâbî olunuz” buyuran Kâinat Yaratıcısı, başka bir âyette de onu âlemlere rahmet olarak gönderdiğini ifade etmektedir.

Resûl-i Kibriya bizler için uymamız gereken bir insan modelidir. O aynı zamanda canlı bir Kur’ân’dır. Ona uymak, sünnetine tabi olmak; Kur’ân’a uymak, Allah’ın emirlerini yerine getirmek demektir. Allah’ın emirleri ile Hz. Muhammed’in (asm) sünnetlerini birbirinden ayırmak veya bunları birbirinden ayrı mesajlar ihtiva ediyormuş gibi göstermek ve Peygamberin sünnetlerine uymayı Allah’ın emirlerini yerine getirmeye engel olarak görmek ya cahilliğin en koyusudur veya hainliğin bir belirtisidir. Başka türlü bu durumu izah etmek mümkün değildir.

Güya “Kur’ân Müslümanlığı” iddiasında bulunan bir kısım insanlar, belki farkında değiller, ama aslında Müslümanlığa en büyük ihaneti yapmaktadırlar. Zira Kur’ân’ın en büyük müfessiri Allah’ın Resûlüdür (asm). Kur’ân’ın en büyük tefsiri Peygamberimizin (asm) sünnet-i seniyesidir. Sûret-i haktan görünüp de Hadis imamlarının büyük bir titizlikle rivayet ettiği hadisleri kabul etmemek ve böylece bu selef-i sâlihîni hâşâ yalancılıkla itham etmek büyük bir cahilliktir, affedilmesi zor bir zulümdür. Sakın “Böyleleri de var mı?” diye hayret etmeyiniz. Zira bir gün sizler de böyle iddialarda bulunan bir kısım insanlarla karşılaşabilirsiniz. Bunların bir kısmı safdilâne bir şekilde bu düşünceleri kabul etmiş durumdadırlar. Çünkü zahiren haklı gibi görünen ulema-i su’ (sapkın âlimler), birçok insanımızı rahatlıkla yoldan çıkarabilmektedirler.

İslâmı asrımızın idrakine en güzel bir şekilde sunan ve ahirzamanın müceddidi olan Bediüzzaman’ın Risâle-i Nur eserleri gibi, zamanımızın iman hakikatlerini anlatan imanî eserlerinden istifade etmemiş insanlar, rahatlıkla kötü niyetli insanların tuzaklarına düşebilirler. Bu sebeple Rehber-i Ekmel olan Efendimizi (asm), Kur’ân’ın bir mucize-i mâneviyesi olarak en güzel bir şekilde anlatan Risâleleri sıklıkla okumaya ihtiyacımız bulunmaktadır. Bu eserleri okudukça, Allah’a ve Resûlü olan Habibullaha (asm) karşı olan sevgimiz daha da fazlalaşacak ve sünnetlere uyma iştiyakımız artacaktır.

Hz. Muhammed’in (asm) nurânî halkasına dahil olan insanlar, Allah’ın emirlerini en güzel bir şekilde yerine getirenlerdir. Başka yollardan gitmek isteyenler gerçek iman nurunu bulamazlar. Onlar farkında olmadan şeytanların tuzaklarına kendilerini teslim etmek zorunda kalacaklardır ve gittikçe cadde-i kübrâ-i Kur’ânî’den uzaklaşacaklardır.

Hak ve hakikat namına Hak’tan uzaklaşmak ne kadar tehlikeli bir şey… Rabbimiz bizleri Hz. Muhammed’in (asm) yolundan ayırmasın, bizleri onun şefaatine nâil etsin, yanlışlıkla bu manevî halkadan uzaklaşanları da uyandırsın ve doğru yola iletsin…

25.12.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Heyet–i Temsiliye Ankara yolunda



Heyet–i Temsiliye, "Temsilciler Kurulu" demektir.

Yakın tarihimize damgasını vuran Heyet–i Temsiliye ise, Büyük Millet Meclisinin teşkilinden (23 Nisan 1920) evvel, aynı vazifeyi deruhte eden bir nev'î yürütme kuruludur.

