|
|
Zafer AKGÜL |
Neren doğru ki Selçuk Bey? |
|
Eski zamanda cahil ü cühelâ birisi, bir topluluğun önünde güya dinî meseller anlatıyormuş: “Allahu Teâlâ, Peygamber Hz. Musa’ya (as), kızı İshak’ı kurban edeceği zaman gökten Hz. Mikail (as) vasıtasıyla bir inek göndererek onun yerine bu ineği kesmesini istemiş... falan filan…” diye saçmalarken meselenin doğrusunu bilen birisi ayağa kalkarak “Ya kardeşim senin anlattığın mesele öyle değil. Baştan sona yanlış. Küllühüm yalan” diye itiraz etmiş. Cahil ü echel konuşmacı öfkeyle karşı çıkmış: “Neresi yanlış anlattıklarımın?” İtirazcı cevap vermiş: “Bir kere Musa değil, İbrahim peygamber. Kızı İshak değil, oğlu İsmail. Gökten gelen melek Mikail değil, Cebrail. Gönderilen hayvan inek değil koyun.. Neresi doğru ki?” diye konuşmacının ağzının payını vermiş.
Günümüzün aydın, entelektüel geçinen ve millete akıl, bilgi, taktik veren bir takım cahilleri de maalesef dünü aratmayacak cinsten öyle hatalar çamuruna batıyorlar ki, neresinden düzelteceğinizi bilemiyorsunuz. Cumhuriyet gazetesindeki İlhan Selçuk’tan bahsediyorum.
“Ampülcü-Nurcu İktidar” başlıklı bir yazı yazmış. Aklı sıra Nurculuk kanalından AKP hükümetini eleştirecek. Güya AKP’nin sembolü olan ampül, Nurculuğun sembolüymüş, dolayısıyla hükümetin nelere ve kimlere dayandığını keşfederek siyasal yönden yıpratma taktiği yapacak. Bu ampül sembolünün tartışmaları 2003’lerde yapıldı hatırlarsanız. O zaman da falanca filanca İslâm ülkesinin fişmekânca partisinin sembolüymüş, ampülün içindeki teller ve bağlantıları, oturan sarıklı bir adama yani bir şeyhe benziyormuş diye bir sürü zırvalarla teviller yapıldı, ama geçti gitti, bir iki haftalık fasıldı bitti.
Şimdilerde malzeme bulamadığından olsa gerek AKP’yi eleştirmek için sayın Selçuk, alel acele çapaçul biçimde sözlüklere bakarak kendi ferasetince ve bilgisince AKP’yi Nurculukla ilişkilendirerek faullü vuruşlara yeltenmiş. Kendine göre AKP’nin ampül sembolünün arkasındaki Nurculuk hakkında alıntılar yapmış amma evlere şenlik.
“Sözlükte ne yazar?” diye soruyor çok bilmişlikle. Sonra aktarıyor bilimsel bir metin gibi şu cümleleri: “Said Nursî: Nurculuk hareketinin öncüsü. İslâmcılık hareketinin temsilcilerinden. 31 Mart hareketinden sonra Isparta’ya sürüldü. Şeyh Sait hareketiyle ilgili görülerek mahkûm edildi. Laikliğin karşısında yer alıp şeriatçı düzeni savundu. Nakşilik mezhebine dayanan, Nurculuk diye anılan siyasal akımın başıdır.”
Şimdi Selçuk Beyin aktardığı metinde nereler doğru bir bakalım. “Nurculuk hareketinin öncüsü” doğru. Kim, hangi hareketi, misyonu başlatırsa öncüsü sayılır. Bilimsel, siyasal, felsefî her ekol kurucusu böyle tanınır. “İslâmcılık hareketinin temsilcilerinden.” Yanlış. Said Nursî İslâmcılık gibi bir kategoride yer almaz. Tıpkı sağcılık, solculuk gibi kategorize edilmelerin yanlışlığı gibi. “31 Mart hareketinden sonra Isparta’ya sürüldü.” Yanlışoğlu yanlış. Osmanlı döneminde vukua gelen 31 Mart vak'asında yatıştırıcı rol aldı. Divan-ı Harb-i Örfî’de yargılandı ve beraat etti. Isparta’ya sürgünü Cumhuriyet döneminde oldu. Şeyh Sait hareketiyle ilgili görülerek Van’dan Burdur’a, oradan da Isparta-Barla’ya sürgün edildi. İlgili görülmesi o günkü iktidarın yanlışı ve iftirasıdır. Şeyh Sait hareketine karışmadığı gibi “Türk’ü Kürd’e, Hasan’ı Hüseyin’e mi kırdıracaksınız? Dahilde silâh çekilmez” diyerek Şeyh Sait hareketine destek olmadığı gibi, onları vazgeçirmeye de çalıştı. Ne var ki bu davranışına rağmen başka siyasal ve ideolojik hesaplar peşinde koşan icranın başındakiler Şeyh Sait bahanesiyle onu haksız ve suçsuz yere memleketinden sürgün ettiler. Külliyen yanlış yani. “Laikliğin karşısında, şeriatçı düzeni savundu.” Yanlış ve saptırma. “Laikliğin, dindara da dinsize de taraf olmadan, devletin fikir, vicdan ve din özgürlüğü konusunda eşit davranması” mânâsında uygulanması gerektiğini söyleyecek kadar laiklik kavramının içinde ve farkında bir düşünceye sahip. “Nakşilik mezhebine dayanan Nurculuk.” kökünden yanlış ve fahiş hata. Said Nursî, tarikatçı değil, şeyh değil. Bir din âlimi. Nakşilik mezhep değil, bir tarikattır. Ne amelî mezhep, ne de itikadî mezheptir. Nakşiliğe mezhep demek aynı zamanda traji komik bir cehalet ürünüdür. “Nurculuk denen siyasal akımın başı” yanlış. Nurculuk siyasal bir akım değildir. Sivil bir toplum hareketidir. Kültür ve inanç, ilim ve ahlâk merkezli bir fikir ve düşünce akımıdır. Siyasal akım olmadığını sokaktaki vatandaş bile İlhan Selçuk’tan daha iyi bilir.
Velhâsıl-ı kelâm İlhan Selçuk’un yaptığı alıntının neresi doğru ki tartışalım. Sayın Selçuk’un gerekçesi “9 kere 9, 75 eder. Çünkü 7 tavuk, 8 eşekten çıkarıldığında 12 kalır da ondan” diyenin gerekçesinden daha saçma ve komik geliyor bize. Bilgiçliğinize ve bilgi birikiminize helâl olsun valla.
16.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Hayatın anlamı ne? |
|
Alabildiğine zengin, her istediği elinin altında olan, ama bir türlü hayatın anlamını kavrayamadığı için mutluluğu yakalayamayan ünlü insan, birgün bir yoksul köylünün ağzından dökülen şu cümlelerle çarpılmışa döndü. Köylü, “İnsan kendi kendisi için değil, Yaratanı için yaşar, çalışır” diyordu. Aklına dank etmişti bu cümle. Demek o yoksul insanlar ne para, ne şatafat, ne lüks ve depdebe içinde yaşıyorlar ve ne de yüksek bir mevkide bulunuyorlardı. Buna rağmen inançlarıyla hayatın güçlüklerini göğüslemeyi başarıyorlardı. Demek pratiğe dökülen inanç, hayatın binbir türlü sıkıntılarına karşı bir paratönerdi. Demek insan bu sûretle ümitsizlik ve karamsarlıktan kurtulabiliyordu.
Otuz beş yıllık görünüşte parlak, fakat gerçekte bunalımlı ve sıkıntılı, o ölçüde de arayış ve sorgulama içinde geçen yıllar, gün gelecek onu gerçeklerle yüzyüze getirecek, hakikat yolcusu gibi, “Ey bu yerlerin Hâkimi! Senin bahtına düştüm. Seni arıyorum. Sana dehalet ediyorum ve Sana hizmetkârım. Ve Senin rızanı istiyorum ve Seni arıyorum” diyecekti.
