Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Çevrenin dili olsaydı

Çevrenin ne olduğunu bilmeyenimiz var mı? Ya da çevrenin tanımlanmasına ihtiyaç var mı? Bir baksak etrafımıza, neyle kuşatılmış durumdayız? Sağımız-solumuz çevre değil mi? Nefes aldığımız hava, çevre değil mi? İçtiğimiz su, çevre değil mi? Üzerinde yaşadığımız, adım attığımız, gezip tozduğumuz toprak çevre değil mi? Sözü uzatmaya ne lüzum var. Dünyaya gözümüzü açtığımız yer çevredir. Hayatımızda her an iç içe olduğumuz yer çevredir. Ve dünyaya göz kapadığımız yer çevredir. Herkesin bildiği çevreyi bilimsel kalıplar altında tanımlamak gerekirse; “çevre, canlıların hayatları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak birbirlerini etkiledikleri biyolojik, fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel ortamların tümüdür.”

Bir olgu olarak, dünya yaratılalı beri var olan çevre, 20. yüzyıldan itibaren, bir kavram olarak da vardır. Çevrenin bir kavram olarak hayatımıza girmesinin sebebi, 19. yüzyıldan itibaren başlayan ve sanayileşme, teknolojik gelişmeyle birlikte yoğunluğu giderek artan çevre sorunlarıdır. Çevre sorunları artık hayatımızı derinden etkilemektedir. Bu etkileme, öyle boyutlara ulaşmıştır ki, hem yerel, hem de küresel olarak tehdit ve tehlike altındayız.

Bilmeyenimiz var mı? Su, hava, toprak bozuldu. Teknolojiye paralel olarak, gürültü gürül gürül arttı. Ormanlar, yeşil alanlar talan edildi. Talan o kadar vahşi boyutlara ulaştı ki, bazı bitki ve hayvan türlerini bile yok ettik. Bununla da kalmadı tahribatın boyutu. Isınmakta olan bir yerküre, ozon tabakasına yönelik bir tehlike, tarım topraklarını yutan bir çölleşme ile yüzyüze geldik. Ciddî bir sorunla karşı karşıyayız. Sorunun büyüklüğü o kadar ileri düzeyde ki, “Çevreyi mutlaka ön planda tutmalıyız, aksi hâlde, kıyamet kapıda, dünyanın sonu” türü serzenişler çoğaldı. Gazetelerde görüyor ve okuyorsunuz, konuyla meslekî olarak bağı olmayan bir çok köşe yazarı bile, konuyu ısrarla ele almakta ve devamlı gündemde tutmaktadır. Çünkü, sorun çok büyük ve konu çok ciddî. Artık, bunu tartışmak bile abes. Artık, bu sorunun kaynağı tartışılmakta. Zaten, bu yazıda da, bu kaynağa farklı bir bakış açısı serdedilecektir.

Çevre sorunlarının kaynağı nedir? Bu soruya, değişik bakış açılarıyla farklı cevaplar vermek mümkündür. İnsan nüfusunun bu denli hızlı artmasından rahatsızlık duyanlar, “hızlı nüfus artışını” ön plana çıkarırlar. Pıtrak gibi çoğalan gecekondulardan rahatsızlık duyanlar “çarpık kentleşmeye” dikkat çekerler. Kapitalizme karşı güvensizliği olanlar “açgözlülük-kâr hırsı”, “dengesiz büyüme” gibi hususları gözler önüne sererler. Devletin gerektiği şekilde tedbir alamadığını savunanlar “bilinçsiz sanayileşme, yanlış teknoloji, vurdumduymazlık-ihmâl, denetimsizlik ve benzeri nedenleri” sayarlar. Görüldüğü üzere, her bakışta odak bir nokta, her cevapta odak bir kavram var. Bu cevaplarda, odak nokta-odak kavram bütünlüğü içinde, doğruya ucundan-kıyısından yaklaşılsa da, başka bir anlatımla kendi bakış açılarına göre, sorunun bir bölümüne değinilse de, işin esasına, konunun özüne inilememiştir. Özü yakalamak için, tek bir odak yeterli. O odak “insan”dır. Bu durumda, çevre sorunlarının ana kaynağı bir kelimede özetlenebilir: İnsan.

Tabiî burada asıl üzerinde durulması gereken, “bencil, sevgisiz, kibirli, vefasız, hoyrat” insandır. Öyleyse, üzerine basa basa tekrarlayalım: Çevre sorunlarının kaynağında, bencil insan vardır. Çevre sorunlarının kaynağında kibirli insan vardır. Çevre sorunlarının kaynağında sevgisiz insan vardır. Çevre sorunlarının kaynağında vefasız insan vardır. Çevre sorunlarının kaynağında çevre değerlerine karşı hoyratça davranan insan vardır.

Bu sözleri ağır bir itham olarak ele alabilirsiniz. Ancak şurası da bir gerçek ki, insan, doğumdan ölüme kadar olan dönemde, hatta öldükten sonra dahi, hep çevre değerlerinden yararlandığı, su, hava, toprak, tabiat ve diğer çevre unsurlarını tepe tepe, doya doya kullandığı hâlde, çevreyi çok fazla tefekkür etmez. Tefekkür etse, “Bu çevre bir emanettir” diyecektir. Tefekkür etse çevreye karşı bu kadar duyarsız, bu kadar bilinçsiz olmayacaktır.