"Heyet–i Temsiliye" ismi, ilk olarak Erzurum ve Sivas Kongreleri esnasında belirlendi. Heyetin son şeklini alması ise, Sivas Kongresinin 7 Eylül 1919 günkü toplantısında gerçekleşti.

Aynı günkü karar gereğince, 15 kişiden müteşekkil olan Heyet–i Temsiliye, güvenli ve merkezî bir şehir olan Ankara'da toplanıp vazife yapacak.

(Not: Heyet–i Temsiliyede, Doğu Anadolu'yu temsilen 9, Batı Anadolu'yu temsilen de 6 üye bulunuyordu. Bilâhare, Refet (Bele) Bey de nizamnâmeye uygun olarak 16’ncı üye sıfatıyla Heyet-i Temsiliyeye dahil edildi.)

Heyet-i Temsiliyenin vazife ve selâhiyetleri ise, şu şekilde tanzim edildi: Erzurum ve Sivas Kongresinde alınan kararları uygulamak, kongrenin toplantı halinde olmadığı zamanlarda ise, kongre adına karar vermek.

Buna göre özetle:

1) Birleştirilmiş olan Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyetlerinin bir yıldır devam eden yurt genelindeki direniş hareketini koordine etmek.

2) İşgal güçlerini Misak–ı Millî sınırlarından dışarı çıkartıncaya ve zafere ulaşıncaya kadar her türlü mücadeleyi yürütmek.

3) İstanbul'daki Meclis–i Mebusan'la da temas halinde olmak ve gerekli görüşmelerde bulunmak.

4) Gelişmelerden milleti haberdar etmek ve halkı coşturacak neşriyatta bulunmak.

Bu önemli vazifeler, Millet Meclisinin açılış günü olan 20 Nisan 1923'e kadar Heyet-i Temsiliye tarafından yürütülmeye çalışıldı.

Sivas'tan Ankara'ya

Erzurum ve Sivas Kongresinin adından Anadolu'daki Millî Mücadelenin temsilcisi konumuna gelen Heyet-i Temsiliye, 18 Aralık 1919'da Ankara'ya gitmek üzere Sivas'tan yola çıktı.

Bu arada, unutulmaması ve hatırdan hiç çıkartılmaması gereken bir husus daha var. O da şudur: Millî Mücadelenin en önemli komutanlarından ve Sivas Kongresinin de en gözde şahsiyetlerinden biri olan Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, bu tarihten yaklaşık bir hafta önce Ankara'ya gönderildi.

Kaynaklar, onun Ankara'ya geliş gününü 12 Aralık olarak gösteriyor.

Dolayısıyla, Heyet–i Temsiliyeden evvel Ankara'ya gelen Ali Fuat Paşa, Millî Mücadelenin yeni merkezini de, bundan böyle yapılacak çetin çalışmalar için uygun hale getirdi.

Mevcut askerin toparlanarak düzene sokulmasından, Ankara ve civar halkının Heyet–i Temsiliye ile bütünleşmesine varıncaya kadar, hemen her safhada öncülük eden Ali Fuat Paşa, bizzat kaleme almış olduğu "Hatırat"ın da, bütün bu gelişmeleri teyid ediyor.

* * *

18 Aralık'ta Sivas'tan yola çıkan Heyet-i Temsiliyenin Ankara yolculuğu toplam 9 gün sürdü.

Güzergâh üzerindeki vilayet ve kazalara da uğrayarak konaklayan heyet, Sivas'tan Kayseri'ye, oradan Kırşehir'e, oradan da Ankara'ya gelir.

Bu arada, yol üzerindeki mânevî menzilleri de ziyaret eden heyet, 23 Aralık günü Hacı Bektaş–ı Velî Hazretlerinin türbesini ziyaret eder.

Dokuz–on günlük bir yolculuğun ardından 27 Aralık günü Ankara'ya vasıl olan Heyet-i Temsiliye, yüksek tepeleri beyaz karlarla kaplı soğuk bir kış manzarasıyla karşılaşır.