“Allah’ı bulan her şeyi bulur. Onu bulamayan ise hiçbir şeyi bulamaz” der ya Hikem-i Ataiye. Görünüşte her şeye sahipken, inançsızlığı sebebiyle hiçbir şeyi bulamayan, ısrarlı bir arayış içine giren o kâinat misafiri gün gelecek üzerindeki değişiklikleri şöyle dile getirecekti:
“Erken gelmiş bir bahar günüydü. Ormanda yalnızdım. Ağaçların sesini dinlerken düşünceye dalmıştım. Son üç yılımdaki iç kargaşalıklarımı, Allah’ı arayışımı, sürekli olarak sevinçten ümitsizliğe düşüşlerimi düşünüyordum. Birdenbire, ancak Allah’a inandığım zaman yaşadığımı anladım. Onu düşünmekle bile sevinçli hayat dalgaları yükseliyordu içimde. Çevremde her şey canlanıyor, her şey bir anlam kazanıyordu. Ama inanmamaya başlar başlamaz hayat duruyordu.”
Bulunduğu çevrede din adına Hıristiyanlık vardı. Karanlıkta mum ışığı gibi yanan, aslından uzaklaşmış Hıristiyanlığa küfrün karanlığından baktığı için dört elle sarıldı. Üç sene büyük bir teslimiyetle dini yaşamaya başladı. Ama ne İncil, ne de Hıristiyan din adamlarının fikirleri onu tatmin etti. Üçlü ilâh inancına bütünüyle karşı çıktı. Hz. İsa’nın, hiçbir zaman ilâh olduğunu söylemediğini savundu. Düşünceleri sebebiyle kilisenin aforozuna uğradı.
Fakat o bunlara aldırmadı. Onca şatafatlı hayattan sonra sade ve mütevazi bir hayata yöneldi. Kiliseyi tenkit eden görüşlerine karşılık İslâma hayranlık ve saygı duymaya başladı ve Müslümanların sevgi ve takdirini kazandı. Sayısız tebrik mektupları aldı. Onlarla buluşmak, bir arada bulunmak için yola çıktı. Yaşı 82’yi bulmuştu. Sonunda dayanamayan vücudu onu taşıyamadı, 1910’da Hakkın rahmetine kavuştu.
İki gündür özetle hayat hikâyesini verdiğimiz bu kişi eserleri doksan cildi bulan, dünya edebiyatında derin izler bırakan ünlü Rus yazarı Tolstoy’dan başkası değil.
Düşünen, gerçeği araştıran insanların son durağı İslâmdan başka ne olabilir ki?
16.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Sevinci şükre çevirmeli |
|
Malatya’dan okuyucumuz: “Kur’ân’da, ‘Allah çok sevinçlileri sevmez’ buyuruyor; bu âyeti açıklar mısınız? Dînimiz dünyevî mutluluğa karşı mıdır? Ne kadar sevineceğiz? Neye sevineceğiz? Sevinmekte ölçümüz ne olmalıdır? Fazla sevinmek haram mıdır? Mutluluğun fazlası hastalık mıdır?”
Şükürsüz olmadıkça sevinmek, isyankâr olmadıkça da ağlamak zararlı değildir. Sevinç gamzelerini şükür tomurcuklarına çevirmeli, ağlama gözyaşlarını da sabır taneciklerine dönüştürmeliyiz. Çünkü şükür de, sabır da büyük sevaptır ve mü’mine mahsustur. Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyurur ki: “Mü’minin işine hayret ederim. Zira onun her işi kendisine hayırlıdır. Bu hal ancak mü’mine mahsustur: Sevinecek bir işi olsa, şükreder. Bu ona hayırlıdır. Kendisine bir zarar gelse, sabreder. Bu da ona hayırlıdır.”1
Şükürsüz sevinç hâlinden Allah’a sığınmalıyız. Sabırsız ve tevekkülsüz ağlama halinden de Allah’a sığınmalıyız. Her ikisi de felâkettir. Şükür, sevinci ve sevinç sebebini Allah’ın ikram ettiğini bilmektir. Sabır da, imkânımız tükendiği noktalarda ağlamayı duâya ve Allah’a dayanmaya çevirmek ve Allah’tan sıkıntılı halimizin kalkmasını istemek ve beklemektir. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “Şükürle geçici rızklar daimî lezzetler ve baki meyveler verir. Şükürsüz nimet ise, en güzel bir sûretten, çirkin bir sûrete döner.”2
Kur’ân, Cennet ve mutluluk müjdeleriyle doludur. Fakat şımarmaya karşı da bizleri uyarır Kur’ân. Çünkü şımarıklıkta şükür yoktur, gurur ve kibir vardır. Gülmek hakkımızdır. Mutlu olmak dileğimiz, beklentimiz ve muradımızdır. Yüce dînimiz gülmeye de, mutlu olmaya da elbette karşı değildir. Fakat gafilâne gülmekten de, şükürsüz mutluluktan da bizi sakındırır. O halde Kur’ân’ın, “Gülüyorsunuz da, ağlamıyorsunuz! Ve siz gaflet içinde oyalanmaktasınız!”3 âyeti hep kulaklarımızda çınlamalı. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, “Bana Cennet ve Cehennem arz olundu. Bu günkü gibi hayırda bulunan faydayı ve şerde bulunan zararı görmemiştim. Şayet siz benim bildiğimi bilmiş olsaydınız elbette az güler, çok ağlardınız”4 hadisi üzerine, insanların yıldızları olan sahabelerin elleri ile yüzlerini kapayıp hüngür hüngür ağlaşmalarını aklımızdan çıkarmamalıyız.
Resûlullah Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın şu hadisi de kulağımızda küpe olsun:
*“Boynuz biçimindeki sur’un sahibi olan İsrafil sur’u ağzına koymuş, kulağını da Allah’ın iznine vermiş; ne zaman üflemekle emrolunsa derhal üfleyecek halde beklerken ben nasıl sevinebilirim?”5
Bizden istenen hüznün ve gözyaşının sebebi, kıyamet gününün dehşeti ve şiddetidir. Nitekim Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm buyurdu ki: “Kıyamet günü hiçbir kul ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne iş yaptığından, malını nereden kazanıp nereye harcadığından, bedenini nerede mahvettiğinden sorulmadıkça ayağını yerinden ayıramaz.”6
Enes radiyallahü anh bildirmiştir. Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm, “Sakının o ateşten ki, yakıtı insanlarla taşlardır”7 âyetini okudu ve buyurdu ki: “Cehennem ateşi bin yıl yandıktan sonra kızarır. Bin yıl yandıktan sonra beyazlaşır. Ve bin yıl yandıktan sonra da kararır. Bu duruma göre Cehennem ateşi hiç alevi sönmeyen kapkara bir ateştir.”
Peygamber Efendimizin (asm) bu haberinden sonra orada oturanlardan bir siyah adamın hıçkırık sesleri duyuldu. Adam birden bire çığlık koparmış ve ağlamaya başlamıştı.
Bunun üzerine Cebrail Aleyhisselâm indi ve Peygamber Efendimize (asm):
“Senin huzurunda ağlayan şu adam kimdir?” buyurdu.
Peygamber Efendimiz (asm):
“Habeşlidir” buyurdu.
Cebrail Aleyhisselâm:
“Hak Celle ve Ala buyuruyor ki: ‘İzzetime, Celâlime ve Arş üstündeki yüceliğime yemin ederim ki, bir kul dünyada benim korkumdan ne kadar ağlarsa, Cennette de o kadar gülecektir.’8
Netice olarak, Üstad Saîd Nursî Hazretlerinin ifadesiyle, ümit ile korkuyu, gülmek ile ağlamayı şahsımızda bir araya getirebilmeliyiz.9 Çünkü Allah Resûlü (asm) buyuruyor ki: “Şayet mü’min Allah’ın azabını hakkıyla bilmiş olsaydı, Cenneti hiçbir kimse ümit etmezdi. Kâfirler de Allah’ın merhametini ve rahmetini bilmiş olsalardı, Cennetten bir tek kimse bile ümidini kesmezdi.”10
Ecdadımız bundan dolayı olsa gerek: “Sırat köprüsünü geçmeden bize gülmek yasak” derlermiş.
Cenâb-ı Hak cümlemizi korktuklarımızdan emin, umduklarımıza nâil eylesin. Âmîn.
Dipnotlar:
1- Riyâzu’s-Sâlihîn, 27 2- Mektûbât, s. 350 3- Necm Sûresi: 60, 61 4- Riyâzu’s-Sâlihîn, 400 5- Riyâzu’s-Sâlihîn, 408 6- Riyâzu’s-Sâlihîn, 406 7- Bakara Sûresi: 24 8- Terğib, 5/194 9- Sözler, s. 309 10-Riyâzu’s-Sâlihîn, 442
16.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Sağlıklı hayat ve iman |
|
İmanın, yalnızca manevî ve moral açıdan değil, maddî açıdan da koruyucu hekimlik görevi ve hastalıkları tedavi özelliği gösterdiğine dikkat çekelim. Bu, mübalâğalı bir iddia gibi görünür. Ancak, unutmamak gerekir ki, pekçok maddî hastalığın da kökeninde üzüntü, sıkıntı, endişe, korku, yani stres vardır. Ülser, kanser, felç, birçok damar ve kalp hastalıkları bu çerçevede sayılabilir.