Bu husustaki bir başka gerçek de şudur. Her insan, çevre değerlerine karşı çocukluğunda ya da gençlik yıllarında, yoğun bir ilgi içinde olduğu hâlde, zamanla bu ilginin yerini başka şeyler almaktadır. Bir köyde ya da kasabada yaşıyorsak, çocukluğumuzun bütün hatıralarında, yemyeşil kırlar, engin ovalar, şırıl şırıl akan nehirler, uçsuz bucaksız dağlar unutulamayacak yer kaplar. Bir şehirde yaşıyorsak, çocuk kalbimiz kırlara, ovalara, yemyeşil ormana, serin serin akan ırmağa özlemle doludur. Bırakalım çocukluğu, çevre değerlerine karşı, ya da daha açıkçası çevre değerleri olan suya, havaya, toprağa, tabiata karşı ruhunda büyük bir yakınlık duymayanımız var mı?

Bu yakınlığa rağmen, çevre değerlerine karşı öyle bencilce yaklaşır, öyle bencilce davranırız ki, fabrikatör fabrikasını, esnaf dükkânını, tüccar malını, avukat müvekkilini, müteahhit inşaatını ön planda tutar da, içinde doğup büyüdüğü çevreyi ya büsbütün unutur, ya da birinci planda görmemeye başlar. Para hırsı, kazanma içgüdüsü çevreyi yenmiştir. Bu bencillik yanında, kibir hastalığından da muzdaribiz. Büyük mütefekkir Hz. Mevlânâ “Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol” diyor. Toprak gibi olsak, çevre değerlerine zarar verir miyiz?

Bu bencillik, kibir yanında, sevgisizlik illetine de yakalanmışız. Yunus Emre’miz, “Elif okuduk ötürü, Pazar eyledik götürü, Yaratılanı hoş gör, Yaratandan ötürü” diyor. Yaradan’ın hatırına, tüm yaratılmışı sevsek, bir çiçeğin dalını kırmaya, bir gülün yaprağını koparmaya elimiz varır mıydı? O çiçeğin, o gülün dili olsaydı, “sevgisiz, sevgisiz” diyecekti insana. Bu bencillik, kibir, sevgisizlik yanında, vefasızlığımız da meşhurdur.

Halk ozanımız Aşık Veysel, “Karnın yardım kazmayınan belinen, Yüzün yırttım tırnağınan elinen, Yine beni karşıladı gülünen” diyerek, toğrağın vefalı, sadık olduğunu çok veciz şekilde dile getiriyor. Bu sözler çok güzel ve hoş da, toprağın sadık olması onun yaratılışında var. Bir nev'î onun görevi. Toprak, insan gibi değildir. İrade taşımaz. İnsana hizmet için yaratılmıştır. Önemli olan bizim sadık olmamızdır. Toprağın dili olsaydı, “vefasız, vefasız” diyecekti. Sadık olmadığımızı, vefasız olduğumuzu bilmeyen var mı?

Bu bencillik, kibir, sevgisizlik, vefasızlık yanında, çok da hoyratız. Nehirlerin dili olsaydı, kendisine sıvı atık gönderen fabrikatöre; “Bu gönderdiğin sıvı atık, sana yaptığım iyiliklere mi karşılık!?” diye seslenecekti. O fabrikatör, belki de, çocukken aynı nehrin kenarında gezmiş, içinde yüzmüştür. Üstelik, o fabrikatör, kendisinin yaşadığı o güzellikleri çocuğundan da esirger durumdadır. Çünkü, o nehirde çocuğu yüzemeyecektir artık. Bu hoyratlıktan da öte bir durum.

Çevre’ye karşı sadık ve vefalı olmadığımız, bencilce, kibir içinde ve hoyratça davrandığımız bir gerçek. Peki, bu gerçeği neyle açıklayacağız? Niye bu kadar vefasız, niye bu kadar düşüncesiz, niye bu kadar hoyratız? Bu gerçeğin, tek bir açıklaması olabilir. O açıklama “insanın içinde gizlidir”.

İşte, çevrenin dili olsaydı, içimizde gizli olan o hususu yüzümüze karşı haykıracaktı. Çevrenin dili olsaydı bize “nankör” diyecekti.

Ahmet SANDAL / Kamu Yönetimi Uzmanı

16.12.2006


İki yönlü siyaset

Her zaman söylüyoruz Türkiye iki yönlü bir dış siyaset gütmelidir diye.