Ancak, kara yoluyla ve otomobillerle gelen heyeti karşılamak üzere Ali Fuat Paşanın öncülüğünde yollara dökülmüş on binlerce Anadolu halkının coşkun tezâhüratı, o soğuk havayı adeta tersine çevirir.

Heyette kimler vardı?

Heyet-i Temsiliyenin Ankara'ya gelişi, heyetin halk tarafından karşılanması ve bu 15 kişilik heyetin içinde hangi isimlerin yer aldığı hususu, ne yazık ki bugünkü nesil tarafından pek bilinmiyor.

Halbuki, bu hususla ilgili bilgileri çeşitli kaynaklardan öğrenmek mümkün.

İşte, o kaynaklardan biri de, Cumhuriyet'in ilk yıllarında çokça itilip kakılan ve başına gelmedik kalmayan Ali Fuat Paşanın "Millî Mücadele Hatıraları" isimli eseridir.

(Ali Fuat Paşa, zorla kapattırılan TCF'nin kurucuları arasında Karabekir ve Re'fet Paşalarla birlikte yer aldı; yine onlarla birlikte "İzmir Sûikastı" bahanesiyle İstiklâl Mahkemesi"nde idamla yargılandı. Ardından, siyasetten uzaklaştırıldı.)

Ali Fuat Paşa, adı geçen eserinde 27 Aralık 1919 gününü şöyle anlatır:

"... O günü hatırladığımda, aynı heyecanı daima duyarım. 27 Aralık'ta saat on birde Temsil Heyetinin üç otomobilden mürekkep kafilesi, Dikmen sırtlarından geçen Kırşehir-Ankara şosesinin Ankara havzasına döndüğü yüksek noktada görünmüştü. Burada, yanımda Vali Vekili Yahya Galip Bey olduğu halde, Ankara nâmına kendilerini karşılamıştım. Birinci otomobilde Mustafa Kemal Paşa, Hüseyin Rauf (Orbay) ve Ahmet Rüstem Beylerle yaver Yüzbaşı Cevat Abbas Bey vardı.

"İkinci otomobilde, heyetin diğer azaları Süreyya, Mazhar Müfit ve Hakkı Behiç Beylerle katipleri yer almışlardı.

Üçüncü otomobilden üçüncü ordu müfettişliği karargâhından Paşaya refakat etmiş olan Dr. Binbaşı Refik (Saydam), Erkân-ı Harp Binbaşısı Hüsrev Gerede Beylerle diğer bazı zevat çıkmışlardı.

"Heyettekiler, otomobillerinden inmiş, bulunduğumuz yüksek noktadan birlikte Ankara'yı seyretmiştik. Etraftaki dağlar, karla örtülmüştü. Bizi Ankara şehrine götürecek olan yol, bugünkü Dikmen şosesinin istikametini takip ediyor, beyaz karlı tepelerin üstünde kıvrıla kıvrıla İncesu Vadisine doğru iniyordu. İstikbale gelenlerin bir ucu bugün Harp Okulu'nun bulunduğu tepeden başlıyor, dolaşa dolaşa istasyon civarına iniyor ve oradan kıvrılarak hükümet konağına doğru uzanıyordu. Karşıcı gelenlerin adedini 30-40 bine çıkaranlar olmuştur. O zamanlar Ankara şehrinin nüfusunun 22 bini geçmediği hatırlanırsa, bu muazzam kalabalığın etraftan ve uzaklardan geldiği anlaşılır. Millî müfrezelerimizin atlı miktarı da bini geçmişti."

(Bkz: Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, İstanbul, 1959, s. 245-246.)

25.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İnsanın diyeti hakkında



Adana’dan Sami Narin: “Trafik kazası ile bir kişinin ölümüne sebep olan birisinin ölenin yakınlarına ödemesi gereken diyet var mıdır? Varsa ne kadardır?”