Unutmayalım ki, tüm hastalıkların sebebi sû-i istimâl, perhizsizlik, israf, hata, sefahet ve dikkatsizliktir.1 İşte, iman bunlara meydan vermez, hastalığı kaynağından keser, hastalıklara dâvetiye çıkaran gayr-i meşrû yolları kapatır. Bir anlamda maddî hastalıklarımızı ve yaralarımızı iman gücümüzle bile tedavi edebiliriz! Meselâ, Sünnet-i Seniyye’ye uyan, acıkmadan sofraya oturmaz, midesini tıka basa doldurmaz. Böylece mide fabrikası ve ona bağlı tezgâhlara, çarklara aşırı yüklenmez; böylece fazla kilodan gelen bir sürü hastalıktan korunur.
İman her an, her saniye, her dakika, her saat, her gün, bir müşevvik, bir moral gücü, bir bekçi olarak içimizde. İç dünyamızı aydınlatan iman, bitmez tükenmez bir enerji kaynağıdır aynı zamanda. Dolayısıyla Allah ve melekleri, kitapları, peygamberleri yanı başımızda bir yardımcı, destekçi, koruyucu. Bu hoş, muhteşem duygunun tedavi gücünü tarif etmek mümkün mü?
İman iç hayatımızı düzenlerken; dış hayatımıza da istikamet, denge ve birlik getirir. Yani, düşünce ve duyguların dallanıp budaklandığı binlerce olay, renk, istek ve arzulardan sıyırır ve tekliğe yöneltir. Güçlü iman, hayatın bütün safhalarına nüfuz eden esrarlı bir güç kaynağı olması açısından da hayatı, varlığı, çalışmayı, ilmi anlamlaştırır. Eğer Allah ve Ahirete iman yoksa; hiçbir şeyin anlamı, değeri yoktur. İşte iman, dünyada iken Cennetin kokucuklarını, nimetlerinin gölgelerini hissettirir.
Öte yandan, hâlis (sâfî, kesin, kararlı, doğru, samimi, içten olan) bir niyetin, bir düşüncenin olağanüstü bir gücü vardır. Güzel söz, olumlu bakış ve sevginin, canlı ve duyguları olan her şeyi olumlu; negatif telkin ve çirkin sözlerin ise olumsuz etkilediği ilmî bir tesbittir. Niyetlerimizi imanla boyadığımızda; bizi içten içe arındırır, temizler.
Bu arada, şuurumuzu “uyanıklık ve açık şuurluluk” hallerinde kontrol edip yönlendirebileceğimize dikkat çekelim. Yani, şuurumuzla bir takım organlarımızı, bedenî faaliyetlerimizi de kontrol altına alabilir, bazı rahatsızlıklarımızı da giderebiliriz. Bunlar arasında, kalp atışlarını düzenlemek, tansiyonu düşürmek, baş ağrılarını hafifletmek, kas gerginliklerini gidermek ilk akla gelenleridir.
Organlarımızın ritimlerini düşürmek veya yükseltmek için yapmamız gereken şey, beynimizin dalgalarını kontrol edip, solunum, kas veya organlarımıza odaklaşmaktır. Aşırı heyecan ve korkularımızın yükselttiği kalp atışlarımızı, sükûnet telkin eden düşünce ve sözlerle yatıştırabiliriz. Olumlu telkinler vererek baş ağrılarımızı hafifletebiliriz. Dolaylı kontrol; eğitim, antrenman, alıştırma, tefekkür, telkin ve konsantrasyonla gerçekleşir. Tıpkı, sporcuların solunum düzenini, süresini, yani, nefes alma, verme ve tutma işlemini düzenlemeleri gibi. Normalde bize bir yumruk indirildiğinde acı duyarız. Eğer şuurumuz ve dikkatimizi o kaslarımız üzerine yoğunlaştırıp kendimizi kontrol edip sıkarsak, darbelerin tesirini bile düşürebiliriz.
Solunum egzersizleri stres tedavisinde de kullanılmaktadır. Şuurumuzu duygularımızla, duygularımızı da inanç ve imanımızla yönlendiririz. Yüksek bir şuur ve kontrol mekanizması olan iman ile duyu ve duygularımıza hâkimiyet sağlayıp dengeleyebiliriz. İmanımız derecesinde korku, heyecan, stres ve sıkıntılardan kurtulabiliriz.
Dipnot:
1- Lem’alar, s. 219.
16.12.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Meryem TORTUK |
Hayatta nelerden vazgeçemezsiniz? |
|
Vazgeçmek öyle kolay bir şey değildir insan için. Sahip olduğu en küçük şeyden dahi vazgeçmek zor gelir ona. Şimdi başlıkta sorduğum soruyu yineliyorum, “Hayatınızda nelerden vazgeçemezdiniz?”
Sağlığınız, işiniz, paranız, çocuklarınız, anneniz, babanız, eşiniz, eviniz…
Sonra; eliniz, gözünüz veya vücudunuzun herhangi bir azası…
Ya da, hisleriniz; ağlamanız, gülmeniz, acı ve sevinç duygularınız.
Tamam bunlar temel şeyler, bir de hayata tat katan küçük zevkler var; müzik, çay, kahve, kitap, gezmek diye daha da ayrıntıya girelim.
Hım daha farklı bir cevabınız var mı bu soruya? Başka nelerden vazgeçemezdiniz? Meselâ, varlığımızı tanımlayan şeyler; iffetimiz, dürüstlüğümüz, inandığımız değerler, imanımız, hürriyetimiz… Umutlarımızı ve hayallerimizi de ekleyelim buna. Aslında hayatta vazgeçilmesi en zor şey, hayatın kendisi öyle değil mi?
İnsan için ne zor şeydir vazgeçmek. Ama yine de vazgeçmek zorunda kalır, gençliğinden, parasından, çocuklarından, evinden, sağlığından, bazen umutlarından, hayallerinden, müziğinden, çayından ve hatta hayatından.
Vazgeçmek insanın acizliğine vurgu yapan en temel dinamik aslında. İnsan vazgeçmek zorunda kaldıkları karşısında ne olacağını belirliyor. Ya da vazgeçmek zorunda olmadan teslim olma ve mülkü sahibine verme konumunda ruhunu keşfediyor. Fakat buraya ulaşmak hiç de kolay bir şey değil. Nefsimizin arzuları, eşyanın ve dünya hayatının cazibesi öylesine kalbimizden ruhumuza giden yollara set oluyor ki, zorunlu vazgeçmeler karşısında feryadımız elde edemediklerimiz için isyanlara ulaşabiliyor.
Bir de vazgeçmek zorunda olup da bir türlü vazgeçemediklerimiz var. Bir şeyden vazgeçememek, aslında illa da o şeyin hayatımızda olmasını da gerektirmiyor. Hayatımızda varlığı olmayan şeyler için dahi gözyaşı döküp, kendimizi acıya boğabiliyoruz.
Vazgeçmemiz gerekirken, hâlâ kalbimize yük ettiğimiz yığınla duygu ve düşüncelerimiz yok mu? Ruhumuza ayak bağı olup, hayatımızı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramadıkları halde yine de aşamayıp gönlümüzü daralttığımız vazgeçilmezlerimiz.
Bazen vazgeçişlerimiz karşısında ruhumuz ve gönlümüz dinginleşir. Bazen de vazgeçmediklerimiz karşısında kendimiz oluruz.
Bu yüzden vazgeçmelerimize dikkat etmemiz gerekiyor. Elimizde olan ya da olmayanlara karşı, elde etmek istediklerimize ve edemediklerimize karşı vazgeçme ve geçememe durumlarımıza iyi ad koymak zorundayız. Çünkü vazgeçme ve geçememe tercihleri karşısında acizliğimizi yanlış yorumlayıp, isyan havuzuna düşme ihtimalimiz çok yüksek.
16.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Sultanların yanında bir ilim sultanı: Ali Kuşçu |
|
16 Aralık 1474: Yaşadığı asrın en büyük ilim ve fen adamı Ali Kuşçu'nun vefatı.
Birkaç ilim dalında mütehassıs olmuş tarih içindeki ender âlimlerden biri sayılan Ali Kuşçu'nun doğum tarihi tam olarak bilinemiyor. Tahminlere dayanan kayıtlara göre, 1403 senesinde Semerkant’ta (Türkistan) doğdu.