Türkiye yüzünü iki cihete dönmelidir. İki tane yüzü olmalıdır dış politikalarda ülkemizin. İkiyüzlü siyaset demek değildir bu. Bilâkis iki yönlü siyaset demektir. Bu iki yönden birisi batıya, dönük diğeri de doğuya dönük olmalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti hep yüzünü Batıya dönerken sırtını da Doğuya dönmüştür ne yazık ki. Peki Batıda ne vardır, Doğuda ne vardır? Batıda gelişmişlik ve çağdaş değerlerden örülü bir aydınlık vardır. Doğuda ise koskoca İslâm dünyası, bütün ahlâkî ve mânevî değerleri ve zengin tarih ve kültürüyle parlamaktadır. Batıda ampul varsa, doğuda manevî ruh ışığı vardır. Günümüz insanı ne ruh ışığından yoksun yaşayabilir, ne de ampulsuz bir hayat sürdürebilir. Türkiye ikisinin tam ortasında olduğu için belki de dünyanın en şanslı ülkesidir. Başka hiçbir ülkeye nasip olmayacak şekilde hem Batının gelişmişliğine yakın, hem de doğunun manevî ışığının içindedir.

Zaman gösterdi ki, inançları olmadan insanlar yaşayamıyor. Materyalizmin yükselişine rağmen, maddenin sefaleti ve mağlubiyeti pek gecikmedi ve şimdi dünyada insanlar akın akın inanca koşuyorlar. Demir perdeler yırtıldı, maddenin soğuk yüzünden ürken insanoğlu kendini inancın sıcak ve merhametli kucağına atıyor şimdilerde. Meselâ Batıda Hıristiyanlar dindarlaşırken, aynı zamanda çoğu insan ya İslâma yöneliyor ya da başka bir doğu dini olan budizme inanmaya başlıyorlar. Her halükârda bir inanca sahip oluyorlar. Bugün Rusya’da bile dinin varlığı ve dindarların sayısı yadsınamayacak derecelere ulaşmıştır.

Bunları neden söylüyoruz?

Çünkü ülkemizin Müslüman bir ülke olmasından rahatsızlık duyanlar var ne yazık ki. Türkiye’nin hem Müslüman, hem de demokrat ve çağdaş bir dünya ülkesi olamayacağını savunup, bu sebeple her türlü dinî değere düşman olan ve her fırsatta saldıranlar var bu ülkede. İşte bu insanlara dinin ve inancın önlenemez olduğunu ve Türkiye’nin Müslüman kimliğinden rahatsızlık duyulmaması gerektiğini anlatmaya çalışıyoruz. Türkiye’nin Müslüman kimliğinin bir engel olmasını bir yana bırakın; bu, Türkiye için yukarıda da zikrettiğimiz sebeplerden ötürü bulunmaz bir fırsattır.

Sen hem tarihin ve köklerin bakımından koskoca bir İslâm geleneğinden gelecek ve 1.5 milyar Müslümanla sıkı bağlar içinde bulunacaksın, hem de gelişmişliğin ve aydınlık ruhunla bilim ve teknoloji alanında çağdaşlaşacak ve demokrasi ruhunu ülkenin topraklarında yeşertmeye azmedeceksin. Bu başka hangi ülkeye nasip olmuş acaba?

Türkiye’yi yönetenlerin yapması gereken Avrupa Birliği ideallerinden asla vazgeçmemenin yanı sıra, Türkiye’yi artık tarihen mecbur olduğu İslâm dünyası ile münasebetlerde ön plana çıkarmak olmalıdır. İşte koskoca Arap dünyası, koskoca Orta Asya, uzak Asya ve Afrika karşımızda duruyor. Hem onlarla hem de Avrupalı müttefiklerimizle aynı potada bulunmayı başarmamız gerekmektedir.

Bu imkânsız değildir. Bilâkis Türkiye gibi coğrafî ve tarihî bir konumda bulunan bir ülke için, hem doğuyla, hem batı ile entegrasyon halinde olmak dünyanın belki de en kolay işidir. Bu durum ülkemize hem prestij kazandıracak, hem de yakın, orta ve uzun vadede çok önemli maddî ve manevî kazanımlar sağlayacaktır.

Türkiye bu şekilde hem dünya siyasetinde daha aktif bir rol oynayacak, hem de sözkonusu ülkeler için bir köprü vazifesi görürken aynı zamanda ekonomik bir ilgi odağı haline gelecektir. Zira Türkiye hem Batı ülkelerinin doğu pazarlarına açılmasında bir aracı olacak, hem de doğudaki enerjinin sevkiyatında bir üs konumuna gelecektir. İşin sadece ekonomik boyutunun ciddiyetini anlasak bile iki yönlü bir siyasetin ne kadar lüzumlu olduğuna kani olacağızdır. Küçük temaslarla bile Arap petrol milyarderlerinin ülkemizde yatırımlar yapmaya ne kadar hevesli olduklarını hep beraber gördük. Ancak Türkiye’nin Müslüman bir ülke olduğu gerçeğine gözleri kapalı olanlar, bu sermayedarları, yaptıkları anlamsız ve tamamen magazinel yayınlarla ürkütmeyi de bir marifet bilmekteler.

Netice olarak İslâm dünyası Türkiye’nin kaderidir. Avrupa Birliği ne kadar pragmatik olarak bir idealse Türkiye için, İslâm dünyası ile ilişkiler de bir o kadar ideal olmalıdır. İşte ancak o zaman yeniden büyük Türkiye hayalleri de realize olabilir.

Umut YAVUZ

16.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004