Diyet, insanın veya insanın her hangi bir uzvunun telef edilmesi karşılığında ölenin sağ ise kendisine, sağ değilse velisine verilmesi gereken tazminat, yani kan bedelidir. Kur’ân-ı Kerim diyeti şu âyetle hükme bağlıyor: “Yanlışlıkla olması dışında bir mü’minin bir mü’mini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mü’mini öldüren kimsenin, mü’min bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğer ki ölünün ailesi o diyeti bağışlamış ola. (Bu takdirde diyet vermez). Eğer öldürülen mü'min olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise mü’min bir köle azat etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mü'min köleyi azat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Kim bir mü’mini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”1

Âyetlerden anlaşılan hususları şöyle özetlemek mümkündür:

1- Bir mü’mini mü’min olduğu için kasten öldürmek büyük günahlardandır. Cezası ebedî cehennemdir.

2- Bir mü’mini kasıt olmaksızın, hata eseri (yanlışlıkla) öldürmek veya yanlışlıkla ölümüne sebep olmak durumunda, öldüren kişinin, öldürülen mü'minin velisine diyet vermesi ve bir mü'min köle azat etmesi gerekir. Azat edecek köle bulamayan öldüren, affedilmesi için iki ay peş peşe oruç tutar.

3- Eğer öldürülen kimsenin velisi diyetten vazgeçerse, ancak bu durumda katil veya öldürenin diyet verme yükümlülüğü düşer. Sadece tövbesinin makbul olması için iki ay peş peşe oruç tutmakla yetinir.2

Öldürülen mü’minin diyeti sünnete göre bin dinardır.3 İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye göre bin dinar altın, yüz deveye veya on bin dirhem gümüşe denktir.4 İmam-ı Azam’ın iki talebesi olan Ebu Yusuf ve İmam-ı Muhammed bu ölçüleri sığır ve koyun cinsinden de belirlemişler ve bir mü'minin diyetinin iki yüz sığır veya iki bin koyuna denk geldiğini söylemişlerdir.5

Trafik kazaları hiç şüphesiz isteyerek olmaz. Trafik kazalarında insan ölümüne sebep olmak şoförün yanlış davranışı ve hatası sebebiyle olabileceği gibi, ölenin hatası sebebiyle de olabilir. Meselâ şoförün geçiş üstünlüğü olan bir yola bir yayanın aniden ve yanlışlıkla çıkması sonucunda eğer yaya ölürse, burada hatanın şoföre mi, yayaya mı verileceği konusunda, kaza mahallinde polisçe tutulan tutanağa, görgü şahitlerine, ya da mahkeme kararına bakılabilir. Hata oranı yüzde yüz yayanın ise, şoförün diyet ödemesi gerekmez. Eğer yüzde belirli bir oranda şoförün hatası varsa, şoför hatası oranında ölenin velisine diyet öder. Meselâ hata yüzde otuz oranında şoförde ise, şoför diyetin yüzde otuzunu öder.

Fakat ölenin velisi bundan vazgeçerse, ancak bu durumda diyet düşer. Ölenin velisi diyet istemeksizin helâllik verdiğinde, onun bir masrafını karşılayarak, bir derdini paylaşarak gönlünü almalı, onu meseleye barışla ve yapıcı olarak yaklaştığı için tebrik etmeli, ona duâ etmeli.

Her hâl ü kârda ölenin velisi ile en azından ona baş sağlığı dileyerek, acısını paylaşarak, gerekirse bir kısım masrafını üstlenerek helâlleşmek şarttır. Allah, ehl-i İslâma ölüm gelmeden önce birbiriyle helâlleşmeyi ve mahşere birbirinden helâllik alarak girmeyi nasip etsin. Âmin.

Dipnotlar: 1- Nisa Sûresi: 92,93 2- Nisa, 92; İmam Merginânî, a.g.e., IV, 169; İmam Kâsânî, a.g.e., VII, 297; V, 95; İbn Hümam, VIII, 253, 3- İbn Hümam, Fethu’l-Kadir, Beyrut 1318, VIII, 308, 4- Tirmizî, Diyet,1; Ebu Davud, Diyet, 16; Nesâî, Kasâme, 33, 5- Şeyh Nizamüddin ve Heyet, el-Fetevây-ı Hindiyye, Beyrut 1400, VI, 24; İbn Hümam, a.g.e., VIII, 302-303.