Babası Muhammed, Timur'un torunlarından Maveraünnehir Emiri Uluğ Beyin "Kuşçubaşı"sıydı. Kendisine "Kuşçu" lâkabının verilmesi de buradan, yani baba mesleğinden kaynaklanıyor.
Bir ilim âşığı
Ali Kuşçu, küçüklüğünde çok iyi bir eğitim gördü. Fıtratında var olan şiddetli merak saikasıyla da, ilmini kısa sürede geliştirme şansına sahip oldu.
En çok ilgi duyduğu ilim dalları arasında matematik ve astronomi başta geliyor. Bu şiddetli ilgi ve merakı sebebiyle, devrin en büyük âlimlerinden olan Bursalı Kadızâde Rumî, Gıyâseddin Cemşîd ve Muînuddîn Kâşî gibi zâtlardan matematik ve astronomi dersi almaya yöneldi.
Ancak, bununla yetinmedi. İlmini daha da geliştirmeye devam etti. Bu maksatla Kirman şehrine gitti. Burada Kamerin Safhaları ile Şerh-i Tecrîd isimli eserleri kaleme aldı.
Semerkant ve Kirman'daki ilmî tahsil ve tâlimini tamamladıktan sonra, Emir Uluğ Beyin yardımcısı oldu. Aynı zamanda rasathaneye müdür sıfatıyla tayin edildi.
Rasathanede gece gündüz demeden çalışıyor, bu sahadaki ilmî keşif ve buluşlara yenilerini katmak için âzami gayret gösteriyordu.
Semerkant'taki Uluğ Bey Rasathanesi, bu dönem itibariyle dünyanın en gelişmiş, en donanımlı ve hayranlık uyandıran bir seviyeye gelmiş durumdaydı.
Dönüm noktası
Yaklaşık otuz sene müddetle astronomi sahasında çalışan Ali Kuşçu, 1949'da her şeyi bir tarafa bırakarak hacca gitmeye karar verdi. Bu davranışının sebebi, en olmayacak bir zamanda ve en olmayacak bir vukuatla, değerli hükümdarı Uluğ Beyin 1449'da öldürülmesiydi.
Ne yazık ki, büyük âlim ve kudretli bir hûkümdar olan Uluğ Bey, kendi öz oğlunun ihânetine uğramıştı.
Uluğ Beyin bir ihanete kurban gitmesi Ali Kuşçu'nun da dünyasını değiştirmeye sebebiyet verdi.
Bu fecî hadise, onu fazlasıyla sarstığı için, çoluk çocuğunu da alarak Tebriz'e göçtü. Burada, Akkoyunlu devletinin sultanı olan Uzun Hasan'ın yanına gitti ve bu kez onun hizmetinde çalışmaya başladı.
Uzun Hasan, Ali Kuşçu'ya çok büyük saygı gösteriyor ve ona aynı derecede itimat ediyordu. Öyle ki, Konstantiniye fatihi, Fatih Sultan Mehmed ile olan ihtilâfında bile Ali Kuşçu'dan aracılık rolü üstlenmesini istedi.
Ali Kuşçu, Sultan Fatih'in de kendini iyi yetiştirmiş bir mühendis ve bir ilim adamı olduğunu biliyordu.
Ali Kuşçu, kendisine bunca itibar eden Uzun Hasan'ın dileğini kırmayarak, İstanbul'a gitmek üzere yol hazırlıklarına başladı. Günün birinde yola çıktı ve Osmanlı'nın hükümet merkezi olan İstanbul'a geldi.
Padişahın huzuruna çıkan Ali Kuşçu, Sultan Fatih'ten de çok büyük iltifatlar gördü. Hem de, bugüne değin hiç görmediği kadarıyla...
Zira, kendisinden evvel, Sultan Fatih'e ilim sahasında şöhreti ve hatta eserleri gelmişti.
Haliyle, o da bu duruma hayret etti ve hayranlıkla karşıladı. Demek ki, Osmanlı Sultanı ilme, fenne pek büyük bir kıymet veriyordu.
İstanbul'da bir elçi bilgin
Ali Kuşçu, İstanbul'a Uzun Hasan'ın elçisi sıfatıyla gelmişti. Padişaha sebeb–i ziyaretini anlattı. Padişah da dinleyip bunları kayda geçirdi.
Ancak, Sultan Fatih, bilgin elçinin hemen Tebriz'e dönmesini istemedi. Ona şöyle bir teklifte bulundu: "Bir müddet İstanbul'da kalın. Rasathanemizi de görün. Bilginlerimizle müşterek çalışmalar yapın. Ayrıca, sahip olduğunuz ilmî vukufiyetle, medreselerinde tahsil -gören ilim heveslisi gençleri yetiştirmeye çalışın."
Ali Kuşçu, bu teklifi beklenmedik bir iltifat olarak kabul etti.
Her bakımdan kendini yetiştirmiş olarak gördüğü Sultan Fatih'in bu arzusunu bir nevi emir olarak telakki etti.
Ama, ahlâkve dürüst bir ilim adamı olduğu için, Sultan Fatih'e şu sözlerle mukabelede bulundu: “Hünkârım, izin verirlerse önce Tebriz'e döneyim. Çünkü burada bulunuşumun gerçek sebebi, Akkoyunlu Hükümdarı'nın elçisi olmaktır. Elçiye zeval yoktur. Gerektir ki, hünkârımın lütûfkâr dâvetini kabul etmeden önce, vazifemi iyi bir neticeye ulaştırdığımı, itimat ederek beni gönderen insana bildireyim.”
Fatih, Ali Kuşçu'nun bu yaklaşım tarzından da hoşnut oldu ve hatta takdirle karşıladı: Zira, hem yapılan dâveti reddetmiyor, hem de üzerine aldığı vazifenin hakkını vererek dürüst bir davranış sergiliyordu.
Bir müddet sonra geri dönen Ali Kuşçu, Sultan Fatih'e verdiği sözünü tuttu. Yaklaşık iki yıl sonra, ailesini de alarak Tebriz'den İstanbul'a doğru yola çıktı.
Osmanlı hududunda büyük bir ihtişam ile karşılanan Ali Kuşçu, aile efradıyla birlikte İstanbul'a getirildi.
İstanbul'da hemen ders vermeye başladı ve rasathaneyi de günden güne geliştirmeye azmetti.
Bu gayretlerini, vefat tarihi olan 1474'te kadar da aralıksız şekilde devam ettirdi. Mezarı Eyüp Sultandadır.
Eserleri
Matematik ve Astronomi
1- Risâle Fi'1 Fethiye (Fetih Risâlesi)
2- Şerhi Tici Uluğ Bey
3- Risâle-i Muhammediye (Cebir ve Hesap konularından bahseder)
4- Risâle-i fi'l Hey'e (Astronomi Risâlesi)
5- Risâle-i Hisap (Aritmetik Risâlesi)
6- Risâle-i Adudiye Unkud-üz zvehir fi Man-ül Cevahir (Mücevherlerin Dizilmesinde Görülen Salkım) Vaaz İstiara.
Kelâm ve Usul-i Fıkıh
1- Eş-Şerhu'I Cedid ale't-Tecrid
2- Haşiye ale't-Telvin
Dil ve Gramer
1- Şerhu'r-Risâlet-i-vaz'iyye
2- Risâle fi vazi'l-müfredat
3- Unkudü'z-Zevahir
4- Şerhuş-Şafiye li'bni I-Hacib
5- Fa'ide li-tahkiki lami't-târif
6- Risâle ma ene kultü
7- Tecrid'ül Kelâm (Sözün Tecridi)
16.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Çekirdek sağlam olmalı |
|
Her şeyde asıl, esas, çekirdek, ana madde, gaye ve orijin çok önemlidir. Her eşyanın yaratılışında var olan bu temel kavram ve esaslar sağlam olmalı. Sağlam kalmalı. Aslından sapmamalı. Gayesine uygun mecrada gitmeli. Hele de bu insan denen eşref-i mahlûkat olursa, tabiî ki çok daha fazla önem arz ediyor.
Bir insanın hem kendi şahsî hayatı, hem de içinde yaşadığı toplum hayatı için, âtî denen gelecek çok önemlidir. Bunun içindir ki, toplumun çekirdeği olan fert için yapılacak her yatırım, harcanacak bütün mesai ve enerji çok mühimdir. Toplumun ana çekirdeği olan fert hayatı, sağlam olmalı ki insanlık hayatı sağlıklı devam etsin. Helâket ve felâket asrının bütün ağırlığı evlere, sokağa, dağa, bayıra fena sıçramış durumda. Yangın çok tehlikeli ve dehşetli.
Bu bakımdan hele de içinde bulunduğumuz bu zamanda ferdin sağlam kalabilmesi için, eğitim çok önemlidir. Olmazsa olmazlardandır. Öncelikli ve ihmal edilmemesi lâzım gelen hayatî bir konudur.
Çocuklarımız ve gençlerimiz toplumun çekirdeği, ana direği ve kolonu konumundadırlar. Bunların gelecek için en iyi bir şekilde yetiştirilmesi adına yapılabilecek maddî ve manevî bütün fedakârlıklar behemehal mutlaka yapılmalıdır. Bu fedakârlıkların en başta geleni de unutmayalım ki onlara vereceğimiz zaman, mesai, ilgi, âlâka, sevgi ve şefkatimizdir.
Onların giyecek ve yiyeceklerine gösterdiğimiz ihtimam ve cömertlikten çok daha öte ilgi ve sevgi sıcaklığı, hem onların ruhlarında silinmez izler bırakacak, hem de bize sonsuz saadet ve mutluluk olarak geri dönecektir.
Kalplerimizin parçası, ciğerparelerimiz evlâtlarımıza verebileceğimiz en büyük hediye, bırakabileceğimiz en büyük miras, kıymet ve paha biçilmez şey sevgi ve ilgidir. Bu sevgi ve ilgi onların kalp çekirdeklerinde, ruh ağaçlarında, his ve beden dillerinde hayatları boyu şekillenecek ve başta kendisi olmak üzere, bizlere, çevresine ve bütün insanlığa müthiş bir katkı ve müsbet bir paylaşım olarak geri dönecektir.
Hele de bu kalp, his, ruh çekirdeklerini Kur’ân, İman, Sünnet nurlarıyla süslendirip taçlandırabilirsek ne âlâ!
İşte bu asırda her alanda olduğu gibi, bu alanda da en büyük örnek Bediüzzaman’dır. O, çocukluk yıllarından beri,—kendi ifadesiyle—merhume annesinin şefkat ve merhametiyle şahsî hayatını iman ve Kur’ân terbiyesiyle takviye edip şekillendirerek muhteşem Risâle-i Nur Külliyatını meydana getirmiştir. O, vücut bağışıklık sistemi başta olmak üzere beden ve ruhtaki bütün his ve organlarını buna göre ayarlamış. Onun için yoldan sapıp çizgiden çıkmamış. İstikrarlı ve istikametli örnek bir hayat yaşamış. Bize düşen de onun yolunda gitmektir.
Biz kendi dâvâmızın muhabbeti ve gerekleriyle hareket edebilirsek doğruları bulur ve uygularız. Başkalarıyla uğraşırsak yanlışlar dünyamızı doldurur ve işin içinden çıkamayız.
Evvelâ iman dâvâsı ve Risâlelerle meşgul olma konusu önemli. Başka meseleler olunca işin rengi değişir. Üstad, Kastamonu Lâhikası’nın son kısımlarında, hastalığından dolayı ‘doktorla ilgi kurmaya’ bile ihtiyatla yaklaşıyor. İşin özünü kaçırır da detaya ve mâlâyaniyata saparsak başımız dertten kurtulmaz. İşin özünde devam etmemiz lâzım. İlkönce, manevî mucizevî tefsir-i Kur’âniye olan satırları çok dikkat ve ihtimam ile okumak, tatbik etmek. Dış dünya ve günlük meselelere haddinden fazla değer vermemek. Mâlâyani ve boş işlere fazla mesai ve zaman harcamamak.
Modaya takılmadan, özden ayrılmadan, konuyu dağıtmadan... Özde kalmaya, çekirdeği dejenere etmemeye gayret edelim.
Sun’îlikler, başkalarına özenmeler, günübirlik düşünce ve yaşantıları, semtlerimize pek uğratmasak daha kârlı manevî ticaretler yapacağımız açıktır. Bugünün aklı başında insanları, yiyecekten giyeceğe kadar, tatilinden dinlenmesine kadar tabiî ve fıtrî olanı arıyor ve sun’îlikten uzaklaşmaya çalışıyor.
Başta Anadolu’muz olmak üzere, bütün İslâm coğrafyasında yetişen, binlerce, milyonlarca bahadır ve Allah dostunun tarihe mâl olmuş müstesna hayatlarında hep bu asıl, tabiî, fıtrî hâl hâkim olmuş. “Çekirdeği” muhafaza edenler dünya hayatını da, ahiret hayatını da muhafaza edip kurtarmış. Bu yolu terk edip sapanlar, hem kendileri perişan olmuş, hem de etraflarına büyük zarar ve ziyan vermişler.
Allah hepimizi muhafaza etsin. (Âmin) Asliyeti bozulmamış, Allah’ın rızası dahilinde bir hayat yaşamak ve orijinal, aslına bağlı hizmet faaliyetlerinde birlikte yürümek ve mutlu sona ermek dilek ve temennisiyle.
16.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahaddin YAŞAR |
Nasip, kısmet |
|
Kısmetler adrese gider
Bir canlıya ulaşmış bir yudum rızkın, özel bir gönderiliş sonucu olduğuna iman ediyorum. Buğday başağı için yağan yağmurun, insan için buğday başağının, ölen insan bedeninin kabirde karıncalar açısından paylaşımının, meyvelerin üzerinde isimleri yazılı yiyicilerinin, aslında bütün seçiliyor gözüken ‘rızık’ların, birer tayinin yerine getirilişi olduğunu idrak etmek hiç de zor değil.
Kazanım olarak adlandırdığımız her şey, birer adımıza yazılmış emanetten ibaret.
Bütün canlılar aciz ve rızka muhtaç. Kendi rızkını, sadece çabası sonucu elde eden bir canlı türü yok. Elde edişler, adetullah kanunlarına riayetten ibaret. Bütün canlıların rızıkları Rabbani taahhütte.
Bu tarif bütün canlılar için geçerli. Bitkilerin tohumcuğunda gizli gen haritası, onun müddet-i hayatı boyunca başına geleceklerin izah edilmiş programından başkası değil.
Neşv ü nema bulup bulmayacağı, nerede resmî geçit merasimine katılacağı, kaç daldan, kaç yapraktan, kaç meyveden teşekkül edeceği, meyvelerin ne zaman olgunlaşacağı, meyvelerini kimlerin yiyeceği, gölgesinde kimlerin gölgeleneceği, yapraklarını ne zaman dökeceği, yapraklarını hangi hayvanların yiyeceği, bitkinin ne zaman yaşlanacağı, ne zaman yıkılacağı, odunlarının kimlerin yuvasını ısıtmada kullanılacağı… Her şey bir bir kaydedilmiş ve zamanı geldikçe vuku buluyor.
Bir bitki böyle olduğu gibi, bütün bitkilerde de aynı sistem işlemektedir. Bir boşluk, bir ihmal, şartlar sebebiyle böyle oldu, tesadüfen gibi insanlara mahsus tanımlamalar onlarda geçerli değil. Her şey yerli yerinde.
Bütün bitkiler böyle iken, bütün hayvanlarda da aynı sistem işliyor. Okyanusların diplerindeki küçücük balıkların rızıklarında bir ihmal olmadığı gibi, kocaman dağların, insan girmemiş ormanların içlerindeki henüz bilmediğimiz, tanımadığımız hayvancıkların rızıklarında da bir ihmal bulunmuyor. Kimsenin rızkı kimseyle karışmıyor. Tayin edilenin dışında hiçbir şey, ne birisine az, ne de birisine fazla gidiyor.
Nasip, kısmet anlayışı muhteşem
Bütün zerreler hangi bedenin, hangi organından geçip, ne gibi işlerde çalışacağını biliyor. Yolunu şaşıran bir zerre olmuyor. Dişlere gitmesi gerekenler, gözlere gitmiyor. Ya da ihtiyaç ölçüsünde, miktarınca gidiyor. Onun için rızık konusunda, nasip, kısmet konusunda telâş etmek, iman zaafıdır.
Bir zerrenin bile hareketi iman etmek için yeterli.