25.12.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Cambazhanenin yeni cazgırı



“Siyaset cambazhanesinin cazgırı” olarak tanımlardı Erkal Zenger kendini. Çalışmadığı lider, organize etmediği miting kalmamıştı.

Mesleğe atılmadan önce, “Cebeci Sirki”nde çalıştığı için midir bilinmez, ama siyaseti bir cambazhane, kendisini ise oranın cazgırı gibi tanımlardı. Erkal Zenger işini ciddiye alırdı. Öyle ki, bu yüzden bazı bakanlarla neredeyse yumruk yumruğa kavga edecek duruma gelmişti.

ANAP’ta mikrofonu elinden kapıp, Özal’ı anons etmek isteyenler en büyük rakibiydi. Bu yüzden Ahmet Karaevli ve Mustafa Taşar’la büyük kavgaları olmuştu. Bir defasında miting meydanında mikrofondan “dong” diye bir ses yükselmişti. Geçmiş gün, Taşar ya da Karaevli mikrofonu kapıp Özal’ı anons etmeye kalkışınca Zenger mikrofonu muhatabının alnının ortasına, “dong” diye vurmuştu.

23 Aralık’ta Menemen’deki mitingi izlerken birden Zenger’i hatırladım. Zenger’i hatırlamama sebep olan olay, elbette ki Tuncay Özkan’dı. Tuncay Özkan, Cumhuriyet gazetesinin ANAP muhabiri olarak birçok mitingde Zenger’le birlikte olmuştu. Cumhuriyet’de çalışmanın verdiği solcu kimlikle ANAP’lılara biraz eleştirel baktığını sanırdım. ANAP’ın vıcık vıcık ilişkilerinden tiksinme noktasına gelen birisi olarak doğrusu Tuncay Özkan’ın bu tavrından da oldukça hoşnuttum.

Ama şimdi görüyorum ki, Tuncay Özkan o sıralarda Erkal Zenger’e çok özeniyormuş. Bu yüzden, işte dedim; “Siyaset cambazhanesi yeni bir cazgıra daha kavuştu.”

Miting meydanında el kol hareketleri, bir iki cümle konuştuktan sonra meydanı coşturmak için sözü kesip slogan attırması gibi miting performansı hep Zenger’den unsurlar taşıyordu. Sözlerine, Adanalılar, Balıkesirliler, Diyarbakırlılar, İzmirliler diye başlaması da yine Zenger’den kalan bir alışkanlıktı.

TV programlarından son olarak da Ankara ve Menemen’deki miting meydanlarından Tuncay Özkan’ın performansını yakından izliyorum. Heyecanlı, kararlı ve de hınçlı. Başbakan Erdoğan’ı eline geçirse bir kaşık suda boğacak kadar da hırçın. Bu yüzden konuşurken bazen kendini kaybediyor ve hakaretler savurmaya başlıyor. Her özelliğini Zenger’den alacak değil ya, bu özelliğini de çok özendiği Uğur Mumcu’dan alsa gerek.

Tuncay Özkan’ı izlerken çok şeyi anladım da bir şeyi anlamadım. Türkiye’nin toplam dış borcuyla ilgili bir rakam verdi. Sonra döndü, tüm dış borcun AKP’liler tarafından cebe indirildiğini savundu. “Kim kör kuruşu midesinden geçirdiyse, dünyada da ahiret de de yakasından yapışılsın.”

Ancak anlamadığım şu oldu. Tuncay Özkan hayatında en büyük desteği ANAP’a verdi. Daha doğrusu Mesut Yılmaz’a. Bu kadar dürüst olan Tuncay Özkan’ın her nedense tüm destekledikleri Yüce Divan’da yargılandı, yargılanmaya devam ediyorlar ve bazı usul hükümlerinden yararlanarak cezaevine girmekten kurtuldular. Ama aklanamadılar.

Burada bir Menemen tartışması açacak değilim. Çünkü Türkiye’de bu tür konularda gerçeği arama adına yürütülmüyor tartışmalar. Ali Şükrü olayını, Birinci Meclis’in feshedilmesini, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın, Serbest Fırka’nın kapatılmasını, İzmir Suikastini, İstiklal Mahkemelerini tartışabiliyor muyuz? Lozan’ı tartışamadığımız gibi.