Her adamın alnında rızkı;
her rızkın üzerinde adamın adı yazılı
29. Söz bizi bir zerre ile tanıştırıyor. İşte o zerrattan hangi zerreye bir nazar-ı hikmetle baksan göreceksin ki: Basîrane, muntazamane, semîane, alîmane sevk olunan o zerreye, kör ittifak, kanunsuz tesadüf, sağır tabiat, şuursuz esbab, hiç ona karışamaz. Çünki herbirisi unsur-u muhitten tut, tâ beden hüceyresine kadar hangi tavra girmiş ise, o tavrın kavanin-i muayyenesi ile güya ihtiyaren amel ediyor, muntazaman giriyor. Hangi tabakaya sefer etmiş ise, öyle muntazam adım atıyor ki; bilbedahe bir Saik-i Hakîm’in emri ile gidiyor gibi görünüyor. İşte böyle muntazam tavırdan tavıra, tabakadan tabakaya git gide hedef ve maksadından ayrılmayarak tâ makam-ı lâyıkına, meselâ Tevfik’in gözbebeğine emr-i Rabbanî ile girer, oturur, çalışır. İşte bu halde, yani erzaktaki tecelli-i rububiyet gösteriyor ki; ibtida o zerreler muayyen idiler, muvazzaf idiler, o makamlar için namzed idiler. Güya herbirisinin alnında ve cephesinde “Filan hüceyrenin rızkı olacak” yazılı gibi bir intizamın vücudu, her adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder.
Giysi de, araç gereçler de,
manevî gıdalar da birer rızık
Rızkınız olan ve üzerinde isminiz yazılı elma, zaten size de sıcak geliyor. Beni al diyor adeta size. Pazar yerinde o kadar elmaların içinden seçtikleriniz size, ‘al beni’ diyenlerdir. Üzerindeki isminiz, sizin ona uzanmanızı sağlıyor.
Mağazalar geziyorum. Çok mükemmel elbiseler giyiyor, çıkarıyorum. Bir türlü içim ısınmıyor. Yani beğenmemek için hiçbir sebep yok. Ama alamıyorum. Sonra anlıyorum ki, üzerinde ismim yazmadığı için alamıyorum. Başka bir mağazaya giriyoruz ve yine giyip çıkarırken, pantolon uydu. Gömlek de ‘çıkarma beni’ diyor. Ceket ve kravat bütünlüğü sağlıyor ve içimden ‘tamam’ sesi geliyor. Anlıyorum ki kısmetten öteye yol yok.
Ne alırsanız alın, üzerinde adınız yazılı olanlar sizin.
Şairin ilhamı, yazarın yazıları,
pencerenizin manzarası hepsi nasip
Öylesine gelmiyor hiçbir şey. Şair şiirsiz, yazar yazısız, kısmetsiz. Sevilecek şeyler sevgisiz, görülecek manzaralar, zevkedilecek mânâlar idraksiz, nasipsiz.
Gidilecek yol, gelinecek yol; sevilecek maşuk, maşukun sevgilisi; elde edilecek kazanç, kazancın elde edileni; gözün görecekleri, kalbin sevecekleri, aklın idrak edecekleri, elin dokunacakları, dişlerin tadacakları, hislerin ulaşacakları, ayakların varacakları, kulağın işitecekleri, burnun koklayacakları… hasılı bir şekilde duyumuza dokunan her şey, nasip kısmetten ibaret.
Semt pazarına geç gittiğinizde, adınız üzerinde yazılı limonlar, hurmalar, elmalar; patatesler, domatesler, fasulyeler kaybolmuyorlar. Peki ne oluyor? Sadece biraz hırpalanıyor o kadar.
Şairler, yazarlar, düşünürler, çizerler; (yaratılmış tabiat sizi bekliyor) çiftçiler, esnaflar, sanatkârlar; (işlenecek araç gereçler sizi bekliyor) anneler babalar, ablalar; (duygular tatmanızı istiyor) Ahmetler, Ayşeler, Kenanlar, Necdetler, Sezerler (yiyecekler, içecekler sizi bekliyor) gidin toplayın rızıklarınızı.
Kul olduğunuzu hissedin ve hepsini zevkedin.
Topladıklarınız nasip ve kısmetiniz kadardır.
16.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Türkiye'nin zamanı geldi-1 |
|
Nusretü Eh’lil Irak ünvanı taşıyan konferansı takip etmek için (14-15 Aralık 2006) Kaya Ramada Oteline gittim. Toplantıda konuşulanlar hiç alışageldiğimiz türden değildi. Mecaz ve kinaye dili gitmiş yerini sarahet dili almıştı. Ben dahil dinleyicilerin hepsi şok olmuştu. Uzun zamandır hakikatları bu kadar çıplak dinlemeye alışmamıştık. Belki bu kadarı zararlıydı da. Kulaklarıma inanmakta zorluk çektim. Demek ki yapmak zor, yıkmak çok kolay. Bu kulaklarımızla duyduklarımız doğru mu diye nisbeten tarafsız görünenlere soruyorum. Hep bir ağızdan anlatılanların devede kulak kaldığını söylüyorlar. Çok daha fazlası yaşanıyor diye mukabele ediyorlar. Ya çözüm diye soruyorum işte bu noktada tıkanıyorlar. Vakıayı tasvirleri mükemmel. Ama geleceğe dair bir planları yok.
Fethi Yeken gibi Sünnî liderlerin bölgede başkalarının projelerine âlet oldukları ve eklemlendiklerini söylüyorlar. Sünnilerin projeleri yok. Zira Sünnilerin merciiyyeti ve siyasî liderlikleri yok. İşte tam da bu noktada gözler Türkiye’ye çevriliyor. Ve neden Neoconlar ve onların Türkiye’deki uzantılarının Türkiye’yi Ortadoğu’dan uzak tutmaya çalıştıklarını ve Türkiye’nin Irak’a yönelik dış politikasını Sünni politika olarak takdim ettiklerini bu tablo ışığında daha iyi anlıyorum. Çünkü Türkiye bölgeye girerse bütün denklemi bozar. İsrail, İran ve Batılı ülkeler boşluğun kalıcı bir şekilde doldurulmasından dolayı telâfi edilmez zararlara ve kayıplara uğrarlar. Bölgede ise ideolojik olarak Türkiye’ye ters bakanlar bile şimdi (bazı selefiler ve Arap milliyetçileri) maslahat noktasında Türkiye’ye karşı çıkamıyorlar. Biliyorlar ki, Türkiye’nin boşluğunu doldurabilecek tek bir Arap ülkesi bile yok.
Irak çökmüş ve denklem dışına çıkmış durumda. Mısır ise 1950’den itibaren yanlış politikalarla kan kaybetmiş ve büyük ölçüde liderlik ehliyetini kaybetmiştir. Şarkın yükselen yıldızı Türkiye’dir. Bunu içte ve dışta hazmedemeyen bir takım çevreler vardır. Ama bölge Yavuz öncesinde olduğu gibi yüzünü çar naçar bir şekilde Türkiye’ye çevirmiş ve kurtarıcı olarak onu görmekte ve beklemektedir. Elbette Türkiye’nin ayağında bazı ideolojik prangalar var. Ama Ortadoğu halkının bu prangalara bile aldırdığı yok. Öyle bir iştiyak var ki tarifi mümkün değil. Selefisinden milliyetçisine kadar Osmanlı karşısında ittifak etmiş bütün güçler, toplumsal katmanlar ve tayflar şimdi Osmanlı lehinde ve onun gelmesi için ittifak etmiş durumdalar. Dört gözle bekliyorlar. Türkler denilince gözleri parlıyor.
30 yıldan beri Ortadoğu ile iç içeyim böylesine bir vaziyetle ne karşılaştım ne duydum. Dediğim gibi Arap âlemi kıpır kıpır ve Yavuz öncesindeki gibi Türkleri bekler haldeler. Tarihin bir cilvesi. Akıllı selefisinden, akıllı milliyetçisine kadar Türkiye’nin yolunu gözlüyorlar. Mısır’ın akil adamlarından ve Mısır’ın Kissinger’i sayılabilecek olan Muhammed Haseneyn Heykel bölgede iki devletten birisinin İsrail diğerinin de Türkiye olduğunu söylüyor. Tercih noktasında kalırsam, tercihim Türkiye diyor. Bir Nasırcının böyle konuşması zamanın mucizatından olsa gerek. Keza “Institute of Al-Mashreq al Arabi”nin Müdür Rebii Hafız’ın da Türkiye adı geçince gözleri parlıyor ve yeniden buluşma günlerini gözlüyor. Elbette ne istediğini bilmeyen Kaide türü anarşist unsurlar kimseyi istemeyecektir, ama onlar yakıt vazifesini gördükten sonra tasfiye olacaklardır.
Kısaca konferanstan tek şey öğrendim: ABD’nin bölgeden çekilmesiyle birlikte geride bırakacağı boşlukta yeniden Türkiye’nin yıldızı parlayacak. Rebii Hafıza göre bu yeni dönem, eski döneminin bir uzantısı ve devamı olacak. Eski dönemle yeni dönem arasına intikal ve geçiş devresi girmişti. 1921 ile 2003 arasındaki bu geçiş ve intikal devresi Bağdat’ın düşmesiyle birlikte sona erdi ve böylece yeniden eskiye döndük.
Evrensel hukuk kaidesi de böyledir: Şartlar değiştiğinde eski statü avdet eder. Ve geçici statü 2003 ile birlikte bitmiştir ve yeniden Türkiye’nin sırası gelmiştir. Şöyle ki, Irak-İran kapışması bölgeye Amerikan nüfuzunu taşıdı. Bu süreçte 2003 yılında Irak’ı işgal eden ABD tezat bir şekilde bu ülkeye İran nüfuzunu yeniden taşımıştır. Zaten İran’ın Irak üzerindeki nüfuzu dinî ve içtimaî olarak hiçbir zaman bitmemişti. Sadece siyasi olarak kalkmış idi. Bu da 2003 sonrasında Şiî grupların ABD ile işbirliği sayesinde geri döndü. Ama kaderin bir cilvesi, ABD nasıl zıddı olan İran’ın nüfuzunu Irak’a yeniden taşımışsa İran’ın yenilenen siyasî nüfuzu da zıddı olan Türkiye’yi bölgeye taşıyacaktır. Sünnilerin isyanıyla birlikte bunun emareleri görülmeye başlandı. Dolayısıyla İran bölgede büyük bir zıtlık meydana getirdi ve bu zıtlık da Türkiye’yi er ya da geç bölgeye çekecektir.
Ama meseleye sadece İran zaviyesinden bakmak aldatıcı olur. Denklemin öbür ayağında da İsrail vardır. Bunlara karşı kefenin öbür ucundaki kitlenin tek adayı Türkiye’dir. Bizim görevimiz bu rolün barışçı ve yapıcı olmasını temin etmeye çalışmak olmalıdır. Yoksa Türkiye’nin bölgeye yeniden dönmesi Ve “kudiye’l emr” makamındadır. Buna Allah’tan başka kimsenin gücü yetmeyecektir.
16.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Demokrasiden geri adım olmaz |
|
Ankara’daki gelişmeler baş döndürüyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Ülkeyi kaosa sürükleyip nemalanmak isteyenler her köşede bir tezgâh kuruyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça, yine bazı güçler karıştırıcılıklarına başladılar. “Adını açıklamayan üst düzey askerî yetkililer”, “bir kuvvet komutanı” türü konuşmalar yine başladı. Yeni komplolar ve komplocular iş başında… Yine “komplo üretim merkezleri” kuruluyor. Kapalı kapılar ardında yeni 28 Şubat türü oyunlar tezgâhlanıyor. 28 Şubat sürecinde malum gazetelerde adı verilmeyen komutanlara atfen yazılar yazılmış, gazeteler manşet atmıştı. Bu yöntem “basın ilkeleri” açısından sonraları çok eleştirilmesine rağmen aynı manşetler bugün de atılmaya devam ediliyor.
Köşk’e gelecek yeni isim hakkında bir yanda platformlar kuruluyor, diğer yanda Genelkurmay Başkanına gönderilmek üzere hazırlanan mektuplar ortalıkta dolaşıyor.
***
Hedefi “Cumhurbaşkanlığı makamının cumhuriyetin değerlerini içine sindirememiş bir kişi tarafından işgal edilmesini önlemek” olan ve bu amaca ulaşmak için seçimlerin yapılacağı Nisan ayına kadar, miting ve gösteriler başta olmak üzere, bir dizi eylem gerçekleştirilecek olan “Ulusal Birlik Hareketi Platformu” iki aylık “yoğun çalışmalar”dan sonra geçen hafta Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı (ADD) Başkanı Şener Eruygur tarafından Kamu-Sen Genel Merkezi’nde kurulduğu duyurulmuştu.
ADD, TESK, Toplumsal Düşünce Derneği, Kamu-Sen, Hacıbektaş Yüksek Öğretim Derneği, Diyalog Grubu’nu temsilen eski Kültür Bakanı İstemihan Talay, Türkiye Emekli Subaylar Derneği ve 27 Mayıs Millî Devrim Derneği gibi yaklaşık 40 sivil toplum örgütü kafa kafaya vermişler, “Cumhurbaşkanlığı seçiminde ne yapabiliriz?” diye bu platformu kurmuşlardı. Ancak öyle tepkiler geldi ki, platform patır patır dökülmeye, platform üyeleri “Biz demokrasiye bağlıyız” demeye başladılar. Meclis’e cumhurbaşkanlığı seçimine giden yolda baskı için kurulan hareket, üç günde çöktü. 40 sivil toplum örgütünden bazıları organizasyondan haberleri olmadığını açıklamak zorunda (!) kaldılar. Demek ki, bu oluşumlar “demokratik” değilmiş.
Hatırlanacağı üzere; Türk-İş, DİSK, TOBB, TİSK ve TESK 28 Şubat döneminde Refahyol’u yıkmak için bir araya gelen kahraman (!) “5’li sivil inisiyatifti… Kamuoyunda bilinen ismiyle “beşli çete…” Platform kurucularına bunu hatırlattığı sorulduğunda, “Bu hareket herhangi bir hareketle kıyaslanmamalı… Hareketin benzeri veya devamı değiliz” diye cevap verdi platformun genel başkanı emekli Org. Eruygur…
Bu oluşumda en çok dikkat geçen STK ise, yaklaşık 330 bin memuru temsil eden Kamu-Sen’di. Bu platforma ev sahipliği yapmıştı. Başkanı Bircan Akyıldız, basın toplantısında “Biz millet adına konuşuyoruz, milletin hissiyatını dile getiriyoruz. Muhatabımız cumhuriyetin temel ilkeleriyle ters düşen herkestir” şeklinde konuşmuştu.
Peşinden Kamu-Sen’e bağlı sendikalar başta olmak üzere memurların ikinci büyük konfederasyonu Memur-Sen’den “Demokrasiye zarar verecek eylem ve söylemler STK anlayışı ile bağdaşmaz” şeklindeki tepkisinden sonra Kamu-Sen tarafından “28 Şubat’ı çağrıştıran hiçbir oluşum içinde olmayız” deme gereği duyuldu. Akyıldız, kendilerine daha önce gönderilen metinle, tanıtım toplantısında Eruygur’un okuduğu metnin farklı olduğunu söyledi. “O açıklamayı şiddetle reddediyoruz” diyerek, platformdan çekildi. Demokrasi adına iyi de yaptı…
Bütün bunları okuyunca, “yanlışın neresinden dönersen kârdır” veciz sözü aklımıza geldi. Ancak, madem bu tür hareketleri ve açıklamaları şiddetle kınıyordunuz da neden o an tepki göstermediniz?. Hadi diyelim ev sahibisiniz, bunu dikkate alarak orada söyleyemediniz; misafirler gittikten sonra da mı açıklama yapamazdınız? İlla tepkileri görmek mi lâzımdı?..
* * *
Demek ki, demokratik tepki göstermek, bazı yanlış yönlere yönelenleri yolundan çevirip, doğru yolu bulduruyor.
28 Şubat sürecinde antidemokratik oluşumlara sivil toplum örgütleri tarafından yeteri kadar tepki gösterilebilseydi de bu postmodern darbe de yaşanmasaydı keşke… İşte o zaman sivil toplum örgütlerine milletin güveni azalmaz, destek görürdü.
STK’lar aslî görevleri olan halkın sesini duyurdukça, halkın yanında yer aldıkça değerleri de artar, sözleri de dinlenir. Şimdi STK’lar dağılan “Ulusal Birlik Hareketi Platformu” yerine “Demokrasi Platformu” kurma fikrinde birleşemezler mi? Neden olmasın?