Üstü tabularla örtülü bir tarihimiz var bizim. Bırakın onları daha dünün Sivas olaylarını aydınlatabildik mi? Bu tür bir tartışma iklimimiz olmadı. Tartışma değil, küfretme üzerine kurulu, aykırı bir ses çıkaranın infaz edildiği terörize bir iklime sahibiz. Bu yüzden Menemen olayını araştırmak üzere Atatürk tarafından gönderilen Vali Kâzım Bey’in verdiği raporu gündeme getirmek istemiyorum.

Vali Kâzım Bey Menemen’de adlî kuvvetlerin sergilediği acziyeti ortaya koyarken, bu zafiyetin bize 70 yıldır yaşattığı rejim sancılarını unutabilecek miyiz? Ancak Menemen olayında altı çizilmesi gereken bir nokta var.

Menemen’de yapılacak miting için günlerce yapılan çağrılara, gerginliği tırmandırmayı hedefleyen hakaretamiz üslûba, sine-i millete dönme çağrılarına rağmen, CHP, SHP, DİSK gibi solun temel parti ve kurumları bile itibar etmedi. Atatürkçü Düşünce Derneği’nde toplanan bir grup hırçın azınlığın kendilerine rota ve gündem belirlemesine fırsat vermediler. Daha doğrusu onların peşine takılıp, ülkeyi ve kendi geleceklerini maceraya atmadılar.

Çalınan tüm tamtamlara rağmen muhalefet Menemen’de tezgâhlanmak isteyen oyuna prim vermedi. İşte Türkiye adına bu bir kazanç. AKP iktidarının da bunun kıymetini bilmesi gerekiyor. Bu iklimi koruma en çok iktidarın görevi. Siyaset cambazhanesinin yeni cazgırlarının maceralarına oyuncak olacak dönemleri artık geride bıraktık.

Burası demokratik hoşgörüsünü geliştirebilmiş, gelenekleri olan bir ülke. Sinbat’ın maceralarına ihtiyacımız yok…

25.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kapımızdaki düşman



Kötü alışkanlıkların en kötüsü, gerçekte ‘öldürücü’ olarak isimlendirilmesi gerekirken; nisbeten masum bir isimle ‘uyuşturucu’ diye adlandırılan belâ ve musibet gençlerimizi tehdit ediyor. Yüksek miktarda ‘doz’ kullanılması sebebiyle şok ölümlere de sebep olan bu alışkanlık, son günlerde yeniden Türkiye’nin gündemine yerleşti.

Hafta içinde yapılan bir operasyonla, İstanbul’da uyuşturucu kullanan 50’den fazla kişi gözaltına alındı. İstanbul Emniyet Müdürü, “Hiç beklemediğimiz kişiler uyuşturucu müptelası çıktı” şeklinde hayretini dile getirmiş. (Sabah, 23 Aralık 2006)

Diğer bütün kötü alışkanlıklar gibi ‘öldürücü/uyuşturucu’ alışkanlığı da bir neticedir. Bütün aileleri, hepimizi tehdit eden bu musibete karşı tedbirli olmalıyız. En büyük yanlış ise, ‘tedbir’i yanlış yerde aramak.

“Kapımızdaki Düşman: Uyuşturucu” adlı bir kitap yazan Başkomiser Zafer Ercan da uyuşturucunun bilhassa gençleri tehdit ettiğini ifade etmiş. “Ne kadar (uyuşturucu) yakalasak yakalayalım, bu işin bitmeyeceğini görmeye başladım” diyen Ercan’ın bu konudaki tesbitleri şöyle:

*Madde bağımlısına nasihat edilmez. (...) Uyuşturucu Kontrol Kurulunun verdiği rakama göre dünyada uyuşturucuda dönen para 429 milyar dolar. Bu rakam varken karşınızda, neyi durduruyorsun?