Sözün özü, her şeyin başı demokrasi. Demokrasiden geri adım, işte böyle antidemokratik oluşumları cesaretlendiriyor…
16.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Seçim tartışması |
|
Önümüzdeki yılı, seçim tartışmalarıyla geçireceğimiz anlaşıldı. Ciddî bir değişiklik olmazsa 2007 yılında önce cumhurbaşkanlığı, sonra da milletvekili seçimleri yapılacak. Bir yandan AB ile ilgili konular tartışılırken, öte yandan da bu iki önemli seçimle ilgili gelişmeler tartışılacak.
Cumhurbaşkanının ‘erken seçim’ istediği şeklindeki haberler gazete manşetlerine taşındı. (Milliyet, 13 Aralık 2006) Bu habere en çok sevinen ise, ‘ana muhalefet’ partisi CHP oldu. Tabiî kimin hangi habere sevineceğine müdahale edecek değiliz. Ancak, erken ya da zamanında yapılacak bir seçimi CHP ciddî olarak ister mi, bundan bir ‘iktidar’ çıkaracağına inanır mı?
CHP’nin tarihinde seçimleri istemekten ziyade, istememek ya da ertelemek göze çarpar. Bunu belki ‘teklif’lerle yapmamışlar, ama hal ve gidişleriyle, yaklaşımlarıyla bu kanaatin oluşmasına sebep olmuşlardır. ‘Tek parti’ devrine doğru gidince, ‘açık oy, gizli tasnif/oy sayımı’ uygulamasına imza atmışlardır ki ellerinde imkân olsa belki bugün de aynı uygulamayı talep edebilirler.
Millet iradesinin en iyi şekilde TBMM’ye yansımasını istemek kadar tabiî bir şey olamaz. Bunun için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Ancak bütün bunlar yapılırken ve istenirken, ‘samîmî’ olmakta fayda var. “Hemen erken seçim” diyenlerin; “Türkiye’de hiç bir zaman 5 yılda bir seçim yapılmadı, şimdi de yapılmasın, erken yapılsın” demeleri haklı bir bahane/gerekçe değildir. Tamam, erken seçim yapılsın ama gerekçesi bu olmasın. Daha makul, daha kabul edilebilir bir gerekçe ortaya konulsun. “Şimdiye kadar hiç yapılmadı”ysa, bundan sonra da yapılmayacak anlamına gelir mi? Madem 5 yılda bir seçim yapılması Türkiye şartlarına uygun değildir, niçin kanunlar bu şekilde yapılmıştır? Kanunları yapanlar ve bu güne kadar yürürlükte olan mevcut kanunlara itiraz etmeyenler, bugün bu sözleriyle inandırıcı olabilirler mi?
Bu itirazlarımızdan, ‘erken seçim istemiyor’ gibi bir kanaate sahip olduğumuz düşünülmesin. Siyasetçi değiliz ki erken ya da geç seçim isteyelim. Seçimin ne zaman yapılacağı doğrudan bizi ilgilendirmiyor. Ancak, sergilenen tavıra itiraz edilmelidir.
Hele hele ‘ana muhalefet partisi’ CHP’nin ‘illa da erken seçim’ sözleri doğrusu bizi tebessüm ettiriyor. CHP’nin millet nezdinde itibarı çok mu yükseldi ki, illa da erken seçim istiyor? Tahminimize göre, erken ya da zamanında yapılacak bir seçim, CHP’yi ancak üzecek. Bugün ‘anamuhalefet’ olan CHP, ilk seçimden sonra belki de bu ünvanını da kaybedecek. Çünkü CHP, yıllardan beri milletin ‘iyi’ dediğine ‘kötü’ demeyi sürdürüyor. Bu politikalarla seçime gidilse, sandıktan CHP iktidarı mı çıkacak?
Seçime hazırlanan partilerin yapması gereken ilk iş, milletin talepleri doğrultusunda kendisine çeki-düzen vermesidir. Seçimlere girecek bütün partiler, bunu yapmak durumundadırlar. Aksi halde, bir önceki seçimi ve neticelerini hatırlatmak bize düşer. İktidar partilerinin sandıklara gömüldüğü ve ‘baraj’larda boğulduğu lütfen unutulmasın!
Her halde ‘kaybetmek’ için seçim istenmez. Medyaya yansıdığı kadarıyla CHP, Mecliste sergilediği tavrıyla da bu milletten destek bulamaz. Cami, mescid, başörtüsü ve ‘dine hürmetkâr bürokrat’larla uğraşarak iktidar olmak Türkiye şartlarında mümkün görünmüyor. O halde bütün partiler ve adaylar; milletle ‘kavga’yı değil, millete hizmeti esas almalıdırlar. Bunu yaptığına inanan seçimden de, sandıktan da ürkmez ve korkmaz...
16.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Askerî cenah |
|
Genelkurmay Başkanının Ekim ayı başındaki Harp Akademileri konuşmasında laikliğin yeniden tanımlanmasını isteyenleri eleştirirken kast ettiği adreslerden birinin Meclis Başkanı Arınç olduğu yazılıp çizilmişti.
Hattâ Arınç da bu yöndeki yorumları doğrular tarzda o sözleri kendi üzerine alıp Büyükanıt’a cevap veren bir açıklama yapmıştı.
Aradan haftalar geçti ve Arınç geçtiğimiz günlerde Büyükanıt’ı makamında ziyaret etti. Ziyaretin “tebrik” amaçlı olduğu belirtildi.
Ancak hayli uzun süren görüşmede başka konuların da gündeme geldiği anlaşılıyor.
Bunlardan biri, bazı emekli komutanların Genelkurmay Başkanına toplu halde mektup yazarak, Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmasına karşı tavır alınmasını istediklerine ilişkin haber.
Gerçi bu haber, içinde adı geçen emekli paşalardan biri tarafından daha önce tekzip edildi ve iş, siyasete atıldıktan sonra sık sık parti değiştirmesiyle bilinen bir eski subayın üzerine kaldı.
Arınç bu mektup için Büyükanıt’ın “Biz demokrasiye ve anayasaya bağlılık yemini etmiş insanlarız. Kimse Genelkurmay’a böyle bir mektup gönderme cür’etinde bulunamaz. Bulunursa da gereğini yaparız” diye konuştuğunu aktardı.
Arınç’ın, bu görüşmenin ertesi gün Başbakanla buluşması, hükümetle Genelkurmay arasında yaşanan Kıbrıs tartışmasına dair bir mesaj da iletmiş olabileceğini düşündürdü.
Ama buna ilişkin bir açıklama yapılmadı.
Buna karşılık aynı gün Genelkurmay, bir kuvvet komutanına atfen çıkan ve hükümeti, kendisini devlet yerine koymakla eleştiren beyan hakkında önemli bir açıklama yaptı.
“TSK’nın düşüncelerini kamuoyuna duyurmaya ve basını bilgilendirmeye yetkili makamlar belirlenmiş olup, yapılacak açıklamalarda makamlar açıkça belirtilmektedir” denilen açıklamayla verilen mesaj şuydu:
“Türk Silahlı Kuvvetlerinin bilgisi dışında, onun adını kullanarak, açık kimlik bildirerek veya bildirmeden yapılan bu tür haberlere ve siyasî yorumlara asla itibar edilmemelidir.”
Aslında bu çeşit açıklamalar daha önceki Genelkurmay Başkanlarınca da yapılmıştı.
Karadayı’nın da, Kıvrıkoğlu’nun da, Özkök’ün de “Ordu adına ben veya yetki verdiğim kişi konuşur” dediklerini hatırlıyoruz.
Sebep, her üç komutanın döneminde de basında “üst düzey askerî yetkili” rumuzu mahreç gösterilerek yayınlanan haberlerdi.
28 Şubat süreci, bu rumuzun en çok kullanıldığı dönemdi. Sonrasında tedrîcen azaldı. Ama hâlâ tümüyle sona erdiği söylenemez.
Sona ermiş olsaydı, Genelkurmay şimdi yine böyle bir açıklama yapmak zorunda kalmazdı. Üstelik Büyükanıt gibi, Özkök’ten farklı ve keskin bir söylemle işe başlayıp bu çizgiyi sürdüren bir komutanın döneminde.
Eğer söylendiği gibi bu çıkışların bir amacı “alt kadroları yatıştırmak”sa, bu durumda, Büyükanıt’ın sert tavrı da mı onları “kesmiyor” ki, yine “üst düzey askerî yetkili, kuvvet komutanı” gibi şifrelerle “korsan” mesajlar veriliyor?
Ve bakalım, “Bu mesajlara itibar edilmesin” açıklaması bu defa bu işi bitirebilecek mi?
16.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|