*Suç oluşmadan önce onu ortadan kaldırırsanız, daha az zarar çıkıyor ortaya. Neden uyuşturucu çoğalıyor? Çok klasik, ama globalleşen dünya diyoruz. İletişimdir kastedilen. Nasıl her şeyin transferi yapılıyorsa, uyuşturucu için de bu geçerli. Kültür transferi gibi, eğlenceyle ilgili de bir transfer geliyor. (Tempo, sayı: 50, 14 Aralık 2006)

Uyuşturucu ve benzeri zararlı alışkanlıkların yayılmasında ‘müziği’ de sorumlu tutan Ercan şöyle demiş: “Ben insanlara müziğine sahip çık diyorum. (...) Bilimsel bir şey, siz hiçbir şey almadan, içmeden bir gece kulübüne giderseniz, oradaki yüksek ses sistemi sebebiyle nabız atışınız 90’lardan 110’a çıkar. Bir de bu mekânlarda maalesef kullanılan uyarıcı maddelerin başında da ecstacy geliyor. Bu amfetamin türevi madde, alındığı zaman insanın bünyesinde etkileşim başladığında uyarıcı özellik yapıyor. Normalde sende olmadığı halde bu madde beynine ulaşır ulaşmaz diyor ki ‘bu enerjini haca.’ Normalde (enerjin) yok aslında. Beynin bu yanlış komutu sebebiyle nabız atışın daha da yukarılara çıkıyor. 140’lara çıkan nabız atışlarından hahsediliyor böyle ortamlarda. Akıl kârı mıdır, afişleri görüyorsunuz. ‘Nonstop parti.’ Hiç dumaksızın parti, yani 24 saat. Normal bir insan evlâdı hiçbir şey içmeden,—alkol dahildir buna—beynini etkileyecek bir uyuşturucu kullanmadan, böyle bir yerde nasıl kalabilir 24 saat? Kalamaz. Böyle bir insan türü yok. Ben alkol de dahil hiçbir şey kullanmadığım için bu maddelere karşı sıfır toleranslıyım.”

“Alkol olmadan eğlence olmaz” anlayışına da karşı çıkan Ercan, “Ben de tip olarak eğlenmeye yatkın bir adamım, ama bunu yaparken uyuşturucu kullanmıyorum, alkol almıyorum. (...) Sigara bile içmiyorum, içseydim bu işi yapamazdım” demiş.

“Kapımızdaki tehlike”yi küçümsemeyelim, geç olmadan ‘kalıcı tedbir’ler alalım vesselam.

25.12.2006

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Okuyucu desteği



28 Şubat hukukunun uzantısı bir anlayışla, gazetemiz genel yayın müdürü Kâzım Güleçyüz’ün emekli bir orgeneral hakkında yazdığı yazı dolayısıyla tazminata mahkûm edilmesi geniş kesimlerce yadırgandı. Bir çifte standart örneği olarak tarihe geçecek olan Yargıtay’ın bu kararını okuyucularımız da taraflı bularak tepki gösterdiler.

İzlediği tavizsiz yayın çizgisi ile, hak bildiği dâvâda gerçekleri dile getirmekten çekinmeyen gazetemize destek veren okuyucularımız, bir kez daha sahibiyet şuurunu gösterdiler. Bize güç ve onur veren bu maddî-manevî destek için herkese teşekkür ediyor, duygularımıza tercüman olan bir mektubu sizlerle paylaşmak istiyoruz.

“Merhaba Kâzım Ağabey,

Hakkınızda açılıp Yargıtay’ca—maalesef—tasdik gören dâvânızla (aslında ben buna dâvâmızla demek istiyorum) ilgili olarak bir süredir mesaj yazmak istiyordum, ancak bu güne nasipmiş sanırım. Size bu hususta, gazetemizde yazılanlar dışında diyebileceğim bir şey yok. Herkes görevini yapıyor, kaderin verdiği rolü oynuyor. Bizlere de müsbet hareket ve hukuk içerisinde mücadele düşüyor. Zaten bu yapılmaya çalışılıyor. Sizin hakkınızda (hakkımızda) verilen bu karar aslında daha öncesinden 15 civarında açılan dâvâlar sebebiyle yıldırma ve hatta “bitirme” harekâtının bir uzantısı hükmünde. Yazılarınızda geniş olarak bahsettiğiniz üzere niyet belli zaten. Aslında bunun ifade ettikleri gibi olmadığını kendileri de, cümle âlem de biliyor.

Tashih-i karar aşamasında da müsbet bir sonuç çıkmaması halinde, AİHM’e gidileceğini dâvâ vekiliniz Turgut Bey açıklamıştı. Cenâb-ı Hak bu dâvâyı da hayırlara vesile etsin.

Bize tuzak kurmaya, yok etmeye çalışanlar hakkındaki “Hayrü’l-Makirin” olan Cenâb-ı Hakkın hikmetini bilmiyoruz. Ancak şunu biliyoruz ki, “El-hakku ya’lu ve la yu’la aleyh.” Hak her zaman ve sonuçta üstün olacaktır. Bizlere düşen, kaderin bu hissesini ve cilvesini bilerek sabırla tekabül ve tevekküldür. İnşallah bunu en a’zam mertebede yapabilenlerden oluruz. Daha önceki fırtınalarda da Cenâb-ı Hakkın yardımıyla ufak tefek sıyrık ve yara-bere ile atlattığımız gibi, bu meselenin de hayırlı bir şekilde sonuçlanması hakkında Rahmet-i İlâhiye’den ümidimiz nihayetsizdir.

Hikmet-i Hüda olarak sanırım—çok şükür ki—devlet yardımı almayan ve kendi yağıyla kavrulan bir yayın grubu olarak böylesi maddî hususlarda sıkıntılar çektiğimizi başta zatınız olmak üzere, bu gönül ve yürek seferberliğini yürüten ağabeylerimizin malûmudur. Bizler de bunu zaman zaman hissediyoruz. Mevlâ elbette bir yerlerden sebep halk ederek hazine-i gaybiyesinden gönderiyor. Bu dâvâda icra safhasında hüküm gereği olan miktar tediye edileceğinde biz de mütevazi bir katkıda bulunmak isteriz.

Cenâb-ı Hak hepimizin yâr ve yardımcısı olsun.” H. B.- Ankara

Bu arada, destekleri için ASDER Genel Başkanı Adnan Tanrıverdi ve Mazlum-Der İstanbul Şubesi Başkanı Mustafa Ercan’la TV-5’e de teşekkür ederiz.

***

Umut Yavuz bayramda Irak’ta

Dış gezilerdeki hareketlilik sürüyor. Dış haberler birimimizin faal elemanlarından Umut Yavuz, 2003 yılından beridir ABD’nin önderliğindeki koalisyon güçlerinin işgali altında bulunan savaş bölgesi Irak’a gidecek.

İHH İnsanî Yardım Vakfı’nın dâvetlisi olarak bölgeye gidecek ve Kurban Bayramını orada geçirecek olan arkadaşımız, özellikle Türkiye’yi yakından ilgilendiren Musul, Kerkük ve Erbil bölgelerinde gazetemiz adına bulunacak. Oluk oluk kanın aktığı, işgalin iç savaşa dönüşme sinyali verdiği bu talihsiz coğrafyada yaşayan Müslümanlara yardım elini uzatan vakfın çalışmalarını yerinde görecek olan Yavuz, gezi dönüşü izlenimlerini bizlerle paylaşacak.

***

Nokta’ya tebrikler

Bediüzzaman Said Nursî’yi konu alan geçen haftaki sayısında gösterdiği hakperest yaklaşımı dolayısıyla Nokta dergisini kutluyoruz. Alper Görmüş yönetiminde yeniden yayın hayatına atılan Nokta son sayısında, Bediüzzaman Said Nursî ile Nazım Hikmet’in Ermeni meselesindeki görüşlerini kapağına taşıdı. Said Nursî’nin Münâzarât adlı eserindeki ifadelerinden yola çıkılarak yapılan çalışmada ana tema olarak, “Ona kulak verilseydi Ermeni meselesi olmazdı” denildi. Nokta’ya, yeni yayın hayatında başarılar dilerken, ilk sekiz sayısında öne çıkardığı demokrat çizgisini sürdürmesini diliyoruz.

Hepinize hayırlı haftalar.

25.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004